I. bölüm: Sınıf mücadelesinin ruhsal alanı
İntiharları “sosyal cinayet” kavramıyla düşünebilir miyiz?
Aslı Odman: Soma, Bozkurt, Çorlu, kentsel dönüşüme bağlı asbestin uzun vadeli etkileri, Hendek, Davutpaşa, mesleki kanserler sonucu kayda alınmadan her sene ölen on binler, depremlerdeki kitlesel ölümler, kapitalist üretimin atıklarıyla kötüleşen hava, kötüleşen su, kötüleşen gıda sonucu kaybedilen ömürler… Bunların hepsi sosyal cinayet. “Kalkınma” adı verilen sistem “kıyım” olmadan işlemiyor. O yüzden “sosyal” bu cinayetler. İşin içinde Ceza Hukuku tabiriyle taammüt, plan, program, hesap kitap, amaçlı bir “iş organizasyonu” var.
Engels’in 1845 tarihli İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabına atıfla kullanılan bu kavramı İngiltere’de, mesela radikal kriminologlar devletin şirketlerin tüketici, işçi ve çevre sağlığına aykırı işlemlerini düzenleme, denetleme ve yargılama alanından çekilmesi bağlamında Thatcher sonrası için kullanıyor. İSİG Meclisi’nin kardeş kurumu Hazard Campaign’in 2018 işçi sağlığı ve güvenliği temsilcileri senelik kongresinde, Open University’den kriminoloji profesörü Steve Tombs’un “sosyal cinayet” hakkında çok etkileyici bir açılış konuşmasını dinlemiştim. Konu Grenfell Tower Yangınıydı. Kolay yanan, ucuz malzemeyle mantolanmış, yangın güvenliği alınmamış, tasarruf tedbirleriyle kuşa çevrilmiş Londra itfaiyesi tarafından zamanında müdahale edilememiş ve 72 kent yoksulunun hayatını verdiği Grenfell gökdelen toplu konutu. “Kapitalist üretim biçimi kaynaklı, devlet destekli, bu yüzden de çarpıcı bir sessizlik ve doğallaştırmayla karşılanan yavaş ve gündelik cinayetler” diye tanımlıyordu bunları. Bu tanımdan yola çıkarsak, binlerce insanın kendine yönelttiği geri dönüşsüz şiddet ile kapitalist üretimin özündeki zor ve şiddetin kirişine işaret etmek için “sosyal cinayet” kavramı bize düşünme ve eyleme yolları açabilir.
Kapitalist toplumlarda “bağımlı emek” yani “çalışma” sistemin olmazsa olmazıdır. Çalışma toplumlarında yaşıyoruz. Bireysel anlam ve toplumsal değer ile kişinin çalışma dünyasında işgal ettiği meslek, iş, ondan doğan statü, gelir arasında çok sıkı bağlar var. Ücret ile toplumsal değer, toplumsal değer ile toplumsal üretimden alınan pay arasında uçurumlar var. Bu yüzden “sosyal cinayet” kavramı bireysel ile toplumsalın, somut iş ile ruhsallığın, şiddet ile hasarın, iş organizasyonundaki kâr amacı ile intiharların öngörülebilirliğine rağmen önleyecek hiçbir ağ kurulmamasındaki taammüt arasında bağları düşünmeye bir davet olabilir. Aslında İSİG Meclisi’nin “iş cinayeti” kavramı da bu şekilde, Engels’in “sosyal cinayet” kavramıyla örtüşüyor. Daha doğrusu, son İşyeri İntiharları Meclis Raporu’nda iş başmüfettişi Şeref Özcan’ın yazdığı gibi, “bir sermaye birikim yöntemi olarak iş cinayetleri rejimi” ile sosyal cinayet kavramının örtüştüğü açık bence. Her ne kadar intiharların büyük bir kısmı bireyin kendine döndürdüğü şiddet olsa da bazı iş/meslek gruplarında benzer emek rejimine ve ücretli emeğin terbiyesi mekanizmalarına maruz kalanların teker teker aynı şiddete uğradığını ve toplu olarak çalışma kaynaklı intiharlar yaşandığını söyleyebiliriz.
