Çin’de dev domuz çiftliklerinde, başta Afrika Domuz Ateşi, yeni virüsler beliriyor. Çalışanlar arasında kronik hastalıklar hızla yayılıyor, çevreye onulmaz zararlar veriliyor. Bu vahim tabloya rağmen Arjantin domuz fabrikaları açmak için Çin’le anlaştı. Vahşet planını ve ona karşı verilen mücadeleyi dinlemek üzere Buenos Aires’e bağlanıyoruz…
2020 yılı kelime dağarcığımıza “pandemi”, “zoonoz” gibi terimleri katmakla kalmadı, virüslerin yayılma sebeplerinin mevcut üretim sistemiyle de yakından alâkalı olduğunu görünür hale getirdi. Komplo teorilerine meyyal, virüsün etkilerini küçümseyen yönetimlerin aksine, Arjantin hükümeti pandeminin vahametinin ziyadesiyle farkındaydı. Bu yüzden pek çok ülkeye kıyasla çok daha hızlı ve katı önlemler aldı. Bu önlemler sağlık sistemini güçlendirmek için fırsat sağlarken vaka sayılarını da belli bir süre kontrol altında tuttu.
Ancak, ağustosa kadar sıkı karantina kuralları uygulansa da ülkenin pandemiden önce de cebelleştiği ve pandemi ile derinleşen ekonomik kriz, kısıtlamaların gevşetilmesini getirdi. Arjantin böylece vaka sayısı açısından dünyada 10. sıraya yükselirken ekonomik gidişat da tehlike sinyalleri veriyor.
UNICEF’in tahminlerine göre, 2020 sonunda 18 yaş altı Arjantinlilerin yüzde 62.9’u yoksulluk şartlarında yaşamaya mahkûm olacak, yoksul çocukların sayısı 7 milyondan 8,3 milyona çıkacak. Bir önceki neoliberal Mauricio Macri hükümeti, İMF’ye soğuk tavrıyla oy toplamasına rağmen, 2018’de 57 milyar dolar borç almak zorunda kalmıştı. İMF tarihindeki en yüksek kurtarma operasyonuna tekabül eden kredinin geri ödeme şartlarının değişmesi için ağustos boyunca sıkı pazarlıklar yürütüldü. Eylül başında Peronist Alberto Fernández hükümeti ciddi bir faiz indirimi alsa da borcun geri ödemesi Arjantin ekonomisi üzerinde uzun yıllar baskı oluşturmaya devam edecek gibi görünüyor.
Domuz çiftliklerinde Afrika Domuz Ateşi’nin yanı sıra insanlara bulaşmaya aday başka virüsler de yayılıyor. Çin’de G4 EA H1N1 adlı yeni bir domuz gribi virüsü çiftlik çalışanlarına bulaşıyor. Brezilya’daki bir mezbaha çalışanlarında A H1N2 adlı başka bir virüs tespit edildi.
Müstakbel pandemilerin zemini
Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü’nün (DHSÖ) verilerine göre, gezegende en çok tüketilen et türü domuz. Üretilen domuz etinin yarısı Çin’de tüketiliyor. Çin aynı zamanda dünyanın en büyük domuz eti üreticisi. 2018’den bu yana domuzlarda görülen Afrika Domuz Ateşi (ASF) virüsü sebebiyle Çin milyonlarca domuzu, (Çin’de 300, dünyada ise toplam 400 milyon olduğu tahmin ediliyor) çoğunu canlı canlı gömerek ya da yakarak katletti. Virüs Çin’in domuz eti üretiminin, çeşitli tahminlere göre, yüzde 20-50 arası düşmesine sebep oldu.
ASF çok hızlı yayılan, domuzlar için ölümcül ve henüz aşısı bulunmayan bir hastalık. Çin’in yanı sıra diğer Asya ülkelerinde, Avrupa ve Afrika’da da görülüyor ve yakın gelecekte kontrol altına alınması pek muhtemel gözükmüyor.
Son aylarda devasa domuz çiftliklerinde ASF’nin yanı sıra, insanlar arasında yayılma ve pandemiye dönüşme riski taşıyan virüslerin tespit edildiğine dair haberler de gelmeye başladı. İlk önce Çin’de, bilimsel adı G4EA H1N1 olan yeni tür bir domuz gribi çiftlik çalışanlarına bulaştı. Solunum yoluyla bulaşan virüsün pandemiye sebep olup olamayacağı değerlendirilirken benzer bir haber Brezilya’daki bir domuz mezbahasından geldi. Mezbaha çalışanlarından birinde tespit edilen AH1N2 adlı, Çin’dekinden genetik açıdan farklı bir virüsün ne kadar bulaşıcı olduğu da henüz bilinmiyor.
