Zaven Biberyan’ın romanlarıyla ilk nasıl, kaç yaşlarınızda tanıştınız?
Sevan Değirmenciyan: Lise başlarına denk geliyor. Getronagan’da okuyordum, evimizdeki kütüphanede Angudi Siraharner (Meteliksiz Âşıklar, 1962) kitabını bulmuştum. Romanın kahramanı Sur da lise öğrencisiydi, onun hayatını, kendinden yaşça büyük işçi Norma’ya aşkını anlattığı kitap bu yönüyle de beni içine almıştı. Daha sonra Yerevan’a edebiyat okumaya gittim, diaspora Ermeni edebiyatıyla ilgilenen edebiyatçı Krikor Hagopyan’la Biberyan hakkında da konuşmaya başladık. İstanbul Ermeni edebiyatına ait bir figür olan Biberyan’ı Ermenistan’dan birinin bilmesi beni çarpmıştı. 90’larda Zaven Biberyan ismini pek duymazdınız. O zamanlar Aras Yayıncılık henüz kurulmuş ya da kurulmak üzereydi. 2000’lerin ortasında, tam da Krikor Hagopyan’la konuştuğumuz yıllarda Aras’tan “Karıncaların Günbatımı’nı (Mırçünneru verçaluysı, 1984) basacağız, önsözünü yazar mısın” önerisi geldi. Evden uzakta birinin ruh haliyle kitabı yeniden okumaya başladım. Romanda beni en çok vuran Baret’in babasıyla ilişkisiydi. Ben de evden uzaktım, baba figürü kafamı kurcalıyordu, aile kavramını düşünüyordum. Önsözü bu hisler içinde yazdım.
Artun Gebenlioğlu: Sevan’dan daha geç bir yaşta Biberyan’la tanıştım. Üniversitedeyken Aras’ta staj yaparken ilk defa Yalnızlar’ı (Lıgırdadzı, 1959) okudum. Ben de bir Getronagan mezunu olarak lisede Zaven Biberyan üzerine konuştuğumuzu hatırlamıyorum. 1915’in ardından sayısız hayatla birlikte edebiyatın da sona erdiği gibi bir düşünce vardı zihnimde. Mütareke dönemindeki kültürel toparlanma girişimlerinden, cumhuriyet dönemi İstanbul Ermeni edebiyatının ne gibi meseleleri merceğine aldığından haberim yoktu. Daha çok Zahrad’ın şiirleri üzerinden bize tanıtılan bir âlemdi. Edebiyatın derin bir kırılmayla, yeni gerçekliklerin yarattığı farklı kaygılarla yoluna devam ettiğini sonradan öğrenecektim. Diasporada yeşeren Ermeni edebiyatını tanıdıkça Ermeniliğin dünyanın dört bir yanında farklı süreçlerden geçtiğini gördüm. Bu sorgulamaları yapmaya başladığım dönemde Yalnızlar’ı buldum. Umut ışığının içeri sızmadığı bir romandı. İlk okuduğumda üzerime ifadesi güç bir kasvet çökmüştü. Türkiyeli Ermeniler için Biberyan romanlarındaki ağır hava çok tanıdık. Romandaki insanlar birbirlerini çok yüzeysel bir şekilde tanıyordu, bunun nasıl toplumsal sonuçlar doğurduğunu, tarihin adı bile geçmeden kamusal alanı nasıl zehirlediğini Biberyan’ın rehberliğinde adım adım ilerleyerek anladım. İlk romanıydı Yalnızlar ve orada atmosfer şiddetle çözülüyordu. Meteliksiz Âşıklar’da ise bir kardeşlik ütopyası geldi. Karıncaların Günbatımı ise bir eve geri dönüş hikâyesiydi benim için, belki de Biberyan’ın kendi arayışını, hayatının son dönemindeki hayal kırıklığını özetliyordu.