“Endüstriyel işçiler üretim etkinliği ile zihinsel yaşamları arasındaki ayrımdan ötürü ıstırap çekmekteydiler, ama bu ıstırap onları işgününün ötesine bakmaya ve ruhsal enerjilerini dayanışma için harcamaya itmişti. Bilişsel işçiler arasındaysa bilhassa güvencesizlik koşullarında dayanışma çok nadir görülür. Herkes kendini yalnız hisseder, rekabete zorlanır ve güvencesizliğin insafına terk edilir.” Franco “Bifo” Berardi böyle diyor. İSİG Meclisi raporunda da kimi haberlerde de Berardi’nin bu tespitini doğrulayan veriler var. Beyaz yakalı ya da memur diyebileceğimiz kesimlerde intihar oranları yüksek. Berardi’ye katılır mısınız? İntiharlarda yalnızlaşmanın ya da yalnızlaştırılmanın etkisini nasıl görüyorsunuz?
Eylem Akçay: Yalnızlık intihar gibi bir sis çanı olmaksızın da bu çağın önemli bir sorunu. Bugün zihinsel yaşamla üretim etkinliği arasındaki farkın kapandığı ve bunun eski tarz dayanışma yöntemlerini kullanışsız kıldığı tespitine katılıyorum. Beyaz yakalılar arasında intiharın artıp artmadığını bilmiyorum. Böyle bir artış varsa bunun nasıl yorumlanabileceğini kestiremiyorum daha doğrusu. Ama “beyaz yakalı intiharları” diye bir kategorinin kurulması bir anlam taşıyor olabilir. Beyaz yakalılar üretim ilişkilerinin ve yeni disiplin tarzlarının yalnızlaştırıcı baskısının bir sembolü olarak görülebilir. Modern kapitalizmin beyaz yakalılara vaadi çok açık ve güçlüydü, ancak geldiğimiz noktada bu vaadin yerine gelmediği gizlenemez oldu. Bugün gençler geçmişin gözde “mesleklerine” sahip olsalar da ebeveynlerinin refah seviyesine erişmekte güçlük çekiyor. Ataması yapılmayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, “beyaz yakalı” işsizler, çok düşük maaşla çalışmaya razı olan profesyoneller bu başarısızlığın yarattığı bir toplumsal artık oluşturuyor. Parlak bilişim projeleriyle gelen ani zenginleşme küçük bir azınlığın geçici bir şansı olarak kalıyor, güvence hissi vermiyor. Bu gruplara dahil birinin intiharında içinde bulunduğu durumun etkisinin olmadığına inanmak kolay değil. Bu gruplara kimse kendi eliyle girmez. Bu duruma sosyal olarak itildiği açıktır. France Telekom intiharları veya Batman’daki kadın intiharları gibi toplu veya ardışık intiharlar doğrudan toplumsal koşulların katlanılmazlığını işaret ediyor.
Ataması yapılmayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, işsizler, çok düşük maaşla çalışmaya razı olan profesyoneller başarısızlığın yarattığı bir toplumsal artık oluşturuyor. Bu gruplara dahil birinin intiharında içinde bulunduğu durumun etkisinin olmadığına inanmak kolay değil.
