Börklüce Mustafa’nın “on bin mülhid yoldaşıyla” kalkıştığı isyanla köylülerin ilk defa Osmanlı tarihyazımına girdiği söylenebilir mi?
Yücel Terzibaşoğlu: Söze kırsal üreticilerin tarihteki yeriyle tarihyazımındaki yeri arasında ayrıştırma yaparak başlamak iyi olur. Köylüler ya da geçimlerini kendi emekleriyle topraktan sağlayanlar hep tarihin içinde olmuşlardır. Kendi tarihlerini işledikleri toprak üzerinde ve doğada bıraktıkları izlerle, birbirleriyle ve diğer sınıflarla girdikleri toplumsal ilişkiler bütünüyle zaten yazmışlardır. Tarihyazımına geç girmişlerdir, ama her zaman tarihin içinde olmuşlardır.
Tarihyazımına geç girmelerinin nedeni, tarihyazımının 20. yüzyılın başlarına kadar kronolojik olaylar dizisi olarak anlaşılması ya da anlatılması, yönetici sınıfların, kişilerin hikâyelerinden sıranın bir türlü kırsal üreticilere gelmemesindendir. Tarihçilerin üretici sınıfların tarihine ilgi duyması, anlamaya çalışması zaman almıştır. Hâlâ da tüm zenginliği ya da kapsamı içinde anlaşıldığı söylenemez.
Tarihyazımına girmeleriyle birlikte nasıl bakılıyor köylülere ve Osmanlı toprak rejimine?
Köylüler yerleşik Osmanlı tarihyazımına girdiklerinde de başka faillerin yapıp ettiklerinin edilgen nesneleri olarak değerlendirilmiş, özellikle de devletin koruması sayesinde ve ona muhtaç olarak yaşadıkları düşünülmüştür. Bu devlet merkezli görüşe göre, devlet köylüleri toprak sahiplerine karşı her zaman korumuş, köylü üreticilerin işçi, ortakçı ya da serf durumuna düşmesini önlemiştir. Gerçekte ise ortakçılık da, ırgatlık da Osmanlı coğrafyasında olgusal olarak çok yaygındır.
Bu görüşe göre, çekirdek köylü hanelerinin oluşturduğu çifthane sistemi, yani devlet himayesindeki küçük bağımsız köylü haneleri, temel askeri kurum olan tımar sisteminin ayrılmaz parçasıdır. Gerçekte hane yapılarının ne kadar çekirdek aileye dayandığının daha iyi araştırılması gerekir, ki öyle olsa bile bunun kolektif tarım ve toprak tasarrufu biçimlerini, ortakçı-kiracılık gibi artık çekme, borçlandırarak ırgatlaştırma ya da toprağa bağlama gibi süreçleri dışlamadığı da ortada.
“İktisadi krizler köylü ayaklanmalarına yol açar” söz konusu değil. Bir de düşüncelerin yaşamı belirlediğine dair yaygın başka bir belirlenimcilik var ki, 1416 ayaklanmasının tarihyazımında sık sık karşılaşıyoruz. Toprak üzerindeki üretim ilişkilerine, mülkiyet ilişkilerine ve bu ilişkilerin nasıl dönüştüğüne bakmadan köylü ayaklanmalarını anlamak mümkün değil. Köylü ayaklanmalarını anlamak için köylülüğü anlamak gerekir.
Yine bu görüşe göre, tımar sisteminde tarımsal üretimin, dolayısıyla toprağın denetimi fiilen devlet, sipahi ve çiftçi arasında paylaşılır, en fazlasından müzakere edilir ve küçük köylü haneleri tarımsal sistemin merkezi ögesi olarak varlığını hep sürdürür. Böyleyse, tüm Osmanlı coğrafyasındaki ısrarlı toprak reformu talep ve mücadelelerini nasıl açıklamalıyız? Dolayısıyla, hep devlet ve köylü arasındaki ilişkiden söz edilir, üretici köylülerle önemli bir bölümü devlet yetkilisi de olan toprak sahipleri arasındaki ilişki gözardı edilir.
