Sene 1938, aylardan ekim. II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939’un 11 ay öncesi. Ama bütün Avrupa yaklaşmakta olanı seziyor. Faşizm-Nazizm istim üstünde; büyük saldırıya hazırlanıyor. Ve o günlerde, dönemin ünlü savaş muhabiri ABD’li gazeteci-yazar H.R. Knickerbroker, ruhbiliminin iki dev isminden biri olan Carl Gustav Jung’u Zürih-Küsnacht’taki muayenehanesinde ziyaret ediyor, Ocak 1939’da “Diktatörlere Teşhis Koymak” başlığıyla Hearst’s International-Cosmopolitan’da yayınlanan söyleşiyi yapıyor. O söyleşi, Knickerbroker’ın 1941 tarihli “Is Tomorrow Hitler’s?” (Yarınlar Hitler’in mi?) adlı kitabında da yer alıyor. Peki, Jung’un o günlerde anlattıkları, seksen küsur yıl sonra, bize ne söylüyor? Şaşırtıcı bir öngörü, düşündürücü tahliller, günümüzle çarpıcı benzerlikler, yer yer “anlatılan bizim hikâyemiz” dedirten akrabalıklar. Ve tabii Jung’un kendi muhafazakârlıkları ve Batı-merkezli bakışı. Ama onlarla birlikte “zamanın ruhu”na tuttuğu ayna. O “ruh” bu zamanda da kol geziyor, üstelik burnumuzun dibinde. Express’in Mart 2019 tarihli 168. sayısından aktarıyoruz…
Hitler’i, Mussolini’yi ve Stalin’i bir miktar su ve ekmekle bir odaya kapatsanız, bir hafta sonra nasıl bir manzarayla karşılaşırdınız? Ekmeği ve suyu kim ele geçirirdi? Yoksa paylaşırlar mıydı?
C.G. Jung: Paylaşacaklarından şüpheliyim. Hitler ekmeği kendine saklar ve kavgaya hiç karışmazdı. Öyle bir yerde, arkasında Alman halkı da olmadığı için çaresiz kalırdı. Mussolini de, Stalin de şef pozisyonunu bilek gücüyle kazandılar, muhtemelen ekmeği ve suyu ele geçirmek için kavga ederlerdi. Daha kuvvetli ve çetin biri olduğu için kazanan muhtemelen Stalin olurdu.
İlkel toplumlarda iki tip lider vardır. Biri, fiziksel olarak da rakiplerinden güçlü, kuvvetli olan şef/reis ve diğeri ise kendisi kuvvetli olmayan, ancak gücünü insanların ona atfettiği güce borçlu olan şifacı. Dolayısıyla, elimizde bir imparator ve bir de dini cemaat lideri var. İmparator şef/reistir, sahip olduğu asker ölçüsünde de fiziksel olarak kuvvetlidir. Şifacı ise kâhindir, fiziksel gücü ya hiç yoktur ya da çok azdır ve fakat kimi zaman onun sahip olduğu güç, imparatorun fiziksel gücünü bastıracak kadar etkilidir, çünkü ahali onun bir tür sihre, doğaüstü bir yetiye sahip olduğuna inanır. Mesela, insanları ölümden sonra yaşayacakları mutlu hayata hazırlar ya da onları o hayattan mahrum eder; bir kişinin cemaatten tamamen dışlanmasını sağlar ve onunla cemaat arasındaki iletişimi sona erdirerek her iki tarafta da büyük bir rahatsızlık ve acı yaratır.
Mussolini fiziksel güce sahip biri. Onu gördüğünüzde ilk fark ettiğiniz şey bu güç. Bedeni güçlü kaslarla örülü. Şef/reis olmasının sebebi tüm rakiplerinden daha kuvvetli olması. Mussolini’nin zihniyeti de bu sınıflandırmaya uygun: Bir şef zihniyetine sahip.
Stalin de aynı kategoride. Fakat yaratıcı değil. Yaratıcı olan Lenin’di, Stalin onun yaratımının üzerinde yükseldi. Stalin bir fatih; Lenin’in yaptığı her şeye dişlerini geçirdi ve bir çırpıda yuttu. Yıkıcılığında da bir yaratıcılık yok. Lenin’inkinde vardı. Rusya’da feodaliteyi ve burjuvaziyi aynı anda yerle bir etti ve yerine kendisinin yarattığı şeyi geçirdi. Stalin, Lenin’in yaptığını yıkıyor. Zihniyet anlamında Stalin, şef karakterinin temel örüntüsünü daha çok taşıyan Mussolini kadar ilginç olmadığı gibi, “şifacı” rolündeki mitsel-Hitler’le de hiçbir ortak özelliğe sahip değil.
Hoşlansanız da hoşlanmasanız da, Stalin gibi, 170 milyon nüfuslu bir ülkeye önderlik eden biri ilginç olsa gerektir.
Hayır, Stalin sadece bir kabadayı –kurnaz bir köylü, gücünü içgüdülerinden alan biri–, bu nedenle tüm diktatörler arasında açık ara en güçlü olan da o. Bana sivri dişleri ve güçlü ensesiyle bilinen Sibirya kaplanını hatırlatıyor; o gür bıyıklar ve kaymak yiyen bir kediyi andıran gülümseme. Cengiz Han’ın, Stalin’in erken bir versiyonu olduğunu hayal edebiliyorum. Kendisini bir Çar’a dönüştürüp dönüştürmeyeceğini ise merak etmemeliyim.
Diktatörler ezici ihtiyaçların giderilememesinden acı çeken insan hamurundan yapılıdır. Avrupa’daki üç diktatör de pek çok açıdan birbirlerinden alabildiğine farklı, fakat hiçbiri liderlik ettiği toplumlardan farklı değil.
Hitler ise tamamen farklı. Hemen hiç bedensel gücü yok. Fizyonomisinin olağanüstülüğü, rüyayı andıran görüntüsünden kaynaklanıyor. Çekoslovakya krizi esnasında çekilmiş fotoğraflarını gördüğümde çok şaşırdım, gözlerinde bir kâhinin bakışları vardı. Hitler’in “mistik şifacı” kategorisine ait olduğuna hiç şüphem yok. Nürnberg’deki parti kongresinde bir konuşmacının söylediği gibi, dünya böylesini Muhammed’den beri görmedi. Yaptıklarını mantıksız, açıklanamaz, akıl almaz ve tuhaf kılan da Hitler’in bu belirgin mistik karakteri. Ama düşünün ki, Nazilerin isimlendirme pratikleri de bariz bir şekilde mistiktir. Nazi Devleti’nin adını alın mesela: Üçüncü Reich diyorlar. Niye peki?