Üyesi olduğum Plaza Eylem Platformu bir süredir böyle ardışıklık içeren intihar ve ölüm vakalarına dikkat çekiyor. Platform Yapı Kredi çalışanı Nadide Kısa’nın, İNG çalışanı Levent Turan’ın, Garanti Bankası çalışanları Şener Yücel ve Ahmet Öncül’ün ve medyada yer bulamamış başka birçok kişinin (bunlar arasında Melike Erdem, Murat Yapıcı, Ahmet Ural, Orhan Çetin, Ercan Özer, Hüsnü Sidar Çiftçi, Bayram Şen Çelik, Sevgi Balcı, Cahit Gündoğdu, Ece Ceyda Güdemek var) ölümlerinin çalışma koşullarıyla ilişkisinin cinayet soruşturması gibi ele alınması gerektiğini savunuyordu. Bu isimler, bir iki sektörde yoğunlaşmış ve çalışmayla ilişkisi açısından şüphe uyandıracak şekilde sağlık sorunlarıyla ve intiharla hayatını kaybetmiş kişilere ait. Bu ölümlerde hem karoshi, karojisatsu gibi çalışmayla ilişkisi üzerinden tanımlanmış ölümlerde olduğu gibi hukuki boyutuyla işverenin ve işletmenin sorumluluğu araştırılmalı hem de genel çalışma koşulları açısından topluma yapabilecekleri uyarılar tespit edilmeli. Çağımız çalışma koşullarının bireylerin özdeğerlerini tespit ve teslim ederken başvurdukları nitel ölçütlerin, ölçülemeyecek özelliklerin tartıya vurulmasından kaynaklanan yaraları tek tek bireylere yüklenemeyecek kadar büyük bir yük oluşturuyor. Çalışanlar arasındaki yıkıcı rekabet, performans baskısı, mobbing gibi hazırlayıcı koşulları ve tetikleyicileri kontrol edecek, bu yükü ortadan kaldıracak, hafifletecek ve paylaşacak toplumsal düzenlemeler yapmak zorundayız.
Plaza Eylem Platformu ruhsal alanın işgaline, ruhsallık ile çalışma hayatı ilişkisine özellikle dikkat çekiyor. Ruhsallık ile çalışma arasında nasıl bir ilişki var?
Akçay: Plaza Eylem Platformu’nun çalışmalarında yalnızlaşma, rekabet, performans/hedef/başarı baskısı ve dayanışma mekanizmalarının çürümesi olgularını ruhsal alanda yaşanan bir sınıf çatışması metaforuyla açıklama eğilimindeyiz. Bu çatışmada beden ve ruh yara alıyor, bazen yaşamını sürdüremez hale geliyor. Bu bağlamda eskisine nazaran artış belirtileri olsa da istatistiki açıdan daha çok kayıp vermiyor olabiliriz, ancak bugün intiharları yaş bunalımları, talihsizlikler ve şahsiyet temelli biyografiler sınırında tutmayıp savaşın bir cephesi olarak görebiliyoruz. Feminist hareketin taciz konusunda yaptığı gibi. Yüzeyde, görünürde iki adım geri atıyorsak derinde kalıcı bir adım da ileri atıyoruz. Ancak bu alanda henüz etkili ve olgun mücadele kurumları gelişmiş değil.
Odman: Geçenlerde sevgili psikolog Eser Sandıkçı’yla bir radyo programında konuştuk bunu. O da bu ikili (ruhsallık-çalışma) arasındaki ilişkinin kurumsal şirketlerce çalışan örgüt psikolojisi tarafından nasıl soğurulduğunu ve eleştirel bütünsel sosyal bilimlerin alanında daha emekleme halinde bile olmadığından bahsetmişti. Ruhsallıkla iş organizasyonları arasındaki ilişkiyi kurmaya çalışırken esasında semantik alanı da kurmaya çalışıyoruz. Bu kadar fazla tanımlama çabası, hâlâ devam eden bu iş organizasyonlarıyla baş etme, anlamlandırma ve değiştirme çabasıyla orantılı esasında. Yani kendine dönmüş bireysel şiddet ile dayatılan toplumsal roller ve hiyerarşi baskısı, toplumsal güvencesizlik ve toplumsal konum ve beklentilerini yeniden