50. ölüm yıldönümünde, babanızla ilgili pek çok makalenin, kitabın çıkması, eserlerinin yeniden basılması nasıl bir duygu uyandırıyor?
Catherine Camus: Böyle çığ gibi bir ilgi beklemiyordum. Ama eğitimli olmayan insanlar dahi Camus’yü tanıyor ve seviyor; onunla sadece entelektüel bir ilişki değil, kardeşçe ve hatta duygusal bir bağ kurdukları için olsa gerek. Eserlerini okuduğunuzda, insan olarak Camus’nün kendisini hissedersiniz. Babam da sık sık sadece doğrudan tanıdığı, bildiği şeyleri anlattığını söylerdi. Öldüğünde ben 14 yaşındaydım. Bütün eserlerini 17 yaşımdayken okudum. Ve onları okurken, babamla yeniden buluştum. Yazdıklarıyla, okuduklarım ve çocukluğumuzda kardeşimle bana anlattıkları arasında en ufak bir uyumsuzluk yoktu. Bizden olmamızı istediği şey de buydu: Özgür ve sorumlu. Biri olmadan diğeri olamazdı. Küçük bir çocuktan bunu beklemek sert gözükebilir; yaptıklarını, eylemini üstlenmen gerektiğini anlamak ağır bir şey. Ama ona her gün teşekkür ediyorum. Bir kadın olarak hayatımın her ânında benim için faydalı olan ilkeleri içime kazımış oldu.
Camus çok yoksul, işçi sınıfı bir aileden geliyordu, Sartre ise burjuva kökenliydi; bunda ne madalya takılacak ne de kınanacak bir şey var, ama durum buydu.
Babanıza atfedilen imajdan rahatsızlık duyduğunuz oluyor mu?
Hayır. Bundan hiçbir zaman rahatsız olmadım. Babam, tıpkı annem gibi, hayatını ve eylemlerini üstlenmişti. Benim açımdan hassas dönem buluğ çağı oldu; o yıllarda, bütün ergenlerin yaşadığı gibi, en büyük zorluk, bütün mesele, “olmak”tır, kendin olmak. Ünlü birinin çocuğuysan, bu bir kat daha zorlaşıyor. Kendi varoluşun diye bir şey olmuyor. Bir soyadından ibaret oluyorsun. Sorbonne’da edebiyat okurken bu duyguyu çok yaşadım: Sınav kâğıdınızın tepesine Camus soyadını yazdığınızda nasıl bir etki yaratabileceğini bir düşünsenize! Bu nedenle zaten edebiyatı yarıda bıraktım ve hukuka geçtim.
Albert Camus çok mütevazı, yoksul bir kökenden geliyordu ve kültürün çabayla elde edildiğine, sonu gelmeyen bir emek olduğuna inanıyordu. Bu konularda size ısrarcı oldu mu?
Hayır, bizi hiçbir zaman, hiçbir konuda zorlamadı, her zaman özgür bıraktı; özgür ve sorumlu. Bana arada bir takım kitaplar getirir verirdi, ama okumaya mecbur etmezdi, canım isterse okurdum. Sonra hangisini okuduğumu, hakkında ne düşündüğümü sorardı. Muhtemelen saçma sapan şeyler söylüyordum, ama asla cevabımın aptalca olduğunu hissettirmezdi. Her zaman söylediklerimi büyük dikkat ve ilgiyle dinlerdi. Bir örnek vereyim, babam hayattayken okuduğum tek eseri Caligula’ydı. Ne düşündüğümü sorduğunda, “çok komik” diye cevap vermiştim. Bir an duraksadı, düşündü, hafif şaşkın bir ifadeyle sordu: “Komik! ‘Caligula’ komik mi sence?” Ben de tekrarladım: “Evet, komik.” İlginç olan, o piyes beni hâlâ güldürür, niyesini tam olarak izah edemeyeceğim. Bir eser her zaman yanlış anlamalara, çarpıtılmaya açıktır. Ama aynı zamanda, okuyanda uyandırdıklarıyla yaşar ancak. Eserle ilgili herkesin kendi kavrayışı, kendi bakışı vardır. Bazen samimiyetsiz bir eleştiriye yol açabilse de, tek bir yansıması yoktur.
