COVID-19 SALGINININ BİRİNCİ YILDÖNÜMÜ

Zafer Ülger
12 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

Çizimler: Nazım Dikbaş

Covid-19 salgını Türkiye’de resmen 11 Mart 2020’de ilan edilmişti. Aradan geçen bir yılda neler oldu, nasıl bir pandemi siyaseti izlendi, toplumsal ruh hali hangi safhalardan geçti? 2020 sonu itibarıyla nasıl bir manzara ortaya çıktı? Express’in kış sayısındaki, “Korona Cinayetleri” başlıklı dosya aşağıdaki sunuşla başlıyor, ardından ilk sözü siyaset bilimci Zafer Ülger alıyordu.
“Herkes biliyor, zarlar hileli. Herkes biliyor, tekne su alıyor. Herkes biliyor kaptan yalan söylüyor.” Herkes biliyor, Leonard Cohen’in “Everybody Knows” şarkısındaki gibi her şey: Tablolar hileli, sağlık sistemi delik deşik, bakan yalan söylüyor –herkes biliyordu, sonunda kendisi de itiraf etti. Türkiye, resmen 11 Mart’tan beri, salgının pençesinde.
TIR şoförü Malik Baran Yılmaz sosyal medyada hit olan videoda ne diyordu: “Bu virüs öldürmez, bu düzen öldürür.” Covid-19 ölümcül, ona ne şüphe. Deprem de öyle, ama ’99’un 19 Ağustos’undan beri vecize olan deyişle, “deprem öldürmez, bina öldürür”. Çürük, hileli binalar yani. Salgında da öyle, ölümcül virüsün katliam yaratır hal alması halk sağlığının çürük, hileli binaları yüzünden. O binaların başında Sağlık Bakanlığı’nın geldiğini herkes biliyor artık. Ama tabii o bakanlığın bir zemini ve bitişik nizamı, bağlı olduğu bir silsile var. Aslolan o zemin, o nizam, o silsile. Malik Baran Yılmaz’ın “bu düzen öldürür” derken kastettiği şey de o. Beştepe’den başlayan silsile…
Bunun Türkiye’ye mahsus olmadığını da herkes biliyor. Küresel bir düzen bu, 1990’larda temeli atılan, 2020 itibarıyla iyice azmanlaşan “yeni dünya düzeni”. Türkiye onun bir parçası, kimi alanlarda önde gelen üyesi. Konumuz pandemi olduğuna göre, oraya bakalım: Türkiye, vaka sayısında, 25 Kasım’ın Avrupa birincisi. Dahası, ABD, Brezilya ve Hindistan gibi devlerle aynı ligde. Bu başarısını onlarla aynı yönetim anlayışında olmasına borçlu. Bunu da herkes biliyor.
Ama bazı şeyleri kimse bilmiyor: Gerçek vaka sayısı ne, ölüm sayısı kaç? Aşı nasıl sağlanacak, nasıl dağıtılacak? Eğitimde hangi yollara gidilecek? Ekonomi ne hal alacak? 2021 bilinmezliklerle dolu. Şimdi 2020’ye, “korona yılı”na bakalım…

Fahrettin Koca’nın 25 Kasım’da açıkladığı Covid-19 vaka sayılarıyla, Türkiye bir anda Avrupa’da günlük vaka sayısında birinci sıraya yerleşti. Sağlık Bakanlığı’nın o güne dek açıkladığı rakamların hastalığı geçiren tüm vakaları içermediğini, sadece bakanlığın kabul ettiği semptomları gösteren hastaları kapsadığını öğrendik. Gizlenen rakamlarla toplumun yanıltıldığı ilk kez resmi olarak kabullenilmiş oldu.

Bu duruma toplumdan, Twitter’da dar kapsamlı bir protesto dışında, ciddi bir ses çıkmadı. Diğer taraftan, hastanelerin yoğun bakım ünitelerinin dolduğunu gören iktidar haziran öncesi önlemlerin benzerlerini hayata geçirmeye başladı.

Türkiye halkının bu politikalara verdiği tepkilerin çok zayıf olduğu görülüyor. Ancak, salgının ilk dönemindeki egemen ruh hali bugünlerdeki gibi kayıtsızlık ve kadercilik değildi. Koca’nın ilk vakayı açıkladığı 11 Mart’tan sonraki birkaç aylık evrede toplumsal hassasiyet yüksek düzeydeydi. Bugün salgının yayılma hızı mart-nisan arası dönemden çok daha yüksekken, halkın kendini koruma refleksi ve iktidarın pandemi siyasetine tepkisi o dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde düşük.

