Bach’tan Hummel’e, Teleman’dan Monteverdi’ye, Haydn’dan Schumann’a, triolardan kuartetlere… 2012’den bu yana İstanbul’un çeşitli semtlerinde ve enfes mekânlarında düzenlenen Opus Amadeus Oda Müziği Festivali, pandemi nedeniyle mahrum kaldığımız sayısız güzelliklerden biri. Ancak, temsiliyeti son yıllarda iyiden iyiye düşen klasik müziği İstanbul’da yıllardır yaşatan festival bu seneyi yine de boş geçmedi, altı konserlik bir arşiv serisini dijital ortama taşıdı. Konser seçkilerini, festivalin mazisini ve kendi müzikal mazisini sanat yönetmeni Mehmet Mestçi’den dinliyoruz, Express’in son sayısından naklen…
Korona salgını olmasaydı Opus Amadeus Oda Müziği Festivali’nin onuncu yılını yeni konserlerle idrak edecektik. Pandemi klasik müzikçileri nasıl etkiledi?
Mehmet Mestçi: Pandemiyle birlikte, klasik müzikle uğraşanların kendilerini var ettiği sınırlara doğru geliniyor galiba. Her gün bomboş mekânda çalamazsın ki kemanını, fagotunu, o motivasyonla nasıl üreteceksin? Evinde soyut soyut enstrüman mı çalışacaksın, ileride nasılsa konserler başlar diye? Ya da, saatlerce çalarsın, çalışırsın, yepyeni eserler keşfedersin, ama bu sana ekmeğini kazandıracak mıdır? Cevap çok karanlık ve durum çok tatsız. Müzisyen müzikle varolan insandır, enstrümanını elinden alınca varoluşunun yarısını alıyorsun. Maddi olarak zaten malûm. Hot dog satıyor Amerika’da New York Metropolitan Operası sanatçıları. Türkiye’de müzisyenlerin enstrümanlarını sattığını, hatta intiharlar yaşandığını duyuyoruz… Biz de bu çevrimiçi konserlerimizden umarım zarar etmeyiz, bir gelir elde edersek de müzisyenlere bunu bölüşmek istediğimizi söyledik. Umarım netice alırız.
Festival bu seneyi geçmiş konserlerden seçkileri dijitale aktararak değerlendiriyor. Best of Opus Amadeus Arşiv Konserleri Serisi’ni biraz anlatır mısın?
Her ay beş veya altı topluluğun yer aldığı tek bir programımız var. Ocakta başladık, mayısta bitireceğiz. Her programda 45-50 dakika boyunca birbirinden güzel parçalar yer alıyor. Her topluluk sekiz-on dakikalık bölümlerle yer alıyor programlarda, yoksa çok uzun olurdu. Bir de, tango müziğinin şahı Astor Piazzolla’nın doğumunun 100. yılı bu sene. Eski festivallerimize baktım, çeşitli topluluklardan kırk dakikalık bir programı dolduracak nefis bir Piazzolla malzemesi çıktı, onu özel bir program olarak 1 Şubat’ta başlattık. Onunla beraber 27 konserden derlenmiş toplam altı konser seçkimiz oluyor.
Geride kalan dokuz yıl açısından nasıl bir manzara gösteriyor bize bu konserler?
Onuncu yıl bütün festivaller için dönüm noktalarından biri. İyi bir festival yapmak, üstelik de ana sponsorluktan yoksunken o kadar zor bir iş ki, beşinci yılda çökmemişsen, bu dönüm noktalarını kutlamak sana da mutluluk ve gurur veriyor. Ama onuncu yılımızda korona geldi ve bütün hesaplarımızı altüst etti. Korona olmasaydı belki bu konserleri dijital ortama vermeyecektik, ama onuncu yılımızı bu konserleri bütün Türkiye’nin dikkatine sunarak kutlamış oluyoruz. Bugüne kadarki festival konserlerimizin büyük çoğunluğu birbirinden güzel geçti, ama gördük ki 2012-2014 arası kayıt anlamında sonrası kadar iyi değil, biz de 2015’ten bugüne kadarki konserlerin en güzel bölümlerinden altı dizilik bir Best of Opus Amadeus yaptık.
Her konserimizde dinleyicinin çok iyi bilmediği eserler de çalındı. Mesela ilk konserimizde Macaristan’dan Ortaçağ müzikleri vardı.
Oda müziği deyince ne anlamalıyız?
17. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupalılar kendileri için bir akşam eğlencesi yaratıyorlar. Yemekten sonra biri flütünü, biri kemanını alıyor, bir de sürekli bas var, odada müzik yapıyorlar. İki enstrümandan itibaren oda müziği diyebiliyoruz. 11 enstrümana kadar çıkabildiği görülmüş, tabii o noktada artık küçük oda orkestrası demek gerekiyor. Düet, trio, kuartet, kentet, sekstet, septet, oktet, nonet, deket… En çok görülenler triolar, kuartetler ve kentetler.
Festivalin dokuz yılına baktığımızda, topluluk ve enstrüman çeşitliliğinin yanında, konserlerin çok farklı çağlara, dönemlere yayıldığını görüyoruz…
Festivalin genelinde dinleyiciyi klasik müziğin olabildiğince çok dönemiyle buluşturmak ana hedeflerimizden biri oldu: Ortaçağ, Rönesans, Erken Barok, Geç Barok, Klasik Dönem, Erken ve Geç Romantik Dönem, Modern ve Çağdaş Müzik… Festivale katılacak topluluklarla en başından beri bu yönde bir repertuar çalışması yapıldı. Bazen bir dönemin eksik kaldığını görüp bazı topluluklara rica ettik, “şu dönemden bir parça da katabilir miyiz” diye.
Senin en sevdiğin dönem hangisi?