Hatta bazen sözünü ettiğiniz yansımanın çok şiddet yüklü olabildiğini de biliyoruz, mesela 1952’de Camus – Les Temps modernes kavgasında olduğu gibi. Camus kavgacı bir tip miydi?
Tam bir sokak çocuğuydu. Bir gün eve bir gözü mosmor gelmişti…
Arthur Koestler’in Sartre’a vurmak için salladığı yumruk Camus’ye isabet etmiş…
Öyleymiş. Ama ona “ne oldu?” diye sorduğumda, “yok bir şey, edebiyat böyle bir şey” diye cevap vermişti. Ertesi günse, kaderin cilvesi, şiddet dışı, barışçı eylemler konusunda bir konferans verecekti. Kara gözlükleri takıp gitti. Kürsüye çıktığında, gözlüğü kaldırıp dinleyicilere “tamam, şimdi önce güleceğiniz kadar gülün, sonra başlayalım!” dedi.
Veba’da Rieux, Tarrou ve de Grand karakterlerinde alttan alta Camus’nün kendisini görüyoruz. Doğrudan fayda sağlamak, yararcılık Grand’ın umurunda değildir. Babam da öyleydi. Bir kere inandıktan ve düşündüğü şeyi söyledikten sonra, çölün ortasında haykırıyor olmak umurunda değildi.
Les Temps modernes’le giriştiği kavgaya dönersek, Jean-Paul Sartre ve Francis Jeanson kitaba, Başkaldıran İnsan’a değil, yazarına saldırmışlardı. Bence Sartre babamı seviyordu, her ne kadar ona “hergele” dediyse de… İkisinin arasındaki temel ayrım, Sartre’ın burjuva olmasıydı. Birbirlerini hergele ya da burjuva olmakla itham etmiyorlardı, ama aralarında bir hassasiyet farkı, olayları kavrayış farkı olduğu kesindi. İnsan yetiştiği ortamın bir sonucu. Daha çocukluğunuzdan şekilleniyorsunuz, hayat böyle. Camus çok yoksul, işçi sınıfı bir aileden geliyordu, Sartre ise burjuva kökenliydi; bunda ne madalya takılacak ne de kınanacak bir şey var, ama durum buydu.
Her şey bir yana, ölümü üzerine Sartre’ın Camus hakkında yazdığı yazı duygulandırıcı değil mi?
Doğru. Ve zaman zaman söylenenlerin aksine, yazdığını yürekten düşünmediğine inanmam mümkün değil. Sartre verici, cömert bir insandı; Simone de Beauvoir öyle değildi. Babam hep “elini bir tek Sartre cebine atar” diye anlatırdı. Fakat Les Temps modernes üzerinden yürütülen kavga, sonuçları ve etkileri hâlâ görülen bir taammüden cinayetti.
Bunu size dedirten ne?
Hâlâ her gün bunu görüyorum. Mesela, Aix-en-Provence’ta edebiyat fakültesinde bir öğrenci Camus hakkında tez hazırlamak istediğinde, ona bu konuda çok fazla tez olduğu, en iyisi gidip Spinoza üzerine çalışması tavsiye ediliyor. Üniversitelerin çoğunda hâlâ Camus’ye karşı bir ambargo var.
Sizce bunun nedeni ne?
Bence hâlâ yürürlükte olan bir ultimatom var. Fransa’daki kurumlar Camus’yü yok saymak istiyor. Bu da aslında, kitaplarını gayet iyi anladıklarını gösteriyor: Camus iktidardan hazzetmeyen bir liberterdi. Onu yok saymaları ya da ona saldırmaları Camus açısından olumlu bir işaret. Öte yandan, Camus bütün dünyada tanınıyor. Eserleriyle ilgili dört bir yandan mektuplar alıyorum. Japonya’da mesela Camus’cü araştırmalar enstitüsü var. ABD’de, Almanya ve İtalya’da başından beri ve hâlâ büyük takdir görüyor, yeni yeni İngiltere’de de başladı… Latin Amerika’da çok uzun süre, diktatörlükler zamanında, Camus’nün oyunlarını sahnelemek isteyenler büyük baskılarla, hatta hapis cezalarıyla karşı karşıya kalmalarına rağmen büyük ilgi vardı. Duvar’ın düşüşünden önce, Doğu Avrupa’da da çok okunuyordu. Birçok insan Camus’nün eserleri uğruna hayatını tehlikeye attı. 1990’ların eşiğinde İlk Adam yayınlandığında, yerle bir haldeki Saraybosna’da Camus’nün barış ve direniş mesajı verdiğini düşünen yayıncılar kitaptan 500 adet basmışlardı.