üretememenin yarattığı şiddet ve kapitalist toplumun uyandırdığı hayaller, hatta fantazmagoryalar ile çıplak deneyimler arasındaki çelişkinin yarattığı şiddeti tanımlamaya çalışıyoruz. Bu sadece klasik hizmet sektörüne, okumuş orta sınıflara, “beyaz yakalılara” has bir durum değil. Çalışma çok daha kapsamlı bir toplumsal olgu. Hanelerdeki yeniden üretim emeğinden tek başına evden çalışmaya, büyük ölçekli fabrikalarda, çağrı merkezlerinde, lojistik depolarda, tersanelerde sıkıştırılmış veya kitleler halinde taşınarak ve barınarak tarlalarda, plazalarda, okullarda, hastanelerde veya sokaklarda yapılan çalışmaya kadar her çalışma pratiğinde insan olmaktan kaynaklanan beklentiler, umutlar, arzular, hayaller, hayal kırıklıkları, tanınma kaygısı, yani ruhsallık ve zihinsellik çalışma sürecinin parçası. Bu yüzden iPhone monte eden göçmen Shenzenli fabrika işçisi de, geçici koruma statüsünde kaçak çalıştırılan genç mevsimlik işçi de, plazada çalışan bankacı da, sağlıkçı da, polis de, asker de, sokakta çalışan kâğıtçı da, öğretmen de, kamyon şoförü de çalışma koşullarının derinleştirdiği umutsuzluk ve geleceksizlik hissi içinde intihar ediyor. Çalışma süreçlerinden dışlanmış olmak da, yani işsizlik ve çok işlilik de çalışma kaynaklı bir intihar olarak tanımlanıp, bir mücadele alanına çevrilebilir. KHK’lıların seri intiharları bizi bunun hakkında ciddi bir şekilde düşünmeye itti.
Konunun bir de hukuki boyutu var…
Odman: Çalışma hayatı kaynaklı tehlike ve riskler, sağlık ve can kaybı formalize edilmiş bir alan. İşçi işyeri ve iş süreci sınırları içinde intihar ettiğinde bu teknik olarak iş kazası addediliyor. Biz bu teknik tanımı bir hak kazanımı olarak alarak, sorgulamamızı bununla kısıtlı tutmadığımızda ruhsallık ile çalışma arasındaki ilişki alanını tanımlamaya başlamış oluyoruz. Kapitalist doğallaşmış çalışma ilişkileri içinde görünmezliğe itilen bu alanın illiyet bağlarını kurarken de intiharı pozitivist bir biçimde tamamen neden-sonuç silsilesine bağlamaya çalışmamalıyız. Tam da sayısallaşmanın çıktığı iş organizasyonunun yarattığı acıyı görünür kılmaya çalışırken, buna dönüşmeye karşı olmalıyız. İSİG Meclisi’nin çalışmaları bunları da tartışmaya açmaya çalışıyor. Faaliyetini tüm meslek alanlarını ve tüm statüleri kavrayan bir çalışma acısı bütünü içerisinde görmesinin nedeni de bu. İki kelime geliyor aklıma: kayıp veri ve enkaz bilim çalışması. Biz kapitalizmin yarattığı iş organizasyonuna yarattığı kayıplar ve enkaz üzerinden bakıyoruz. Enkazın içerisinde, kendine dönük şiddet olan intiharda, bir yandan da en sonunda kendini öncelemek, kendini başka şeylerin önünde bireyselleştirmek, özneleşmek amacı da görmeliyiz. İntiharın umutsuzluğunda bin türlü umut gizli. Çalışma hayatındaki sırf çalışma saatleri, ücret, işçi sağlığı altyapısı gibi kazanım alanlarına değil de, bu geri dönüşsüz şiddete bakmamızın kökeninde, Benjamin’in tarih yazımı için geriye dönerek arkasındaki yıkıntı üzerine yıkıntı yığan fırtınaya bakan tarih meleği gibi bakma çabamız var. Yıkıntıyı ölçerken de sadece maddi şeylere veya sayılara bakarsak, ruhsallığı ve geri dönmeyecek olanın yasını dışarıda bırakırsak, kendimizle çelişen bir şey yapmış oluruz.