Çünkü Birinci Reich’ın Kutsal Roma İmparatorluğu olduğunu düşünüyorlar, ikincisi Bismarck’ın kurduğu, üçüncüsü Hitler’inki.
Elbette. Fakat başka, derin bir özelliği daha var bu ismin. Kimse Charlemagne’ın krallığına birinci Reich, Bismarck’ınkine ikinci Reich demiyor. Ama Naziler kendilerininkine Üçüncü Reich diyor. Çünkü bu isimde derin bir mistik anlam var: “Üçüncü Reich”, aşağı yukarı her Almana bilinçaltındaki Hıristiyani hiyerarşiyi çağrıştırır. Bu nedenle Hitler, ki en az birkaç kez mistik çağrıların izinde hareket ettiğini söylemiştir, hayatını Üçüncü Reich’a adayan insanlar için sıradan biri olmaktan çok uzaktır.
Gene Üçüncü Reich’ta Wotan kültünün ne kadar yaygınlaştığını düşünün. Wotan kimdi? Rüzgâr tanrısı. Şu ismi düşünün: “Sturmabteilung.” Fırtına birlikleri. Yine rüzgârı görüyorsunuz. Tıpkı gamalı haçın sola doğru dönerek girdap oluşturan bir form olması gibi. Budist sembolizmine göre, bu türlü dönüş anlamsız ve yanlıştır ve bilinçaltına yönelim anlamına gelir. Bu semboller birlikte düşünüldüğünde, Üçüncü Reich, öncülüğünü bir peygamberin üstlendiği bir kitlesel hareket gibi görünür. Bu peygamber, üzerinde rüzgâr, fırtına ve burgaç sembolleri bulunan bir bayrağın altında Alman halkını mantıksız bir duygu kasırgasına ve yalnızca kendisinin, yani kâhinin, peygamberin, Führer’in öngördüğü, hatta onun bile öngörmediği bir kadere sürüklüyor.
Fakat neden Hitler? Yabancılar üzerinde hemen hiçbir olumlu izlenim yaratmayan Hitler’e tüm Almanlar neden bu denli tutkuyla sarılıyor?
Kesinlikle. Yabancılar nadir olarak ondan etkileniyor, ama hemen hemen tüm Almanlar onun etkisi altında. Çünkü Hitler her Almanın bilinçaltının aynası, buna karşılık Alman olmayan hiçbir şeyde herhangi bir yansıma bulmuyor. Bağırarak konuşan biri, Alman ruhunun sessiz fısıltılarını, Alman bilinçaltını kulağının işitebileceği seviyelere dek sesini bu şekilde yükseltiyor.
Hitler, kendi iç sesinden ibarettir. İç sesi de kendi bilinçaltından başka bir şey değildir, ki Alman halkı –onu destekleyenler– kendi benliklerini o sese yansıtmışlardır, o ses, 78 milyon Almanın bilinçaltıdır artık.
Almanlara, özellikle Dünya Savaşı’ndaki yenilgiden sonra, bilinçaltında gerçekten ne düşündüğünü ve ne hissettiğini söyleyen ilk kişidir Hitler. Her Almanın ruhuna renk veren tipik bir aşağılık kompleksini dillendirir. Bayram yerine sürekli geciken küçük erkek kardeşin kompleksi. Hitler’in gücünün kaynağı siyaset değil, sihirdir.
Sihirden ne kastediyorsunuz?
Bunu anlamak için bilinçaltının ne olduğunu anlamalısınız. Zihnimizin ancak kısmen kontrol altında tutabildiğimiz izlenim ve duygulanımlarla yüklü bölgesidir, ayrıca farkında olmadığımız düşünce ve yargılarımız da oraya yerleşir. Bilinçli alımladığımız izlenimlerin ötesinde, duyu organlarımız sürekli olarak her türden gözlemi toplar. Biz bunların farkında değiliz, çünkü genellikle bilincimizin dikkatini çekmeyecek kadar zayıf sinyallerdir. Bilincin hemen altındaki bir katmanda birikirler. Yani tüm bu subliminal gözlemler bilinçaltında kaydedilir, hiçbir şey kaybolmaz.
Biz burada konuşurken, yan odada başka biri neredeyse hiç duyulmayacak bir sesle konuşuyor olabilir. Dikkatinizi ona hiç vermezsiniz, fakat yan odadaki konuşma bilinçaltınıza kaydedilir, hem de bir kayıt cihazı titizliğiyle. Siz burada otururken benim bilinçaltım sizden sonsuz sayıda bilgi toplar, bunların bir kısmının farkında olmasam da birlikte geçirdiğimiz şu kısacık zamanda bilinçaltımın sizinle ilgili öğrendiklerini anlatabilsem şaşırırsınız.
Hitler’in sırrı sizinkinden ya da benimkinden daha geniş bir bilinçaltına sahip olması değil. Onun sırrının iki katmanı var: İlki, bilinçaltının bilinçle temasının alışılmamış düzeyde olması. İkincisi, bilinçaltının hareketlerini yönlendirmesine müsaade etmesi. Sanki, kendisine gizemli bir kaynaktan fısıldanan nasihatlerin izindeymiş gibi davranıyor. Normalde, bilinçaltımız bilince, o da nadiren, rüyalar aracılığıyla temas eder, aklımız bilinçaltımıza itaat etmeye yer bırakmayacak kadar başımızdadır. Örneğin, Chamberlain’in (Britanyalı devlet adamı) durumu büyük ihtimalle böyledir. Fakat Hitler bilinçaltını dinler ve ona itaat eder. Hakiki bir lider de bunu yapar.
Bilinçaltının nasıl çalıştığını onun hareketlerinde görebiliriz. Hitler kendi iç sesinden ibarettir. İç sesi de bilinçaltından başka bir şey değildir, ki Alman halkı –onu destekleyenler– kendi benliklerini o sese yansıtmışlardır, o ses 78 milyon Almanın bilinçaltıdır artık. Onu güçlü yapan da budur. Alman halkı olmasaydı, o da bugün gördüğümüz kişi olmazdı.