Camus Düşüş’te diyaloğun yerini sloganın aldığını yazmıştı, bugün toptan o durumu yaşıyoruz. Her şeyi en kısa yoldan, kısaltmalarla anlatmak, son hızla konuşmak gerekiyor, televizyon ve radyolar herkesin makineli tüfek gibi konuştuğu atıcılık alanlarına döndü. Hiçbir şey işitilemiyor.
1957’de, Nobel ödülü aldığında, çok hararetli eleştiriler çıkmıştı. O dönemi hatırlıyor musunuz?
Elbette. Stockholm’daki ödül töreni söylevine bayılıyorum. O kadar kendisi ki! Çok sıkıntılı olduğu bir dönemdi. Fotoğraflara bile yansıyor. Ama hiçbir zaman yalan söylemedi, asla. Hatırlıyorum o günleri, tabii… Ama unutmayın, evde ne radyomuz ne de televizyonumuz vardı. Biz çocuklar babamızın meşhur olduğunun farkında değildik.
Hakikaten mi?
Kesinlikle. Babamın ünlü olduğunu ben ölümünde anladım. Ve şöhretin insani olanın, sıcaklığın, şefkatin, anlayışın ve sevginin ne derece inkârı olabileceğini de o zaman gördüm. Akrobat olmaya hevesliydim o sıralar. Babama akrobatlara da Nobel ödülü veriliyor mu diye sormuştum. “Hayır, sanmıyorum” diye cevap vermişti.
Onunla birlikte tiyatroya, oyunlarını izlemeye gider miydiniz?
Provalara gittim sadece, 1957’de, Angers festivalinde. İnanılmaz mutluydu. Babamı oyuncu topluluğuyla beraber görmek, o dostluk, yoldaşlık ve çalışma ortamı, ortak emek harikaydı. O hali hâlâ gözümün önünden gitmiyor.
Babanızın eserleri içinde özellikle sevdiğiniz biri var mı?
Sanırım birinci tercihim Düşüş, çünkü masumiyetin yitirilmesine dair. 17 yaşımdayken okudum o romanı. O dönem çok olgunlaştım. İnsanın tek yönlü olmadığına dair bir kitap: Hepimizin gölgede kalan bir yanımız var, kusurlarımız, zaaflarımız… Ama dosdoğru, cepheden kendine bakmak, o kadar kolay değil. Veba’da Rieux, Tarrou ve de Grand karakterlerinde alttan alta Camus’nün kendisini görüyoruz. Doğrudan fayda sağlamak, yararcılık Grand’ın umurunda değildir. Babam da öyleydi. Bir kere inandıktan ve düşündüğü şeyi söyledikten sonra, çölün ortasında haykırıyor olmak umurunda değildi.
Bu da onun liberter yanı işte…
Evet. Bir İtalyan gazeteci çok isabetli bir şekilde, Camus’nün, kendisiyle birlikte ölen bir liberter parti kurduğunu söylemişti. Pek çok kişinin, çevrenin saldırıp dışladığı devirde, liberterler Camus’ye hep sadakat gösterdiler, sahiplenmeye hiç kalkmadan ona hep saygı duydular. Camus de onlara saygılıydı. Maurice Joyeux onun için bir plak yapmıştı. Babamın yazıları ve Lou Marin’in bir araya getirdiği çeşitli yazarların katkılarından oluşan Albert Camus ve Liberterler adlı çok güzel bir kitap yayınlandı, Camus ile liberterlerin ne kadar yakın olduğunu çok iyi gösteriyor. 2008’de Lourmarin’de bir konferans düzenlemiştik, muradımızın dışına çıkmasından, biraz rock and roll bir karakter durumuna dönüşmesinden çekiniyordum. Biraz kavga gürültü koptu, ama daha çok futbol konusundaydı. Katılanlardan biri “anarko-Camus’cü futbolun kurucu hareketi pastır” dedi. Babam olsa, hoşuna giderdi. Kendini hep anarşistlere yakın hissetti, onlarla dayanışma halindeydi. Sürgündeki cumhuriyetçi İspanyol hükümetinden aldığı bir nişan vardı. Şöyle derdi: “Bir partiye dahil olmam gerekse, ‘haklı olduğuna emin olmayanların partisi’ olurdu.”