21. yüzyılın şu günlerinde yazılmış bir çağdaş müzikle 14. yüzyılda yazılmış bir beste arasında bana kalırsa hiçbir fark yok. Hiçbir dönemi diğerlerinin önüne katamıyorum. Ama dinleyiciler açısından bunu farklı düşünmek zorunda kalıyoruz. Ne yazık ki bütün dünyada modern müzik daha zor kabul ediliyor. Genel klasik müzik dinleyicilerinin kulağına Barok Dönem, Klasik ya da Romantik Dönem, Mozart’lar, Haydn’lar, Vivaldi’ler, Bach’lar her zaman daha yakın geliyor. Dolayısıyla bir festivalde haliyle bazı besteciler ya da eserler daha çok seslendiriliyor, bazı dönemler daha çok tekrar ediliyor.
Opus Amadeus’un genelindeki besteci çeşitliliği de çok hoş, bazısı belki birçok dinleyicinin yeni tanışacağı isimler…
Her konserde Türkiye’de seslendirilmemiş veya dinleyicinin çok iyi bilmediği eserler oldu. Daha ilk konserden dinleyiciye “sadece Bach, Beethoven, Mozart yok, bunlar da var” dedik. Ama bu tip yapıtların konserlerdeki yorumları vasat olsaydı bu seçkiye kesinlikle almazdık. Geniş dinleyici kesimleri tarafından pek bilinmeyen bu eserlerin bu seçkilerdeki yorumları da çok güzel. Mesela ilk konserimizde Macaristan’dan Ortaçağ müzikleri vardı. 15. yüzyıldan, Kral Sigismund döneminden kalma bir el yazmasından bir kanon seslendiriyor sanatçılar. Bırak Türkiye’yi, böyle bir eseri Macaristan’da bile kolay kolay dinleyemezsin. Gaetano Donizetti, bizdeki Donizetti Paşa’nın kardeşi, dünyada çok bilinen bir besteci, fakat yüzde 99 onu operalarıyla tanır. Bizse piyanolu trio’sunu sunuyoruz dinleyicilere. O kadar ender çalınan, akla gelmedik bir eser ki. 2017’de Macaristan’dan çok başarılı bir duo katıldı festivale, Duo Sera, iki kadın sanatçı, kombinasyon çok ilginç: Bir alto saksofon, bir arp. Bu tür dünyada çok az bulunan başarılı toplulukları da davet etmeye özen gösteriyoruz. Duo Sera, de Senleches diye bir Fransız besteciyi çalıyor, adamın ölüm tarihi bile bilinmiyor, 1378 civarı diye geçiyor. Onun “La Harpe de Melodie” eserini seslendirdiler. Aynı programda Vincenzo Panerai diye bir besteci var, duyanlar muhakkak vardır, ama bu kadar çok klasik müzik dinleyen, yeni bestecileri keşfetmeyi seven ben bile onu bu konserden önce duymamıştım. Altı el için bir sonat yazmış Panerai, bu konserde üç Türk piyanist tarafından yorumlandı. Bu da festivalin sıradışı eserlerinden biriydi mesela. Sonra ikinci programımızda Camerata Trajectina var. Jan Pieterszoon Sweelinck dışında Hollandalı besteciler bizde pek bilinmez, onlar Schenck diye bir bestecinin Bacchus Ceres ve Venüs operasından aryalar seslendirdiler. Bilmiyorsun belki, ama dinlediğin zaman mest oluyorsun.
15. yüzyıldan, Kral Sigismund döneminden kalma bir el yazmasından bir kanon seslendiriyor sanatçılar. Böyle bir eseri Macaristan’da bile kolay kolay dinleyemezsin.
Festivalin adı mecburen Mozart’ı çağrıştırıyor.
Bazen festivalin adı Amadeus diye geçiyor, yanlış, Opus Amadeus! Latince opus, iş demek. Amadeus’un işi. Bir humor var burada, çünkü mesela Beethoven’ın “Opus 27 şu eseri” denir, burada Opus bestecinin eserlerinin katalog sıralamasına verilen sıfattır. Fakat Mozart’ın eserlerinde Opus değil, Köchel kullanılıyor. Köchel 626 Requiem gibi… Herkes gibi benim de dünyada en sevdiğim bestecilerin başında geliyor Mozart. Her eserini her an büyülenmişçesine dinlemeye hazırım. Bir de başka bir sebep var: Amadeus filmi 1984’te çıktığında 15 yaşındaydım. Türkiye’ye film yıllar sonra geldi, teyzem yurtdışına çıktığında görmüştü, bana plağını da getirmişti. O zaman Ankara’da oturuyorduk, kaset kiralayan video dükkânları vardı, zar zor bir yerlerden çok kötü bir kopyasını bulmuştuk. Kendime gelemediğimi hatırlıyorum. Milos Forman müthiş bir yönetmen. Pek çok insan için Guguk Kuşu, Amadeus’tan katbekat önemlidir. Oysa Amadeus’ta öyle açıklanamaz bir büyü var ki. Filmde Mozart’ın hayatı hakkında hatalar da var, çok serbest yorumlamış bazı bölümleri Milos Forman. Böyle bir karakteri bu kadar kanlı canlı, hayatının tuhaf dönemleriyle, komik anlarıyla, her şeyiyle gösterdikten sonra inanılmaz dramatik bir final: Parasızlıktan kimsesizler mezarlığına gömülüyor, üzerine de salgın hastalık yayılmasın diye iki mezarcı iki kürekle kireç döküyor ve gidiyorlar. Evrenin belki en yetenekli bestecisinin sonunun böyle olması acayip vurmuştu beni…
Bir dönem Fas’ta yaşadım, dokuz sene kadar. Marakeş Film Festivali’ne gitmeye başlamıştım. Fas hâlâ Fransa kültürünün yoğun olduğu bir ülke olduğu için biraz da Cannes’a benzetmeye çalışmışlardı, kırmızı halı, çok güzel bir festival tiyatrosu… 2008’de festival jürisinin başkanı Milos Forman oldu. Çok rica ettim korumalarına, filmi 16 kere seyrettiğimi söyledim, dört kere sinemada, 12 kere videoda! (gülüyor) Bir film gösteriminin sonunda hadi dediler, iki dakika görüş. Heyecandan dilim tutuldu, yüzüm kızardı. Amadeus gibi bir filmi çekmiş olduğu için kendisine büyük minnet duyduğumuzu söyledim. Bu sefer Milos Forman utandı ve kıpkırmızı kesildi. (gülüyor) İçindeki o sosyalist dönemde büyümüş, Nazi zulmünü de, Prag Baharı’nı da görmüş Çekoslovakı hissettirmişti o utancıyla. Amerikalı bir yönetmen olsa bana belki beş saniyesini bile vermezdi…
Amadeus, Latince “Tanrının sevgilisi” demek. Mozart Avusturyalı, ama daha ziyade Alman olduğu için bu ülkelerde Gottlieb diyorlar ona. Amadeus’un Almancası. Mozart’ı programlarda çok kayırmadığım farkediliyordur umarım. (gülüyor)
Bu sene 265. doğumgünü kutlandı…
Evet, 27 Ocak hem Mozart’ın doğumgünü hem de Holokost’u Anma Günü. Hatta şöyle bir anekdot var: Derler ki Avusturya ne kadar kurnaz bir ülke, Alman olmasına rağmen Mozart’ı Avusturyalı diye dünyaya satmayı becerdiler, Avusturyalı olmasına rağmen Hitler’i de Alman diye sattılar. (gülüyor)
Mozart niçin o kadar yoksul düşmüş?