Hitler her Almanın bilinçaltının aynası. Bağırarak konuşan biri, Alman ruhunun sessiz fısıltılarını, Alman bilinçaltını kulağının işitebileceği seviyelere dek sesini bu şekilde yükseltiyor.
Bu nedenle, “Arkamda Alman halkı olmasaydı bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım” derken ya da kendisinin bizzat Almanya olduğunu söylerken, kelimesi kelimesine doğruyu söylüyor. Bilinçaltı 78 milyon Almanın ruhunu alımlayabildiği için ve gerek ülkesinde, gerekse dünyadaki siyasi güçler arasındaki dengeyi okuyabildiği için bu kadar güçlü. Şimdiye kadar da bu sayede yanılmadı. Yine bu nedenle, tüm danışmanlarının ve yabancı gözlemcilerin düşüncelerinin aksi istikametinde siyasi muhakemelerde bulunabiliyor. Böylesi bir durum yaşandığında, biliyoruz ki yine bilinçaltında biriken bilgiyle hareket ediyor, oraya erişme konusunda herkesten daha yetenekli. Bu sayede onunkinden başka muhakemelerde bulunan herkesten farklı ve isabetli sonuçlara ulaşabiliyor. Ve tabii, elindeki bu bilginin gösterdiği yolda da hareket ediyor.
Bugüne kadar üç önemli karar verdi ve üçünde de ciddi bir savaş tehlikesi söz konusuydu: Mart 1936’da Rhineland’a, Mart 1938’de Avusturya’ya girdi ve şimdi de Müttefikler’i Çekoslovakya’dan vazgeçmeye zorladı. Bu üç durumda da Hitler’in askeri danışmanlarının, Müttefikler’in direneceği ihtimalini göz önünde bulundurarak ve savaş başlarsa Almanya’nın mutlaka kaybedeceğini düşünerek, yaptığının tam aksi istikamette tavsiyelerde bulunduğunu biliyoruz.
Kesinlikle. Hitler düşmanlarını herkesten daha iyi tahlil edebildi. Silahlı bir direnişle karşılaşması kaçınılmaz gibi görünmesine rağmen, düşmanlarının onunla savaşmayacaklarını biliyordu. Özellikle, Chamberlain Berchtesgaden’e geldiğinde durum buydu. Orada Hitler bu Britanyalı ihtiyar devlet adamıyla ilk kez karşılaştı. Chamberlain, daha sonra Godesberg’de de ifade ettiği gibi, oraya Hitler’e fazla ileri gitmemesini, Britanya’nın savaşacağını söylemeye gelmişti. Fakat Hitler’in onu bugüne kadar yanıltmayan bilinçaltı gözü Britanya başbakanının karakterini isabetle okudu, bu nedenle Londra’dan gelen uyarı ve ültimatomların onun üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktı. Hitler’in bilinçaltı şunu biliyordu –bu tahmin ya da his değil, bilgi: Britanya savaş riskini almayacak. Fakat Hitler’in Spor Sarayı’ndaki konuşmasında ettiği yemini de unutmayalım: Orada, Britanya ve Fransa’nın izni olsun olmasın, 1 Ekim’de Çekoslovakya’ya gireceğini söylemişti. O öylesine kritik bir andı ki, insan Hitler, peygamber Hitler’i izlemekten ilk kez korktu. Sesi ona devam etmesini, her şeyin yoluna gireceğini söylüyordu. Fakat insan aklı ona girdiği yolun ne denli büyük ve ağır tehlikelerle dolu olduğunu hatırlatıyordu. Bu yüzden, Hitler’in sesi ilk kez titredi, nefesi tekledi. Sona doğru konuşması formunu yitirmiş, sesi de kısılmıştı. Böylesi bir anda hangi insan evladı korkmaz ki? Milyonlarca insanın kaderini değiştiren bir konuşmayı yaparken ölesiye korkan, ancak bunu göstermemeye çalışan biri gibiydi, çünkü emri kendi iç sesinden almıştı.
O meselede sesi onu yanıltmadı. Fakat bundan sonra onu yanıltmayacağını kim bilebilir? Eğer sesi onu yanıltmazsa, önümüzdeki birkaç yıl tarihe ilginç bir şekilde geçecek. Çek zaferinden sonra söylediği gibi, Almanya bugün kendi geleceğinin sınırında duruyor. Bu da her şeyin daha yeni başladığı anlamına geliyor. Eğer sesi ona Alman halkının Avrupa’nın ve belki de dünyanın efendisi olmaya yazgılı olduğunu söylüyorsa, üstelik de yanılmamaya devam edecekse, hayli ilginç bir zaman dilimine giriyoruz, öyle mi?
Evet, görünen o ki, Alman halkı şimdilik kendi Mesih’ini bulduğuna inanıyor. Bir şekilde, Almanların şimdi sergiledikleri tutum, geçmişteki Yahudilerin tutumlarıyla büyük bir benzerlik gösteriyor. Almanlar, Dünya Savaşı’nda yenildiklerinden beri, bir Mesih, bir kurtarıcı bekliyorlardı. Bu, aşağılık kompleksi olan toplumların özelliklerinden biridir. Yahudiler de coğrafi ve politik nedenlerle bu komplekse kapılmışlardı. Dünyanın her iki tarafından fetihçilerin arzu ettikleri bir bölgede yaşıyorlardı ve Babil’deki sürgünden döndükten sonra Romalılar tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarında avutucu bir Mesih beklentisine tutundular. Bu Mesih tüm Yahudileri bir araya getirerek bir millete dönüştürecek ve nihayet onları kurtaracaktı.
Almanların aşağılık kompleksleri de benzer sebeplerden kaynaklanıyor. Tuna vadisinden çok geç çıkıp geldiler ve Fransızlarla İngilizlerden çok geç bir zamanda uluslaşmaya başladılar. Sömürgecilik ve imparatorluk kurma yarışına da çok geç girdiler. Derken, nihayet bir araya gelebildiler ve bir ulus inşa ettiler, etraflarına baktıklarında İngilizlerin, Fransızların ve diğerlerinin çoktan zengin sömürgeler edindiklerini ve erişkin ulusların tüm donanımlarına eriştiklerini gördüler. Kıskanmaya başladılar, tıpkı küçük erkek kardeşin mirastan aslan payını alan ağabeylerini kıskandığı gibi.