Bugün Camus’nün hiçbir zaman olmadığı kadar gündemde olmasına ne diyorsunuz?
Öyle, çünkü ötekini dinlemek gerekiyor, düşman dahi olsa! Bugün insanı serseme çeviren bir anlam kaybı yaşıyoruz. Kelimelerin bütün anlamları boşaldı: Mutluluk, etik, haysiyet, insan saygısı… İnternette önüne gelen, herkes ve her konu hakkında ağzına geleni yazıyor ve bunu bütün dünyaya yayıyor. Bireylere yönelik korkunç saldırılar var. Camus Düşüş’te diyaloğun yerini sloganın aldığını yazmıştı, bugün toptan o durumu yaşıyoruz. Her şeyi en kısa yoldan, kısaltmalarla anlatmak, son hızla konuşmak gerekiyor, televizyon ve radyolar herkesin makineli tüfek gibi konuştuğu atıcılık alanlarına döndü. Hiçbir şey işitilemiyor. Reklamların dili bütün ifade biçimlerine rengini verdi. Mutlaka güçlü bir etki, bir şok bekleniyor. Artık kimse hakikaten iletişim kurmuyor. Televizyonlarda ceset sergileye sergileye tensel muhayyile köreldi.
Bence Camus hâlâ önemini koruyor, çünkü eserinde olduğu gibi hayatında da dildeki bütün sapmalarla ve insanlar arasındaki anlayışsızlıkla mücadele etti. Camus bir sanatçıydı, kelimenin en soylu, en değerli anlamıyla.
Çeviren: Siren İdemen
Express, sayı 105, Şubat 2010
MICHEL CONTAT’NIN GÖZÜYLE CAMUS-SARTRE İLİŞKİSİ
Ahlâk ve eylem
Sartre uzmanı, edebiyat ve caz eleştirmeni Michel Contat’nın Albert Camus’nün 50. ölüm yıldönümü dolayısıya Telérama dergisi için yazdığı yazıyı özetleyerek naklediyoruz…
Sartre ve Camus dosttu. Camus, önce Bulantı’ya, ardından Duvar’a övgü düzmüştü. Sartre da, 1943’te, Yabancı için ayrıntılı bir makaleyle aynı şekilde mukabele etmişti. Sartre’ın oyunu Sinekler’in ilk sahnelenişinde tanışmışlardı. Sonra bir tiyatro projesi vesilesiyle daha sıkı bir ilişki kuruluyor aralarında: Sartre Gizli Oturum’da Camus’nün Garcin rolünü oynamasını istiyor; provalara başlıyorlar. Sartre bu dostluk için “hakiki, ama yüzeysel” diyecektir. Eğlencelerde, partilerde bir araya geliyorlar, neşeliler, girişgenler.
İkisi de Nazi işgaline karşı Direniş örgütlenmesinde, ama farklı tarzlarda. Sartre daha sonra sitemle anlatacaktı: “Ben direnen bir yazardım, yazan bir direnişçi değil.” Camus içinse tersini söyleyebilirdi; Yabancı ve Sisifos Söylencesi’nin yazarının Combat (Mücadele) hareketinde sorumlulukları vardı. Naziler kovulduktan sonra, gururla “Direnişten Devrime” sloganıyla çıkan günlük Combat gazetesinin yazıişleri müdürü oldu. Sartre, Camus için bir yazı yazdı: “Ayaklanan Paris’te bir aylak.” Camus, daha sonraları, Sartre’ı Combat muhabiri olarak ABD’ye gönderdi. Café Flore’da viski içiyor, fikri tartışmaya pek girmeden gayet iyi anlaşıyorlardı. Sartre’ın Ekim 1945’te çıkmaya başlayan dergisi Les Temps modernes’de Camus yer almadı, sebebin fazla meşgul olması olduğunu söylüyordu. Ama basında varoluşçu bayrağının altına yerleştirilmesinden rahatsız olmuştu. Kaldı ki, Sartre da “varoluşçu” sıfatını kabullenmeye çok sonraları karar verdi. Sartre Camus’yü filozof olarak görmüyor, ama üstünlük de taslamıyordu. Onunla fikirleri çok derinleştirmenin mümkün olmadığı görüşündeydi. Bunda bir itham yoktu; Camus’nün şakacı muhabbetini, Cezayirli hergele yanını seviyor, ahbaplığından hoşlanıyordu. Büyük “t”li tarih onları rahat bıraksaydı, iyi dost kalırlardı.
