Fikret Otyam: Çok sevdiğim yazarlar var, bunlardan en başta gelenlerden biri de William Saroyan’dır. Türkçeye aktarılmış ne kadar yapıtı varsa, hepsini deliler gibi okudum. Ben öyle talihli bir insanım ki, bir gün İstanbul’dan telefon ettiler, dediler “Saroyan geliyor, gezdirir misin?” İşte o gün milli piyangonun büyük ikramiyesi bana çıkmış gibi oldu. Saroyan vapurla gelirken birisiyle görüşmüş, ona “seni en iyi Cumhuriyet gazetesinden Fikret Otyam gezdirir” demiş adam. Bana bu haber gelince, “Deli misiniz! Tabii ki Saroyan’ı gezdiririm” diyerek kabul ettim. Ankara’ya geldiler, bir otele yerleştiler. Yanında İstanbul’dan iki arkadaşı vardı (Bedros Zobyan ve Ara Altunyan). Başında meşhur fötr şapkası vardı. Ben içeri girer girmez, daha tanışmadan, “Ooo, my friend!” diye boynuma sarıldı! Hemen viski ikram etti.
Müthiş bir adamdı. Nasıl bir hafıza varsa artık ya da ona nasıl detaylı anlattılarsa oraları, bir yere geldik, durdu, “burada” dedi, “kavaklı bir çeşme olacaktı”. Vallahi geliyoruz, bir bakıyoruz, hakikaten orada bir çeşme ve kavaklık var. Ninesi mi, babası mı anlatmış bunları ona, o da zihnine satır satır kaydetmiş hepsini…
Gazeteden izin istedim. “İş güç çok, bırak şimdi Anadolu’yu gezip röportaj yapmayı” dediler. Ben de “yıllık iznimi verin o halde!” diye direttim. İzni verdiler, ama para yok bende. O sıra gazeteci olarak karayollarıyla çok meşgul olduğum için Karayolları Müdürlüğü bana bir kâğıt verdi, “gidiş istikametinde bütün arabalara binebilir” diye. Ben karayolları arabasıyla onları takip ettim. Yani gezdik, gezdik, gezdik… Benim çok sevdiğim, İngilizce bilen, okumuş yazmış Haluk adında bir arkadaşım vardı. Tatvan’dayken ona telefon ettim, “ulan aklın varsa gel!” dedim. Atladı geldi Tatvan’a. Dil sorunum da böylece ortadan kalktı. Ama ikisi de içici, ben saat 11-12’de yatıyorum, onlar saat 2’ye, 3’e kadar otelde kafaları çekiyorlar… O kadar zevkli bir yolculuk oldu ki. Hayatımın tarihi yazılsa en güzel günleri Saroyan’la geçen günlerdir…
Saroyan, her gittiği yerde büyük kalabalıklarca karşılandı. “Bu halk neden bana bu kadar ilgi gösterdi?” diye merak ediyordu. Aslında işin altında ben vardım. Saroyan’ı Tatvan’da Truva Oteli’ne yerleştirdikten sonra yola çıktım. Bitlis’e kadar ne kadar yol varsa, köy varsa, “Welcome Saroyan” diye kâğıtlar yazdırdım, çiçekler hazırlattım, kimi yerde davul zurnalar…
Tabii duygulandı baba ocağını görünce. Evin önünde çok güzel papatyalar vardı. Oraya öylece uzandı, sanki hepsinin kokusunu tek tek içine çekmek ister gibi. Öylece bir saat yattı kaldı.
Müthiş bir adamdı. Nasıl bir hafıza varsa artık ya da ona nasıl detaylı anlattılarsa oraları, bir yere geldik, durdu, “burada” dedi, “kavaklı bir çeşme olacaktı”. “Yahu!” dedim, “sen ailen Amerika’ya göçtükten üç sene sonra doğdun, nereden bileceksin?” Vallahi geliyoruz, bir bakıyoruz, hakikaten orada bir çeşme ve kavaklık var. Ninesi mi, babası mı anlatmış bunları ona, o da zihnine satır satır kaydetmiş hepsini…
Tabii müthiş bir karşılama töreni yapıldı Bitlis’te, çiçekler, belediye başkanı, vali filan. “Hemşehrimiz Saroyan” diye karşıladılar. Davul-zurna gelince bu müthiş heyecanlandı. Halk da çok sevindi onu Bitlis’te görmekten. Çünkü gazeteler yazdı “Meşhur Amerikalı, Bitlis kökenli Ermeni yazar” diye… Bir yere girdik oturduk, ilk lafı “Bıtlıs tutun” oldu. Tabakalar çıktı, sonra iki kâğıt sigara sardı esrarkeş gibi. Bir içine çekti, “ohh” dedi.