İçinde bulunduğumuz pandemiyi nasıl sonlandıracağımız meçhul ve muhtemel yeni virüsler kapıdayken Arjantin hükümeti hızla pandemiyi küçümseyen yönetimlerin saflarına katılmış gibi gözüküyor. Zira hükümet başta ciddiye aldığı sağlık krizini görmezden geleceğinin sinyallerini veren bir kararın eşiğinde duruyor.
Dışişleri Bakanlığı’nın 6 Temmuz’da yayınladığı bir bildiri, başta çevre örgütleri, hayvan hakları, gıda egemenliği savunucuları ve KOBİ’ler olmak üzere, kamuoyunu alarma geçirdi. Bildiride Arjantin ve Çin tarım bakanlıkları arasında önceden görüşülmüş olan ve iki ülkeden şirketlerinin ortak yatırımıyla kurulacak domuz eti fabrikalarına ılımlı bakıldığı, Çin’e yıllık 9 milyon ton domuz eti ithal güvencesi verileceğini belirtildi.
Ocak ayından itibaren “hayvan sağlığı” ürünleri pazarlayan Biogénesis Bagó firmasının aracılığıyla yürütülen müzakerelerin içeriği kamuoyuyla ancak temmuzda paylaşıldı. Arjantinli işadamı Hugo Sigman’in sahibi olduğu Biogénesis Bagó için bir parantez açalım: Pek çok alanda biyo-teknoloji ürünleri üreten firma hem GDO’lu tohum üretici Bioceres şirketini hem de Arjantin’de Oxford aşısını üreten mAbxience laboratuvarlarını bünyesinde barındırıyor.
Çin’in domuz eti üretiminin yıkıcı çevresel etkilerini ve ekonomik risklerini ihraç etmeyi amaçladığı projenin içeriğinin kamuoyunca öğrenilmesinin ardından hızla bir kampanya örgütlendi. Proje karşıtı bildiriyi ilk hafta içinde 300 bin kişi imzaladı. Kampanyanın sloganı şuydu: “Çin’in domuz eti fabrikasına dönüşmek de yeni pandemiler fabrikası haline gelmek de istemiyoruz.”
Kampanyanın büyük ilgi görmesi üzerine hükümet projeden vazgeçmek yerine anlaşma üzerinde birtakım değişiklikler yapmakla yetindi. Bir sıfır atıp yılda üretilecek domuz eti miktarını 900 bin tona düşürdü. Oysa bu miktar bile Arjantin’deki domuz eti üretiminin iki katına tekabül ediyor. Çin’e üretim miktarı konusunda güvence verileceğine dair cümle kaldırıldı, yerine “üretimin kademeli olarak arttırılacağı”, “en etkili çevresel önlemlerin alınacağı” ifadeleri eklendi.
Domuz fabrikalarının kurulması planlanan kuzey bölgesinde, sulak alanları tarım arazisine dönüştürmek için kasten çıkarılan yangınlar sekiz aydır kesintisiz devam ediyor. Karantina günlerinde dahi orman talanına hiç ara verilmedi.
Geniş kitleler bu değişiklileri yetersiz bulduğunu göstermek için 1 Eylül’de imzalanacak anlaşma öncesinde sokaklara döküldü ve sosyal medyada geniş katılımı eylemler gerçekleştirdi. Farklı görüşlerin temsil edilmesine özen gösterilen çevrimiçi açık oturumlar düzenlendi. Eylem ve oturumlarda sadece projenin feci çevresel, toplumsal ve ekonomik etkileri dile getirilmedi. Sürecin anti-demokratik yapısı da kıyasıya eleştirildi. Zira halk sağlığını yakından ilgilendiren proje ne mecliste görüşüldü ne de hakkında referandum ihtimali konuşuldu. Şaka gibi gelecek ama, Çevre Bakanlığı müzakerelere dahil edilmedi.
Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde yöneltilen sorulara ya hiç cevap gelmedi ya da verilen cevaplar somut bilgiden yoksundu. Projeyi yakından takip eden örgütlerinin sahip olduğu bilgilerin çoğu “içeriden” sızdırıldı.