Toplumun kendiliğinden hareketinin siyasal partileri, kurumları, örgütleri aşan bir doğaya sahip olduğu Gezi direnişiyle daha da görünür oldu. Gezi nasıl kimsenin beklemediği bir anda patlayıp herkesi şaşırtmıştı, o günden bu yana, farklı ölçeklerde de olsa, toplumsal muhalefet dalgalarının medcezirine tanık oluyoruz. Gezi direnişinin yükselişini ve düşüşünü, 7 Haziran seçimlerine yansıyan toplumsal umudun yükselişi ve hemen ardından gelen baskıcı karşı dalganın getirdiği umutsuzluk dönemini toplumun büyükçe bir kesimi birlikte yaşadı.

18 Mart’ta Erdoğan 100 milyar TL’lik bir tutarı işadamlarına hediye ediyor, paket karşısında neşesini açıkça ortaya koyan TOBB başkanıyla “yüzün gülüyor” diye şakalaşıyordu. Topluma ise “en iyi korunma yöntemi herkesin kendi kendine alacağı tedbirlerdir” diyecekti.

Muhalefet Türkiye’yi dönüştürmek istiyorsa ölçüm aletlerini, stetoskoplarını kendisinin, örgütlerinin nabzına değil, toplumun kalbine, onun ortak ruhuna yerleştirebilmeli. Yükselen bir bilince ve umuda sahip bir topluma önerilebilecek siyasetler ile kabuğuna çekilen, kayıtsızlaşan bir halka önerilebilecek siyasetlerin farklı olması beklenir.

Genelde toplumsal hareket dönemlerini sokağa çıkan kitlelerin varlığıyla ilişkilendirmek anlaşılır bir değerlendirme. Salgın gibi olağandışı bir dönemde toplumsal hareketlenmenin ana kriteri olarak sokak yetersiz kalıyor. Türkiye’de salgının başlangıcındaki birkaç ayı bir toplumsal hareketlenme dönemi olarak okumak, bugünkü ruh halini anlamak için de önemli görünüyor.

Dalganın yükselişi

11 Mart’ta Sağlık Bakanı Türkiye’deki ilk Covid-19 vakasını açıkladı. Bakanın rahatlatıcı açıklamalarına karşın, izleyen günlerde, İstanbul’da özellikle evden çalışma imkânı olabilen beyaz yakalıların yoğun olduğu semtlerde sokaklar tenhalaştı. İktidar acil bir önlem olarak iki-üç haftalık sokağa çıkma yasağını reddederken muhalefetin elindeki belediye başkanlarının dile getirdiği bu talep geniş bir taraftar bulacaktı.

Erdoğan’ın alınacak önlemleri açıklayacağı söylenen 18 Mart’ta yaptığı toplantı için ekran başına geçenler salgının ortasında savunmasız bir şekilde bırakıldıklarına tanık oluyordu. Erdoğan, uzun konuşmasında, salgını Türkiye’nin küresel ekonomik düzendeki yerinin değişmesi için fırsat olarak gördüğünü söylüyor, Osmanlı’nın fetih başarılarının salgınlarla ilişkili olduğunu ima ediyor, Avrupa’da pandemiyle birlikte sağlık sisteminde kısmi kamulaştırmalara yönelen ülkeleri liberalizmden sapmakla suçluyordu.

Erdoğan 100 milyar TL’lik bir tutarı da işadamlarına hediye ediyor, paket karşısında neşesini açıkça ortaya koyan TOBB başkanıyla “yüzün gülüyor” diye şakalaşıyordu. Toplantıda kendisine dair bir şey bulmayı uman topluma ise “Covid-19 hastalığından en iyi korunma yöntemi herkesin kendi kendine alacağı tedbirlerdir” diyordu.