Biberyan’ın romanlarında kurduğu dünya bize ne söylüyor? İlk romanı Yalnızlar’ı nasıl bir ortamda yazmış? Diğer iki romanından ayrılan yönleri neler?
Değirmenciyan: Biberyan’ın romanlarını sadece Ermeniceden okuyorum. Bu yüzden kendi yaptığı Türkçe çevirideki Yalnızlar yerine Ermenice aslına daha uygun Sürtük çevirisini kullanacağım. Sürtük Biberyan’ın ilk ve bence en iyi romanı. Tam olarak bir yazarla karşı karşıyayız burada. Bir gazeteci ya da cümleleri ezip uzun uzun kendi fikrini anlatan bir yazar değil, romana sadık kalan, kendinden vazgeçerek, soğuk bir dille konusunu aktaran, olgun bir romancı… Sürtük yazıldığı dönemde yeni nesil yazarlar tarafından çağdaş İstanbul Ermeni edebiyatının ilk romanı olarak kabul görmüş. Romanda Türk karakterler baskın. Bir Ermeni aile olmasına karşın, görünüşte Ermeni bir ortam yok. Fakat hizmetçi kız Fatma/Gülgün’ün içinde bir Ermeni yetim kız var. Daha iyi bir gelecek kaygısıyla İstanbul’a gönderilen Anadolu Ermenisi bir yetim kız Gülgün. Bir kimlik çatışması içinde, Fatma mı, Gülgün mü, ne olduğu, nereden geldiği belli değil. Romanda devletin sembolize edildiği yer tren istasyonu, uzaktan gelen trenin sesi… Gülgün’ün ara sıra tren istasyonunda kendisinden ayrılan gözü yaşlı annesini hatırlayışı… Romanın diğer bir katmanıysa Aret, bu karakterle Biberyan soykırımı anıyor. Aret Erenköy’deki 18 Mart Sokağı’nda ölesiye bir dayak yiyor. Çanakkale’yi hatırlatan 18 Mart, 1915’e yapılan dolaylı bir gönderme aslında. Burada Biberyan’ın kullandığı diskurla daha sonra soykırım araştırmacılarının veya soykırım inkârcılarının kurduğu diskur aynı. “Tanık yok”, “Yaptığını inkâr et” diyen Türk tarafı gibi, Aret’e dayak atan Türkler de birbirleriyle bu şekilde konuşuyorlar.
Aslında “sürtük” kelimesi Ermeniler tarafından çok iyi biliniyor. Kimin döndüğünü, kimin dönmediğini, dönen kızlara Ermenilerin “sürtük” dediğini biliyoruz. Romanda Gülgün’e de sadece Ermeniler “sürtük” diyor. Ermenilerin bunun ne olduğunu bildiği, fakat sustuğu bir ortamda yazıyor romanı Biberyan. Zaten kız da daha sonra öldürülüyor. Suskunluğa mahkûm edilen tek tanık var, Aret, bir de kurban olan Gülgün. Ve o kurban hiçbir zaman konuşamayacak…
Kitabın ilk baskısının kapağında Erenköy’de bir sokakta, ağaçlar arasında birileri yürüyor. Çok sakin gibi görünen bir mahalle, yemyeşil, o dönem Erenköy’de sadece yazlık evler var, fakat bir cinayet işlenmiş, Gülgün’ün kanı akmış, ancak cinayet örtbas edilecek. Nasıl, niçin öldürüldüğü bilinmeyecek. Tıpkı kadınların 1915 ve sonrasındaki kaderi gibi. Aret de dayak yiyor, fakat kendi varlığını susarak, o mahalleden kaçarak bir şekilde sürdürecek. Tıpkı Türkiye Ermenileri gibi…
Zaven Biberyan döneminin insanı olmaya, bugünü yaşamaya çalışıyor, fakat sürekli felaket hortlağıyla, hesaplaşılmayan tarihle kabına dönmek zorunda kalıyor. Ne kendisi olabiliyor ne de Türkiye edebiyatında kendine yer açabiliyor.