Hitler’in sırrının iki katmanı var: İlki, bilinçaltının bilinçle temasının alışılmamış düzeyde olması. İkincisi bilinçaltının hareketlerini yönlendirmesine müsaade etmesi. Sanki, kendisine gizemli bir kaynaktan fısıldanan nasihatlerin izindeymiş gibi davranıyor.
Bu, Alman aşağılık kompleksinin orijinal kaynağıydı ve nitekim bugünkü siyasi düşüncenin ve gidişatın şekillenmesinde de çok belirleyici bir rol oynadı. Görüyorsunuz, halkından bahsetmeden Hitler’den bahsetmek mümkün değil, çünkü Hitler Alman halkından ibaret.
Bu düşünceye ABD’deyken ulaştım, orada Almanya’yla ilgili ilginç bir coğrafi teşbih yapabildim. ABD’nin Doğu Sahili’nde “yoksul, görgüsüz beyaz” adı verilen bir topluluğun/sınıfın varlığından haberdar oldum ve öğrendim ki, bu insanlar büyük ölçüde ilk yerleşimcilerin torunları; kimileri İngiliz isimleri taşıyordu. “Yoksul, görgüsüz beyaz”lar, yeni bir enerji ve kararlılıkla gelenler atlı arabalarına binip Batı’ya ilerlerken geride kalanlardı.
Derken, Orta Batı’da ABD’nin en istikrarlı kesimi diyebileceğimiz topluluklarla karşılaştım, yani psikolojik anlamda en dengeli olanlarla. Uzak Batı’nın kimi yerlerinde ise en dengesiz olanlar yaşıyordu.
Bana öyle geliyor ki, Avrupa’ya Britanya’yı da dahil ederek bir bütün olarak ele alırsak, İrlanda ve Galler Batı Sahili’ni andırır. Keltler renkli hayal dünyalarına sahiptir. İngilizler ve Fransızlar, Orta Batı’ya karşılık gelir, psikolojik olarak istikrarlı insanlardır. Fakat söz konusu Almanya ve ötesi, Slav mujikler olduğunda, “yoksul, görgüsüz beyaz”la karşılaşırsınız. Mujikler sabahları kalkamayıp bütün günü uykuda geçiren insanlar. Ve Almanlar, kapı komşuları, sabah kalkabilirler, ama geç uyanırlar. Bugün bile Almanların Almanya’yı kendi karikatürlerinde nasıl resmettiklerinin farkında mısınız?
Evet, “Miskin Michael”, geceliği ve başında takkesiyle gezen uzun boylu, cılız adam.
Doğru. “Miskin Michael” dünya sömürge imparatorlukları arasında pay edilirken uyudu ve bu nedenle bir aşağılık kompleksi edindi. Onları Dünya Savaşı’na ikna eden de buydu ve tabii savaşı kaybedince aşağılık kompleksleri daha da büyüdü. Ve nihayet bir Mesih arzusu geliştirdiler, o yüzden şimdi bir Hitler’leri var. Eğer Hitler gerçek Mesih değilse, Eski Ahit’teki peygamberlerden biri gibi olur: Misyonu kavmini birleştirmek ve vaat edilmiş topraklara gitmek için onların önüne düşmektir. Bu da Nazilerin neden kendi putperestlikleri dışındaki tüm dinlerle savaş halinde olduğunu açıklar. Hiç şüphem yok ki, katolik ve protestan kiliselerine karşı başlattıkları kampanya acımasız ve fasılasız bir enerji doğuracak. Bunun sebebi ise, Nazi bakış açısından, onların yerine Hitlerizm adını verdikleri yeni bir dini geçirmelerinden başka bir şey değil.
Hitlerizmin Almanya için, Muhammediliğin Müslümanlar için olduğu gibi kalıcı bir dine dönüşebileceğini düşünüyor musunuz?
Bunun gayet mümkün olduğunu düşünüyorum. Hitler’in “dini” Muhammediliğe en yakın din: Gerçekçi, dünyevi, bu dünyada azami ödül öneriyor. Müslümanlarınkine benzer bir Valhalla (bir tür yeryüzü cenneti) inşa edilirse muteber Almanlar oraya gider ve günlerini gün eder. Muhammedilik gibi, bu din de kılıcın erdeminden söz ediyor. Hitler’in ilk düşüncesi halkını güçlendirmekti, çünkü ona göre Aryan Alman kabiliyet, kas ve çelikle desteklenmeyi hak ediyordu.
Elbette, kelimeyi genellikle kullandığımız mânâda ruhani bir dinden söz etmiyoruz. Fakat Hıristiyanlığın ilk günlerini hatırlayın, kilise mutlak iktidarı talep ediyordu –hem ruhani hem fani (dünyevi) iktidarı! Bugün kilise böyle bir iddiada bulunamaz, fakat bu iddia yalnız dünyevi değil, ruhani iktidar da talep eden totaliter devletler tarafından devralınmış durumda.
“Miskin Michael” dünya sömürge imparatorlukları arasında pay edilirken uyudu ve bu nedenle bir aşağılık kompleksi edindi. Onları Dünya Savaşı’na ikna eden de buydu ve tabii savaşı kaybedince aşağılık kompleksleri daha da büyüdü. Ve nihayet bir Mesih arzusu geliştirdiler, o yüzden şimdi bir Hitler’leri var.
Bana öyle geliyor ki, Berlin üzerinde tesiri olmayan, uzak Alman toplulukların Hitlerizmi benimsemeleri de yine Hitlerizmin dini niteliğinin yarattığı bir tesadüf. Güney Amerika’daki, Şili’deki Alman topluluklara bakın.
Diktatörlerle ilgili akılda tutulması gereken kural şu: Zulme uğrayan zulmeder. Diktatörler, diktatörlüğe yol açan koşulların çilesini çekmiş insanlardır. Mussolini ülkesi tam bir kaos halindeyken ortaya çıktı, işçiler denetimden çıkmış, Bolşevizm tehdidi insanları dehşete düşürmüştü.
Hitler ekonomik krizin Almanya’daki yaşam standartlarını iyice düşürdüğü ve işsizliğin tahammül edilebilir seviyenin üstüne çıktığı bir ortamda geldi; döviz yükselmiş, göreli bir istikrar sağlanmasına rağmen orta sınıfı yoksullaştırmıştı. Hem Hitler hem de Mussolini güçlerini halklarından aldılar ve bu nedenle o güçten vazgeçemezlerdi. Hem Hitler’in hem de Mussolini’nin büyük oranda alt-orta sınıflar, işçiler ve çiftçiler tarafından desteklenmiş olmaları da hayli enteresandır.