İlk tufan işaretinde Nuh’un gemisinde kendisine yer olmadığını gören halk bu sahipsizlik hissini öncelikle iletişimi toplumsallaştırarak gidermeye çalışacaktı. Sadece internet ortamı değil, sosyal medyayı iyi kullanamayan kuşakların telefon iletişimi de patlama yapmıştı. Bu dönemde, sosyal medyada da toplumsal etkileşim olağanüstü artmıştı. İnsanlar o güne kadar duymadıkları görüntülü sohbet programlarını indirmeye başlayacak, uzunca zamandır uğranmayan meslek örgütlerinin, kitle örgütlerinin toplantılarına katılım artış gösterecek, Youtube’da canlı tartışma programlarına ilgi rekor kıracaktı.

Protesto ruhu da toplumsal etkileşimle beraber yükselişteydi. 26 Mart’ta Kanalİstanbul projesinin parçası olan güzergâh üzerindeki tarihi iki köprünün taşınması için yapılan “maskeli ihalenin” pandemiye rağmen ertelenmemesi geniş kesimlerin tepkisini çekiyor, ertesi gün ihaleyi düzenleyen Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan görevden alınıyordu. Malik Baran Yılmaz adlı tır şoförünün sosyal medyada “beni bu virüs öldürmez, beni senin bu düzenin öldürür” dediği video milyonlarca kez izlenip büyük destek alıyordu. Bu videodan sonra gözaltına alınan şoför sosyal medyada yükselen protesto nedeniyle serbest bırakılacaktı.

Bu dönemde, salgına rağmen işe gitmek zorunda olan emekçilerin işyerlerinde maruz bırakıldığı koşullar toplumsal görünürlük kazanmaya başladı. Karantinanın yeniden üretimi için kritik olan hizmet sektörünün, kargocuların, büyük marketlerde çalışan emekçilerin, yani şimdiye kadar görünmez kılınanların dertleri duyulmaya başlandı.

23 Mart’ta, DİSK, KESK, TMMOB, TTB 17 maddelik bir talep listesi ilan edecek, 31 Mart’ta ise aynı örgütler geniş bir imzacı desteğiyle yedi talepli yeni bir bildiri yayınlayacaktı. Bildiride, zorunlu olmayan sektörlerde çalışmanın derhal durdurulup emekçilere ücretli izin verilmesi isteniyordu. İşsizlere koşulsuz işsizlik maaşından küçük esnafın desteklenmesine, özel sağlık kuruluşlarının kamulaştırılmasından testlerin yaygınlaştırılmasına, sadece sendikalı işçileri değil, toplumun tümünü kucaklamaya çalışan bir talep listesi oluşturulmuştu.

1 Nisan’da, Gebze’deki Sarkuysan adlı fabrikada, korona vakaları görülmesine rağmen çalışmanın sürdürülmesi üzerine 600’den fazla işçi iş bıraktı. Aynı dönemde, Gebze’de sekiz işyerinde Birleşik Metal-İş Sendikası üyeleri de çalışmaktan kaçınma haklarını kullanarak işten el çekti. İş bırakma eylemlerinin yayılmasından ürken Kocaeli Valiliği 15 gün boyunca iş bırakma ve benzeri eylemleri yasakladığını ilan etti. Ardından, gelen tepkiler üzerine, yasağı kaldırdı.

11 büyükşehir belediyesinin 30 Mart’ta, öğle saatlerinde ilan ettiği “Birlikte başaracağız” yardım kampanyasına karşı Erdoğan aynı günün akşamında “Biz bize yeteriz Türkiyem” diyerek kendi kampanyasını ilan ediyor, yurttaşlara bağış yapmaları için iban numarası gönderiyordu.

Bu dönem aynı zamanda sosyalist örgütlerin ve çeşitli bağımsız inisiyatiflerin salgına dair talepler dile getirdiği, bu taleplerin az çok tartışılabildiği bir zaman aralığı oldu.

Yine aynı dönemde, yerellerde dayanışma ağlarının arttığına, muhalefetin yönetimindeki belediyelerin yardım kampanyalarıyla sosyal devletin boşluğunu doldurma girişimine tanık olduk.

İktidar duruma el koyuyor

Peki, bu refleksler bu kısa sürede nasıl zayıflayıp söndü? İktidarın toplumsal hoşnutsuzluk dalgasını parçalamak için yürüttüğü atak siyaset bu sorunun cevabının bir bölümünü oluşturabilir.