Biberyan içine doğduğu topluma eleştirel bakabilen keskin bir gözlemci. Kendi travmaları edebiyatında ne ölçüde etkili olmuş?
Gebenlioğlu: “Felaket Ermeniliği” ifadesi kitaplarında fazlasıyla geçiyor. Ermeni olmayı felaketle özdeşleştiriyor: “İki felaket arasında bir sonrakini bekleyerek yaşadım” diyor sık sık. Moda’da geçen çocukluğunda kahtaganlarla tanışıyor. Kahtagan, yani göçmenler; 1915’te Suriye çöllerine sürülüp hayatta kalmayı başarmış, İstanbul’a dönmüş, sonra Fransa, Beyrut, Amerika’ya dağılmış Ermeniler. 1921 doğumlu Biberyan, beş-altı yaşlarındayken Moda’da kahtagan çocuklarla tanıştığını söylüyor. Mesela annesinin onlarla oynamasına izin vermediğini anlatıyor. Bu resmi Sevan’ın bahsettiği “sürtük” kavramıyla birleştirebiliriz. Kahtaganların yaşadığı adaletsizlik karşısında bir sezgi geliştiriyor Biberyan…
Daha sonra başka bir sürü yere sürükleniyor, o da tüm toplumsal süreçlerden nasibini alıyor. Komünistlere yönelik 1946 soruşturmasına uğradığı için dönemin birçok entelektüeli gibi Beyrut’a gidiyor. 1953’te bir o, bir de o ekipten Yervant Gözelyan dönüyor. Bütün bu birikim Beyrut dönüşünde bir patlamaya sebep oluyor. O döneme kadar ağırlıklı olarak gazetelerde köşe yazarı olarak siyaset üzerine yazmış. Sonra edebiyata dönmeyi seçiyor. 1941’de üç buçuk yıl süren nafia askerliği, 1946’da Beyrut’a gidişi ve orada yaşadığı hayal kırıklığı, bütün bu birikim kafasında birleşiyor. Ciddi bir temsil arayışına giriyor.
Yazıyla erken yaşlarında haşır neşir oluyor. Okumaya da çok meraklı olduğu için okurluğuyla yazarlığı paralel gidiyor diyebilir miyiz?
Değirmenciyan: Evet, çok yazdığını söylüyor, fakat elimizde bunu destekleyen hiçbir şey yok. Beyrut öncesi döneminden kalan ve Jamanak’ta yayınlanan üç hikâyesi kitap olarak basılmayı bekliyor şu anda. Çok yazdığını söyleyen bir yazara göre pek eser yayınladığını söyleyemeyiz.
Gebenlioğlu: Şiirleri de var. Bir de yazdıklarını beğenmemiş, onları kenara atıp kaybetmiş olabilir. Şöyle bir durum da var: Karıncaların Günbatımı’nın tefrika bölümlerini kesip saklıyor, saklamasa bunlar belki bugün bize ulaşamayacaktı.
Yalnızlar umut ışığının içeri sızmadığı bir romandı. İlk okuduğumda üzerime ifadesi güç bir kasvet çökmüştü. Türkiyeli Ermeniler için Biberyan romanlarındaki ağır hava çok tanıdık. Romandaki insanlar birbirlerini çok yüzeysel bir şekilde tanıyordu, bunun nasıl toplumsal sonuçlar doğurduğunu, tarihin adı bile geçmeden kamusal alanı nasıl zehirlediğini Biberyan’ın rehberliğinde adım adım ilerleyerek anladım.
Değirmenciyan: Evet, tefrikayı kendisi ayırıp bir kenara koymuş, ama tefrikanın çıktığı dönemde okuyanlar biliyor. 1984’teki ölümünden önce İstanbullu bir grup sanatsever kadın tefrikayı ayrı bir kitap olarak yayınlama olgunluğunu sergiliyor. Aralarında Daron Acemoğlu’nun annesi İrma Acemoğlu da var. Çevirmen Anayis Yaldızcıyan (şair Zahrad’ın eşi), besteci Silvart Karamanuk gibi edebiyatsever, entelektüel kadınlar bunlar. Tabii o dönem siyasi iklimden dolayı biraz sansürlenmiş, fakat yaptıkları çalışma yadsınamaz.