Ben daha önce gittiğimden Bitlis’te bütün ihtiyarları bulup “yahu bu Saroyan’ların evi barkı, mezarları nerededir?” diye soruşturmuştum. İhtiyarın biri, “tepede bir ev olacak” dedi. Ertesi gün cemm-i gafir halinde, elli kişi çıktık oraya. Benim Cumhuriyet’te çıkan röportaja “Saroyan baba ocağında” başlığını atmıştım. Hakikaten de bir ocak kalmıştı, ev harabe olmuştu. 80 yaşında bir adam, ısrarla “bu sizinkilerin evidir” diyordu. Tabii Saroyan duygulandı baba ocağını görünce. Kalabalığa, “hadi biz çekiliyoruz!” dedim. Evin önünde çok güzel papatyalar vardı. Oraya öylece uzandı, sanki hepsinin kokusunu tek tek içine çekmek ister gibi. Orada çok fotoğraflarını çektim. Öylece bir saat yattı kaldı. Biz de başka bir yere gidip onun hasret gidermesini bekledik…
Bir gün Diyarbakır’daydı, bir çocuk geldi, ortaokul kasketi giymiş bir gazete satıcısı, 12 yaşında bir çocuk. Yolumuza çıkıp “Welcome Saroyan!” dedi ve selama durdu. Saroyan, “ben de” dedi, “onun yaşlarındayken Amerika’da gazete satıyordum”. Sonra Gaziantep’te bir kitabevine gittik. Orada Türkçeye çevrilmiş iki piyesini bulduk, nasıl mutlu oldu, nasıl keyiflendi, anlatamam…
Ankara’ya döndüğümüzde onu eski Ankara’ya götürdüm, çok dolaştık. Merdivenlerin altında bir yer gördük, baktık ki adamın biri fare kapanı yapıyor. İndik aşağıya oturduk, adam bize çay söyledi, sohbet ettik. Akşam, Ankara’da “Baba” diye bir meyhaneci vardı, bu adamın Ermeni olduğunu benden başka kimse bilmezdi. Ona uğradım, “Baba” dedim, “şöyle Ermeni mezeleri filan, güzel bir sofra donat bize”. Akşam dostlarla toplandık. Saroyan, “Fikret, bugün bir öykü yazdım” dedi. “Ne öyküsü yahu?” dedim, anlattı.
“Fare kapanı yapan bir adam, dükkânında yatıp kalkıyor. Adam bir gün bakıyor ki, bir fare var kapanın içinde. Adam acıyor, kapanı açıyor ve hayvana yiyecek veriyor. Ertesi sabah bir bakıyor fare yine kapanda. Yine kahvaltısından peynir-ekmek veriyor, işte böyle bir dostluk başlıyor aralarında. Bir sabah fare, ‘yahu benim arkadaş dükkânı açmadı, bana yiyecek vermedi’ diye meraklanıyor. ‘Öldü o’ diyorlar.”
Bu bence çok vurucu bir öyküdür. Cumhuriyet’te yazdım bunu. Sonra gerçekçi yazar arkadaşlar bana çıkıştılar. “Fikret” dediler, “gerçekçilik varken sen de duygusallığa kapıldın”. “Yahu“ dedim, “bunun gerçekçisi, duygusalı olur mu? Bundan daha hakiki, samimi ne olabilir!” Bunun için Aziz Nesin’le birbirimize girdik.
Bizim Oryal Bey’in oğlu Aziz var (Gökdemir). O bana bir yazı gönderdi Saroyan’la ilgili. Paris’te bir gazeteciyle konuşuyorlar, “Nasıl oldu da bana o kadar ilgi gösterdiler, anlayamadım. Orada kalmak isterim, orası benim toprağım” filan demiş geri dönünce.
Çok güzel bir dostluk yaşadık. Ben talihli bir insanım, çünkü bu adamı tanıdım, dost olduk. Vallahi aynı o yazdıkları gibi, yiğit, sözüne güvenilir, iriyarı, cüsseli, hoş, yiyen içen, keyifli bir adamdı. Öyle somurtuk, kendini beğenmiş bir hali yoktu. Yollarda oturup karpuzları kavunları yedik. Herhangi bir insan gibiydi, hiç kasıntı değildi. Ben başka yabancı yazarlar da tanıdım, ama bu adam başkaydı…
Express, sayı 87, Eylül 2008