Çalışanlar arasındaki yıkıcı rekabet, performans baskısı, mobbing gibi hazırlayıcı koşulları ve tetikleyicileri kontrol edecek, bu yükü ortadan kaldıracak, hafifletecek ve paylaşacak toplumsal düzenlemeler yapmak zorundayız.
Murat Çakır: İşsizlik, örgütsüzlük ve dayanışma ağlarının zayıflaması demişken, somut bir gözlemim var. 7 Nisan’da Beşiktaş’taki bir eylemde konuşan işçi arkadaşımız, “177 bin işçi Kod 29’dan atılmış, biz eylemde 100 kişiyiz, dayanışmamız bu” demiş, eklemişti: “Yarın patronun villasının önünde eylem yapacağız. İleride bir işçi patronun villasının önünde kendisini yakarsa şaşırmayın.” Direnişteki işçilerin bile aklından çözümsüzlüğe son çare olarak intihar etmek geçebiliyor. Diğer yandan, bir şekilde yan yanayken de iş ruh haline geldiğinde, insanların neler yaşadığını anlayabilmek mümkün olmuyor. Benzer bir konuşmayı alandaki işçilerden biri daha yaptı. 22-23 yaşlarındaydı. Bu insanlar hızla politikleşiyor, hızlı bir dönüşüm içindeler. Bir yaratıcılık ve yıkıcılık barındırıyorlar, ama tahrip kendilerine de dönebilir. Bir gözlemim de intihar sayılarıyla ilgili. Mesela, pandemi sırasında müzisyen intiharları için birden 100 dendi. Sonra iki kişinin daha intihar ettiği, sayının 102 olduğu duyuruldu. Ama bildiğim kadarıyla o kadar ölüm yok. Ama “100 ölüm” denince milletvekili araştırma önergesi verebiliyor, basında haber olabiliyor, gündeme gelebiliyor can kayıpları.
Odman: Açıklama verme kaygısı da şiddetin bir devamı haline gelebiliyor ama…
Çakır: Bu örgütsüzleşmenin bir sonucu aslında. Geleneksel sendikal hareket sona erdi. İşten atılan veya koronadan hayatını kaybeden üyelerine bile sahip çıkamadılar. Toplumda müthiş bir örgütsüzlük var. Pandemi bunu çok net bir biçimde açığa çıkardı. Tüm bunların karşısında bir işçi ne yapabilir? Didiniyor, çalışıyor işçi, ama para bitti, işsizlik var, borç var. İntihar iç içe geçen tüm bu süreçte açığa çıkıyor. Korona nedeniyle eve kapanan ve parası olmayan kişi “sakin ol şampiyon…” diyen adamla karşı karşıya kalıyor. Bütün bunlar birikiyor, çok farklı bir nedende açığa çıkabiliyor.
Hal buyken, nasıl bir örgütlenme olmalı sizce?
Akçay: Bireyin toplumla bağını onaran ve yenileyen bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. İşletme ideolojilerinin önerdiği ve hegemonikleşen bağ kurma tarzları yaraları onarmak şöyle dursun büyütme eğilimindedir. Çünkü işletmenin ölçülebilir bir kazancının olmadığı bir toplumsal ilişki hayal edemez veya anlamlandıramazlar. Buna rağmen, emek temelli bir örgütlenmenin yeni bir bağ kurmaya davet etme anlamında rekabet şansı sermaye cephesinden gelen çağrılardan daha düşük. Tersten söylersek, örgütsüzleşmenin aşılması gerekiyor. Örgütsüzleşme sadece örgütlenmenin engellenmesi, yasaklanması ve türlü zorluklarla karşılaşması yüzünden yaşanmıyor. İşçi sınıfının bugüne kadarki örgütlenme birikimi ve kurumları işlevsizleşiyor. Emek kurumlarının çevresinde sermayeninkiler kadar canlılığın olmaması veya canlılığın ancak tepkisel patlamalarla kendini göstermesi, kalıcı ve sürdürülebilir olmaması örgütlenmede yaşanan sorunların bir göstergesi. Ruhsal alandaki kayıplara, yıkıma, enkaza ve ölümlere bakmak bizi canlılığı yeniden ele geçirmeye sevk etmeli, yoksa ölümcüllüğü yeniden yeniden yaşamaktan fazlasına varamayız.