Bütün uluslardan sermayedarlara yön gösteren The Economist’te 4 Haziran’da yayınlanan makalede, Erdoğan’ın uygulamaları övülüyor, Türkiye’nin ekonomiyi komaya sokacak tecrit önlemlerini reddederek pandemiyle baş etmede birçok ülkeden daha başarılı olduğu söyleniyor, gençleri ve yaşlıları eve kilitleyip hafta sonları ve tatillerde sokağa çıkma yasağı koyan iktidarın bütün çalışanları işyerine gitmeye zorlama stratejisinin işe yaradığı iddia ediliyordu.

Gerçekten de çalışan nüfus dışındaki insanları eve kilitleyip işyerleri dışındaki mekânlara girişi yasaklayan, çalışanları hafta sonlarında eve kapatan Erdoğan sermayedarlar için model olabilecek, kapitalizmin ruhuna en uygun pandemi yönetimini uyguladı. Uluslararası sermayedarlar tarafından övülmeyi hak ediyordu.

Yaş ayrımcılığı toplumsal tepkiyi bölen önemli unsurlardandı. Sağlık Bakanlığı ilk açıklamalarından itibaren ayrıntılı hiçbir bilgi vermezken ısrarla vurguladığı husus, Covid-19’dan ölenlerin ağırlıklı olarak yaşlı nüfus ve kronik hastalığı olanlar olduğuydu. Bu argüman anne-babalarımızı, ninelerimizi ve dedelerimizi korumak için ulusal bir seferberlik yaratma amacıyla kullanılmıyordu. Genç emekçilere “sizin için tehdit yok, işinize devam edin” demenin bir yoluydu.

21 Mart’ta, 65 yaş üzeri ve kronik rahatsızlığı olanların evden çıkması yasaklandı. İktidar bu yasakla mantığa ters takla attırmıştı: “Mademki en çok yaşlılar etkileniyor, o halde yaşlıların evden çıkmasını yasaklayalım.” Bütün nüfus istatistiklerine sahip olan iktidarın Türkiye’de yaşlıların yüzde 80’inin aileleriyle birlikte yaşadığını bilmemesi mümkün müydü? Sokağa çıkma yasağı yaşlıların en büyük ölüm sebeplerinden biri olan dolaşım hastalıklarının patlamasına sebep olmayacak mıydı?

Bu yasağın 65 yaş üstünün çalışmak için her gün işyerlerine gitmek zorunda kalan çocuklarından, torunlarından virüs kapmasının önüne geçemeyeceği aşikârdı. Virüsü engellemediği gibi, yasaklar fiziksel hareketlerini kısıtlayarak onları başka ciddi hastalıklara açık hale getirdi. İktidar salgını durdurmak için üretimin çarklarını durduracak bir mola isteyen toplumun tepkisini dindirmek maksadıyla yaşlıları eve hapsediyordu. Muhafazakârlığıyla, ecdadının değerleriyle övünen iktidar kapitalizmin çarklarının durmaması için yaşlıları kurban etmekten çekinmeyecekti.

Bu yaş ayrımcılığı siyaseti 20 yaşın altındakileri içererek devam etti. Çalışma çağındaki nüfusu işyerlerine götürebilmek için sokaklar 65 yaş üstünden ve 20 yaşın altından temizlendi. Sonrasında, üretimin parçası olan yaşlıların ve çalışmak zorunda olan çocukların yasaklardan muaf tutulması iktidarın tutarlılığını lekelemeyecekti elbette.

İktidarın kendisine yönelen öfkeyi üstünden atmasının bir diğer yolu, farklı toplumsal kesimlerde, işçi sınıfının farklı yakaları arasındaki önyargıları kışkırtmak oldu. 10 Nisan akşamı, 31 ilde hafta sonu sokağa çıkma yasağı duyurusunun sadece iki saat önceden yapılmasının yarattığı toplumsal izdiham hatırlarda. İçişleri Bakanı izdihamın sorumluluğunu kabul edip istifa etmesine rağmen görevden “affedilmeyecek”, gecenin günahları alt sınıflara yıkılacaktı. O gece market sırasında Luppo almak için bekleyen yurttaş, marketlere akın eden alt sınıfları aşağılayan ve sorumsuzluklarını karikatürize eden bir sembole dönüştürülecekti. Engin Ardıç Sabah gazetesindeki köşesinde şöyle diyordu:

“Yasağı çiğneyen ayıları televizyondan gülerek izlemiyor muyuz? Marketlere hücum edenleri, ekmek kuyruğunda tekme tokat birbirine girenleri… İşbu yasak alt tabaka için konulmuştur. Çünkü hava henüz serin olsa da güzel, hafta sonu bunları ‘zapt etmek’ mümkün olamayacaktı. Küçük burjuva yasaklara büyük ölçüde uyum sağladı. Arıza çıkaran lümpen proletaryadır. Virüsün yoğun olarak gözlendiği semtlere bakın, anlarsınız.”