Türk dostlarımızın unuttuğu çok basit bir şey var: Zaven Biberyan, dili Ermenice olan bir yazar. Türkçeye çevrilip yayınlandı, ama bu başka bir şey. Bütün yazdıkları Ermenice. Sadece Yalnızlar’ı kendisi Türkçeye çeviriyor, çünkü onu ümitlendirmişler, biz onu sinema, tiyatro yapacağız demişler, fakat sonra kitap Türkçede yayınlandığıyla kalıyor, asla sinemada kendine yer bulamıyor.
Anılarında bir yerde “İlkokulda Türkçem Ermenicemden iyiydi” diyor. Yalnızlar romanı Türkçe çeviride değişikliğe uğramış mı?
Gebenlioğlu: Romanda bir değişiklik yok. Biberyan uzun süre çevirmenlik de yapıyor. Meydan Larousse ansiklopedisi için maddeler yazdığı bir dönemi var.
Değirmenciyan: Biberyan bir yazı emekçisi aslında. Türkçeyi para kazanmak için de olsa kullanıyor.
Gebenlioğlu: Belki hayatının sonuna doğru Ermeniceyle daha güçlü bir bağ kuruyor, fakat Ermeniceye karşı hayal kırıklığı yine de büyük.
Sürtük Biberyan’ın ilk ve bence en iyi romanı. Tam olarak bir yazarla karşı karşıyayız burada. Bir gazeteci ya da cümleleri ezip uzun uzun kendi fikrini anlatan bir yazar değil, romana sadık kalan, kendinden vazgeçerek, soğuk bir dille konusunu aktaran, olgun bir romancı… Sürtük yazıldığı dönemde yeni nesil yazarlar tarafından çağdaş İstanbul Ermeni edebiyatının ilk romanı olarak kabul görmüş.
Otobiyografisini Fransızca, yani ilk yazı diliyle kaleme almış. Ermenicesinin gelişiminde askerlik döneminin payı olabilir mi?
Değirmenciyan: Yazmaya şiirle başlamış, el yazmalarını gördüm, akla ziyan imla hataları var. Ermenice imla çok zordur, ama bu yönde bir çabası olmuş, imlayla uğraşmış. Kelime zenginliği açısından Ermeniceye vakıf. Bugün mesela insanların Ermeniceleri hiç yok, ancak geliştirmeye çalışıyorlar, fakat o dönemde Ermenice bugüne kıyasla çok ileri seviyede. Biberyan yazar olmak için çaba içine girmiş. Nafıa döneminde tanıştığı Ermeni aydınlar bu konuda kendisine eminim çok yardımcı olmuş, ilham vermişlerdir. Döndükten sonra gazete yazılarından dolayı sıkıntı yaşadığı, hatta cezaevine girdiği için Beyrut’a gidiyor. Beyrut’ta gazetelerde çalışmaya başlıyor, bir dönem inşaatta da çalışıyor. Tüm bu zaman boyunca Ermenicesini geliştirdiğini söylemek mümkün.
1962’de “Ermenice yazmaya pişmanım” cümlesini ona söyleten ne?
Değirmenciyan: O günlerde bu cümleyi çok kişi söyleyebilirdi. Ermeni ortamı kapalı bir ortam sonuçta. Bu işi çoğu yazar hobi olarak yapar. Aslına bakarsanız Ermenilik de birçok kişi için bir hobidir. Fakat kendini tamamen Ermeni edebiyatına, yazınına, toplum hayatına adayan insanlar için bu durum birçok zorluk yaratır. Ne siyasi ne de maddi olarak tatmin olabilirsin, dayanışmayla karşılanmazsın. Tüm bunlar insana acı bir tat verir. Ben de pişman oldum, hiçbir gence de tavsiye etmeyecek bir ruh halindeyim. O yüzden çok anlaşılır bir durum bu. Küçük bir toplum olmanın verdiği zorluklar diyeyim.