Emek yanlısı kurumların hapsedildikleri ölçülebilir kayıp/kazançlar ve pazarlık alanıyla yetinmemesi, ruhsal alandaki mücadeleyi derinleştirmesi bir cevap olabilir. İntiharların ve onlara atfedebileceğimiz mesajın karşılığında –Buazizi’nin intiharında olduğu gibi– büyük bir toplumsal tepki, patlama beklemek yanlış olur. Zaten fakirlikle veya benzeri toplumsal sorunlarla ilişkili olduğu düşünülebilecek intiharlar yeni olgular değil ve sadece taşkınlık anlarını, patlamaları ifade ediyor da değiller. Aklıma Hilmi Matlisa geliyor. İsmini hatırlayan çıkmayacaktır. 2008 yılında evli olmadan birlikte yaşadığı eşi için yeşil kart çıkartamamış, kadını ve çocuğunu rehin tutan hastanenin ücretini karşılayamamış, bu yüzden SGK önünde kendini yakmıştı. Eskiden gecekondu yıkımlarına intihar girişimleri eşlik ederdi. Belli sektörlerde yoğunlaşan ve bir şekilde işçilerin zaten yetersiz olan “tedbirlere” yetersiz uyum sağlamasına bağlanmaya çalışılan ölümleri de benzer çerçevede ele alabiliriz. Bu ölümlerin tümü, hayatla ölümün, iktidarla tabii olanın, işverenle işçinin bir pazarlığı görünümünü alıyor. Emek cephesinin bu pazarlığı görmezden gelmemesi ve sadece “bardağın taşması” metaforuyla ele almaması gerekiyor.
Yalnızlaşma, rekabet, performans/hedef/başarı baskısı ve dayanışma mekanizmalarının çürümesi olgularını ruhsal alanda yaşanan bir sınıf çatışması metaforuyla açıklama eğilimindeyiz. Bu çatışmada beden ve ruh yara alıyor, bazen yaşamı sürdüremez hale geliyor.
Başlangıç olarak çözüm tahayyülünün, talebin veya bu gerçeği dikkate alacak örgütlenme pratiklerinin temelde şefkatli diyebileceğim bir düzenlemeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Örnek olarak bakıma ve özbakıma mücadele ve örgütlenme içinde bir alan sağlamalı, toplumsal taleplere, çalışma yaşamına dair taleplere bu alanı da dahil etmeliyiz. Ruhsallık ve bakım alanlarını bireysel çözümlere, piyasa içi çözümlere bırakmamalıyız. Ruhsallık alanı bir sınıf çatışması alanı ve bu alanda da mücadele ve örgütlenme zorunlu. Bu alandaki sınıf çatışması kendi kurumlarını hak ediyor. Çalışma yaşamının ruhsallığı dikkate alacak şekilde yeniden düzenlenmesi için mücadele etmeliyiz.
Eğer bir sınıf çatışması alanıysa ruhsallık, o zaman sınıfın bilinç dışına ittiği şeylerden biri de intihar olabilir mi?
