“Rivayetti, efsane oldu…” 1966 eylülünde isimsiz bir müzisyen olarak İngiltere’ye giden Hendrix’in 1967 yazında ülkesine dönüşü –klişenin tam yeri– “muhteşem olmuştu”. Monterey Festivali’nde “Hey Joe”, “Wind Cries Mary”, “Purple Haze”, “Red House, “Stone Free” gibi Atlantik’in öteki yakasında patlayan parçalarının yanısıra, Howlin’ Wolf, B.B. King ve Bob Dylan cover’larıyla Los Angeles Times’a “rivayetti, efsane oldu” dedirtmişti. Aradan 33 yıl geçti, “efsaneydi, rivayet oldu” –üstelik 90’larda, 80’lerde filan değil, daha 70’lerde, vefatından çok kısa bir süre sonra. “Neden”i, “niçin”i bir yana, 2000’lerden bir enstantane –aynıyle vaki: “Hendrix mi? Odamda posteri var. Müziği mi? Hiç dinlemedim…” Burası İstanbul, New York veya Londra olsa da pek farketmez herhalde. Edebiyat klasikleri için söylenen onun için de geçerli gibi: “Herkes bilir, kimse okumaz…”
“Jimi ‘hızlı parmaklar’ hikâyesi değildi. O zamanlar da, şimdiki gibi, ortalık hızlı parmaklı heriflerle kaynıyordu. Jimi hızlı parmaklardan ibaret olsaydı, bugün hâlâ onu konuşuyor olmazdık…”
Jimi’yi nasıl biliriz? Poster olarak biliriz, “gitar sihirbazı” olarak biliriz, “overdose”dan gittiğini, belki birkaç hit şarkısını biliriz… Ve severiz.
Niye severiz? Koskocaman bir soru işareti. Kestirmeden bir cevap: Che’yi sevdiğimiz gibi severiz.
Jimi’den hazzetmeyenler de vardır tabii, ama Che’yi sevip onu sevmeyen pek yoktur herhalde. Ona “müziğin Che’si” desek çok mu mübalağa olur? Bu iki efsanenin imgeleri ortak bir şeyi imlemiyor mu? Ortak bir kader –kedersizlik mi demeli– de var galiba: Bir postere –bir “poz”a– hapsolmak… Ya da tek bir boyuta indirgenmek. Che’ninki “gerilla savaşı”ydı, Jimi’ninki “gitar sihirbazlığı”.
“Jimi ‘hızlı parmaklar’ hikâyesi değildi. O zamanlar da, şimdiki gibi, ortalık hızlı parmaklı heriflerle kaynıyordu. Jimi hızlı parmaklardan ibaret olsaydı, bugün hâlâ onu konuşuyor olmazdık…”
Crosstown Traffic adlı Hendrix biyografisinin yazarı Charles Shaar Murray’in bu sözlerinin altını çizmek gerekiyor. Fairport Convention’ın efsanevi gitaristi Richard Thompson’ınkileri de: “O bir gitarist-vokalistti. Söyleyişi de, gitar çalışı gibiydi. Bu bakımdan Louis Armstrong gibi caz şarkıcısı geleneğinin temsilcilerine benziyordu… Ondan önce de, sonra da teknik anlamda daha iyi gitaristler oldu hep. Ama Jimi, modern cazın veya 20. yüzyıl klasik müziğinin unsurlarını bir hit’e, 45’lik bir plağa sığdırabiliyordu. Charlie Parker gibi müthiş bir melodi ustasıydı. Müziğinin merkezinde melodi vardı…”
Peki Jimi ne diyordu? 1970 kışında, Rolling Stone’la yaptığı söyleşiye buyrun: “Çoğunlukla kafamdaki müziği gitara aktaramıyorum. Hayal kurarken ya da tefekküre daldığımda kulağıma gelen müziği gitara aktardığımda aynı şey olmuyor. O müziği bir arada tutabilecek kadar iyi gitar çalamıyorum.”
Blues, kırmızı, mor, sarı
Uncut dergisi Hendrix’in 30. ölüm yıldönümünde şu yorumu yapıyordu: “Jimi Hendrix gelmiş geçmiş en büyük rock star’ıdır. Daha iyi şarkıcılar, daha iyi şarkı yazarları, onun kadar ilham kaynağı olmuş ikonlar, onunki kadar önemli yeniliklere imza atmış isimler olmuş olabilir. Ama rock’un ruhi ve fiziki özünü onun kadar benliğinde barındıran, onun kadar parlak bir ateş yakan olmamıştı. Onu kimle mukayese edebiliriz? Lennon’la mı? McCartney’den ayrıldıktan sonra yang’ını yitirmiş ying gibiydi. Presley’e mi? Rock’n’roll’u tetikleyen oydu, ama zirve noktası başlangıcıydı, sonrası hep yokuş aşağı oldu. Jagger ve Richards’ın solo çalışmalarının Stones albümleriyle aşık atamadığı ortada. Prince ve David Bowie gibi postmodern simalarsa, rock’un Big Bang döneminin sonrasına eklenen ‘hamiş’lerden öteye gidemiyor…”
Bir parantez açıp Uncut’ın atladığı iki ismi hatırlatalım: Hendrix bir Dylan fanıydı. Söz yazarlığında Dylan’ı örnek aldığı biliniyor; “All Along The Watchtower”ı bir Dylan şarkısı olmaktan çıkarıp bir Jimi manifestosu haline getirdiği de. Ve Bob Marley: Reggae’nin piri bir Hendrix fanıydı. Ve Charles S. Murray’e bakılırsa, Jimi yaşasaydı, reggae yapardı.