Buenos Aires’te 31 Ağustos’taki ikinci kitlesel eylemden bir akşam önce, Dışişleri Bakanlığı attığı bir tweet ile “doğal kaynakların korunması, çevresel önlemler alınması ve biyo-güvenliğin sağlanması” ile ilgili yeni bir madde ekleneceği için anlaşmanın imzalanmasının kasım ayına ertelendiğini bildirdi. Yani, Arjantinli ve Çinli şirketlerin cebini doldurmaya yarayacak, çelişkilerle dolu anlaşma kitlesel mücadele sayesinde kısmen ertelenebildi.
GDO’lu tarımın şeceresi
Arjantin’de ekonomik krizin hızla derinleştiği, toplumun günbegün fakirleştiği, ülkede yeni bir ekonomik yapılanmanın gerekliliği yadsınamaz bir gerçek. Ancak, halk devasa domuz çiftliklerinin çözüm getirmeyeceğinin farkında. Bu tür projelerin kısa vadede döviz girişi sağlasa da, yerli halkların topraklarını gasp ettiği, doğal kaynakları talan ettiği, hastalıkların artmasına, aynı sektörde çalışan KOBİ’lerin yok olmasına neden olduğu ülkede çeyrek asırdır yapılan GDO’lu endüstriyel tarımın vahim sonuçları sayesinde biliniyor.
Çin’le müzakereleri yürüten Dışişleri Bakanı Felipe Solá 1996’da Tarım Bakanı’ydı. O dönemde de tıpkı bugünkü gibi, çevresel etki değerlendirmesi yapılmadan, zorunlu yasal prosedürlerin hiçbiri uygulanmadan, üç ayda, tepeden inme bir şekilde GDO’lu tarımın başlanmasına izin verilmişti. Ulus-ötesi GDO’lu tohum şirketi Monsanto ile imzalanan anlaşmanın İspanyolcaya çevrilmesine bile tenezzül edilmemişti. O günkü vaatler şimdikilerle aynıydı: Ülkeyi kalkındırmak ve açlığı bitirmek. Nüfusun yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede son 25 yılda yaşananlar ise tam tersini gösteriyor.
An itibarıyla Arjantin’de ekilebilir tarım arazilerinin yüzde 60’ı GDO’lu soya, mısır ve pamuk üretimine tahsis edilmiş durumda. 19 milyon hektarla soya açık ara birinci ürün konumunda. GDO’lu ürünler dışındaki tüm bitkileri ve böcekleri öldürmek üzere kullanılan pestisit ve herbisistlerin su kaynaklarını kirlettiği, tarım emekçileri ve çevre sakinlerinde kansere sebep olduğu, biyo-çeşitliliği azalttığı defalarca ispatlandı. Arjantin’de1996’dan beri zehirli glifosat kullanımı tam 14 kat arttı. Üstüne üstlük, söz konusu GDO’lu ürünlerin yüzde 80’inin karbon salınımının yüzde 18’inden sorumlu olan endüstriyel hayvancılıkta yem olarak kullanıldığını hatırlatmakta fayda var. ABD Tarım Bakanlığı Yabancılar Servisine göre, 2018-2019’da Arjantin’in ihraç ettiği 7.3 milyon ton soyanın yüzde 90’ını Çin alıyordu. Yani Arjantin, Çin’de yetiştirilen domuzları beslemek için halihazırda soya ihraç ediyordu. Şimdi ise domuzları kendi topraklarında, ülkenin doğal kaynaklarıyla yetiştirdikten sonra satacak. Böylece Çin’in yaşadığı ekolojik kayıpları telafi edecek.
Kurulmak istenen ölçekteki bir domuz fabrikasında ortalama 12 bin anne domuz, toplamda ise 400 bin baş hayvan istifleniyor ve günlük su ihtiyacı 1,5 milyon litreyi aşıyor. Bir kilo et üretimi için, dile kolay, 6 ton su harcamak gerekiyor.
“Hiçbir şeyin olmadığı yerler”
Gıda egemenliğini savunan Toprak İşçileri Birliği (UTT) temsilcilerinin Dışişleri Bakanlığı ile ağustos ayında yaptığı görüşmenin ardından, “şimdilik” ülkenin kuzeyinde beş fabrikanın planlandığı açıklandı. Bakanlığın aralarında gazeteci-yazar Soledad Barruti’nin de bulunduğu başka bir grupla yaptığı görüşmede ise fabrikaların “hiçbir şeyin olmadığı” yerlerde kurulacağı belirtildi. Ülkenin “hiçbir şeyin olmadığı” kuzey bölgesinde, sulak alanları tarım arazisine dönüştürmek için kasten çıkarılan yangınlar sekiz aydır kesintisiz devam ediyor. Karantinanın en sıkı uygulandığı günlerde dahi orman talanına hiç ara verilmedi. Kuzey ormanlarında yerli halklar, bir kısmı endemik pek çok çeşit bitki ve hayvan yaşıyor.