31 Mart’ta, DİSK, KESK, TMMOB, TTB geniş bir imzacı desteğiyle yedi talepli bir bildiri yayınlayacaktı. Bildiride, zorunlu olmayan sektörlerde çalışmanın derhal durdurulup emekçilere ücretli izin verilmesi isteniyordu. 

İktidara “elitlere karşı milletin iradesi” iddiasıyla gelenler, salgın şiddetlendiğinde bunun sorumlusu olarak alt sınıfları göstermekten imtina etmeyecekti. Sonraları pandeminin yayılmasının sorumlusu olarak günah keçileri güncellenecekti: Düğünlerde davulcular, zurnacılar, Moda sahilinde halay çekenler, maskesini sigara içmek için indirenler…

Bu arada, Sağlık Bakanı’nın toplumun tepkilerini uyuşturan rolü de vurgulanmalı. Bakan her gün, pandemi verilerini sınav problemine çevirip bir gün vaka sayılarının artışındaki azalıştan iyimserlik çıkarıyor, başka bir gün iyileşenlerin sayısının yoğun bakımda yatan hasta sayısından yüksekliğinden mutlu olmamızı bekliyordu. Gelinen noktada, Koca’nın gerçek vaka sayılarını ağır hasta olmadıkları gerekçesiyle yayınlamadıklarını itiraf ederken bile utanmayan bir umut taciri olduğu ortaya çıktı.

10 Mart sonrasında, muhalefetin yönetimindeki belediyelerin ve sosyal ağların öncülük ettiği dayanışma ruhunu kırmak için iktidar boş durmayacaktı. 22 Mart’ta, İçişleri Bakanlığı genelgesiyle Vefa Koordinasyon Grubu’nu kuran iktidar, bu grup dışında hiçbir kurum, kuruluş ve STK’nın yardım faaliyeti yapamayacağını ilan ediyordu. Muhalefetin elindeki 11 büyükşehir belediyesinin 30 Mart’ta, öğle saatlerinde ilan ettiği “Birlikte başaracağız” yardım kampanyasına karşı Erdoğan aynı günün akşamında “Biz bize yeteriz Türkiyem” diyerek kendi kampanyasını ilan ediyor, yurttaşlara bağış yapmaları için iban numarası gönderiyordu.

Hemen ertesi gün, İçişleri Bakanı, 81 il valisine genelge göndererek bazı belediyelerin valilik izni olmadan yardım kampanyası başlattığını belirtip bu belediyeler hakkında işlem yapılmasını isteyecekti.

İktidar yardım ve bağış kampanyaları düzenleyen yerel yönetimleri “devlet içinde devlet” olmakla suçluyordu. Kürt illerinde HDP’li belediyelere kayyum ataması için kullanılan bu argüman şimdi de salgın gibi batıya taşınıyor, batıdaki muhalif belediyeleri enfekte ediyordu.

Emekçilerin önlem talepleri de iktidar tarafından kesilip biçilip emekçilere ek fatura olarak iade edilecekti. İktidar ücretsiz izin konusunda işçinin onaylama şartını kaldırdı ve “nakdi ücret desteği” adı altında günlük 39 TL ödenek verileceğini duyurdu. Nisan-Ekim döneminde patronların ihtiyaç duymadığı iki milyona yakın işçi günlük 39 TL gibi sefaletin de dibi bir ücretle yaşamaya mahkûm edilecekti. Üstelik, bu ödeme çalışanların işsizlik fonlarında biriken kendi paralarıyla yapılacaktı. İşten atılmadıkları için, başka iş bulduklarında haklarından feragat etmiş olacaklar, diğer taraftan çalışıyor görünmelerine rağmen kendi işsizlik fonlarını tüketeceklerdi. Emekçiler iktidarın kucaklarına bıraktığı bu paradoksla kıvranırken patronlar memnuniyetlerini gizlemeyecekti.