Diktatörlerin hangi koşullarda güç elde ettikleri meselesine dönersek: Stalin, Lenin’in ölümünden sonra geldi. Lenin, Bolşevizmin biricik yaratıcısı, partiyi ve ülkeyi lidersizliğe ve belirsiz bir geleceğe terk etti. Bu nedenle diktatörler ezici ihtiyaçların giderilememesinden acı çeken insan hamurundan yapılıdır. Avrupa’daki üç diktatör de pek çok açıdan birbirlerinden alabildiğine farklı, fakat hiçbiri liderlik ettiği toplumlardan farklı değil.
Almanların Hitler hakkındaki düşünceleri ve hisleriyle İtalyanların Mussolini hakkındaki düşünce ve hislerini karşılaştırın. Almanlar kolay etkilenen insanlar. Aşırı uçlara kolay çekilir ve daima bir miktar dengesizdirler. Kozmopolittirler, dünya yurttaşıdırlar, milli kimliklerini kolayca unuturlar; başka milletleri taklit etmekten hoşlanırlar. Her Alman erkek bir İngiliz centilmen gibi giyinmekten hoşlanır.
Hitler öyle değil. Daima kendi tarzında giyiniyor.
Kesinlikle. Çünkü Hitler Almanlarına “artık Tanrı sizinle, artık Alman olmaya başlayın” diyor. Almanlar yeni fikirlere aşırı açık insanlardır, yeni bir şey duyduklarında hemen hiç sorgulamadan onu olduğu gibi kabul edebilir ve bir müddet o fikir tarafından yönetilirler. Fakat bir süre sonra o fikri aynı şiddetle çöpe atar ve yeni bir fikir benimseyebilirler, muhtemelen bu yeni fikir öncekiyle taban tabana zıt olacaktır. Siyasi hayatlarını da böyle yönetiyorlar.
İtalyanlar daha istikrarlı. Müsrif fikirler karşısında kolayca baştan çıkmıyorlar, halbuki Almanlar bunu her gün yapıyor. Yani İtalya’da, Almanya’da olmayan bir denge ruhu var. İtalya’da Faşistler gücü ele geçirdiklerinde, Mussolini kralı tahtından etmedi. Çünkü bir fikrin esrimesiyle değil, elindeki çekiçle hareket ediyordu. İtalya’yı, istediği şekli verebilmek için dövdü durdu, tıpkı bir demircinin at nallarken yaptığı gibi.
Hitler’le Mussolini arasındaki fark nasıl da şaşırtıcı. Mussolini’nin bedensel enerjisi ve esnekliği sıcak, insani ve bulaşıcı. Hitler’le korkarsınız. Çünkü bu adama tek kelime edemeyeceğinizi bilirsiniz. Çünkü karşınızda biri yok. O bir adam değil, bir kolektif. Bir kişi değil, bütün bir millet.
Mussolini’nin ve İtalya’nın bu farkı, Faşistlerin Yahudilere olan muamelesinde de ortaya çıkıyor. Yahudilere zulmetmeye ilk günden başlamadılar. Şimdi bile, birçok sebeple antisemitik bir kampanyaya başlamış olsalar da, bunu belirli bir seviyenin altında tutuyorlar. Mussolini’nin antisemitizme bu saatten sonra yönelmesinin sebebinin, dünya Yahudiliğinin, mesela Fransa’daki Léon Blum’un (Fransız Halk Cephesi lideri, komünist yazar ve siyasetçi) faşizme karşı etkili bir güç olabileceğine ikna olması olduğunu düşünüyorum. Tabii Hitler’le arasındaki bağı da güçlendirmek istedi.
Görüyorsunuz, Hitler bir şifacı, bir tür ruhani araç, bir tür ham-ilah, daha iyi bir ifadeyle, bir mit. Mussolini bir insan ve bu nedenle faşist İtalya’daki her şey işlerin vahiyle yürütüldüğü Nazi Almanya’sındakinden daha insani bir şekle sahip.
Duçe ve Führer’i Berlin’de bir aradalarken gördüm. Mussolini resmi bir ziyaret yapıyordu. Şanslıydım, bulunduğum yer onlardan yalnızca birkaç metre mesafedeydi. Dolayısıyla onları iyice gözleyebildim. Kaz adım yürüyüş (resmigeçit yürüyüşü) esnasında Mussolini’nin yüz ifadesini görmek eğlenceliydi. O sahneyi görmemiş olsaydım, ben de herkes gibi, Alman kaz adımlarını İtalyan ordusuna almasının sebebinin Hitler’i taklit etmek olduğu yanılgısına düşebilirdim. Ve bu beni hayal kırıklığına uğratırdı, çünkü Mussolini’nin kendince bir tarzı olduğunu düşünüyorum, belli meselelerde zevk sahibi özgün bir adamın tarzı var onda. Yani mesela, Duçe kralı yerinde tutacak bir tarza sahip. Ayrıca, kendisi için seçtiği unvan da bunu gösteriyor. Eski Venedik’ten Dük’ü ya da Doç’u aynen almak yerine, Duçe diyor kendisine. Duçe sıradan bir İtalyanca kelime, lider anlamına geliyor. Bu da yine zevk sahibi olduğunu gösteren tarzın bir ürünü.
Mussolini’yi kaz yürüyüşünü ilk gördüğü gün izledim. Küçük bir çocuğun sirkte hissedebileceği türden bir coşkuya kapılmıştı. Süvariler geldi ve davul sokağın bir ucundaki yerini alıp gösterisine başladı. Mussolini’nin Hitler’den daha çok zevk aldığı her halinden anlaşılıyordu. Davulcu bu tören esnasında orkestranın etrafında dönmeli ve her iki eli davulla meşgul olduğu için bunu yalnızca dizlerinin basıncıyla, atın dizginlerine dokunmadan yapmalıdır. Oradaki gösteride davulcu bunu çok iyi yaptı ve Mussolini kahkahalarla gülmeye ve alkışlamaya başladı. Roma’ya döndüğünde kaz yürüyüşünü İtalyan ordusunun törenlerine dahil etti. Bunu estetik zevk için yaptığını düşünüyorum.
Hitler’i kişilik üzerinden bir yaklaşımla açıklayamazsınız, tıpkı büyük bir sanat eserini sanatçının kişiliğiyle açıklayamayacağınız gibi. Büyük bir sanat eseri zamanın ürünüdür, sanatçının yaşadığı zamandaki haliyle tüm dünyanın.