Bunun sebeplerinden biri, klasik müzik tarihindeki ilk freelance müzisyenlerden olması, belki de ilki. Bu çok büyük bir devrim. Mozart, Salzburg’da Kilise’nin himayesinde ve adeta onun kölesi gibi; isteseymiş hayatı boyunca orada kalırmış. Bir gün bıkıyor, Viyana’ya gitmeye karar veriyor, özel derslerle, konserlerle hayatımı idame ettireceğim diyor. Mozart’ın eserlerinin büyük bir bölümü sipariş. “Bir sabah uyandım, içimden nefis bir keman konçertosu yazmak geldi” gibi bir durum hayatında ender olarak var. Bir zengin soylu geliyor, “kızım için bir piyano sonatı yazar mısınız, alın size şu kadar duka altın”. Bakıyor ki bu iş zor, sarayın yakınına, bir soylunun himayesine gireyim diyor, o da olmuyor. Hiçbir zaman parasal anlamda kolay günler görmemiş. İnanılmaz genç bir yaşta da kaybediyoruz. Ve ardında 626 eser bırakarak, inanılır gibi değil. Maradona için “Tanrı’nın sağ eli” derler ya o golü attığı için, Mozart için de rakibi Salieri “Tanrı’nın eli” der. Çok kısa zamanda peşpeşe bu kadar güzel eserler yazabiliyorsan, insani yeteneklerle açıklanamayacak bir fenomene dönüşüyorsun. Beethoven de bir dahi, ama o çarpışıyor eserlerinde. Nota kâğıdının üzerinde pek çok düzeltme var, o notayı silmiş, buraya mürekkep dökülmüş. Mozart’ınkiler tertemiz, pırıl pırıl. Bilgisayardan çıkmış gibi yazıyor, başından sonuna hatasız. Böyle bir müzik fenomeni gerçekten dünya yüzünde görülmüş şey değil. Ayrıca, işin içinden çıkılmayacak kadar zor tarafı şu ki, bir senfoni yazarken en üst keman partisini önce yazıyor, sonra ikinci keman partisi, sonra viyola, çello, kontrbas, sonra nefesliler, flüt, obua, klarnet, varsa trompet, timpani… Blok halde armonik olarak görmemiş kafasında, çok daha zorunu yapıyor, yatay halde, lineer besteliyor. Gerçekten başka bir şey, bir “yaratık”.
Bir dönem besteciler üzerine filmler yaygınmış. Akla Ken Russell’ın 1975 tarihli filmi Lisztomania geliyor. Onu izlemiş miydin?
Liszt hayatımda önemli bir besteci. Ankara Devlet Konservatuarı’nın lise bölümünü bitirdikten sonra Macaristan’da Franz Liszt Müzik Akademisi’nin Debrecen kentindeki Müzik Yüksek Okulu’na gittim, daha önce ilgilenmediğim Liszt’in eserlerini daha yakından tanımaya başladım. En sevdiğim bestecilerden değildir, ama severek dinlerim.
Liszt’in bohem hayatına odaklanan, biraz kaotik bir film Lisztomania. Başrolünde The Who’nun solisti Roger Daltrey oynuyor. Liszt piyano başına geçtiği zaman genç kızlar Beatles sahneye çıkmış gibi oluyor. Sanki ilk rock’n’roll’cu gibi…
Müzik tarihi açısından doğru bir noktadan almışlar. Kendisi müziğe star fenomenini getiren ilk besteci-piyanist. Ondan öncekiler, Mozart bile, çıkıp çalıyor, evine dönüyor. “Bu bizim ilah bestecimiz” gibi bir tepki yok sokakta yürürken. Liszt öyle değil. Bir kere inanılmaz bir virtüoz, ayrıca çok karizmatik bir görünüşü var, saçları falan. Adam akıllı da çıkmış, kendini pazarlamayı öğrenmiş. Bu anlamda öncülü yok, ardılları var, bir Lisztomania olayı var. Fakat hayatının ileri zamanlarında 180 derecelik bir dönüş oluyor. Kendini tamamen tanrıya ve dine veriyor. Tamamen transandantal, derin, iç duyuşlu, hüzünlü, trajik, karanlık eserleri var son döneminde, virtüozite neredeyse yok gibi.