Gürsel: Bu konuyu iki açıdan düşünebiliriz: intihar eylemini gerçekleştirmeyi düşünenler ve buna şahit olanlar. Sınıfın (sınıf oluşum ve bozuşum sürecinin) belli aşamalarının –narsisistik, ikircikli, uygar, sembolik-etik– olduğunu düşünüyorum ve her tür sınıf deneyimi ifadesini bu aşamalara göre sınıflandırmaya çalışıyorum. İntihar düşüncesi bize bir yandan kişinin iç dünyasındaki gerilimde bir pozisyona sıkıştığını, sıkıştırıldığını hissettiğini düşündürür. Diğer yandan da kişinin, bu sıkışmanın geriliminden ve yoğun bir güce sahip olan ruhsal dünyadaki “sıkıştıranlardan” kurtulmanın yolunun, bedenin ve yaşamsallığın yok edilmesinden geçtiği sanısına kapıldığını. Dolayısıyla, burada yoğun bir pasiflik deneyimine, bir tür aktifleşme hayalinin eşlik ettiğini düşünebiliriz –ki bu hayalin de güncel gerçekliği dönüştürme amacıyla bağlantısının zayıf olduğunu ve ruhsal yaratıcılığın gelişmesine denk düşmediğini vurgulamalıyız. Bana göre Aslı’nın ve Eylem’in söz ettiği “faillik” ve “özneleşme” ancak böyle bir çerçeve içerisinde düşünülebilir. Bahsettiğimiz deneyim ikirciklidir; kişiye yeni duygular, düşünceler, yollar üretmek üzere bir harman sunmaz, bir çatışma yaşatır. Ben böyle sınıf deneyimlerini, sınıfın ikircikli aşamasında değerlendiriyorum. Bu aşamaya denk düşen deneyimlerin saldırı altında olmaya ilişkin bir kaygıya ek olarak hiyerarşik özdeşleşmelere (duruma göre toplumsal iktidarlarla, şirketle, metayla, devletle, vb.) işaret ettiğini, alternatif hayallere vesile olacak özdeşleşmelerden duyulan yoksunluğa ve ortaklık (ortak deneyim, hikâye, hafıza, gelecek, kader) deneyiminden mahrum olmaya dayandığını düşünüyorum.
Bir de şahit olan işçi açısından düşünelim –ki zaten bunu biraz “şahitlik” başlığı altında konuşmuş olduk. Sosyal medyada, işyerinde, evde, sokakta, sendikada bir işçi olarak bu türden deneyimler yaşayan başka bir işçiyle karşılaşmanın bizim açımızdan da zorlukları olabilir. Bu karşılaşmada zihnimizde korkular, kaygılar, hayal kırıklıkları, kayıp ve mağduriyet deneyimleri ve türlü hayaller canlanabilir. Biz de bazı bağ ve özdeşleşmelerin yoksunluğunu çekiyorsak, bunlarla uğraşmak kolay olmayabilir ve daha evvel bahsettiğimiz gibi, karşımızdakinin deneyimiyle mesafeyi koruyarak bağ kurabilmenin yolları tıkanabilir. Dolayısıyla, yasın ve mücadelenin yolları tıkanır. Bu, hem bir işçinin bir öteki işçiyle bağındaki hem de kendisiyle (kendi kaybı, kaygısı, acısı, çelişkisi, ihtiyacı, arzusu, vb.) bağındaki bir kayıptır, hasardır. Tam da bu nedenle, bu bağın onarılması, inşa edilmesi için bir alan açabilecek, yeni özdeşleşme imkânları yaratabilecek, hakiki anlamda eşitlikçi ilişki ve örgütlenmeler temel ihtiyaçlarımızdır. Ben bu türden ilişki ve örgütleri sınıfın uygar aşamasına yerleştiriyorum ve kapitalizmi yerinden edebilecek sembolik-etik düşünce ve eylemlerin ancak bu zeminde yeşerebileceğini düşünüyorum.
Biraz daha somutlarsak. İntihara varan çaresizliği ve yalnızlaşmayı aşacak dayanışma modelleri, toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimleri neler olabilir?