Mussolini ile karşılaştırdığımızda Hitler kumaş giydirilmiş ahşap iskele hissi verdi; maske geçirilmiş bir otomat, bir robot gibi, bir robotun maskesi gibi. Bütün gösteri boyunca asla gülmedi, kötü bir şaka gibi sertti, somurtup durdu. Hiçbir insani emare göstermedi. Yüz ifadesi insanlıktan nasibini almamış, mizah duygusundan yoksun, ama hedefe kilitlenmiş birinin ifadesiydi. Bana gerçek bir insanın kopyası gibi göründü, gerçek Hitler de onun içinde bir eklenti gibi duruyor sanki ve belli ki işleri yürüten mekanizmaya halel getirmemesi için çok derinlere hapsedilmiş durumda.
Hitler’le Mussolini arasındaki fark nasıl da şaşırtıcı. Mussolini’den hoşlanmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Bedensel enerjisi ve esnekliği sıcak, insani ve bulaşıcı. Mussolini ile kendinizi evinizde hissedebilirsiniz, çünkü bir insanla yan yanasınız. Hitler’leyken ise korkarsınız. Çünkü bu adama tek kelime edemeyeceğinizi bilirsiniz. Çünkü karşınızda biri yok. O bir adam değil, bir kolektif. Bir kişi değil, bütün bir millet.
Onun tek bir arkadaşı bile olmadığı yolundaki dedikoduların kelimesi kelimesine doğru olduğunu düşünüyorum. Bir milletle nasıl samimi konuşulur ki? Hitler’i kişilik üzerinden bir yaklaşımla açıklayamazsınız, tıpkı büyük bir sanat eserini sanatçının kişiliğiyle açıklayamayacağınız gibi. Büyük bir sanat eseri zamanın ürünüdür, sanatçının yaşadığı zamandaki haliyle tüm dünyanın. Sanatçı kendisini çevreleyen milyonlarca insanın ve binlerce düşünce akımının ve eylemliliğin kuşatması altında vermiştir eserini.
Bu nedenle, yalnızca bir insan olan Mussolini’nin kendi yerine geçecek birini bulması Hitler’in bulmasından daha mümkün. Şansı da yaver giderse, Mussolini yerini alacak birini bulabilir. Fakat Hitler’in bunu yapabileceğini hiç sanmıyorum.
Peki ya Hitler evli olsaydı?
Evlenemez. Evlenseydi Hitler olamazdı. Hitler olmaktan vazgeçerdi. Ama bunu yapmasına ihtimal yoktu. Bunun onun cinsel yaşamını tamamen Dava’ya kurban ettiği anlamına gelip gelmediğini ise şimdi sorgulamamalıyım.
Bu, şef-lider tipinde daha az rastlanan bir durum olsa da, özellikle şifacı-lider tipinde alışılmamış bir durum değil. Mussolini ve Stalin’in cinsel hayatlarının tamamıyla normal olduğu anlaşılıyor. Hitler’in hakiki tutkusu ise elbette Almanya. İnanılmaz bir anne kompleksi olduğunu söyleyebilirsiniz, bu da onun bir kadının ya da bir fikrin hâkimiyeti altında olduğu anlamına gelir. Fikir daima dişildir. Zihin dişildir, çünkü baş, beyin yaratıcıdır, tıpkı bir rahim gibi, dişildir. Bir erkeğin bilinçaltı daima bir kadın tarafından temsil edilir, bir kadınınki ise erkek tarafından.
Kişisel hırs dediğimiz şeyin bu üç diktatörün oluşmasındaki rolü ne kadar önemlidir?
Hitler’in ortaya çıkışında çok küçük bir rolü olduğunu söyleyebilirim. Hitler’in ortalama bir erkekten daha hırslı olduğunu düşünmüyorum. Mussolini ortalamanın üzerinde hırslı, fakat bu onun gücünü açıklamaya yetmez. O, aynı zamanda milli bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünüyor. Hitler Almanya’yı yönetmiyor. O basitçe, mevcut eğilimlerin bir timsali. Onu tekinsiz ve psikolojik açıdan enteresan kılan da bu. Mussolini İtalya’yı bir dereceye kadar yönetiyor, onun ötesinde İtalyan halkının bir aygıtı konumunda.
Stalin farklı. Onun baskın özelliği karşı konulmaz kişisel hırsı. Kendisini Rusya’yla özdeşleştirmiyor. Rusya’yı herhangi bir çar gibi yönetiyor. Unutmayın, sonuçta o bir Gürcü.
Stalin’in bu yolu seçmesinin sebeplerini nasıl açıklarsınız? Bana öyle geliyor ki, Stalin sıkıcı olmaktan çok uzak, çok esrarengiz biri. Sonuçta, hayatının büyük bir bölümünü Bolşevik bir devrimci olarak geçirdi. Ayakkabı tamircisi babası ve dindar annesi onu dini okula gönderdi. İlkgençliğinde devrimci oldu ve ondan sonraki 25 yıl boyunca Çar ve Çar’ın polisiyle mücadele etmek dışında pek bir şey yapmadı. Defalarca hapsedildi ve defalarca hapisten kaçtı. Hayatı boyunca Çar’ın tiranlığına karşı savaşmış birinin bir Çar’a dönüşmesini nasıl açıklarsınız?
Bu çok önemli. Çünkü daima kendisine karşı savaş verdiğiniz şeye dönüşürsünüz. Roma’nın askeri gücünü alaşağı eden neydi? Hıristiyanlık. Çünkü Romalılar Yakın Doğu’yu fethettiler ve Yakın Doğu’nun dini tarafından fethedildiler.
Bir şeye karşı savaşırken ona çok yaklaşırsınız, o da size bulaşır. Çarizmi yenmek istiyorsanız onu çok iyi tanımak zorundasınız. Derken, Çar olmaya doğru çekilir ve bizzat kendiniz Çar olursunuz, vahşi hayvan avcılarının barbarlaşmasına benzer bu durum. Bir tanıdığım var. Yıllarca spor niyetine avlandıktan sonra, hayvan öldürmek için makineli tüfek kullandığı için tutuklandı. Zamanla, tıpkı öldürdüğü panterler ve aslanlar gibi kan-şehvetine kapıldı. Stalin Çar’ın kanlı iktidarına karşı çok mücadele etti ve şimdi tıpkı bir Çar gibi hareket ediyor. Bence artık Stalin’le Korkunç İvan arasında hiçbir fark kalmadı.