Klasik müzik Türkiye’de çok teşvik edilen bir alan değil. Lisede nasıl konservatuar okumuştun?
Pek az istisna dışında dünyada da öyle aslında. Bizde nüfusun yüzde 0,1’i klasik müzik seviyorsa, Avrupa ülkelerinde yüzde 3-4 seviyor, bu da ciddi fark yaratıyor. Her şehirde konser salonu, orkestra olması da lokal olarak insanları alıştırıyor. Bir gün Avusturyalı bir arkadaşım demişti ki, “klasik müzik dinleyicisi futbol seyircisinden fazla olan dünyada tek ülke Avusturya’dır”. (gülüyor) Almanya’da bile, Berlin Filarmoni’yi mesela bir milyon kişi izliyorsa, Bayern Münih’i herhalde otuz milyon insan takip ediyordur…
Eskiden müzik derslerinde Yamaha blok flütü vardı hepimizin. Otuz tane flüt hazır bekliyor: “Aman mor koyun meler gelir…” (gülüyor) Bu bile müziği çocuklara sevdirirdi. Türkiye’nin o mütevazı koşullarında o melodikalı, kavallı müzik dersleri çocuklara müziğin ne kadar güzel bir uğraş olduğunu hissettirirdi. Bunu kaldırırsan rotasız giden bir gemi gibi oluyorsun ve eninde sonunda popüler denen müziğin ağına düşüyorsun. Oradan sonra zor klasik müziği tekrar sevmek. Bunun için bazı pedagojik yaklaşımlar gerekir, çünkü bu Avrupa’nın kendi müziği, orada daha fazla pedagojik ve doğal yapı var bu müziği sevdirmek için. Yeri gelmişken anayım, Türkiye’de bu konuda inanılmaz bir kurum var: Barış için Müzik. Bu sene 15. yıllarını kutluyorlar. İstanbul’un uzak semtlerinde, başka şehirlerde yaşayan, gelir seviyesi düşük ailelerin çocuklarına ücretsiz klasik müzik dersi veriyorlar. Binlerce çocuğa ulaştılar şimdiye kadar. Biz de Opus Amadeus kapsamında 2016’da Barış için Müzik yararına bir konser yapmıştık. Müzik zengin-yoksul dinlememeli…
Arkadaşlarından biri babama bir flüt veriyor ve “bu flütü Mehmet’e bir aylığına ödünç veriyorum” diyor, “bu ünlü bir insanın flütü, bana hediye etmişti”. Kimin flütü çıktı? Ian Anderson. Tuşları çok ağırdı, parmaklarımla çekiç gibi vurmam gerekiyordu.
Peki sen o flüt geleneğini nasıl devam ettirdin, flüte neden özel bir ilgi duydun?
Ankara Devlet Konservatuarı’na girmeden önce yan flüt çalmaya başlamıştım. Dört sene özel dersle belli bir seviyeye getirdim kendimi. Niye keman veya obua değil de flüt, bunu ben de bilemiyorum. Ortaokuldan sonra annemlere aynı okulun lisesine devam etmek istemediğimi söyledim, “ben klasik yan flütçü olmak istiyorum” dedim… Ortaokulda büyük bir tutkuyla günde üç saat flüt çalışırken arkadaşlarından biri babama bir flüt veriyor ve “bu flütü Mehmet’e bir aylığına ödünç veriyorum” diyor, “bu ünlü bir insanın flütü, bana hediye etmişti”. Kimin flütü çıktı? Ian Anderson. (gülüyor) Ama çalamadım hiç, hemen iki gün sonra “ben uğraşamam böyle flütlerle” dedim. Tuşları çok ağırdı, parmaklarımla çekiç gibi vurmam gerekiyordu, farklı bir sistemdi. İki gün sonra kutusuna koydum, geri döndü.
Kendine özel mi yaptırmış flütü?
Bana öyle geldi. Kendi parmak basışına, kendi çalış üslûbuna göre yaptırmış herhalde. Herhangi bir flüt fabrikasına gidip istediğin gibi bir flüt yaptırabilirsin. Keman öyle değil, keman eskidikçe güzelleşen bir çalgı. Nefesli çalgılardaysa teknoloji ilerledikçe çalgının sesi de, kapasitesi de ilerliyor. Fakat aradan yıllar geçti, o flütün ne kadar sert ve rahatsız olduğunu hâlâ parmaklarımın ucunda hissediyorum. (gülüyor) Ian Anderson’ın kim olduğunu öğrenmiştim, ama hiç o tarz müzikleri dinlemedim. Fanatik derecede klasik müzikçiydim daha o yaşta. Dinlediğim ender gruplardan biri Beatles’tı. Şu gün bile White Album’ü dinlesek, çağdaşlıklarını nasıl gösterdiklerini büyük bir heyecanla görebiliriz. Son dönem eserleri olağanüstü.
Ian Anderson’ı bugün bir flütçü olarak nasıl buluyorsun?