Piyasa merkezli yaklaşımlar da aynı madalyonun diğer yüzü gibi: Devlet odaklı yaklaşımların temel kabullerini benimseyerek, artık çok tanıdık olduğumuz merkez-çevre ilişkileri gibi, Soğuk Savaş dönemi Amerikan sosyolojisinin eskimiş çerçevesinden, yine sınıflar arası ilişkiler analizinden uzak çıkarımlara varılır. Kendini yineleyen çevrimsel, totolojik bir güçlü devlet argümanı öne sürülür. Bu argümana göre, devlet bir türlü burjuvazinin ortaya çıkmasına izin vermemiştir; içerici kurumlar, demokrasi gelişmemiştir.
2016’da Uluslararası Börklüce Sempozyumu’ndaki sunumunuzda, 1416 isyanını tarımdaki üretim ilişkileri üzerinden anlamaya çalışmanın öneminden bahsetmiştiniz. Dikkatleri oraya çekmek istemenizin sebebi neydi?
Geleneksel tarihyazımında, önemli istisnalar dışında, isyanın salt Bedreddin’in düşünsel dünyası üzerine kurulu biçimde incelenmeye çalışıldığını vurgulamak gerekir. Bu son derece önemli, ama eksik. Bu eksikliği giderebilmek için bu düşünsel mirastaki belli kavramların, örneğin maddeciliğin, ortaklaşmacılığın tarihselleştirilmesi gerektiğini vurgulamıştım o sempozyumda.
Tarihselleştirme, bu kavramların belli bir mekân ve zaman içinde nasıl ortaya çıktığını, nasıl kullanıldığını, ne tür toplumsal, iktisadi, idari, hukuki ve zihinsel çerçevelere karşılık geldiğini ve zaman içinde nasıl değiştiğini anlamaya çalışmaktır. Böyle bir yaklaşımla, toprak üzerindeki mülkiyet ve üretim ilişkilerindeki değişimlerin daha geniş toplumsal ve düşünsel dünyayla olan ilişkisini, birbirlerini nasıl etkilediğini ortaya çıkarmak ve daha somut bir inceleme yapabilmek mümkün hale gelir.
Ormanlar, nehirler, meralar gibi alanlar kimsenin özel mülkiyeti olarak değerlendirilemez. Bu ortak alanların kişisel mülkiyet haline gelmesi Bizans’tan beri, özellikle de Bizans dönemindeki çiftlik-köylü işletmesi çatışmalarından beri, bu topraklarda üretici köylülerle toprak üzerinde hak iddia edenleri karşı karşıya getirmiş, ayaklanmaların çıkmasına neden olmuştur.
Burada iktisadi bir belirlenimciliğin dışında olduğumuzu belirtmeye sanırım gerek yok. Örneğin, “iktisadi krizler köylü ayaklanmalarına yol açar” gibi mekanik bir argüman söz konusu değil. Kaldı ki, belirlenimcilik, iktisada özgü değil, daha genel bir yöntemsel sorun. Örneğin, coğrafi belirlenimcilik ya da teknolojik belirlenimcilik toplum bilimleri yazınında sık sık karşımıza çıkar. Bir de “idealizm” olarak adlandırılan, düşüncelerin yaşamı belirlediğine dair yaygın başka bir belirlenimcilik var ki, 1416 ayaklanmasının tarihyazımında bununla sık sık karşılaşıyoruz. Tarihselleştirme yöntemi bunun üstesinden gelmeye çalışmaktır bir ölçüde de.