Şiirleri hangi temalarda geziniyor?
Değirmenciyan: Milliyetçilik baskın tabii. Şiir yazmaya başladığı dönem Kilikya’da. Okulu yarıda bırakmış. Tarih derslerinde Ermenileri yok sayan bakış açısından çok rahatsız. Aslında ne kadar zengin bir tarihleri olduğundan, fakat okulda bunların öğretilmediğinden bahsediyor. Ve ideal bir ülke peşinde koşuyor. Kilikya Ermenistanı’nı keşfediyor. Oraları, Adana’yı gezerken hep bu göndermeleri yapıyor. Milliyetçi şiirler 1950’lerde, eşiyle tanıştığı zamanlarda yerini aşk şiirlerine bırakıyor.
Yalnızlar’ın ilk baskısı 1959, Meteliksiz Âşıklar’ın 1962. İki roman arasında nasıl kopuşlar, süreklilikler var?
Gebenlioğlu: Çocuk teması benim ilgimi çekiyor. Meteliksiz Âşıklar’ın kahramanı Sur sürekli çocuk addedilmesine isyan ediyor. Bu çocuk görülmeye isyan teması Şahan Şahnur’un Sessiz Ricat (1929) romanında da var. İstanbul doğumlu olan Şahan Şahnur 1922’de Fransa’ya gidip tüm edebiyat yaşantısını orada sürdürüyor. Her ikisinin de çocuk temasını ele alış nedeni belki de Ermenilerin toplumdaki yerini sorgulayan bir arayışın ürünüydü.
Türk dostlarımızın unuttuğu çok basit bir şey var: Zaven Biberyan, dili Ermenice olan bir yazar. Türkçeye çevrilip yayınlandı, ama bu başka bir şey. Bütün yazdıkları Ermenice. Sadece Yalnızlar’ı kendisi Türkçeye çeviriyor, çünkü onu ümitlendirmişler, biz onu sinema, tiyatro yapacağız demişler, fakat sonra kitap Türkçede yayınlandığıyla kalıyor, asla sinemada kendine yer bulamıyor.
Değirmenciyan: Meteliksiz Âşıklar’da ilk kez 6-7 Eylül’e direkt gönderme var. Sürtük Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül sonrasında yazılmış, fakat Meteliksiz Âşıklar’da direkt bir anlatım var. Nesiller arasındaki algılama farkı, kutsalların sorgulanması da romanın temaları açısından önemli. O dönem Galata Kilisesi’nin yeniden inşası söz konusu, ona bir gönderme var mesela. Toplumsal meselelere, Ermeni toplumunun meselelerine direkt eleştirel bir bakış ve çok ağır eleştiriler barındıran bir kitap bu. Bunun dışında –gerçi Sürtük’te de vardı ama– aile içi şiddeti gün yüzüne çıkarıp işlemeye başlamış, ki daha sonra Karıncaların Günbatımı’nda da devam ettiriyor bunu. Çocuklar arasındaki çekişme, çocukların babalarıyla ilişkileri, annenin Sur’un kadın arkadaşıyla ilişkileri… Bu toplumsal sorunları soğuk bir dille, dolandırmadan ele alması romanı çok güzelleştiriyor.
Retrospektifinin son halkası, Jamanak’ta tefrikasına 1970’te başlanan Karıncaların Günbatımı…
Gebenlioğlu: 42 ay süren nafıa askerliğini bir yere akıtma kaygısı var. Henüz Türkçede yayınlanmayan “Dönenler” isimli hikâyesinde bu dönemi içeriden bir yapı kurarak anlatıyor. Romandaysa olup bitenin ardından yazıyor. Biberyan belki de evini Baret gibi buldu, kendi hayatında gördüklerini, Ermeni toplumu içerisindeki eksiklerin bütünlüklü bir resmini çekti
Romanın bu kadar etkileyici olmasında Zaven Biberyan’ın yazar olarak gelişimi, yalın anlatımı ne kadar pay sahibi?