Müthiş. Klasik çalamaz, fakat kendine ait, çok özel bir tonlama, bir teknik yakalamış flütte. Dünyada çok azdır böylesi. Mesela Herbie Mann da çok iyi bir caz flütçüsüdür, ama Ian Anderson cazcı da değil tam olarak, bir rock flütçüsü. Ve çok orijinal bir figür. Aslında Jimi Hendrix’in gitarda yaptığını flütte yapıyor. Çok da vahşi bir şekilde yapıyor bunu, gitarı kırar gibi flütü kırmak filan değil de, teknik olarak. Fırtına gibi bir ifade getirmeye çalışıyor flütüyle. Öyle kullanılınca flüt de zenginleşiyor tabii sonuçta. Enstrüman keşfi çok güzel bir şey. Müziğin sınırlarını da genişletiyorsun yeni enstrümanlarla ve üslûplarla. Mesela iki gün önce İlhan Mimaroğlu’nun belgeselini izledik, o ne güzel bir müziktir öyle. Ki elektronik müzik dünyada yüzde birin de yüzde biri tarafından dinlenen bir müziktir herhalde. Yanlış hatırlamıyorsam filmde “Öldüğüm zaman oraya gidince ilk öldüreceğim kişiler Mozart ve Elvis Presley” diyor. (gülüyor) Mozart ne yapsın, o da kendi yüzyılının insanı. Bazı eserleri var ki kendi çağında beğenilmemiş. Hangi çağda olursa olsun, bu işi kendi çağından biraz ileride yapan tu kaka edilmiş, anlaşılmamış. Gustav Mahler gibi bir besteciyi Avrupa öldükten uzun yıllar sonra çalmaya başladı. Şu an en çok çalınan senfoni bestecilerinden, ama kendi zamanında sevdirememiş kendini. Bir sahne vardı filmde, Jim Jarmusch’un Night on Earth filminde taksicileri durdurmaya çalışan bir tip vardır, Mimaroğlu gece yol kenarında onun gibi gelen geçen arabalara bakıyor, tişörtünün arkasında “rezil Mozart” yazıyor. (gülüyor)
Liseden sonra eğitiminin devamı için Macaristan’a gitmeye nasıl karar verdin?
Lisenin sonu yaklaştıkça bir mutsuzluk başladı bende, eğitimden hiç memnun değildim, pek çok konservatuar öğrencisi gibi. Bir gün annem bir plak getirdi. Babamın bir arkadaşı 1984’ten sonra Budapeşte büyükelçisiydi, klasik müziği çok severdi, o göndermiş. Hayatımda duyduğum en avangard, en sıradışı, en müthiş flütçülerden István Matuz karşımdaydı. 74 yaşına rağmen modern flütün hâlâ en büyük ustalarından biridir. Flüte çift sesleri, üç sesleri getiriyor, flütü tek sesli olmaktan çıkarıyor. Çalarken boğazından sesler çıkarmak gibi muhteşem tekniklerle flütü genişletiyor. O zamanlar tabii mail filan yok, kendisine bir mektup yazdım. Konservatuarda yıl bitirme imtihanları olurdu, tam imtihana girmeden evvel yine annem gelip István Matuz’un mektubunu getirdi: “Sizi seve seve öğrencim olarak kabul etmek isterim…” Franz Liszt Akademisi’ne bağlı Debrecen Konservatuarı’nda çalışıyormuş, Macar vatandaşı olmadığım için biraz para ödemem gerekiyormuş. Okul o zamanlar yılda bin dolar gibi bir kayıt parası istiyordu, 25 sene sonra o rakam 10 bin dolara çıktı…
Macaristan o zaman sosyalizmin en ileri, en ışıklı göründüğü Doğu Bloku ülkesiydi. Yugoslavya da o zaman en açık ülkelerden biriydi, ilk sene oraya da gitmiştim, ama Macaristan bana daha rahat nefes alınır, daha iyimser bir ülke gibi görünmüştü. İnsanlar üzerindeki baskı hissediliyordu ama, onun altında fokur fokur bir dostluk, paylaşımcılık duygusu da vardı. İnanılmaz bir kültür hayatı vardı ve buna çok ufak paralarla erişilebilirdi. Bir dolara dünyanın en iyi orkestrasını dinliyorsun, 10 dolara Mozart’ın şu kadar notasını alıyorsun. Onların hepsi bitti artık. Macaristan çok pahalı bir Avrupa Birliği ülkesi haline geldi. Son günlerine yetişmişim. Ben 1987’de Macaristan’a yerleştikten kısa bir süre sonra Glasnost – Perestroika oldu. Polonya’da, Çekoslovakya’da bir geçiş dönemi yaşandı, Gdansk’taki metal işçileri, Lech Walesa’lar, “bu iş bitecek” diye herkes bekliyordu, ama Macaristan öyle değil. Şöyle tahayyül ediyorum: Macarlar uyandılar, şöyle bir gerindiler, güne başladılar ve ülkenin artık kapitalist olduğunu gördüler… Şu an hâlâ bunun acısını çekiyorlar. Vahşi kapitalizmin hızla gelmesini insanların hazmedebilmesi kolay değil. Yapabilecekleri pek fazla bir şey de yoktu maalesef…
Macaristan’da rejim çöküp sistem bambaşka hale gelince kültür gene pek fazla değişmedi aslında. Budapeşte’de, iki milyonluk şehirde iki tane büyük opera, bir tane operet tiyatrosu, otuz tane tiyatro, otuza yakın sinematek, kültürü yaşayabileceğin bir sürü mekân var. Fakat halkın bunlara maddi olarak ulaşma gücü azaldı, her şey gittikçe çok ama çok daha pahalı olmaya başladı.
Peki flütle ilişkin nasıl sürdü?
István Matuz’un yanında devam ettim, beş yılın sonunda mezun oldum. Fakat mezuniyetten kısa süre evvel gözümde bir retina dekolmanı tespit edildi. Doktor flüt çalmamın tehlikeli olabileceğini söyledi, çünkü retinanın etrafındaki incecik damarlar bende zaten gerili duruyormuş, bir müdahaleyle kopabilirmiş ve ciddi ameliyat gerekirmiş. Flütün içine büyük bir basınç gidiyor ağızdan, ben de bunu hissediyordum. Trompetçilerde de öyledir, şakakta damarlar fışkırır. Bu teşhis üzerine Türkiye’de retina çevresine bazı müdahaleler yapıldı, ama ben korktum flüte devam etmeye açıkçası. Tabii ki arada sırada özlüyorum, ama iyi ki de öyle olmuş diyorum, aksi halde şimdi tutkuyla severek yaptığım işi yapamayacaktım. Bir orkestrada flüt çalacaktım, çok daha bireysel bir müzik hayatım olacaktı. Halbuki bu müzikleri paylaşarak çok daha geniş alanlara hitap ediyorum gibime geliyor.