Toprak üzerindeki toplumsal üretim ilişkilerine, yani kırsal üreticilerin doğayla ve diğer insanlarla girdiği ilişkiler bütününe, bu ilişkilerin hukuki yansıması olan mülkiyet ilişkilerine ve bu ilişkilerin zaman içinde nasıl dönüştüğüne bakmadan, tarıma dayalı toplumlarda ortaya çıkan köylü ayaklanmalarını anlamak ve açıklamak mümkün değil. Köylü ayaklanmalarını anlamak için köylülüğü anlamak gerekir.
Üzerinde durduğunuz kavramlardan biri ortaklaşmacılık. 1416 isyanının temel fikirlerinden biri olan ortaklaşmacılık dönemin Ege ve Trakya köylüleri için ne ifade ediyor? Dünyanın başka yerlerindeki ortaklaşmacı pratiklerle nasıl bir ilişki içinde?
Tüm ortaçağ toplumlarında ve özellikle toprak üzerindeki ilişkilerde, müşterek hak ve çıkarlarla ortaklaşmacı eylemler yaygın olarak görülür. Bu müşterek ilişkiler ve ortaklaşmacı üretim biçimleri, toplumsal üretim ilişkileri açısından büyük önem taşır ve tarihsel olarak bakıldığında dünyanın her yerinde mülkiyet ilişkilerine ve hukukuna geniş biçimde yansımıştır. İşin doğası gereği, bu ilişkiler ve hukuksal biçimler tarihsel olarak her zaman tartışmalı ve çatışmalı olmuştur. Ortak mülkiyet biçimleri, tarihsel/olgusal olarak kişisel mülkiyet biçimleriyle karşı karşıya gelmiştir. Buna rağmen, örneğin Avrupa, Güney Asya, Rusya tarihlerinin aksine, Ortadoğu coğrafyasının tarihi genel olarak tarım ve tarımsal mülkiyet ilişkilerinin değişimi üzerinden değil, aşiret ve din sosyolojisi üzerinden yazıldığı için, tarımsal üretim ilişkilerindeki değişimi izlemek her zaman mümkün olamıyor.
Somut olarak konuşursak, Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde, özellikle Irak ve Suriye’nin belli bölgelerinde çok yaygın olarak görülen “muş’a” gibi bir müşterek arazi tasarrufu ve ziraat etme biçimi Arap topraklarındaki aşiret ilişkilerine bağlanmıştır. Oysa bu tür müşterek tasarruf ve ziraat pratikleri Fransa, Almanya, Doğu Avrupa ve Rusya tarihçiliğinde –buralarda da belli belirlenimcilik sorunları olmakla birlikte– genel olarak tarımsal mülkiyet ilişkileri açısından değerlendirilmiş, toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki belli yapıların etkisi üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır.
Ancak bu tür yaklaşımlarla, örneğin piyasa için üretimin üretim ilişkilerine etkisi, çiftlik ve küçük köylü üretimi arasındaki çatışma, ortakçılık, ücretli emek gibi çeşitli emek örgütlenmelerinin toplumsal ilişkiler açısından belirleyici önemi, arazi kullanım yapısı –çeşitli tarla sistemleri–, ziraat ile hayvancılık arasındaki dengenin önemi gibi sorunlara eğilmek mümkün olmuştur. Başka şekilde ve sadece düşünsel planda bu gibi sorunların toplum ve düşün üzerindeki etkilerini incelemek ya da anlamak mümkün olamamaktadır.
1416 ayaklanmasının başat temalarından olan ortaklaşmacılık bu anlamda soyut, romantik, ütopik bir düşünce olmaktan daha fazlasıdır, bizzat köylülüğün yapısında olan, köylülerin birbirleriyle, diğer sınıflarla ve doğayla ilişkilerinden kaynaklanan maddi bir olgudur.