İlla bir mukayese yapılacaksa, Dylan’la Marley en yakın isimler gibi duruyor. Gerçi “Jimi’de ne Dylan’ın ne Marley’in ‘retoriği’ vardı” denebilir, ama onlar da da Hendrix’in “parmakları” yoktu. Hayır, mesele hızlı parmaklar değildi, Jimi’nin gitarı vücudunun uzantısı gibiydi. Roll’un 53. sayısında, Woodstock organizatörü Michael Lang’ın yaptığı yorumu hatırlayalım: “Jimi, yaptığı müziğin iletkeniydi. Müzik uzaydan bir yerden geliyor, Jimi’nin vücudundan geçiyor ve ortalığa yayılıyordu…”
Parantezi kapatıp Uncut’a dönelim: “Uygun mukayese yapabilmek için caz dünyasına bakmak gerekiyor. Louis Armstrong gibi bir abideye, Charlie Parker gibi bir dehaya ya da ‘Bitches Brew’ sonrasındaki Miles Davis okyanusuna. Fakat her halükârda, Hendrix hiçbir kıyaslamaya gelmiyor. Elbette blues yapıyordu, ama aynı zamanda kırmızı, mor, sarı ve yeşil de çalıyordu. Jimi bir gökkuşağıydı…”
Bu isimleri alt alta yazınca…
Gökkuşağının renklerine bir de Charles S. Murray’in gözlüğüyle bakalım: “Baba evinde, caz ve blues, Louis Jordan ve Count Basie, sonra da Muddy Waters, Lightnin’ Hopkins, John Lee Hooker dinleyerek büyümüştü. Yeniyetmeliğinde rock’n’roll’un arketipleriyle haşır neşirdi: Chuck Berry, Little Richard, Elvis, Eddie Cochran… 60’larda güneyde üslendiği sıralarda blues’cularla, Harlem günlerinde soul’un önde gelen isimleriyle çalışmıştı: Isley Brothers, King Curtis, Sam Cooke, B.B. King, Ike & Tina Turner… Greenwich’te folk ve caza, Dylan ve Coltrane’e takılmıştı. Bu arada okyanusun öteki yakasından esen rüzgâra kulak kesilmişti: Beatles ve Stones, Yardbirds ve Who… Bu isimleri alt alta yazdığımızda ortaya ne çıkıyor? Jimi Hendrix.”
Nüfus kâğıdındaki adı James Marshall Hendrix. Babası Al, siyah; annesi Lucille, Cherokee. Annesi onu “Johnny Allen” olarak kaydettiriyor. Babası o sırada askerde, dört ay sonra eve döndüğünde, ne hikmettir bilinmez, “Johnny Allen”ı “James Marshall”a çeviriyor. Hendrix’ler anlaşan bir çift değil, karı-koca kavgasının hiç eksik olmadığı bir evde dünyaya geliyor Jimmy –ya da menajeri Chas Chandler’ın “egzotik durur” diye kısalttığı isimle “Jimi”.
Doğum tarihi 27 Kasım 1942, doğum yeri Washington eyaletinin ismini ünlü kızılderili şefinden alan başşehri, 90’larda “grunge”a ev sahipliği yapan Seattle. İlk gitarını 15’inde ediniyor: Beş dolara elden düşme bir akustik. Ertesi yıl elektro gitara geçiyor ve ilk grubunu kuruyor: Rocking Kings. Derslerle arası yok; okuldan ve evden yırtmanın ve iş bulmanın en kısa yolu orduya yazılmak. Henüz 17’sinde, yaşını büyütüp soluğu Kentucky’deki Hava Kuvvetleri üssünde alıyor. Kötü bir paraşüt atlayışı, kırılan ayak bileği ve “çürük” raporu. Gitarı elinde yola düşüyor.
“Jimi’nin gitarı vücudunun uzantısı gibiydi” demiştik. Yalnız mecazi olarak değil, fiili olarak da öyle. Baba evindeyken elinden düşürmediği için sopa yiyor, orduda yatağa da gitarıyla giriyor, profesyonel müzisyenliğe adım attığında da değişen bir şey olmuyor: Isley Brothers grubundakiler, banyoya da Fender’ini götürdüğünü, “oranın ekosu iyi oluyor” dediğini anlatıyor; Chas Chandler da, İngiltere günlerinde Jimi’nin kahvaltı masasına boynunda gitarıyla oturduğunu söylüyor. Hendrix’in gitarıyla ilişkisini Murray şöyle özetliyor: “Gitar, Jimi’nin dünyayla ilişki kurma aracıydı.”
Gerçekdışı bir kilise
Hendrix’in dünyayla kurduğu müzikal ilişkinin iki veçhesi vardı: Blues ve spiritüel müzik. İlki babasının, ikincisi annesinin mirasıydı. Ve bu iki veçhe, Hendrix’lerin her pazar gittikleri –Jimi’nin de sekiz yaşından itibaren korosunda yer aldığı– Baptist kilisesinde buluşuyordu. “O müzik” diyordu Hendrix, “sanki beni içine çeker, coştururdu. Bütün vücudumu saran bir şeydi. Rahibin insanlar üzerindeki o hipnotize edici tılsımlı sözcükleri nasıl bir araya getirdiği üzerine kafa yorardım…” Cherokee anneyle siyah babanın devam ettiği kilisenin nasıl bir yer olduğunu, Jimi biyografisinde Curtis Knight tarif ediyor: “Bu tür bir kiliseye gitmişseniz, rahibin neden bahsettiğini bilirsiniz: Tefler çalınır, ayaklarla hızla tempo tutulur… Mutlu haykırışlar ve dinsel danslar. Tanımlanamayacak kadar gerçekdışı…” Fakat bir pazar günü, “her şeyin bir haddi hududu var” noktasına gelinir: “O Allahın cezası kiliseden kapı dışarı ettiler beni. Kilise kurallarına uygun giyinmiyormuşum.”
“Uygun mukayese yapabilmek için caz dünyasına bakmak gerekiyor. Louis Armstrong gibi bir abideye, Charlie Parker gibi bir dehaya ya da ‘Bitches Brew’ sonrasındaki Miles Davis okyanusuna.”
Uygunsuz kıyafet kızılderili giysileriydi. Yıllar sonra, çaldığı gruplarda da –mesela Little Richard’ınkinde– kılığı kıyafeti sebebiyle kiliseninkine benzer bir tavırla karşı karşıya kalacaktı. Curtis Knight’tan dinliyoruz: “Jimi ve grubun diğer üyeleri hep aynı yıllanmış giysileri giymekten bıkmışlar ve isyan edip daha süslü gömlekler almaya karar vermişlerdi. Fakat Little Richard bunu kaldıracak türden bir adam değildi. O gece fosforlu giysileriyle sahneye çıkınca, geçmişi yıkmak cüretinde bulunan bu iki küstah züppeye gözünü dikip baktı. Sonra da küfrü bastı.”