Daha sonra kaldın mı Macaristan’da?
Kaldım, hatta filmler yaptım orada. Sinemateklere acayip sarmıştım bir dönem, günde iki-üç film seyrediyordum. Bir ay boyunca gidip Bergman’ları seyrediyordum mesela. Bari dedim, yönetmen olayım. Tabii öyle olmadı ama, iki tane belgesel, bir tane de orta metraj film çıktı bu hevesten. Film yapma merakım çok kısa sürdü, ama çok ateşliydi, çok angajeydim, gece gündüz çalışıyordum.
Nasıl filmlerdi bunlar, konuları neydi?
Low-budget bile değil, non-budget idi bu filmler, ama onun için de paraya ihtiyacın var. (gülüyor) 1997’de flütü bırakmıştım, bir yapımcı buldum, dedi ki “film yapmak hakkında bir fikrin var mı”. Dedim “yok, ama Macar entelektüelleriyle bir film yapmak istiyorum”. (gülüyor) Filmde kamera karşısındaki insanlara “bana en çok anlatmak istediğiniz bir hikâyeyi anlatın” diyorum. Ünlü isimler de vardı, mesela ünlü yönetmen Károly Makk. Auschwitz kampından kurtulmuş seksen yaşlarında bir kadın geldi sonra. Macar toplumunu değişik insanlarla göstermek istiyordum, çok absürd, grotesk veya çok dokunaklı hikâyeler de çıktı, yüzeysel hikâyeler de. Filmin ismi de Yaşasın Macar. Konuklardan biri ülkenin sinema eksperlerinden biriydi, 1950’lerde 1 Mayıs Sineması’nın yöneticiliğini yapmıştı, Sovyet ordusu 1956’da Macaristan’a girdiğinde hangi filmi gösterdiklerini anlattı. Zoltán Fábri’nin bir filmi oynuyormuş. Agnes diye bir arkadaş filmde “gençliğim bir su tankının içinde geçti” diye anlattı, “yaz geliyordu, bir şnorkel alıp o su tankının içine giriyordum, sonra annemler yaz tatilinin bittiğini söylüyordu, oradan çıkıp Budapeşte’ye dönüyordum”. Budapeşteli bir kızın taşrada geçirdiği yazlar, bu kadar kısa bir hikâye… Böyle hoş şeyler vardı filmde, Macaristan’da bir-iki festivalde gösterildi. Derken ikinci film geldi, bu sefer konulu, İskenderiye Tütünü. Bütün arkadaşlarımı oynattım, ama çok enternasyonal bir ekipti, Brezilyalı, Fransız, Portekizli, Macar, Ukraynalı… Arkadaşım kafesini birkaç günlüğüne bana tahsis etmişti, Cafe Vian, hâlâ açık, sevilen bir mekân. Çok minimal bir filmdi, kamera karşıda oturan bir çifti gösteriyor, bir kadın bir erkeğe, bir kadın bir kadına, bir erkek bir kadına aşk mektupları okuyor, kendi dilinde ama. İskenderiye Tütünü Macar televizyonunda iki yıl gösterildi, sinemalarda oynadı. Çok beğeneni de, yerden yere vuranı da oldu. Hatta, olur ya, bir filmi o kadar sevmezsin ki, onun parodisi üzerine bir film yaparsın. Bu da yapıldı. (gülüyor) Gerçi beğenenler çoğunluktaydı, ama kendi kendime “bu yönetmenlik çok zor iş” dediğim bir “son yapıt” gibiydi. Sonra bir belgesel var ama, artık “konulu film” kulvarına girmemeye karar vermiştim.
Maradona için “Tanrı’nın sağ eli” derler ya, Mozart için de rakibi Salieri “Tanrı’nın eli” der. Çok kısa zamanda peşpeşe bu kadar güzel eserler yazabiliyorsan, insani yeteneklerle açıklanamayacak bir fenomene dönüşüyorsun.
O belgesel ne hakkındaydı?
Fas’ta çektik onu, oradaki altıncı yılımda galiba. Merzuga: Çölde Bir Kasaba. Çöl kasabanın içine kadar girmiş, kasabalılar hayatlarını anlatıyordu, günlük hayatlarından küçük kesitler vardı filmde. Bir kadın ekmeğini yapıyor, bir adam 365 gün esen rüzgârlardan evi korumanın ne kadar zor olduğunu anlatıyor, biri develerine övgüler düzüyor… Macaristan televizyonunun yanında, Fas televizyonunda da gösterildi bu film. Ve film kariyerimin opus’u oldu. Sonra da Türkiye’ye dönüp Opus Amadeus’u başlatmanın zamanı gelmişti. (gülüyor) Türkiye’ye döndükten sonra filmcilikle hiç ilgilenmedim. Kendini bilmek, bir bilgeliktir. Kendini bilmezsen başkalarının da zamanını harcarsın. Ama bir film hakkındaki fikirler çok çeşitlenebiliyor. Casablanca’yı, Amadeus’u, Amarcord’u herkes seviyor, ama bir film hiçbir kategoriye sığdırılamıyorsa, çok profesyonel çekilmemişse, derdini anlatmak için çırpınmış, ama bunu belli bir seviyeden öteye geçirememişse, insanlara bazen beklenmedik şekilde beklenenden daha çok şey söylüyor. Ben kendi filmlerimde de bunu gördüm. Yerden yere vuranlar da oldu, ama sinema sanatından hiç anlamayanlar çok güzel de buldu. Kimin görüşü daha değerli, öyle bir şey yok ki sanatta, herkes kendi hayat veya sanat görüşü doğrultusunda, kendi zevklerine göre bir şeyi seviyor ya da sevmiyor. Çıkıp da Shakira berbat bir sanatçı desen, insanlar seni deli diye tımarhaneye tıkar. Sanat son derece göreceli bir kavram.