Dolayısıyla, dünyanın farklı bölgelerinin tarihi yazılırken sorulan soruları Batı Anadolu ve Balkanlar için de sorarak ve Börklüce Mustafa ayaklanmasının tarihini ve çerçevesini tarımsal üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinden inceleyerek bu bölgenin tarihinin de dünya tarihinin bir parçası olduğunu yeniden hatırlamamız ve daha önemlisi, bu ayaklanmanın dünya tarihindeki yerini, önemini ve özgün yönlerini ve somut olarak, nasıl olup da on bin insanın hep birlikte ayaklandığını anlamaya başlamamız mümkün hale gelebilecektir.
Börklüce ayaklanması dünya tarihinin nasıl bir parçası?
Köylü ayaklanmalarının ortak özelliklerinden bazıları köylülüğün diğer toplumsal gruplarla bir ilişkiler ağı içinde olduğunu, bu ilişkilerin doğası gereği belli çıkar çatışmalarına dayanan dinamik ilişkiler olduğunu ve bu ilişkilerin köylülerin zihniyet dünyasındaki yansımalarının da farklı biçimlerde –belli bir adalet anlayışı, dünya, doğa ve insan kavrayışı– ortaya çıktığını gösteriyor. Bu ilişkileri ve zihniyet dünyasını anlamlandırma çabasının üretim ilişkilerinin somut incelemesi üzerine kurulduğunu söyledik. Somut olarak üretimin nasıl yapıldığına baktığımızda, örneğin açık tarla sistemlerinde ekin ekme, nadasa bırakma, hayvan otlatma işlerinin köylüler arasında bir eşgüdüm içinde, müştereken yapılmasının bir zorunluluk olduğunu tarım tarihçileri ve köylüler bize söyleyecektir. Hangi ürünün ekileceği, kaç hayvanın nerede otlatılacağı ve benzeri işlerin belli kurallara bağlı olarak yapılması gerekir. Aksi halde köyün içinde üreticiler arasında pek çok ihtilafın çıkması kaçınılmazdır.
Aynı şekilde, köylü hanesinin dünyaya bakışını belirleyen, neyin haklı, neyin haksız olduğunu söyleyen anlayışlar vardır. Köylülüğün kendi zihniyet dünyası içinde, örneğin bir ailenin tasarruf ettiği, işlediği toprakların kullanım haklarının kuşaktan kuşağa hane içinde kalmasının gerekliliği ve böylece aile emeğinin meyvelerini toplayabilme hakkının olması, bu hak anlayışlarından biridir. Bu anlayışa göre, ormanlar, nehirler, meralar gibi alanlar kimsenin özel mülkiyeti olarak değerlendirilemez. Bu ortak alanların kişisel mülkiyet konusu haline gelmesi Bizans’tan beri, özellikle de Bizans dönemindeki çiftlik-köylü işletmesi çatışmalarından beri, bu topraklarda üretici köylülerle toprak üzerinde hak iddia edenleri karşı karşıya getirmiş, ihtilafların, ayaklanmaların çıkmasına neden olmuştur. Bu konuda, 1930’larda Türkiye’de Köy İktisadiyatı kitabında benzersiz gözlemlerini yazan İsmail Hüsrev Tökin’in tablolarına baktığımızda pek çok ipucuyla karşılaşırız. Tökin 20. yüzyılın ilk yarısındaki Anadolu coğrafyasında, “münferit sahipleri” olmayan, “mülkiyeti müştereke”ye tabi ve “her yıl aynı tarlayı başka şahısların idare ettiği” durumlardan söz eder. Bunların toplumsal ve tarihsel gariplikler değil, toplumsal gelişimin evrensel eğilimlerinin yerel belirtileri olduğunu söyler. Bunlarla ortaçağ Almanya’sının “mark usûlü” ve Rusya’nın “opşina” –veya “mir”, köy komünü– yapıları arasında paralellikler kurar, karşılaştırmalar yapar. Benzeri müşterek mülkiyet yapılarına Kars’ta, Karadeniz Ereğlisi’nde rastlandığını belirtir. Balkanlarda da kırsal üreticilerin müştereken ziraat ve tasarruf ettikleri topraklar olduğunu biliyoruz. Bu tür kolektif, müşterek eylemlerin niteliği ancak toplumsal üretim ilişkilerinin incelenmesi yoluyla ortaya çıkarılabilir, kavranabilir.