Ama bir yandan da Sovyetler Birliği’nde yaşam kalitesinin dikkate değer bir şekilde yükseldiğini gözlemliyoruz ve 1933’teki kıtlıktan bu yana yükselmeye de devam ediyor. Buna ne dersiniz?
Stalin iyi bir yönetici ve aynı zamanda bir Çar olabilir. Rusya gibi zengin kaynaklara sahip bir ülkenin refah seviyesinin yükselmesi mucize değildir. Fakat Stalin pek orijinal sayılmaz, kendisini herkesin gözleri önünde, hiç saklamaya ihtiyaç duymaksızın, bu denli kabaca bir Çar’a dönüştürmesi de yine bir zevksizlik örneği. Bu hal sahiden proleterce.
Bana hâlâ Stalin’in nasıl olup da sadık bir Komünist Parti üyesinden, diğerkâm idealler için çalışan bir emekçiden bir iktidar meraklısına dönüştüğünü açıklamadınız.
Bence Stalin 1917 devrimi esnasında değişti. O zamana kadar muhtemelen fedakârca çaba gösteriyordu iyi bir dava için. Muhtemelen kendisi için güç istemek aklına bile gelmedi. Çünkü kendisi için güç elde edecek bir şansın gölgesine bile sahip olacağını düşünmemişti. Böyle bir soru mevcut bile değildi onun için. Fakat devrim esnasında Stalin gücün nasıl ele geçirildiğini gördü. Eminim kendi kendisine mahcubiyetle “Fakat bu iş bu kadar kolay mı?” diye sormuştur. Lenin’i ve diğerlerini tüm gücü ellerine geçirirken izlemiş ve kendi kendine şöyle demiştir: “Ha, demek böyle yapılıyor. Peki o zaman, ben onlardan daha iyi yaparım. Yapman gereken tek şey önündekini alaşağı etmek.”
Hitler evlenemez. Evlenseydi Hitler olamazdı. Hitler olmaktan vazgeçerdi. Mussolini ve Stalin’in cinsel hayatlarının tamamıyla normal olduğu anlaşılıyor. Hitler’in hakiki tutkusu ise elbette Almanya. İnanılmaz bir anne kompleksi olduğunu söyleyebilirsiniz, bu da onun bir kadının ya da bir fikrin hâkimiyeti altında olduğu anlamına gelir. Fikir daima dişildir.
Lenin yaşasaydı, büyük ihtimalle onu da alaşağı ederdi. Onu hiçbir şey bundan alıkoyamazdı, şimdi olduğu gibi. Tabiatıyla, ülkesinin zengin olmasını istiyor. Ne kadar zengin ve büyük bir ülkesi olursa o da o kadar büyük olur. Fakat, tüm enerjisini ülkesinin zenginleşmesine vakfedecek biri de değil. Bunun için önce kişisel hırslarının tatmin olması gerekiyor.
Fakat şu anda tüm gücü ele geçirdiğine şüphe yok.
Evet ve bu gücü elinde tutmaya devam edecek. Bir kurt sürüsünün kuşatması altında. Sürekli uyanık olmak zorunda. Ona büyük bir teşekkür borcumuz olduğunu da söylemeliyim!
Neden?
Bütün dünyaya komünizmin eninde sonunda diktatörlüğe dönüşeceği gerçeğini uygulamada mükemmel bir örnekle gösterdiği için. Fakat bunu şimdi bir kenara bırakalım da, müsaade edin, size önerdiğim terapiyi anlatayım. Bir doktor olarak, yalnızca teşhis koymak ve analiz yapmakla yetinemem, tedavi de önermek zorundayım. Daha çok Hitler ve Almanlar hakkında konuştuk, çünkü mukayese kabul etmez önemde bir diktatörlük fenomeni sergiliyorlar. İşte bu nedenle tedavi de önermeliyim. Bu tip insanlarla uğraşmak bir hayli zordur. Üstelik aşırı derecede de tehlikelidir. Dürtüleriyle hareket eden insan tipinden söz ediyorum.
Yüksek bir gücün etkisi altında hareket eden bir hastam olduğunda, Hitler’in iç sesi örneğinde olduğu gibi, içindeki bir güçtür bu, o sese itaat etmemesini söylemekten çekinirim. Ben söylesem bile o itaat etmeye devam edecektir. Hatta öncekinden daha da kararlı bir şekilde sürdürecektir bu itaat ilişkisini. Yapabileceğim tek şey, o sesi yorumlayarak, hastayı kendisine ve topluma daha az zarar vereceği şekilde yönlendirmek olur. Bu, o sesi hiç yorumlamadan itaat etmesinden iyidir.
Mevcut durumda, Batı’daki demokrasiyi koruyabileceğimiz tek yol –Batı dediğimde ABD’yi de kastediyorum– Hitler’i durdurmaya çalışmak değil. Onun yerine, Hitler’i yönlendirebilirsiniz. Onu, herkesin başına büyük bir felaket getirmeden durdurmanız mümkün değil. Sesi ona Alman toplumunu birleştirmesini ve daha iyi bir gelecek için onlara liderlik etmesini söylüyor; dünyada daha büyük bir yere, zafere ve refaha. Onu bu yoldan alıkoyamazsınız. Yapabileceğiniz tek şey, genişleyebileceği yeni alanlara doğru yönlendirmektir. Bana kalsa ona Doğu’ya gitmesini söylerdim. Dikkatini Batı’dan uzaklaştırır, başka tarafa bakmaya teşvik ederdim. Mesela, bırakın Rusya’ya gitsin. Hitler için en mantıklı tedavi bu.
Almanya’nın Afrika’dan küçük ya da büyük bir lokmayla yetineceğini sanmıyorum. Almanya büyük sömürge imparatorlukları olan Britanya ve Fransa’ya bakıyor ve hatta Libya’yı ve Etiyopya’yı sömürgeleştiren İtalya’ya. Kendi büyüklüğünü düşünüyor sonra; 78 milyonluk Almanya’yı 45 milyonluk Britanya’yla ve 42 milyonluk İtalya’yla mukayese ediyor. Bu mukayesenin sonunda da Almanya’nın dünyadaki üç büyük Batılı güçten daha büyük bir yere sahip olması gerektiği neticesine varıyor. Bugün Batı’da yaşayan birkaç milleti yok etmeden bu düşü nasıl gerçekleştirebilir? Öyleyse yönlendirilebileceği tek bir alan kalıyor, o da Rusya.