Hendrix’in giyim kuşam merakı dillere destandı. Fotoğraf sanatçısı Gered Mankowitz’e kulak kabartıyoruz: “Jimi’nin giysileri kimseninkine benzemiyordu. Pelerinler, eşarplar, daracık kadife pantolonlar, devasa kemerler, askeri üniformalar… Başkalarında sakil, komik duracak giysileri kendisine yakıştırmayı biliyordu.” Blues ve soul camiası aynı kanıda değildi, ama onlara ters gelen sadece kıyafeti değildi Jimi’nin. Murray anlatıyor: “Derin blues’a – Muddy Waters, Elmore James, Howlin’ Wolf’a ve onların Chicago versiyonlarına, B.B. King’e ve Albert King’e– olan düşkünlüğü atavistik ve demode bulunuyordu. Öte yandan Atlantik’in öteki yakasıyla, Who’nun Pete Townshend’i, Yardbirds’ün Jeff Beck’i gibi isimlerle paralellik arzeden deneyselliği ve distorsiyonları, funky olduğu kadar disiplinli, muhafazakâr soul âlemi için fazla anarşist kaçıyordu.”
Ver elini New York; önce Harlem, ardından Greenwich. Ike & Tina Turner’ın, beyaz blues’cu John Hammond’ın arkasında çalıyor, ama giderek öndeki isimleri gölgede bırakıyordu. Miles Davis’den Dylan’a, Mamas and the Papas’ın John Philips’inden Monkees’in Micky Dolenz’ine birçok ünlü, onu görmeye geliyordu. Önce Miles Davis’e, ardından Mike Bloomfield’e bağlanıyoruz: “Jimi’yi ilk dinleyişim 1965’te, The Lighthouse adlı bir kulüpte oldu. İşte o dönemde Jimi’nin sanatındaki dehayı ve hareket serbestliğini gördüm. Performansını sergilemek için sahnenin her tarafına yetişiyordu. Çok şaşırmıştım, çünkü o zamanlar rock gruplarında bile görsel numaralar yapılmıyordu. Üstelik Jimi’nin bulunduğu ortamın tersine, caz âlemi hep soğukkanlılıkla özdeşleştirilmişti. Ben de öyleydim. Fakat birçok açıdan Jimi’yle birbirimize benziyorduk…”
“Duyduğum en büyük rhythm & blues’cuydu; Bobby Wormack, Curtis Mayfield, Eric Gale gibi isimlerin geliştirdiği tarzda çalıyordu…”
Kuvveden fiile
1966 yazında, Jimmy James & Blue Flames adlı grubuyla Greenwich’te Café Wah?’da çaldığı sıralarda, Animals’ın basçısı Chas Chandler’la yollarının kesişmesiyle, efsane kuvveden fiile çıkacaktı. Chandler o sıralarda müzisyenlikten menajerliğe yumuşak geçiş halindeydi, Hendrix’i dinleyince olağanüstü bir kabiliyetle karşı karşıya olduğunu görmüştü. Dahası, onun Amerika’da değil, İngiltere’de star olacağını öngörmüştü. Hendrix’in müziği siyahlara “beyaz” geliyordu, beyazlar içinse zaten “nigger”dı. Eric Burdon’ın bir anısı, o günlerin Amerika’sında siyah bir müzisyen olmanın ne demek olduğunu gösteriyor: “Animals’ın ilk ABD turnesinde, Alabama konserinin sonrasında genç bir kızla sohbet ediyorduk. Bir gece önce aynı salonda Otis Redding konseri olduğunu söyleyince, ‘gittin mi?’ dedim. ‘Deli misin!’ dedi, ‘salon zenci kaynıyordu’…”
Hendrix klasik anlamda politik bir şahsiyet değildi. Robert Wyatt’ın dediği gibi, “hayatı, varoluşu tepeden tırnağa politikti, ayrıca bir de politik demeçler vermesi gerekmiyordu”. Hendrix’in demeçleri şarkılarıydı.
Ama aynı Otis Redding, İngiltere’de Elvis Presley’i tahtından indiriyor ve Melody Maker okurları tarafından 1967’nin “En İyi Erkek Şarkıcısı” seçiliyordu. 60’lar radikal yıllardı ve 60’ların ortasında Eric Burdon’a “deli misin!” diyen kızın 60’ların sonunda Hendrix fanı olması muhtemeldi. Ama henüz yıl ‘66’ydı, Hendrix’in ülkesinde kabul görmesi için, Josephine Baker ve James Baldwin misali, kendisini sürgün etmesi gerekiyordu. ‘66’nın eylülünde Heatrow havaalanındaydı. Dokuz ay sonra İngiltere’ye veda ederken koltuğunun altında hit single’ları ve dillerde dolaşan Are You Experienced? albümü vardı; Amerika’nın merakla beklediği bir star’dı.
‘67 haziranının Amerikası, Hendrix’in bıraktığı yer değildi. Murray’e kulak veriyoruz: “1967, beyaz ve varlıklı Amerika’nın gençliği için ‘Summer of Love’dı, ama siyah Amerika uzun, sıcak bir yaz yaşıyordu. ‘Burn Baby Burn’ ve rap’çi-eylemci H. Rap Brown’un şarkısı ‘Retha and Revolt’ dillerdeydi. Detroit alevler içindeydi, Aretha Franklin radyolarda, TV’lerde ‘Respect’ şarkısıyla yayındaydı. Bir kadın olarak erkeklere ve bir siyah olarak beyazlara sesleniyor ve saygı talep ediyordu. Yekpare bir hareket yoktu, ama ılımlı ve aşırı gibi bir ayrım da yoktu. Oakland’da Kara Panterler, Detroit’te İslâm Ümmeti, radikal söylemleriyle siyahları ayağa kaldırmıştı. Hendrix kendisini bir muharebe alanında bulmuştu. Bir yanda muhafazakâr beyazlarla burjuva dünyasından, hayatından kurtulmak isteyen beyazlar arasında bir kültürel çatışma vardı; diğer yandan siyahlar, ‘sınıflaraltı’ konumlarından kurtulmak için mücadele bayrağını açmışlardı…”
Düzenin tuzakları
Peki Hendrix nerede duruyordu?.. İngiltere dönüşünde beyaz dinleyiciler tarafından muhabbetle karşılanmıştı, ama işin içinde “psikedelik Tom Amca” muamelesi de vardı. Örneğin Rolling Stone dergisi onu “çiçek çocuklarının elektro-nigger’ı” olarak tarif ediyordu. Hendrix’in dinleyicileri arasında siyahlar da vardı, ama hâkim yargı, hindistan cevizi gibi dışı siyah, içi beyaz olduğu yolundaydı. Siyah radyolar ona ve müziğine kapalıydı. Bobby Womack’ın deyişiyle “siyahların Jimi’yi kabullenmeleri için yeni bir kuşağın gelmesi gerekiyordu”.