1416 ayaklanmasının başat temalarından olan ortaklaşmacılık bu anlamda soyut, romantik, ütopik bir düşünce olmaktan daha fazlasıdır, bizzat köylülüğün yapısında olan, köylülerin birbirleriyle, diğer sınıflarla ve doğayla ilişkilerinden kaynaklanan maddi bir olgudur. Ancak, köylülerin ortaklaşmacı eylemlerinin, ortak varlıkları tasarruf biçimlerinin her zaman eşitlikçi olması beklenmemelidir. Köy ortaklaşması içinde, köylülüğün kendi içindeki çeşitli etkenlere bağlı olarak, örneğin zengin ve yoksul köylüler arasında farklılaşmalar olabilir. Belki de köylü ayaklanmalarını değerlendirirken akılda tutulması gereken sorulardan biri, tarihte köylü ayaklanmalarının köylülüğün temel bir özelliği olan ortaklaşmacılığı nasıl daha eşitlikçi bir yapıya büründürmeye çalışmış olduğudur.
Sanayi kapitalizmi için grev neyse, 9. yüzyıldan 1789’a kadar olan dönemde, tarımın başat olduğu toplumlarda, köylü ayaklanması da odur, o denli doğaldır, tarım toplumlarının yaşamının ayrılmaz parçasıdır.
1381’de İngiltere’deki köylü ayaklanması ve 1524’te Almanya’da çıkan Köylüler Savaşı ile karşılaştırıldığında, ne gibi benzerlikler ve farklılıklar görülüyor 1416 isyanında?
Ortaçağ Avrupa’sındaki köylü ayaklanmalarının birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu ortaya çıkarmaya ve köylü ayaklanmalarının dönemin feodal toplumuna neden ve nasıl içkin olduğunu anlamaya çalışan pek çok çalışma yapıldı ve en azından bazılarında şu genel argüman üzerinden hareket edildi: Köylüler Ortaçağ Avrupası’nda iktisadi çıkarlarını bilen ve izleyen küçük üreticiler, ama aynı zamanda yasal sınırlamalar, kira, hizmet ve vergi yükümlülükleriyle kısıtlanmış bir sınıf. 13. yüzyılda örneğin, ürettikleri ürünleri piyasada satıyorlar, ama büyük toprak sahiplerinin kira olarak kendilerinden yetiştirdikleri ürünün bir bölümünü almasına tepki duyuyorlar, muhalefet ediyorlar. Toprak sahiplerine olan yükümlülüklerinden kurtulmak ya da bunları azaltmak istiyorlar.
1381’de, İngiltere’deki büyük köylü ayaklanmasında Hıristiyan öğretisi kaynaklı çeşitli eşitlik nosyonlarıyla hareket ediyorlar, ama aynı zamanda kira, hizmet, vergi yükümlülükleri ve toprak sahipliğiyle ilgili son derece rasyonel amaçlarına da erişmeye çalışıyorlar. Bunun siyasi sonucu olarak da hem yerleşik kiliseye hem de mevcut hukuk ve iktidar sistemine başkaldırarak mevcut feodal toprak sahipliği düzenini yıkmak istiyorlar.
Bu tür incelemeler, ortaçağ Avrupası’nın tarımsal üretim ilişkilerinin ve köylülerin gündelik yaşamlarının ayrıntılı bilgisi üzerine kurulmuştur. Yani köylülerin tasarrufunda olan toprakların miktarı ve arazi kullanım biçimleri, yetiştirilen, tüketilen ve satılan ürünler, ödenen vergi ve kira ve köylülük içindeki farklı yasal statü ve toplumsal katmanlar gibi olgusal bilgilere dayanır. Diğer bir deyişle, köylüler toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkileri içinde değerlendirilmiştir. Aynı zamanda, bir toplumsal sınıf olarak köylülüğün ortaya çıkması tek başına değerlendirilmez, köylünün ürettiği artığına el koyan başka sınıflarla ilişkisi içinde değerlendirilir.