Fas’a yerleşmeye nasıl karar vermiştin? Beatnik hevesi gibi miydi biraz?
Paul Bowles da vuruluyor Fas’a ve bir daha Amerika’ya dönemiyor. Hayat pahalı değildi Fas’ta, rüya gibi geçti benim açımdan. Bir gün geçiriyorsun, sevmiyorsun, bir hafta kalıyorsun, “aa enteresan” diyorsun, bir ay daha geçince “tamam, ben bu ülkede kalıyorum” diyorsun, öyle bir ülke Fas. Fakat müzikal açıdan hiçbir şey yapmadığım bir dönem oldu. Benimki daha ziyade iklimi nefis bir ülkede macera peşinde koşma hevesiydi aslında. 1999 kışı Macaristan’a inanılmaz bir soğuk dalgası gelmişti, eksi otuzlarda insanlar donuyordu, Tuna nehrinin üzeri buz kütleleriyle doluydu. Orada daha fazla yaşayamayacağımı da anlamıştım. Kapitalizme ani geçişin yarattığı buhranlar, stresli yaşam, gündelik hayatın kabalıkları üst üste gelince kaçmam lâzım dedim. Ama nereye? Bir geceyarısı bulvarda yürürken tesadüfen durdum, kafamı çevirdim, hani Blues Brothers’da bir sahne vardır, mavi bir ışık iner Jake Blues’un üzerine, o da “ışığı gördüm” diye dansetmeye başlar, öyle bir ışık sanki oradaki vitrini aydınlattı. Bir seyahat acentesi, afişte yazan şu: Morocco! Ertesi gün bir turizm rehberi aldım, iki gün sonra da uçağa atladığım gibi Kazablanka! Yirmi dereceydi ocak ayında! İki-üç hafta gezebileceğim kadar gezdim, çöllere kadar indim. Vedalaşmalar, evi kapatma derken üç ay sonra Fas’a yerleşmeye gittim. Kalacak bir yurt arıyordum, onu bir anda bulmak da beni cezbetti. Başka bir ülkeye gitseydim o kadar kalamazdım belki. Fas’a kaçmamın sebeplerinden biri de, Macar dilinin ve Macarların konuşkanlığa çok yatkın olması. Bir baktım, sabah onunla, akşam bununla gevezelik halindeyim, hem de zevk alarak. Sonuçta konuşmak güzel, sosyalleşmek güzel. Fas’ta tam tersi oldu, dokuz senede görüştüğüm topu topu iki arkadaşım vardı.
Nasıl bir ülke Fas?
Çok zengin bir ülke coğrafi açıdan. Atlas Dağları var, Atlas Okyanusu, Akdeniz var, çöl, ormanlar, birbirinden güzel Ortaçağ şehirleri var. Tam bir Akdeniz ülkesi. Türkiye gibi biraz: Doğunun bittiği bir batı, batının bittiği bir doğu var orada. Fransız etkisi mimariye, dile, davranışlarına yansıyor, ama kendi kültürlerini korumayı başarmışlar, bunun özgüveni de var. Dokuz sene içinde görülebilecek her yerini gördüm, en ufak köylerine kadar. Afrika seyahatlerim de oldu, Senegal, Mali, Burkina Faso… Dünyanın en fakir ülkeleri arasında Burkina Faso ve Mali, üzerlerine bir kader gibi çökmüş, kuşaklar boyu halledilemeyecek bir fakirlik var, bu açıdan çok üzücü, fakat çok etkileyici ülkeler. Fas’a dönünce New York’a gitmiş gibi oluyor insan, fakat bu ilginç bir deneyimdi benim için: Senegal’de veya Mali’de konuşulan Fransızcanın kalitesi Fas’ta konuşulandan iki kat, üç kat daha önde. Hindistan’da pek çok diyalekt vardır ve İngilizcede buluşulur ya, onun gibi, taksilerde, dolmuşlarda müthiş bir Fransızcayla ateşli politik tartışmalar yapıyorlar. Fas’ta ise Fransızca başlayan bir cümle Arapça bitebilir veya tam tersi.
Casablanca filminin oralarda bir izi var mı?
Faslıların çok büyük bir yüzdesi Casablanca’nın Fas’ta çekildiğini zannediyor. (gülüyor) Halbuki her şeyiyle Hollywood stüdyolarında çekilmiş. Filmle ilgili ender işaretlerden biri bir Amerikalının açtığı Rick’in Barı restoranı, çok pahalı bir yer. Bir de oranın ünlü bir sinemasının girişinde dev gibi, beş metrelik bir film afişi.
Fas’a gittiğinde ortaokul yıllarından itibaren klasik müzik eğitimi almış biriydin. Fas müzikleri sana neler hissettirmişti?
Müzik açısından en az bizimki kadar zengin bir ülke. Bir defa Siyah Afrika’dan gelen Gnawa tradisyonu var. Fas’ın kuzeyindeki kentlerde sekiz-on müzisyenin yan yana gelip icra ettiği Osmanlı müziğine yakın bir müzik var. Berberlerin yaptığı popüler müzikler var, taksicilerde hep iki-üç kaset olur, takıp akşama kadar dinlerler. Dağlardaki müzik, hatta belki bir kasabaya, yöreye has Joujouka müziği var. Yani çok farklı akımlar var Fas’ta. Klasik müzik icra eden bir tane orkestra var, Kraliyet Orkestrası galiba, tanıştığımda sormuştum “yılda kaç konser veriyorsunuz” diye. “Çok çalışıyoruz, biraz fazla konser veriyoruz, yılda dört tane” demişlerdi. Berlin Filarmoni yılda belki 100’den fazla konser veriyor. (gülüyor) Faslılar için Batı Klasik Müziği belki yine zorlama, kraliyet ailesinin “bu da olsun” diyerek getirdiği bir unsur gibi. Yani klasik müziği zaten unutuyorsun Fas’ta. Ama iyi ki unutuyorsun, bambaşka müziklerle tanışman için bir fırsat sağlıyor bu sana. Her gideceğin kasabada her akşam Brezilya’daki gibi fiestalar, karnavallar pek olmuyor tabii. Küçük kasabalarda yaşam zaten akşam altı gibi bitiyor. Gece hayatı olan bir ülke değil. Arap ülkeleri arasında en burjuva ülkelerden biri, baba eve gelir, anne güzel yemek yapar, sonra çocuklarla televizyon karşısına geçilir… Ama mesela Kahire çılgınların, manyakların, delilerin başkenti. Sabahın dördünde bazen kafelerde yer bulamıyorsun, millet göbek atmakla, kendinden geçmekle sabahı buluyor. Fas o anlamda İsviçre filan gibi bir ülke. Hele başkent Rabat’ta akşam sokaklar bir anda boşalır.