“Machine Gun”la belki de gelmiş geçmiş en güzel anti-militarist manifestoyu dillendiriyordu. Murray’in ifadesiyle, “Jefferson Airplane ya da Country Joe’nun şarkı sözleri Hendrix’i solluyordu ama, hiçbiri Jimi kadar sosyal ve kültürel statükoya meydan okumuyordu”.
Amerika bıraktığı gibi değildi, ama Hendrix de aynı Hendrix değildi. İngiltere’ye giderken siyasal açıdan muhafazakâr sayılabilecek fikirleri olan Hendrix, dönüşte, Madison Square Garden’daki “Savaşa Hayır” konserinde, “Machine Gun”ı şöyle sunuyordu: “Bu şarkıyı Oakland’da, Detroit’te savaşanlara adıyorum, tabii Vietnam’dakilere de…”
Ama Kara Panterler’e de, İslâm Ümmeti’ne de mesafeliydi: “Mesele siyah-beyaz meselesi değil. Bu, düzenin bizi birbirimize düşürmek için hazırladığı bir tuzak. Meselenin siyah–beyaz meselesi olduğunu söylemek, işin kolayına kaçmak. Tıpkı meselenin kuşak çatışması olduğunu söylemek gibi bir şey. Mesele renk meselesi olmadığı gibi, genç-yaşlı meselesi de değil. Mesele yeni ve eski meselesi: Eski düşünce ve yeni düşünce…”
Hendrix klasik anlamda politik bir şahsiyet değildi. Robert Wyatt’ın dediği gibi, “hayatı, varoluşu tepeden tırnağa politikti, ayrıca bir de politik demeçler vermesi gerekmiyordu”. Hendrix’in demeçleri şarkılarıydı.
Living Colour’ın gitaristi Vernon Reid anlatıyor: “69’da, Woodstock’taki unutulmaz ‘Star Spangled Banner’, bütün Vietnam meselesini özetliyordu. Şarkıyı söylemiyordu, çalmıyordu, şarkının kendisi olmuştu. ‘Star Spangled Banner’, ağlayan insanları, napalm’lenmiş köyleri anlatıyordu. İyinin ve kötünün ötesine geçmiş bir derinlikteydi…”
Aynı yıl “Machine Gun”la belki de gelmiş geçmiş en güzel anti-militarist manifestoyu dillendiriyordu. Murray’in ifadesiyle, “Jefferson Airplane ya da Country Joe’nun şarkı sözleri Hendrix’i solluyordu ama, hiçbiri Jimi kadar sosyal ve kültürel statükoya meydan okumuyordu”.
Experience’dan Band of Gypsys’e
Hendrix’in İngiltere’yi birbirine kattığı ekip içinde görüş ayrılıkları başgöstermişti. Chandler bütünlüklü, çabuk kaydedilen şarkılardan yanaydı. İlk single’lar ve Are You Experienced?, Axis: Bold As Love albümleri Chandler’ın yaklaşımını temsil ediyordu ve “kazanan bir formül” olduğu aşikârdı. Bugün bile Hendrix fanlarının en gözde şarkıları o dönemin şarkıları. Ama Hendrix başka güzergâhları denemek istiyordu. Birçok eleştirmen tarafından en yetkin albümü olarak görülen Electric Ladyland o yönde atılmış bir adımdı. Ama, Hendrix’in yeni çalışmalarını kaotik ve disiplinsiz bulan Chandler, menajerliği Mike Jeffrey’e devrediyor, bu arada Noel Redding’in yerini Jimi’nin askerlik arkadaşı Billy Cox alıyor, davulaysa Mitch Mitchell’ın yerine Buddy Miles geçiyordu. Böylece “beyaz” Experience, yerini “kara” Band of Gypsys’e bırakıyordu.
Bu değişikliğin yarattığı fark neydi? Murray’den dinliyoruz: “Redding temelde gitaristti, Experience’da bas çalması mecburiyettendi. Zaten Fat Mattress diye bir yan grubu vardı, orada lead gitar çalıyordu. Cox ise basçıydı, sadece bas çalmıyor, bas düşünüyordu. Miles da Mitchell’den epey farklıydı. Mitch ateş ve havaydı, bir ayağı Elvin Jones’un, Tony Williams’ın cazındaydı, öteki ayağı Brit-rock’un Keith Moon – Ginger Baker çizgisindeydi. Miles’sa ‘heavy funk’a birebir bağlıydı. Mitchell gibi uçuramıyordu Jimi’yi, ama ayaklarını yere sağlam basmasını sağlıyordu. Sadece müzisyenlerin derisi değil, müzik de daha siyahtı.” Ama bu, başta kendi menajeri olmak üzere, müzik sanayiinin hoşuna gitmemişti. Johnny Winter’ın tanıklığı: “Beyaz herifler ve menajerler, ‘şu zencilerle çalmasana birader, 14 yaşındakiler uzay muhabbetiyle bağlantı kuramıyor, o şirin İngilizler geri gelsin’ diyorlardı. Siyahlara göreyse Jimi ruhunu satmış, ‘beyaz’laşmıştı. Jimi hassas bir insandı, ayrıca kafası hep dumanlıydı ve ne yapacağını bilemiyordu.”