Dolayısıyla, köylüler diğer toplumsal grup ve sınıflarla bir ilişkiler ağı içindedir ve bu ilişkilerin önemli bir bölümü çıkar çatışmasına dayanır. Bunun köylünün zihniyet dünyasındaki yansımaları da farklı biçimlerde ortaya çıkar. Örneğin, köylülüğün adalet anlayışı ya da ahlâki iktisadı. Tarihçi Marc Bloch’a göre, sanayi kapitalizmi için grev neyse, 9. yüzyıldan 1789’a kadar olan dönemde, tarımın başat olduğu toplumlarda, köylü ayaklanması da odur, o denli doğaldır, tarım toplumlarının yaşamının ayrılmaz parçasıdır.
1381 İngiltere köylü ayaklanmasını bu kapsamda inceleyen Rodney Hilton karşılaştırmalı bir bakış açısıyla bazı ilginç sonuçlara varır. Örneğin, İtalya ve Fransa’da, İngiltere’nin aksine, 11. yüzyıldan itibaren kır komünlerinin yaygınlaşması köylülerin önemli siyasi kazanımlarına yol açmış, bazı haklarını İngiltere’deki köylülerin aksine korumalarını sağlamıştır. Toprak üzerindeki ya da toprak sahipleri karşısındaki kadim hakların çeşitli nedenlerle aşınması her yerde patlayıcı etkilere neden olmuştur. 1381 ayaklanmasının önemli bir özelliği ideolojik içeriğidir.
Bir başka önemli nokta, 1381 köylü ayaklanmasına katılanların yalnızca yoksul köylüler olmadığı, çeşitli hoşnutsuzlukları nedeniyle nispeten zengin köylüler, zanaatkârlar ve toprak rejimi içinde idari ve hukuki görevleri olan kişilerin de ayaklanmaya katıldığının saptanmış olması. Ayaklanma çok iyi örgütlenmiş, isyancılar eşgüdümlü bir biçimde geniş bir bölgede rahat ve hızlı hareket edebilmiştir.
Kapitalizmin içinde olduğumuz evresinde, finansallaşmanın kır üzerindeki yıkıcı etkisini, insan-doğa ilişkisindeki yarılmayı, çevre krizinin kökenlerini, kapitalizmi düşünmeden köylülüğü düşünmenin mümkün olmadığını Bedreddin, Börklüce ve Torlak bize bir kez daha hatırlatıyorlar ve tarihsel bir çerçeve sunuyorlar.
Üretim ilişkileri, mülkiyet ağları dışında, liderlerin düşünce dünyalarının nasıl bir etkisi var bu isyanlarda? Wat Tyler (1341-1381), Thomas Müntzer (1489-1525) ve Börklüce Mustafa’yı (137?-1416) bir arada düşünerek yanıtını aranabilir mi bu sorunun?
Köylü ayaklanmalarının önderlerinin yaşamları, ilişkileri, düşünceleri belli bir toplumsal ve iktisadi ilişkiler örüntüsü içinde şekillenir, bu toplumsal ve iktisadi ilişkiler de düşünce dünyalarıyla birlikte değişir ve dönüşür. Bu nedenle, düşünce dünyalarının çeşitliliğini ve zenginliğini tüm boyutlarıyla anlayabilmek, ancak söz konusu toplumsal ve iktisadi dünyayı kavrayarak mümkün olabilir. Düşünceler yaşamın bütünselliği içinde ele alınmalıdır.