Değirmenciyan: Zaven Biberyan’ın romanlarında ele aldığı siyasi olaylar bize Türkiye’nin yakın tarihini hatırlatıyor ve okurlarını şiddetle sarsıyor. Biberyan Ermeniceden Türkçeye çevrilme şansı elde etmiş bir yazar. Ermenice edebiyatı Türkçeye çevirdiğimiz zaman bu tür duyguları okur birçok eserde yaşayacaktır. Ermenice edebiyatın ele aldığı konular Ermenilerin de içinde bulunduğu bu toplumun sorunları olmuştur. 19. yüzyıla ait olan Yervant Odyan ya da döneminin farklı bir yazarı bizi çok etkilemez. 19. yüzyılda bir yüzleşme pratiği yok. Fakat bugün 1915’le, Varlık Vergisi’yle, 6-7 Eylül’le yüzleşme ihtimali bizim toplumsal hayatımızı direkt etkileyecek.
Gebenlioğlu: Biberyan yaşadığı dönemin insanı olmaya çalıştığı halde onu tarihin geri ittiğini görüyoruz. Arka planda sürekli Ermeniliğiyle boğuşmak zorunda kalıyor. Bu hep edebiyatının akışına müdahale eden bir durum. Biberyan’a yerel demek de doğru olmaz, evrensele akan yanı çok kuvvetli. Bunu özellikle Karıncaların Günbatımı’ndaki Dırtad’da hissediyoruz. Dırtad’ın Biberyan’ın dünyaya bakışını simgelediğini hemen görüyoruz. Otobiyografisinde “Toplumun yarınları bireyin bugünü üzerinden kurulur” diyor. Dırtad da son derece şiirsel bir üslûpla benzer bir cümleyi sarfediyor.
Ermeni ortamı kapalı bir ortam. Bu işi çoğu yazar hobi olarak yapar. Aslına bakarsanız Ermenilik de birçok kişi için bir hobidir. Fakat kendini tamamen Ermeni edebiyatına, yazınına, toplum hayatına adayan insanlar için bu durum birçok zorluk yaratır. Ne siyasi ne de maddi olarak tatmin olabilirsin, dayanışmayla karşılanmazsın. Tüm bunlar insana acı bir tat verir.
Karıncaların Günbatımı Ermeni toplumu içindeki ilişki biçimlerine de keskin bir eleştiri getiriyor. 6-7 Eylül’ün ayak seslerini cemaatin içinde filizlenen yeni zengin, sağcılaşan profili göstererek ortaya koyuyor. Romanın bu yönünü nasıl buluyorsunuz?
Değirmenciyan: Çok önemli, çünkü bu toplumsal eleştiri bizde genelde yapılmaz. Çalıştığınız kurumları eleştirdiğinizde işsiz kalırsınız. Fakat Zaven Biberyan böyle bağlardan azade bir yazar olduğu için ekonomik kaygılar gütmüyor. “İşsiz mi kalırım acaba”, “Beni gazetemden kovarlar mı?”, “Gazeteme ilan gelmez mi?”, “Öğretmenlik yaptığım okul beni kovar mı?” gibi kaygıları olmadan yazdığı için toplumsal eleştiriyi her romanında, yazısında cesaretle sergilemiş. Devleti eleştirmek Ermeni toplumunu eleştirmekten her zaman daha kolaydır. Ermeni toplumu hakkında yazdıklarınız hiçbir zaman gözden kaçmaz, yeri geldiğinde bedeli çok daha ağır olabilir. Bu bağlamda Zaven Biberyan’ın Ermeni cemaatini eleştirmesi kayda değer bir durum. Kiliseye, ruhanilere, vakıf yönetim kurullarına yaptığı eleştiriyi her romanında görüyoruz.