Sınırların ilgası
Experience mı, Gypsys mi? Hendrix fanları da kararsız. Miles Davis’in tercihi Gypsys’den yana. Ama çoğunluk iki arada bir derede. Murray, Hendrix fanlarının hissiyatına tercüman oluyor: “Benim tercihim Mitchell’in uçarılığıyla Miles’ın oturaklılığını ve funk’ını buluşturacak hayali bir davulcu. Mitchell çalarken insan Miles’ı arıyor, Miles çalarken de Mitchell’i…” Aynı şey Redding ve Cox için de geçerliydi. Evet, Cox sadece bas çalmıyor, bas düşünüyordu ama, Redding’in de rock damarı güçlüydü. Ve yine biri çalarken öbürü aranıyordu.
Jimi’yse daha Electric Ladyland döneminde müziğini zenginleştirmeye çalışıyor, Steve Winwood, Al Kooper, Jefferson Airplane’nin basçısı Jack Cassidy gibi konuklarla ekibini ve yelpazesini genişletiyordu. Ama, kafasındaki müziği tarif etmekte zorlanıyordu. “Blues ama, bildiğimiz blues gibi değil, bir tür spiritüel blues” diyordu; Wagner’den, Schubert’ten dem vuruyor, “yeni bir caz türü”nden söz ediyordu. Bu tarif zorluğu geride bıraktıkları için de geçerli.
Hendrix’in müziği nasıl tanımlanabilir? Başa dönüyoruz: “Elbette blues yapıyordu, ama aynı zamanda kırmızı, mor, sarı ve yeşil de çalıyordu.” Ve Murray’in dediği gibi, blues ve soul’u, caz ve rock’u ayıran müzikal tarifleri, arkaik ile avangard, bireysellik ile kolektiflik arasındaki ayrımları, siyahla beyaz, yaşam coşkusu ile ölüm obsesyonu arasındaki sınırları ilga ediyordu.
Ölümden söz edince, Jimi’nin vefatıyla ilgili rivayete de açıklık getirmek gerekiyor. Hendrix “fazla doz”dan gitmedi, alkolle birlikte aldığı uyku haplarıydı ölüm sebebi.
Ve son söz: “Jimi’yi anmak, onun ruhunu kılavuz edinmek mi istiyorsunuz?” diyor Murray, “o halde, 60’larda dediğimiz gibi, ‘duvarları yık, dalyarak’…”
Roll, sayı 57, Eylül 2001
JIMI HENDRIX’İN İNGİLTERE GÜNLÜĞÜ: 24 EYLÜL 1966 – 4 HAZİRAN 1967
Efsaneyi doğuran dokuz ay
24 Eylül Hendrix menajeri Chandler’la Londra’da.
29 Eylül Blaise’s’de jam. Johnny Hallyday: “Oraya Otis Redding’le gitmiştim. Bu fantastik siyahi herifi, dişleriyle bile gitar çalabilen adamı görünce ayağa fırladım ve konserimde çalmasını teklif ettim.”
29 Ekim Record Mirror: “Chas Chandler, Jimi Hendrix adlı 20 yaşındaki bir zenciyi getirdi ve sözleşme imzaladı. Gitarı dişleriyle çalan bu genç, bazı çevrelerde yeni bir dalganın yaratıcısı olarak görülüyor.”
1 Kasım Cream’le jam. Eric Clapton: “Çok flaştı, soyunma odasında bile. Aynada saçlarını tararken Howlin’ Wolf’un ‘Killing Floor’unu çalıp çalamayacağını sordu. Onu hep çalmak istemiştim, ama altından kalkabilecek tekniğim yoktu. Jimi’nin bizimle sahneye çıkması Ginger’ın (Baker) da, Jack’in de (Bruce) hoşuna gitmedi. Jimi, Cream’i gölgede bırakmıştı.”
5 Kasım Les Cousins’de Beşinci Amerikan Folk Blues Festivali. Andy Matheou: “O güne kadar onu gören olmamıştı, sessiz sedasız biriydi, bilet ücretini ödeyip girmişti. Ona bir şeyler çalmasını söylediler. Beyaz Fender’ini çıkardı ve milleti uçurdu.”
26 Kasım İlk söyleşi. Record Mirror: “Herhangi bir kategori içinde sınıflanmak istemiyoruz. İlla bir etiket gerekiyorsa, özgür duygu denmesini tercih ederiz.”
24 Aralık İlk single. “Hey Joe” listelere 38. sıradan giriyor ve hızla yükseliyor. Record Mirror: “Adalet yerini bulacak olursa, bu şarkı hit olur. Harikulâde bir blues duygusu, düşük tempoda çok iyi söylenmiş, müthiş bir heyecan ağır ağır harlanıyor.”
New Musical Express: “İşte gelecekte büyük etki yaratabilecek bir genç. Rhythm & blues, gökgürültüsü gibi davul, hipnotik bir beat.”
10 Ocak “Wind Cries Mary”. Sevgilisi Kathy ‘Mary’ Etchingham: “Her şey şarkıdaki gibiydi. Tabakları yere fırlattım, dışarı çıktım, trafik ışıklarının altında taksi bekliyordum. Saçlarım kızıldı, üzerimde de kırmızı bir elbise vardı. Yatışınca geri döndüm, Jimi şarkıyı yazmıştı bile.”
29 Ocak Saville Theatre konseri. Eric Clapton: “Jimi’nin çalışı göz kamaştırıcıydı. Rock’n’roll’un değişik çehreleri Jimi’de bir aradaydı. Jack (Bruce) Jimi’yi seyrettikten sonra eve gitti ve ‘The Sunshine Of Your Love’ı yazdı.”
2 Şubat Durham konseri duyurusu: “Bu adamı kaçırmayın: Dylan, Clapton ve James Brown, üçü bir arada.”
14 Şubat Essex konseri. Gazeteci Alain Disder: “İlk notalarla birlikte kelimenin tam anlamıyla ‘esctasy’ vardı sahnede. Beni özgürleştirdi resmen. Jimi gitarıyla bale yapıyor. Onu canlı bir varlığa dönüştürüyor. Şarkılar birbirini takip eden renkler gibi. En sonda ‘Wild Thing’ geliyor. Sahne yanıyor.”