Öte yandan, Arjantin de iklim krizi kaynaklı kuraklıklardan nasibini alıyor. Örneğin, 2017-2018’de yaşanan “ani” kuraklık nedeniyle soya üretimi yüzde 30 düşmüştü. Kurulmak istenen ölçekteki bir domuz fabrikasında ortalama 12 bin anne domuz, toplamda ise 400 bin baş hayvan istifleniyor ve günlük su ihtiyacı 1,5 milyon litreyi aşıyor. Bir kilo et üretimi için, dile kolay, 6 ton su harcamak gerekiyor.
Verimlilik adına işkence
Domuz fabrikalarında “verim”i en üst düzeye çıkarabilmek için anne domuzlar fabrika hayatları boyunca (yaklaşık üç-dört yıl) hiç kıpırdayamadıkları kafeslerin içinde aynı genlere sahip spermlerle dölleniyor, gebeliklerini geçiriyor, doğuruyor, emziriyor, dışkısını yapıyor. Tek bir domuz günde 15 kilo katı, litrelerce sıvı dışkı üretiyor.
Yavruların doğduktan birkaç gün sonra, anestezi kullanılmaksızın kuyrukları ve hayaları kesiliyor, stres ve sıkıntıdan birbirlerini yemelerini önlemek için dişleri sökülüyor. Eğer annelerinin altında ezilmez ya da sakatlanıp ölmezlerse, üç-beş haftalıkken hangarlara konuluyorlar. Ortalama 15 yıl ömre, bilişsel zekaya, duygulara sahip bir hayvan olan domuz, beş-altı aylıkken mezbahaya yollanıyor. Hayvan endüstrisinin gerçek yüzünü görmeye dayanabilecek okurlar Dominon adlı belgeseli izleyebilir.
Arjantin’de planlanan fabrikaların benzerleri Meksika’nın Yucatán ormanlarında, Kolombiya’nın Ant dağlarının eteklerinde yer alan Boyacá bölgesinde, Şili’nin Freirina kasabasında da kuruldu. 2012’de, Freirina sakinleri sıkı bir mücadelenin ardından fabrikaları kapattırmayı başardı. Diğer ülkelerde ise direniş devam ediyor. Arjantin’deki “projeye” her ne kadar çevreyle ilgili madde eklenmiş olsa da mevcut deneyimler projenin çevreye verdiği zararı gözler önüne seriyor. Yüz binlerce domuzun ürettiği dışkı dayanılmaz bir kokuya sebep oluyor. Domuz dışkısında antibiyotik kalıntılarının yanı sıra amonyak, nitrat, sülfür, metan gibi kimisi uçucu, 100’den fazla zehirli madde bulunuyor. Bu zehirli atıklar, çoğu zaman temiz su kaynaklarına karışıyor. Fabrikalara karşı direnen toplumlar, bitki örtüsünün öldüğünü, derelerinin kırmızı renge bulandığını, dayanılmaz koku sebebiyle turizmin bittiğini, hava, su ve toprak kirliliği sebebiyle tarım yapılamadığını, arıların yerini kara ve sivri sineklerin aldığını, insanların kitleler halinde köylerini terk ettiğini belirtiyor.
Yavruların doğduktan birkaç gün sonra, anestezi kullanılmaksızın kuyrukları ve hayaları kesiliyor, stres ve sıkıntıdan birbirlerini yemelerini önlemek için dişleri sökülüyor. Eğer annelerinin altında ezilmez ya da sakatlanıp ölmezlerse, üç-beş haftalıkken hangarlara konuluyorlar. Ortalama 15 yıl ömre, bilişsel zekaya, duygulara sahip bir hayvan olan domuz, beş-altı aylıkken mezbahaya yollanıyor.