Fas’ın esas festivalleri önemlidir. Essaouira diye ünlü bir kenti var, inci gibi estetik bir kent, küçücük bir okyanus şehirciği… Woodstock’tan sonraki Woodstock’a en benzeyen festivali yapıyorlar orada. Sabahtan akşama kadar parklarda, plajlarda, meydanlarda mesela bir Amerikalı bir Ganalıyla, bir Senegalliyle bir Kongolu, bir Fransız buluşuyorlar, iki saat çalıyorlar. Müthiş bir kültürler karışımı. Ortak buluştukları nokta, Gnawa müziği diye tabir ettiğimiz, aslında tarihte Fas’a Gineliler tarafından getirilmiş, kökleri tamamen Siyah Afrika’ya dayalı müzik, bu müziğin duygusu ve ritmleri. Bir gün bu festivaldeyken Essaouira’nın biraz dışına çıkmış geziniyordum, kumlar içine batmış harabe bir ev gördüm, bir kadın geldi yanıma ve şöyle dedi: “Jimi Hendrix bu evde yaşadı, biliyor musun?” Sonra bu da Casablanca filmi gibi bir duruma büründü. Kimi diyor ki “Castles Made of Sand’i orada yazdı”, kimi diyor “iki gün kaldı, bir kahve içip gitti”… “Olur mu canım, altı ay kaldı, bizden biriydi…” “Hadi yahu, hayatında uğramadı buraya…” Bir efsaneye dönüşmüş Hendrix’in oradaki varlığı. Gerçekten bilemiyorsun, Jimi Hendrix geldi mi, gelmedi mi Fas’a. (gülüyor) Fas hep böyle mitlerin ülkesi, oldu mu, olmadı mı diye. Kitaplara göre Hendrix Essaouira’ya gitmiş, severek birkaç hafta kalmış.
Fas macerasından sonra ne yaptın?
Türkiye’ye döndüm ve bodoslama klasik müzik organizasyonlarına daldım. Çok güzel bir tesadüf oldu, 2010 Chopin’in doğumunun 200. yılıydı. Dünyanın belki en sevilen piyano bestecisi. Madem artık flüt de çalamıyorum, müzik birikimimi başka şekilde değerlendireyim dedim. İstanbul “kültür başkenti”ydi 2010’da, bir dosya hazırlayıp sundum, kabul ettiler. Dağ gibi iş, inanılmaz stresli anları vardı, tam bir deli işiydi. Ama bu festival çıkış noktası oldu ve bugünlere geldik. 2011’de de Franz Liszt’in doğumunun 200. yılıydı, onu kutladık İdil Biret’in de katılımıyla… Süreyya Operası’nda konserler düzenlemiştim o dönemde, oranın değerli sanat yönetmeni Murat Katoğlu’na Liszt Festivali’nden sonra bu işe devam etmek istediğimi söyledim, “oda müziğiyle devam et” dedi. İlk fikir böyle doğdu, artık piyanoyla devam etmemem gerektiğini hissediyordum, oda müziğine de bayılırım. 2012’de Opus Amadeus böyle başladı, bugüne kadar getirdik.
Festivalle bitirelim: Opus Amadeus’un konser mekânları da hayli ilginç ve çeşitli, festival tek bir yere mahkûm olmuyor, şehri geziyor…
İstanbul’un Anadolu ve Avrupa yakasında hemen hemen eşit sayıda konserler oldu. Sanat merkezleri, St. Esprit Katedrali, Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi, Aşkenazi Sinagogu, Deniz Müzesi… Mekânların güzelliği de konserlere bir derinlik katıyor. Youtube’dan dinleyerek klasik müziği veya genel olarak müziği sevemezsin, sevmemen de lâzım. Canlı bir konsere gitmek, insan unsurunu, sanatçıların heyecanını görmek, notaların o akustik içinde insanın içine işlemesi demektir müzik. Konserdir yani, kayıt değildir. Bu dönemlerde çok zorlanıyoruz tabii. Ama, pandemi koşullarında olduğumuzu düşünürsek, bu Opus Amadeus konser seçkisiyle ister sabah ister akşam, birbirinden güzel klasik müzik parçalarını çok başarılı sanatçıların, toplulukların yorumlarıyla dinleyebilirsiniz. 20 lira gibi bir rakamın pek çok bütçeyi üzmeyeceğini tahmin ediyorum. Anadolu’daki klasik müzik severler de umarım bu yayını keşfeder. Zaten konserler gibi İstanbul’la sınırlı olmadığı, her yerden seyredilebildiği için “Türkiye’nin dört köşesi oda müziği neşesi” dedik. Konserler mayıs sonuna kadar yayınlanacak, belki o sırada virüsten de kurtulmuş olacağız, yeniden canlı konserlerde karşılaşacağız.
Express, sayı 175, Mart 2021
Best of Opus Amadeus Arşiv Konserleri Serisi için biletler Biletix’ten 20 liraya temin edilebilir. Ayrıntılar opusamadeus.com adresinde.