Keith Altham (NME): ‘“Wild Thing’ başladığında sahnede sanki üç gitarist vardı…”
17 Mart Jimi Hendrix Experienced ikinci single’ı piyasaya çıkıyor: “Purple Haze”.
31 Mart Jimi Hendrix Experience’ın ilk İngiltere turnesi. Kimler yok ki: Walker Brothers, Cat Stevens, Engelbert Humperdinck…
12 Mayıs İlk Jimi Hendrix Experience albümü: Are You Experienced? Melody Maker: “Hendrix’in başarısının insanı en çok mutlu eden yanı, ticari olmayı reddetmesi. Gitar kükrüyor; şarkının ortasında durup yeniden başlıyorlar, ateşi küllendirip yeniden harlıyorlar. Ve insanı uçuruyorlar. Son şarkı ‘Are You Experienced?’ Zaten bütün mesele de bu.”
4 Haziran Veda gecesi. Paul McCartney: “Perde açıldı ve Jimi ‘Sgt. Pepper’ı söyleyerek geldi sahneye. Daha üç gün önce çıkmıştı albüm; büyük komplimandı, kariyerimin en gurur verici anlarından biriydi.” Hugh Nolan: ‘“Sgt. Pepper’dan sonra ‘Like A Rolling Stone’, ‘Hey Joe’, ‘Purple Haze’, ‘Wind Cries Mary’… Ve en sonda ‘Are You Experienced?’…”
SON KONSER, SON SÖYLEŞİ
Venüs, Miles, Pago Pago
Çarşamba gecesi –eylülün 16’sı, Jimi’nin ölümünden iki gün önce– Sly & The Family Stone’u dinlemeye gitmiştim. Jimi de oradaydı. Sly konserinden sonra, Hendrix Ronnie Scott’un kulübüne yollandı, Eric Burdon’ın War’uyla sahne almak üzere.
Hendrix müthiş bir sahne sanatçısıydı. Ama sahneyi paylaştığı müzisyenlere de olağanüstü saygı gösterirdi. O gece de War’a, kendisine eşlik eden grup muamelesi yapmıyordu. Grubun üyelerinden biri gibi takılıyordu –ekstradan bir gitar solosu çekmekle yetinen bir üye gibi… Konser, bir grup kafadarın mesai sonrasında keyiflerine göre jam yapmasıydı. Başlangıçta Jimi biraz tutuktu, ama “Tobacco Road”u çalmaya başladıklarında havaya girmişti. Memphis Slim’in “Mother Earth”ünde War’un gitarcısı Howard Scott’la kafa kafaya vermiş takırdıyordu.
Konserden sonra Hendrix, Burdon, War üyeleri, ben ve birkaç kişi daha, bodrumdaki küçük soyunma odasına indik. Hendrix’e bana birkaç dakika ayırıp ayıramayacağını, not tutmamda bir mahzur olup olmadığını sordum.
Hendrix her zamanki gibi dostaneydi. Ama çok yorgun görünüyordu. Geçmiş tecrübelerimden şunu biliyordum: Jimi konuşmalarında genellikle berrak ve akıcı olurdu, fakat bazen de ipe sapa gelmez kozmik kelâmın kıyısında gezinirdi. O gece ikisinin arasında bir yerdeydi.
“Yeni planlarınız neler?” diye sorduğumda “Venüs’teki ilk rock festivalinde çalmayı düşünüyorum” dedi ve koltuğa gömüldü, daldı gitti. “Evet, Venüs’te. Belki Sun Ra da gelir. Oralı olduğunu söylüyor ya, belki bizi götürebileceği kıyak kulüpler biliyordur… Miles’la (Davis) bir albüm yapmam gerekiyor, ama ne zaman olur, kimler çalar, bilemiyorum. Büyük ihtimalle davulda Tony Williams olur. Aslında aylar önce yapmış olmamız gerekirdi o albümü, ama araya para girdi. Para hep araya girer. Tipik Miles işte. Halbuki, onun durumunda paranın artık ehemmiyetsiz olması lâzım…”
“Yeni bir caz türü yaratmak istiyorum. Bunu Miles yaptı, ama benimki bildiğiniz anlamda caz değil, belki caz da değil, belki… Bilmiyorum, tek bildiğim kafamdaki sound. Bugüne kadar yaptığım türden bir şey değil, bu gece çaldığımız şeyler gibi de değil. Onlar güzeldi, ama çok başka bir şey var kafamda, vakti gelince söylerim size. Ama önce bir double albüm çıkaracağım, bitti gibi. (The First Rays Of The New Rising Sun’ı kastediyor.) Ayrıca bir de Gil Evans’la yapmayı düşündüğümüz bir şey var, caz orkestrası türünden bir şey, Miles’la yaptığı türden. “Sketches Of Spain” tarzında, ama ondan farklı bir şey. Miles belki katılır buna. Belki de katılmaz… Yapılması gereken bir sürü şey var, ama bir türlü yapılamıyor. Çok fazla şey karışıyor müziğe, çok fazla avukat giriyor araya…” Bir iç çekip devam etti: “Yorgunum. Çok yorgunum. Bazen, bu geceki gibi, Eric ve War’da ya da benzeri bir grupta çalsam diyorum. Tıpkı birkaç yıl önce, Isley Brothers ve Little Richards’a çaldığım gibi… Bugünlerde çok fazla baskı var. Kendi istediğin gibi değil, onların istediği gibi çalman bekleniyor. Çakıyor musun?” Jimi belli birine konuşuyor gibi değildi, adeta sesli düşünüyordu.
“Yorgunum” diye tekrarladı. “Yorgunum… Bütün yapmak istediğim çekip gitmek… Pasifik’te bir yere… Pago Pago mesela. Düşünsene, kokainden bir ada, ortasında bir palmiye, palmiyenin gölgesinde uzanmışsın… Dansçı kızlara gerek yok…”
Sonra hafifçe güldü… Bundan sonrası geyik muhabbetiydi. Biz Jimi’den önce çıktık. Hava aydınlanmıştı. Jimi, ertesi sabah yatağında ölü bulunacaktı.
Roy Carr
ROBERT WYATT’IN GÖZÜYLE JIMI HENDRIX EXPERIENCE
Rock’tan ziyade roll
1968’de siz Soft Machine’deyken Jimi Hendrix Experience’la birlikte turne yapmıştınız. Nasıl bir gruptu Experience?