Yollarını ayıran komünizm oldu. Camus Cezayir’deyken komünistti; partiyi gayet iyi tanıyordu, partinin bürokratik dogmatizmini biliyordu; yöneticilere, Stalin’e itaatkârlıklarına kuşkuyla yaklaşıyordu. Sartre’ın ise hiçbir eylem tecrübesi yoktu, bir entelektüel olarak teorik ve ilkesel sorular vardı kafasında. Parti onu suçladı: Gençlerin katılımına engel oluyordu. Sartre karşılık verdi, Fransız usûlü Stalinizme, kaba materyalizmine, indirgemeciliğine karşı çıktı. 1947’de şöyle yazıyordu: “Stalinist komünizm politikası dürüst edebiyatçılıkla bağdaşamaz.” Ve partinin yöneticilerine, dostu Paul Nizan’a yönelttikleri hainlik suçlamasının kanıtlarını göstermelerini isteyerek meydan okudu. Partiden ses çıkmadı. Bir süre, Sartre komünistler ve sosyalistler arasında Devrimci Demokratik Birlik’i oluşturmayı denedi. Camus buna dahil olmadı; pasifist bir örgüt olan Citoyens du Monde’a (Dünya Yurttaşları) katıldı, ama DDB’ye hasım değildi; savaşı engelleme çabasıyla uluslararası kamuoyuna yönelik bir çağrıyı birlikte imzaladılar.
Temps modernes’in politika editörü Merleau-Ponty’nin, Arthur Koestler’in gürültü koparan Le Zero et l’Infini adlı kitabı hakkındaki makalesi Camus’yü öfkelendirdi. Makaleyi dönemin komünist anlayışından yana, Moskova yargılamalarının neredeyse meşrulaştırılması olarak görüyordu. Bir akşam, Merleau-Ponty’yi Camus’nün elinden zor alırlar; Sartre’ın büyük diplomasi mahareti sayesinde ortalık yatışır.
Sartre Komünist Parti’ye yakınlaşıyordu. 1951’de, Camus’nün komünistleri diktatoryal bir polis rejimini destekleyerek devrime ihanet etmekle suçladığı iddialı denemesi Başkaldıran Adam yayınlandığında, Temps modernes’de kitap hakkında olumlu düşünen tek kişi yoktu. Ama Sartre, kitap hakkında kötü bir şey söylenmesine karşı çıktı. Uzun, sıkıntılı bir suskunluktan sonra, genç Sartre’yen filozof Francis Jeanson konuyu ele aldı. Yazısı Sartre’ın arzu etmeyeceği kadar sertti. Kırılıp gücendiği kadar öfkelenen Camus, Jeanson’a cevap vermek yerine, resmi bir üslûpla “Sayın yayın yönetmeni”ni muhatap alarak kaleme sarıldı. Sartre kızdı: “Acıklı bir kibir ve kırılganlık karışımı haliniz size hakikatleri olduğu gibi söylemekten alıkoyuyor insanı.”