Vahim sağlık sorunları
Projeyi savunanların vaatlerinden biri istihdam. Lakin endüstriyel domuz eti üretimi ihraç edilemeyen domuzların iç pazara yönlendirilmesi ve hastalık yayma ihtimali sebebiyle küçük işletmeleri, sebep olduğu kirlilik yüzünden fabrika çevresindeki istihdamı riske sokuyor. Ayrıca, endüstriyel tarım ve hayvancılıkta kullanılan ileri teknoloji ve otomasyon insan emeğine olan ihtiyacı her geçen gün azaltıyor. Fabrikada çalışanlar ise canice bir “üretim bandının” parçası olmanın yanı sıra büyük sağlık riskleriyle karşı karşıya kalıyor. Hekim Ángela Prado Mira, kaleme aldığı “Dev domuz çiftliklerinin kamu sağlığında oluşturduğu riskler” adlı raporda dışkı kokusuna uzun süre maruz kalmanın sonucu çiftliklerde çalışan işçilerin çoğunda iritasyon ve kronik akciğer hastalıkları görüldüğünü tespit ediyor. Ayrıca, deride kuruluk, mide bulantısı, kronik öksürük, gözlerde tahriş, kardiyovasküler bozukluklar, baş ağrısı gibi semptomlar da çalışanlar arasında sıklıkla görülen rahatsızlıklardan.
Endüstriyel hayvancılıkta karşılaşılan diğer bir vahim sorun ise aynı genetiğe sahip, dip dibe yaşayan hayvanların oluşturduğu homojen ortamın virüs ve bakterilerin yayılmasını kolaylaştırması. Bu ortamlar yeni zoonoz hastalıkların ortaya çıkmasını sağlayacak ideal koşulları barındırdığı gibi, domuzların da kolaylıkla hastalanmasına sebep oluyor.
Hastalıklarla baş edebilmek ve hayvanların büyümesini kolaylaştırmak için kontrolsüz bir şekilde antibiyotik, antiviral ve anksiyolitik ilaçlar kullanılıyor. İlaç kalıntılarına su kaynaklarında ve hayvan etinde rastlanılıyor. Aşırı antibiyotik kullanımı bakterilerin direncini arttırdığı için insanlar arasında da antibiyotik direnci hızla yayılıyor. Dünya Sağlık Örgütü bu yüzden bulaşıcı hastalıkların tedavisinin gittikçe zorlaştığının, kimi zaman imkânsızlaştığının altını çiziyor.
Agro-ekoloji mümkün!
2019’da aralarında Vía Campesina (Köylünün Yolu) ve şimdi hükümette bulunan ideolojiyi destekleyen pek çok Peronist örgüt beraberce Egemenliğe ve Halka Dayalı Bir Tarım Programı için Forum (“Foro por un Programa Agrario Soberano y Popular”) başlığıyla toplantılar düzenledi. Yayınlanan sonuç bildirisinde, “KOBİ’lerin, çiftçi ailelerin, hayvanların müşterek refahını önemseyen sürdürülebilir hayvancılık yöntemleriyle iç pazarı büyütmenin, mevcut domuz üretimini iki katına çıkarmanın mümkün olduğu” belirtildi. “Devlet desteği verilen orta boy çiftlikler vasıtasıyla ihracatın arttırılabileceği ve böylece ülkeye döviz sağlanabileceği” tespit edildi. Bunun “gıda egemenliğini hedefleyen, çevre ve sağlığın korunmasını teminat altına alan kırsal tabanlı gerçek bir kalkınma planı olduğu”nun altı çizildi.
Gerçekten de doğanın çeşitliliğini ve döngüsünü temel alan, kimyasal tarım ilaçlarının kullanılmadığı, çevresel, toplumsal ve ekonomik boyutları bir bütün olarak ele alan tarım ve hayvancılık anlamına gelen agro-ekolojik üretim mümkün. Hayvan ve doğa sömürüsüne dayalı, çokuluslu şirketlerin cebini doldurmaya yarayan, endüstriyel tarım ve hayvancılığa karşı agro-ekolojik tarımı savunanların sayısı hızla artıyor. Domuz fabrikalarına karşı mücadelede ön saflarda yer alan, pandemi sırasında aşevlerine 70 bin kilo ekolojik gıda dağıtan Toprak İşçileri Birliği (UTT) bu türden örgütlenmelere iyi bir örnek.
Başkanlığı devraldığı konuşmasında “Kimleri temsil ettiğimi çok iyi biliyorum; acı çekenleri, yokluk içinde olanları, işsiz kalanları, okula gidemeyenleri, sokaklarda sığınacak bir çatı arayanları” demişti Alberto Fernández. “Sahte çözümlere son!” (Basta de falsas soluciones) diyen halkı temsil edip etmediğini ise yakında göreceğiz.