Çanakkale Dardanel fabrikasında yaşanan örnek, salgın şiddetlenirse sermayenin nasıl bir emek rejimi düşlediğinin işareti oldu. İşçiler arasında korona vakaları görülmesi üzerine, tüm işçiler iş çıkışı bir yurda yerleştirilip iki hafta boyunca fabrika ile yatma alanı arasına sıkıştırıldı. MÜSİAD ise “izole üretim üsleri” projesiyle çalışma kampları projesini somutlaştırdı. Üretim bin ailenin ve yaklaşık 4500 kişinin yaşayabileceği şekilde tasarlanan izole üretim üslerinde yapılacak, bu alanlarda okul, ibadethane ve marketler olacaktı. Salgın nedeniyle veya patronlar açısından başka bir olumsuzluk yaşandığında, üretim alanı dış dünyaya tamamen kapatılabilecek şekilde tasarlanıyordu. Sermayenin bu hayali distopik bir gelecek kurgusu değil, bugünden temelleri atılan somut projelerdi. Patronların gözünde çalışma kampları ile fabrikalar arasındaki sınır inceydi.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”

Pandeminin ilk aylarında dünyada ve Türkiye’de dilden dile dolaşan bir cümle vardı: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Halklar yaşadığı felakete rağmen bu cümlenin taşıdığı olumlu anlama sarılıyordu. Bu cümle pandeminin sorumlusunun bugünkü düzen olduğunu ima eden ve bu salgın musibetinden daha hayırlı bir toplumsal düzen çıkacağı umudunu simgeliyordu. Bu umut salgının başında Türkiye’de de yoğundu ve kolektif bir ruh halini ve dayanışma kültürünü besledi.

İktidar ve sermaye ilk şaşkınlık dalgasını atlattıktan sonra, halk sağlığına değil, kendisine yönelen toplumsal hoşnutsuzluk dalgasını parçalamaya seferber oldu. Bunu başarınca da “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganını kendine mâletti.

Çanakkale Dardanel fabrikasında yaşanan örnek, salgın şiddetlenirse sermayenin nasıl bir emek rejimi düşlediğinin işareti oldu. İşçiler arasında korona vakaları görülmesi üzerine, tüm işçiler iş çıkışı bir yurda yerleştirilip iki hafta boyunca fabrika ile yatma alanı arasına sıkıştırıldı. MÜSİAD ise “izole üretim üsleri” projesiyle çalışma kampları projesini somutlaştırdı.

Oysa, toplumun bu sloganı sahiplenmesinde yarı bilinçli bir şekilde dile geldiği gibi, başımıza gelen bu musibetin kaynağı tam da bu düzendi. 2000’li yıllarda pandemiye sebep olabilecek yeni virüsler patlama yaptı. Bilim insanları yeni virüslerin kaynağı olarak endüstriyel hayvancılığı ve ekosistemlerin yok edilmesiyle buralarda yaşayan ve şimdiye kadar insanla sınırlı ilişkileri olan türlerin yerel ve uluslararası ticaretini işaret ediyor. Emek gücünün metalaşmasının ardından tarihsel ekosistemlerin, canlı türlerin metalaşma süreçlerinin şiddetlenmesi mahşerin solgun yüzlü atlısının, salgın hastalıkların yolunu açtı.

Başımıza gelen musibetin kaynağı sermayeye tabi üretim, işyeri ve dolaşım ilişkileriyken, iktidar önlem olarak üretim ve dolaşım merkezlerinin “kâr etme hakkı” dışındaki bütün hakların kısıtlanabileceğini ilan ediyor. Oysa, DİSK’in üyeleri arasında yaptığı araştırma, işçilerin Covid-19’a yakalanma oranının toplumun ortalamasının üç katından daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu. İktidar pandeminin ilk zirvesinde uyguladığı siyaset başarılıymış gibi, aynı siyasetin benzer sürümlerini ikinci zirvede de yürürlüğe koyuyor.