Tartışmanın seyrini Camus belirledi: “Bugüne kadar koltuklarını sadece tarihin akış yönüne göre yerleştirmiş sansürcülerden fazilet dersleri almaktan yoruldum.” Sartre karşılık verdi: “Madem yorulduk Camus, imkânımız da olduğuna göre, gidip istirahat edelim; ama bıkkınlığımızı gözler önüne sererek dünyayı sarsmayı da ummayalım.” Ve mızrağı sapladı: “Söylesenize Camus, ‘insanlığın elinden yaşama sebeplerini almadan’ eserlerinizi tartışamamamızın esrarı nedir?” Bu edebi tonlu polemiğin ötesinde, bir tartışma tesis olmuştur: Hâlâ kapanmayan ve eşi görülmemiş nitelikte bir fikri tartışma. Camus’nün ölümü üzerine yazdığı dokunaklı makalede Sartre’ın rakibinin sonuna kadar koruduğunu teslim ettiği ahlâki tutum ile, hep olageldiği gibi bugün de ufkumuzu oluşturan ve aşılamayan sınıf mücadelesinin oluşturduğu toplumsal gerçeklik içinde yer almaya çağıran siyasal eylem arasındaki tartışma. Günümüzde, Sartre’a karşı Camus’ye hak verme eğilimi yaygın. Halbuki, ikisinin hayatları ve eserleri, ahlâki ve siyasi bir fikrin etkin olabilmek için mutlaka üzerinde konumlanmak durumunda olduğu iki gerilim kutbunu oluşturuyor. Eylem ânında seçim yapmak gerekebilir, ama düşünmek söz konusu olduğunda, Camus’yen başkaldırının da, ahlâkın zaruri ve günümüzde imkânsız olduğunu bilen Sartre’yen sağduyunun da önemini kabul ederek, Camus ve Sartre’la, her ikisiyle de tartışmamız gerek. Realizmden olduğu kadar ahlâkçılıktan da kaçınmanın tek yolu bu.
SARTRE’IN GÖZÜYLE CAMUS
Cevabını arayan bir soruydu
Jean-Paul Sartre’ın bir dönem yakın dost olduğu, sonradan anlaşmazlığa düştüğü Albert Camus’nün ölümünün hemen ardından kaleme aldığı yazıyı özetleyerek naklediyoruz...
Altı ay önce, hatta daha dün, herkes “ne yapacak?” diye merak ediyordu. Saygı duyulması gereken tezatlar nedeniyle parçalanmış, geçici bir süreliğine suskunluğu seçmişti. Ama, seçim yaparken aheste davranan, sonra da seçimlerine sadık kalan nadir insanlardan olduğu için onu bekleyebilirdik. Konuşacaktı bir gün. Cesaret edip ne söyleyeceği hakkında tahmin yürütmeye dahi yeltenmeyecektik. Ama, dünyayla birlikte değiştiğini düşünüyorduk, her birimiz gibi; varlığının bizim için canlı kalmasına yetiyordu bu.
Camus’yle atışmıştık. Atışmış olmak –bir daha görüşmeyecek olsak bile– mesele değil; bize düşen sınırlı küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan beraber yaşamanın başka bir biçimi sadece. Bu onu düşünmeme, okuduğu kitabın sayfasında ya da gazetenin üzerinde gezinen bakışlarını hissetmeme, “Bunun hakkında ne diyor? Şu anda bu konuda ne diyor?” diye içimden geçirmeme engel değildi.
Olaylara ve ruh halime bağlı olarak, kimi zaman fazla ihtiyatlı, kimi zamansa ıstıraplı bulduğum suskunluğu insani bir özelliğiydi. Kitaplarıyla –özellikle de muhtelen en güzeli ve en az anlaşılanı olan Düşüş’le– ortaya koyduğu fikriyatının yanında ya da karşısında, ama mutlaka o fikirler vasıtasıyla yaşıyorduk. Kültürümüzün eşsiz bir macerasıydı bu; safhalarını ve nihai varış noktasını tahmin etmeye çalıştığımız bir hareketti. Yaşadığımız yüzyılda ve tarihe karşı, Fransız edebiyatının belki de en özgün eserlerini vermiş olan uzun moralistler soyunun günümüzdeki mirasçısını temsil ediyordu. Dar ve katışıksız, katı ve şehvetli, inatçı insancıllığı zamanımızın muazzam ve ucube olaylarına karşı müphem bir savaş veriyordu. Ancak öte yandan, Makyavelistlere karşı ve realizmin paranın gücüne tapınmasına karşı, reddiyesindeki kararlılıkla ahlâki (moral) olgunun varlığını yeniden teyid ediyordu.
Bir anlamda, bu sarsılmaz olumlamanın ta kendisiydi. Ne kadar az okumuş ya da üzerinde düşünmüş olursanız olun, sıkılı yumruğunda tuttuğu insani değerlere şiddetle çarpıyordunuz; siyasal eylemi sorguluyordu. Onu ya görmezden gelip savuşturmak ya da onunla savaşmak zorundaydınız; tek kelimeyle kaçınılmazdı, düşünsel hayatın özü olan bu gerilim için zaruriydi.