Soykırım sonrası toplumun en önemli seslerinden. Susmuş bir toplumun suskunluğunun sebeplerini onun romanlarında gayet net görüyoruz. Her an bir felaket olacakmış gibi yaşadığını da görüyoruz. Sırf Ermeni toplumu değil, Türkiye toplumu da böyle yaşıyor.
Felaket yazını için değerlendirdiğinizde bu romanlar nereye oturuyor?
Değirmenciyan: Zaven Biberyan felaketin yazarlarından birisi. Soykırım sonrası toplumun en önemli seslerinden. Susmuş bir toplumun suskunluğunun sebeplerini onun romanlarında gayet net görüyoruz. Her an bir felaket olacakmış gibi yaşadığını da görüyoruz. Gerçekten de böyle yaşarız. “Bakmayın şimdi iyi olduğuna, bir şey olacak”, “Bu kadar güldük, başımıza bir şey mi gelecek” gibi kaygılar bizim de peşimizi bırakmaz. Sırf Ermeni toplumu değil, Türkiye toplumu da böyle yaşıyor.
Gebenlioğlu: Biberyan 1915 sonrası kuşağın üyesi; yaşanan felaketle nasıl baş etmesi gerektiğini bilmeyen bir toplumun içine doğuyor. Bununla baş etmek için gerekli donanıma sahip olmayan bir toplumsal düzenin içinde yönünü bulmaya çalışıyor. 1915 Felaketi’nin cumhuriyet tarihi boyunca devletin farklı müdahale ve uygulamalarıyla kılık değiştirdiğini görüyoruz. Soykırım zihniyeti hiçbir zaman 1915’te kalmış bir olgu olmadı, sürekli hortlatıldı. Zaven Biberyan döneminin insanı olmaya, bugünü yaşamaya çalışıyor, fakat sürekli felaket hortlağıyla, hesaplaşılmayan tarihle kabına dönmek zorunda kalıyor. Ne kendisi olabiliyor ne de Türkiye edebiyatında kendine yer açabiliyor.
Üç romanında da çok etkileyici İstanbul tasvirleri var. Sokaklarda karış karış dolaştırıyor, sık sık vapura atlayıp adaya götürüyor… Mahkûmların Şafağı’nda “Hep bir felaketi bekleyerek geçiyor zaman” cümlesi sıkça tekrarlanırken, örneğin Meteliksiz Âşıklar’da sevgililer buluşurken manzarada sürekli birtakım röntgenciler beliriyor…
Değirmenciyan: Evet, hiçbir zaman rahat ettirmiyorlar, asla gönül rahatlığıyla hayatın keyfini süremiyoruz. Bunu bu toplumda bugün dahi yapmak imkansız, bir yerden birileri çıkıp “hop, ne oluyor?” diyebilir, daha kötü şeyler yaşatabilirler. Ayrıca Biberyan’ın sübjektif sebepleri de var. Hayatı boyunca takip edildiğini düşünmüş, bu gözetlenme hissini romanlarında çok etkileyici bir şekilde yansıtmış. Okurken bile bu bizi tedirgin ediyor, “toplumda biz de bunu yaşıyoruz” duygumuzu perçinliyor onun yazdıkları. Maalesef “Biberyan da bunu nereden çıkarmış” diyemiyoruz.
Gebenlioğlu: Meteliksiz Âşıklar’daki bu röntgencilik mevzusu Foucault’nun panoptikonuna da benziyor. Hapishaneyi andıran, devletiyle, polisiyle, komşusuyla kontrol ve gözlemden ibaret bir İstanbul tasviri yapıyor. İktidarın gözünden çok, gözün iktidarı var kitapta. Dört başı mamur bir mekanizma anlatıyor neredeyse Biberyan.
1+1 Express, sayı 178, Aralık 2021