Robert Wyatt: Grup gibi bir gruptu. Bir ticari girişim havası hiç yoktu. Bir sürü grubun aksine, bir ekiptiler. Birlikte oyun oynarlar, şakalaşırlardı. Kendilerine ait bir dilleri vardı. Çok sıkı fıkıydılar. Mitch (Mitchell) kendini ispatlamış bir davulcuy du. Georgia Fame’le çalmıştı ve bu çok önemli bir apoletti, o zamanlar bir rock grubunda çalmış olmaktan çok daha muteberdi. Noel Redding’se, onu tanıdığım sıralarda, Folkstone’da yerel bir efsaneydi. Experience’la aynı prova odasını kullanıyorduk. O kadar çok doğaçlama yapıyorlardı ki, şaşıp kalmıştım. Onlardaki enerji cazdaki enerjiydi, bu çok hoşuma gidiyordu. Onların yaptığını 50’lerden bu yana akademik ve avangard çevrelerde yapanlar vardı. Fakat Experience’ınki bambaşka bir şeydi. Pink Floyd harikulâde sesler çıkarıyordu, fakat bu statiklik noktasında bir parlaklıktı. Hendrix’teyse türbülans vardı, devinim vardı. Ama eğer İngiltere’ye gelmeseydi, onu efsane yapan dönüşümü gerçekleştirmesi çok zordu. İngiltere, geleneksel olarak siyah müzisyenlere saygı gösteriyordu. ABD’deyse onlara eğlence unsuru olmanın ötesinde değer verilmiyordu. Chas Chandler’ın bu noktada çok önemli bir rolü oldu. Jimi’nin ABD’de değil, İngiltere’de star olabileceğini gördü.
Ama İngiltere’ye ayak bastığından itibaren basında yapılan Mau Mau benzetmeleri, ilkel, vahşi ve şehvetengiz bir siyah olarak resmedilmesi de vardı…
Bunun çoğu Chas’ın eski usûl promosyon taktikleriydi. O zamanlar üç şey yapılıyordu, bunun üçünü de Hendrix’le yaptılar. İsmin yazılışını değiştir; yaşını birkaç sene küçült; vahşi ve tehlikeli göster: “Kızınızı bu adamdan koruyun!” Jimi’nin durumunda işin içine ırk da karışmıştı, ama bu ırkçılıktan ziyade, oportünizmdi. Kültürün ayrım noktası ırk değildi, ayrım noktası saçın uzunluğuydu. Ne saçmalık! Jimi hiç çılgın değildi. Aksine, son derece yumuşak, nazik ve utangaçtı. Çok da komik, esprili bir insandı.
68’deki turne hararetli bir siyasal atmosferde geçmişti, hatırınızda kalanlar neler?
Chicago’da otelde kapalı kaldığımızı hatırlıyorum, siyasi gösteriler, gerilim, polis şiddeti… Dipte belki isyankâr bir dalga vardı, ama benim gördüğüm, psikopat polislerin, kafaları dumanlı gençlerin analarından emdiği sütü burunlarından getirmesiydi. Tabii en boktan olay, Martin Luther King’in öldürülmesi oldu. O gün, Jimi ve öteki müzisyenlerin gittiği bir barda, beyaz müşteriler suikastin şerefine kadeh kaldırıyordu. Jimi, gece sahneye çıktığında “bu parçayı bir dostuma adıyorum” dedi ve salonun yüreğine işleyen bir blues çaldı. Ne yazık ki, o gecenin kayıtları yok hiçbir yerde.
“Slow Walkin’ Talk” adlı çalışmanızda Hendrix bas çalmıştı, o nasıl oldu?
Experience’ın Los Angeles’ta oldukça büyük bir mekânları vardı, bir kısmını stüdyo olarak kullanıyorlardı. Bana da bir oda verdiler, stüdyoyu da kullanabiliyordum. Bir gün Jimi albümde bas çalmayı teklif etti. Böyle bir şey aklımın ucundan geçmezdi. Hatırladığım kadarıyla, tek bir seferde kaydetmiştik. Şimdi geriye baktığımda, Jimi’yi tanımış olmaktan ötürü kendimi çok şanslı addediyorum.
1974’teki Rock Bottom albümünüzün esin kaynağı Hendrix miydi?
Somut bir etki olduğunu sanmıyorum. Ortak bir paydaları varsa, o da rock’un ötesine geçme çabasıydı. Rock’tan ziyade roll olmasıydı.
BUGÜN HAYATTA OLSAYDI
Hendrix bugün hayatta olsaydı nasıl bir müzik yapardı, ne tür şarkılar söylerdi? Önce “Crosstown Traffic” adlı Hendrix biyografisinin yazarı Charles Shaar Murray’e bağlanıyoruz, ardından eleştirmen Tom Wyndham’dan “karşı görüş”ü alıyoruz.
CHARLES S. MURRAY
Agharta
Hendrix hayatta olsaydı, nasıl bir müzik yapardı?
Charles Shaar Murray: Jimi klasik “üçlü priz” formatından çıkmak istiyordu, hatta müziğin gitar ağırlıklı olmasını bile istemiyordu. Büyük orkestralar için yazmanın ve düzenleme yapmanın hayalini kuruyordu. Klavyeli çalgıları, üflemelileri dahil etmek istiyordu. Miles Davis’in 1969’da yaptığı Bitches Brew’una benzer bir yöne doğru gidiyordu.
Ölümünden önce son hazırlıklarını yaptığı First Rays Of The New Rising Sun o yönde miydi?
O albümün nereden gelip nereye gittiğine dair bir anlatı olmasını istiyordu. Ama bunun nasıl bir şey olduğunu kestirmemize imkân yok, her şey onun kafasındaydı.
Daha cazvari bir yöne evrildiği, evrileceği söylenmekle beraber, bunun sonu gelmeyen jam’ler ve füzyon idmanları olacağına dair tahminler ağır basıyor…
Bence bir mutasyon geçiriyordu. First Rays’in istediği şekilde olması halinde, bir geçiş albümü olarak nitelendirilecekti, sanatsal yolculuğunun sonraki dönemine geçiş…
O nasıl bir dönem olurdu?