Üretim ve tedarik zincirleri dışında toplumun geri kalan tüm haklarını keyfi olarak kısıtlayan bu siyasetin çöktüğü apaçık. Bu siyaset pandeminin hızını azaltmadığı gibi, salgının kurbanlarını da çığ gibi artırdı. Bu sürecin kurbanları sadece resmi istatistiklere girebilen binlerce ölü, istatistiklerde dahi gözükmeyen kayıplar değil, sefaletin de altında ücretlerle yaşamaya itilen milyonlarca emekçi, çalışma hakları elinden alınıp hiçliğe itilen küçük esnaf ve toplumun büyük çoğunluğu.

Salgının resmi başlangıcından kasım ayına kadar olan dönemde, 8,5 milyona yakın yoksul aileye biner lira nakdi destek verildi. İşçilere, işsizlere, yoksullara verilen toplam nakit destek, kasım itibarıyla, sadece 41 milyar lira. Faiz lobilerine ve sermayedarlara açılan kaynaklar ise kıyaslanmayacak kadar cömertti. Hasımlarını faiz lobisine hizmet etmekle suçlayıp duran iktidarın bu yılın ocak-ekim döneminde yaptığı faiz ödemesi 119 milyar TL’yi geçiyor. 2020’de kullanılmayan köprülere, yollara, şehir hastanelerine sadece garanti ödemeleri kapsamında ödenecek meblağ 18.8 milyar TL.

Pandemi yönetimi sermaye için kritik olan meta üretim ve zincirleri dışında kalan nüfusu, mekânları, boş zamanları, muhalefetin etkinliklerini keyfi bir şekilde yasaklamanın, büyük sermaye lehine mülksüzleştirme siyasetinin aracı haline geldi. İktidarın salgına çözümünün tüm ülkenin dev bir çalışma kampına dönüştürülmesi olduğunu görüyoruz.

Bugün topluma hâkim olan kadercilik, birinci zirve sırasında uygulanan politikaların ürünü. Sürecin başında refleksleri diri olan toplum yeni önlemlere karşı ya kayıtsız ya da bunları istemiyor. Aslında istemediği şey, ilk dalgada uygulanan, kendisini güvencesiz bir şekilde sefilliğe iten bu politikalar. İktidarın izlediği siyasetin kendisini kurbanlaştırdığını hisseden halk başka bir alternatifin ışığını da göremediği için umutsuz. Yoğun bakımlar dolmadığı sürece halkın virüsün önüne atılmasında sakınca görmeyen, sürü bağışıklığından medet uman bir düzende yaşadıklarını insanlar görüyor.

Salgının resmi başlangıcından kasım ayına kadar olan dönemde, 8,5 milyona yakın yoksul aileye biner lira nakdi destek verildi. İşçilere, işsizlere, yoksullara verilen toplam nakit destek, kasım itibarıyla, sadece 41 milyar lira. İktidarın ocak-ekim döneminde yaptığı faiz ödemesi 119 milyar TL’yi geçiyor. 2020’de kullanılmayan köprülere, yollara, şehir hastanelerine sadece garanti ödemeleri kapsamında ödenecek meblağ 18.8 milyar TL.

İlk dalgada, farklı toplumsal kesimlerin haklarının kısıtlanmasına, güvencesizliğe itilmesine ses çıkarılamadı. Belki de “salgını durdurmasa da en azından yavaşlatır” diye düşünüldüğü için bütün ayrımcı uygulamalar görmezden gelindi. Artık iktidarın ayrımcı siyasetini, üretim ve tedarik zincirlerinden topluma doğru taşmaya devam eden virüse göz yuman, salgının özüyle ilgili olmayan yasaklamalarını sorgulama vakti değil mi?

Farklı bir pandemi siyaseti önerenlerin sesleri bastırıldı. Bastırılan bu seslerin şimdi tüm toplumun bekası için yeniden ortaya çıkmasının, başka bir pandemi yönetiminin mümkün olduğunu haykırmanın vakti gelmedi mi?

Biliniyor, kolektif bir ruh hali yükselmeden toplumsal aktörlerin sesleri boşlukta yankılanır. Diğer taraftan, toplumsal aktörler tutarlı alternatifler ortaya koymaya, baskılara rağmen ayakta durmaya devam edebilirse yeni bir toplumsal muhalefet dalgası yükseldiğinde saman alevi gibi sönmeyecek, kendine tutunacak zeminler bulacaktır.

Express, sayı 174, Aralık 2020-Şubat 2021

^