Son yıllardaki suskunluğunun dahi olumlu bir yönü vardı: Absürd’ün bu Descartes’çısı, ahlâkın güvenli topraklarını terk edip eylemin belirsiz yollarına atılmayı reddediyordu. Bunu tahmin ediyorduk ve suskun kaldığı ihtilafları da tahmin ediyorduk; çünkü ahlâk, tek başına ele alındığında, başkaldırıyı hem gerektirir hem de mahkûm eder.
Bekliyorduk, beklemek gerekiyordu, beklemeyi bilmek gerekiyordu. Nihayetinde ne yaparsa yapsın ya da neye karar verirse versin, Camus her zaman kültür dünyamızın başlıca kuvvetlerinden biri olmaya ve kendi tarzında Fransa tarihini ve bu yüzyılı temsil etmeye devam edecekti. Biz de izlediği yolu belki öğrenecek ve anlayacaktık. Her şeyi yaptı, koca bir eser bıraktı, ve her zaman olduğu gibi, aslında yapacağı her şey henüz yapmadığıydı. Kendisi de söylüyordu: “Eserim arkamda değil, önümde.” Şimdi bitti. Bu ölümün kendine has rezil bir yanı var: İnsanların düzeni gayrıinsani olan tarafından lağvedildi. İnsanların düzeni denen şey hâlâ bir düzensizlikten ibaret; adaletsiz, güvensiz, tehlikeli, öldürür, öldürülür ve açlıktan ölürsünüz; ama en azından insanlar tarafından kurulmuş, sürdürülmüş ve savunulmuştur. İşte bu düzende Camus’nün yaşaması gerekirdi. Bu kendi yolunda yürüyen adam, bizi sorguluyordu, kendisi de cevabını arayan bir soruydu. Uzun bir ömrün ortasında yaşıyordu; bizim için, kendisi için, düzene hüküm sürdüren ve ona karşı çıkan insanlar için, suskunluktan çıkması, karar vermesi, sonuca ulaşması önemliydi. Kimileri ihtiyarlayıp ölür, kimileriyse, sürekli ertelenerek, her dakika ölebilirler, hayatlarının, hayatın mânâsı değişmeden. Ama bizim gibiler, kararsızlar ve pusulası olmayanlar için, en iyi insanlarımızın tünelin ucuna varmaları gerekirdi. Çok nadir olarak, bir eserin özellikleri ve tarihsel ânın koşulları bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirir.
Camus’yü öldüren kazaya rezalet diyorum, çünkü en derin arzularımızın, zaruretlerimizin absürdlüğünü insani dünyamızın göbeğinde açığa çıkardı. Yirmi yaşındayken, ansızın bütün hayatını altüst edecek bir hastalığa kapılan Camus Absürd’ü –insanın aptalca inkârını– keşfetti. Bunu itiyad edindi, kendi tahammül edilmez durumuna kafa yordu ve işin içinden sıyrıldı. Ve şimdi sadece ilk eserlerinin hayatının hakikatini anlattığına inanılabilir, zira şifa bulan bu hasta hiç beklenmedik ve dışarıdan gelen bir ölümle yok edildi. Absürd; artık kimsenin ona sormayacağı, onun da kimseye sormayacağı bu sorudur, artık suskunluk dahi olmayan, mutlak olarak hiçbir şey olan bu suskunluk.
Buna inanmıyorum. Daha açığa çıktığı anda, gayrıinsani olan insanın parçası haline gelir. Sona erdirilen her hayat, –bu kadar genç bir adamınki dahi olsa– aynı zamanda hem kırılan bir plak hem de eksiksiz, tam bir hayattır. Onu sevmiş olan herkes için bu ölümde tahammül edilmez bir absürdlük var. Fakat, kesilip parçalanmış bu eseri eksiksiz, tam bir eser olarak görmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Camus’nün hümanizminin, kendisini beklenmedik bir anda ansızın alıp götüren ölüme karşı insani bir tutum içermesi ölçüsünde; mağrur ve katışıksız mutluluk arayışının, ölümün gayrıinsani zaruretini zorunlu kılması ve çağırması ölçüsünde, bu eserde ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan hayatında, bir insanın istikbaldeki ölümüne karşı varoluşunun her bir ânını söküp almak için katışıksız ve muzaffer çabasını göreceğiz.
Jean-Paul Sartre
France Observateur, 7 Ocak 1960