Rusya’yla karşı karşıya kalırsa Almanya’ya ne olur?
Bu onun sorunu. Bizim meselemiz Batı’yı korumaktan ibaret. Bugüne kadar Rusya’yı ısırmaya kalkıp da pişman olmayan kalmadı. Kolay hazmedilebilen bir lokma değil. Bu yemeği bitirmek Almanların en az yüz senesine mâlolur. Bu arada biz de güvende oluruz, “biz”den kastım tüm Batı medeniyeti.
İçgüdülerim bana Batılı devlet adamlarının şu haldeyken Almanya’ya dokunmamaları gerektiğini söylüyor. Çünkü çok tehlikeli. Stalin’in içgüdüleri ona Avrupa milletleri savaşarak birbirlerini yok ettikten sonra gelip kemikleri toplamanın daha iyi olacağını söyledi ve haklıydı. Bu sayede Sovyetler Birliği’ni koruyabildi. Çekoslovakya ya da Fransa’nın yanında savaşa gireceğini sanmıyorum. Tabii en sonunda iki tarafın da yorgunluğundan fayda sağlayabileceğini görene kadar.
Hitler’in ortalama bir erkekten daha hırslı olduğunu düşünmüyorum. Mussolini ortalamanın üzerinde hırslı, fakat bu onun gücünü açıklamaya yetmez. O aynı zamanda milli bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünüyor. Stalin farklı. Onun baskın özelliği karşı konulmaz kişisel hırsı. Kendisini Rusya’yla özdeşleştirmiyor. Rusya’yı herhangi bir çar gibi yönetiyor.
Yani diyorum ki, Almanya’yı bir hasta, Avrupa’yı da hastanın ailesi ve komşusu gibi gördüğümde, çıkar yolun onu Rusya’ya yönlendirmek olduğunu düşünüyorum. Orada toprak çok, dünya yüzölçümünün altıda biri. Birinin bir ısırık toprak almasından Rusya’nın rahatsız olacağını sanmıyorum, ama dediğim gibi, buna kalkışan kimse de iflah olmadı şimdiye kadar.
Demokratik ABD’yi nasıl koruyacağız? Elbette korunmalı, aksi halde hepimiz kaybederiz. ABD bu çılgınlıktan uzak durmalı ve salgından korunmalı. Ordunu ve donanmanı büyük tut, ama onları koru. Savaş başlarsa da bekle… ABD, dünya barışı için ya da vakti geldiğinde savaşmak için silahlı kuvvetlerini büyütmeli. ABD, Batı demokrasisinin son mercii.
Fakat Batı Avrupa, Almanya’yı Doğu’ya yönlendirerek nasıl korunabilir ki? Britanya ve Fransa kurulmakta olan Çekoslovakya’nın garantörü durumunda. Almanya bu bakiye devleti egemenliği altına almaya kalkışırsa savaş çıkmayacak mı?
Britanya ve Fransa, Çekoslovakya için üstlendikleri garantörlüğü, Fransa’nın aynı ülke için daha önce de üstlendiği garantörlük şerefinden daha fazla önemsemeyecekler. Hiçbir millet sözünde durmaz. Bir millet büyük, kör bir kurttur. Ve neyin peşindedir? Muhtemelen, kaderinin. Bir milletin şerefi olmaz, tutulacak sözü de yoktur. İşte bu yüzden eski günlerde kralların şereflerine ve sözlerine güvenmeye çalışırdı insanlar.
Bilmiyor musunuz, dünyanın en zeki yüz kişisini alın, bir araya getirin, elinize ahmak bir çeteden daha fazlası geçmez. On bin en zeki insan bir araya geldiklerinde bir timsahın zekâsından fazlasını üretemez. Hiç başınıza gelmedi mi, bir akşam yemeğine ne kadar çok insan davet ederseniz muhabbet de o kadar ahmaklaşır. Bir kalabalığın her üyesinde var olan nitelik kümeleşir ve kalabalığın baskın niteliği haline gelir.
Herkes erdemli değildir, ama herkeste hayvani içgüdüler bulunur; basit ilkel mağara adamının aklından geçenler, barbarın şüpheleri ve kısır özellikleri. Sonuç şudur: Milyonlarca insandan oluşan bir millet oluşturduğunuzda, o topluluk artık bir insan bile değildir. Kertenkele, timsah ya da kurttur. Bir milletin devlet adamı, o milleti oluşturan hayvani kitlesel ahlâktan daha fazlasına sahip değildir. Demokratik ülkelerde kimi devlet adamları bir nebzecik daha iyi olmaya, davranmaya kalkışabilir.
Modern dünyadaki tüm devlet adamlarından daha da çok Hitler için şunu söylemek mümkün. Herhangi bir uluslararası müzakere, anlaşma ya da antlaşmada, Almanya’nın çıkarlarıyla çelişen herhangi bir sözünde durmasını beklemek mümkün değil. Çünkü Hitler o milletin kendisi. İşte bu yüzden Hitler sürekli yüksek sesle konuşmak zorunda, şahsi görüşmeleri esnasında bile. Çünkü o ses 78 milyonun sesi.
Bir millet işte budur: Bir canavar. Herkes korkmalıdır bir milletten. Korkunç bir şeydir. Böyle bir yaratık nasıl şerefli olur ya da sözünde durur? İşte bu yüzden daha küçük milletleri destekliyorum. Küçük milletler küçük felaketler demektir. Büyük millet ise büyük felaketler.
Telefon çaldı. Yaprak kıpırdamayan, alabildiğine sakin bir gündü ve Doktor Jung’u arayan hastanın ne dediğini duyabiliyordum. Ağlıyor ve yatak odasındaki fırtınanın ayaklarını yerden kesmek üzere olduğunu söylüyordu. Doktor Jung ona, “Yere yat, güvende olacaksın” diye tavsiyede bulundu. Sert diktatörlük rüzgârlarının estiği bir zamanda demokrasinin kaynağı olan Avrupa ve ABD’ye de Jung aynı tavsiyeyi veriyor.
Kaynak: C.G. Jung Speaking: Interviews and Encounters, Princeton University Press, 1977
Express, sayı 168, Mart-Mayıs 2019