Burada bir bütünsellikten söz ediyoruz, ya biri ya öteki değil, yaşamın düşünce dünyasıyla birlikte nasıl değiştiğini kavrayabilmektir söz konusu olan. Tarihçilik yaşamdaki değişim ve dönüşümü anlamak demekse, ikisini bu bütünsellik içinde değerlendirmek gerekir. Ayaklanmanın önderlerinin öne sürdüğü görüşler, özellikle de kilisenin rolü hakkındaki heterodoks görüşler yalnızca önderlerin kendi kafalarında buldukları şeyler olamaz. Bu düşüncelerin nereden kaynaklandıklarını, içinden çıktıkları düşünsel dünyayı, ilişkiler ağını, bu düşünsel dünyaya bu önderlerin çoğu zaman yaptıkları köklü katkıları anlayabilmek ve ayrıştırabilmek için de Fransa, İtalya ve Almanya gibi yerlerdeki toplumsal gelişmeleri ve bu düşüncelerin toplumsal ve siyasi altüst edici etkilerini araştırmak gerekir.
Çok benzer bir yaklaşımı daha önce, Orta Avrupa’da 1524’te ortaya çıkan Köylü Savaşları’nı incelerken Friedrich Engels’te görürüz. Özellikle Müntzer’in teolojik dilinin isyanlar sırasında nasıl bir zihinsel dünya, anlamlandırma çerçevesi, isyan dili ve dağarcığı sağladığını anlamaya çalışırken 16. yüzyıl başı Orta Avrupa’sının tarihsel bir siyasal iktisadını da buna koşut olarak ortaya serer.
1416 ayaklanmasını tüm dinamikleriyle anlamaya çalışmak günümüzdeki kırsal dönüşüm tartışmalarına ışık tutabilir mi? Bugünün tarım politikalarına bakarak geçmişi anlayabilir miyiz, aralarındaki ilişki geleceğe dair neler söyleyebilir?
Ya da bu tartışmaların güncel gerçeklikle ilgisi nedir? Marx’tan bir alıntıyla bitirmek isterim. Rus devrimci Vera Zasulich’in Rus kır komününün Rusya’nın devrimci dönüşümündeki yeri hakkındaki sorusuna yanıt mektubunda Marx, kır komününün durumunun ve geleceğinin kapitalizmden, kapitalizmin temelden dönüştürücü etkilerinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgular:
“Teorik olarak Rus ‘kır komünü’ temelini, yani toprağın ortak mülkiyetini geliştirerek ve aynı zamanda ima ettiği özel mülkiyet ilkesini ortadan kaldırarak kendisini koruyabilir. Çağdaş toplumun yöneldiği ekonomik sistem için doğrudan bir kalkış noktası olabilir, intihar ederek başlamak yerine yeni bir sayfa açabilir. Yalnızca olası yaşam süresi düşünüldüğünde toplumların yaşamlarıyla kıyaslanamayacak [kadar kısa] kapitalist rejimden geçmeden kapitalist üretimin insanlığa kazandırdığı zenginliklerin meyvelerini sahiplenebilir. Ama saf teoriden Rus gerçekliğine inmemiz gerekir.”
Burada Marx’ın vurguladığı, kır komününün barındırdığı ortaklaşmacı potansiyeli gerçekleştirme olasılığını, içinde bulunduğu toplumsal gerçeklikle ilişkisi içinde değerlendirmek gereği. Günümüz gerçekliğine inersek, kapitalizmin içinde olduğumuz evresinde, finansallaşmanın kır üzerindeki yıkıcı etkisini, insan-doğa ilişkisindeki yarılmayı, çevre krizinin kökenlerini, kapitalizmi düşünmeden köylülüğü düşünmenin mümkün olmadığını Bedreddin, Börklüce ve Torlak bize bir kez daha hatırlatıyorlar ve toplumsal dönüşümle insan-doğa ilişkisinin dönüşümünü birlikte düşünmek için tarihsel bir çerçeve sunuyorlar.
1+1 Express, sayı 177, Eylül-Kasım 2021