Synthesizer teknolojisine bayılacaktı bence. Teknolojik yeniliklere çok meraklıydı. Ne zaman yeni bir alet edevat çıksa hemen edinmek isterdi.
Potansiyel ortağı Miles Davis olacakmış gi bi görünüyor…
Aslında, Hendrix ve Miles’ın birlikte bir albüm yapmaları için bir girişim olmuştu. Ama Miles bunun bir best-seller olacağını öngördüğü için 50 bin dolar avans isteyince, proje yatmıştı. Çok geçmeden de Jimi vefat etti. Hendrix-Davis işbirliğinin nasıl bir sound’u olabileceğinin ipucunu Miles’ın Jimi’den esinlenerek yaptığı Agharta verebilir. Sanırım cazın derinliklerine doğru yol alacaktı. Reggae’ye de takılırdı herhalde. Bob Marley bir Hendrix fanıydı. Daha büyük gruplarla, klavyeli çalgılarla ve üflemelilerle müzik yapardı büyük ihtimalle. Tabii oturup bir John Lee Hooker albümünde de çalardı. Kel, şişman bir muhafazakâr haline de gelebilirdi elbette. Ama o ihtimali aklıma bile getirmek istemem. Hiçbir zaman her şeyi biliyorum havasında değildi. “Başkalarının müziğini dinlemiyorum” diyen müzisyenlerden değildi. Bu, bir yazarın “başkalarının yazdığı kitapları okumuyorum” demesine benzer. Hendrix öyle değildi. Sürekli öğrenme halindeydi. The Walker Brothers ve Engelbert Humperdinck’le birlikte turnedeyken sahne arkasında oturup onları dinlerdi. Herkes “n’apıyor bu?” derdi, o aldırmazdı. Humperdinck’in teknik pürüzsüzlüğünü takdir ediyordu, kendi sesinin pek güçlü olmadığının farkındaydı. Snobluğun öğrenmenin önüne geçmesine izin vermiyordu.
TOM WYNDHAM
Ateşi külleniyordu
7O’lerde, kendi müziği bir yana, rock’un istikameti hakkında pek iyimser değildi. Ten Years After’ın gitaristi Alvin Lee (“sinemaya takılsa daha iyi, 70’lerin Gene Vincent’ı gibi”), Jimmy Page (“Zeppelin hitap etmiyor bana”), Eric Clapton (“başkalarını sırtında taşıyacağına kendi müziğini yapsa ya”) gibi meslektaşlarının işlerine, hiç adeti olmamasına rağmen burun kıvırıyordu.
Kendi albümü Band of Gypsys’e gelince, kendi standartlarının altında olduğunu, imzalanmış sözleşmenin şartlarını yerine getirmek için yaptığını söylüyordu: “Bana kalsa o albümü yayınlamazdım. Bir müzisyenin gözüyle bakarsak, iyi bir kayıt değildi. Birkaç yerde detoneyim, yeteri kadar hazırlık yapmamıştık…”
Band of Gypsys’in önceki albümlerinden zayıf olduğuna kimse itiraz edemez. Cry of Love’ın büyük bir hayal kırıklığı olduğunu da, en koyu fanları bile kabul eder herhalde.
Zirve noktası Electric Ladyland’di. Ölmemiş olsaydı, sonraki kariyeri tedrici bir düşüş olacaktı. Ölümünün arifesinde eğilimi caz füzyon yönündeydi. (Allah korusun!) Ölümünden sonra yayınlanan jam session’lar ve konserleri bunun bir regresyon değil de, bir arayış olduğu yönünde bir işaret vermiyor. Ölümünden iki hafta önce Melody Maker’a verdiği mülâkatta bu durumun farkındaydı ve gelecekteki istikameti konusunda kafası bir hayli karışıktı. “Daire tamamlandı” diyordu, “başladığım noktadayım”. Ve şöyle devam ediyordu: “Müziğin bu dönemine her şeyimi verdim, hâlâ aynı sound’u, hâlâ aynı müziği yapıyorum. Ve mevcut haline ekleyecek bir şey düşünemiyorum…”
Birtakım yarım yamalak, gelişmemiş fikirler, arayışlar vardı tabii: “Strauss ve Wagner’e takılıyorum bu sıralar” diyor ve izah ediyordu: “O kediler gayet iyiler, bundan sonra müziğimin background’unu onlar oluşturacak. Onların üzerinde blues akacak –hâlâ bir sürü blues’um var–, ayrıca western ve tatlı afyon müziği de… Ve bunlar birlikte bir bütün oluşturacaklar…”
Kalsın Jimi, sağol. “The Wind Cries Mary”yi bir gecede yazan, ertesi gün yirmi dakikada kaydeden bir adam için bu kafa karışıklığı gelecek için ümit vaat etmiyor.
Şimdi gördüğümüz gibi, gürültülü gitar müziğinin istikbali hakkında karamsar olmakta haklıydı. 70’lerde ve 80’lerde heavy metal sökün ettiğinde, Joe Satriani gibi Hendrix’i örnek alan gitaristler amaçsız, mânâsız, haybeci bir komplikeliğe yöneldiler. Dar gitar distorsiyon dokusu isyankâr bir ruhu ve müzikal derinliği imler oldu, her ikisinden de yoksun müzisyenler tarafından. Caz meselesine gelince… Miles Davis’in –ki o da öncü bir sanatçıydı– Agharta ve Pangea’sının esin kaynağı Hendrix’ti, ama o çalışmalar Miles’ın olağanüstü kariyerinin en düşük momentleri.
O günlerden bugünlere gelirken Hendrix’ten esinlenip de ortaya iyi bir şey çıkarana rastlanmadı. İster Prince’in burnu büyük Purple Rain’i olsun, ister –daha komiği– Lenny Kravitz’in işleri olsun, kayda değer bir varisi olmadı.
Bu madalyonun iki yüzü yok: Hendrix’in etkisi, mirası tamamen habisleşmişti; müzikal vizyonuysa, vefatına yakın, küllenmeye yüz tutmuştu. Ölümü bir trajediydi, ama tam zamanında ayrıldı bu dünyadan.