Akçay: Bu konuda bir çalışma yapılacaksa bunun amacının “intiharları engellemek” gibi tarif edilmemesi gerekiyor tabii. Esasen intiharı mümkün kılan, bu edime bir pazarlık veya kurtuluş imkânı niteliğini kazandırıyormuş gibi görünen koşulların doğrudan hedeflenmesi gerekiyor. Eskiden Alo 182 intihar hattıydı, sonra sağlık hattı oldu, doktora gitmek için randevu bu hattan alınıyor. Bunu bir metafor gibi kullanırsam, diyebilirim ki, intihar bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı. İşyeri intiharlarını, işçi intiharlarını ya da yaşam-intihar ilişkisini örgütlerimizin içine koymalıyız. İntiharı tetikleyen, onun sebeplerinin arasına giren, onlarla iç içe giren, aslında bizim düzenleyebileceğimiz insan ilişkilerinin, yani yapısal koşulların kontrol edilmesini talep etmemiz gerekiyor.
Gürsel: Dayanışma derken de pasifleştirici olmayan, bizleri cansız idealizasyonlara ve şef tipi liderlere bağlamayan, dağınıklık ve kuralsızlığa teslim etmeyen dayanışmalar arıyoruz. Buna karşı aktifleştirici, canlandırıcı idealler taşıyan, insan deneyimine saygılı ve samimi bir ilişki kurup ihtiyaçları somut taleplere çevirebilen dayanışmaların peşindeyiz. Bazı dayanışmalar bizler açısından geriletici, izole edici, pasifleştirici olabiliyor. Dayanışma vaadine hakkını verebilmek için saydığım kriterleri korumamız gerektiğini düşünüyorum. Bu biraz grubun sevgisi, şefkati, kapsayıcılığı, güvende hissettirmesiyle alakalıysa biraz da insanlar arasındaki sınır ihlâllerine karşı duyarlı olması ve bunlara müdahale edebilmesiyle alakalı. Yerine göre küçük yerine büyük ölçekli olabilir, ama gerçekliği dönüştürebilecek talepler ve mücadeleler ancak böyle ortamlarda oluşabiliyor. Bu saydıklarımın hepsinde toplumsal olarak krizde gibiyiz, ama bunları hâlâ düşünebiliyoruz ve görebiliyoruz. Eksik veya yıkık ilişkiler üzerinden inşa faaliyetlerimizi sürdüreceğiz, yeni sınıf örgütleri oluşturacağız ve/veya eskileri yenileyeceğiz.
Odman: Baran’ın dediği gibi, her grup ilişkisi deva değil. Bazen tam aksine, olumlu ve olgunlaştırıcı bir bireyselliğe karşı da olabiliyor dayanışma grupları. Beraber gelişmeyi, gülmeyi, yataylığı, dönüştürmeyi, daha iyi bir hayatı vaat edip bunun tam tersini veren gruplar var ve bunlar intihara yatkın hale getirebiliyor insanı. Geniş tanımıyla sol, muhalif örgütlenmelerde, muhalif sosyal hareketlerde aktif olarak bulunup da bu hayal kırıklığını yaşamamış yoktur herhalde aramızda. Ben bu hayal kırıklığının aile, devlet veya sermayeye/şirkete yapılan duygusal yatırımların yıkılmasından daha beter sonuçlar yarattığına sık sık şahit oldum. Belli bir yaşa geldikten sonra kendi çabanla kurduğun, özneleştiğin ortamlarda bu tarz dibe düşmeler çok acı verici oluyor. Bu hayal kırıklıklarını daha çok öne çıkan bireylerin mobbingi ve tacizin farklı türleri üzerinden devam eden davalara indirgemek çok sığ, baştan savma bir yaklaşım. Muhalif örgütlenmeler bunları daha çok bireysel düzlemde patlamalar, bireyler arası ilişkiler olarak ele alabiliyor. Bu alanda kamusal, politik, bütünsel bir eleştiri dili oluşmadı.
Çalışma süreçlerinden dışlanmış olmak da, yani işsizlik ve çok işlilik de çalışma kaynaklı bir intihar olarak tanımlanıp, bir mücadele alanına çevrilebilir. KHK’lıların seri intiharları bizi bunun hakkında ciddi bir şekilde düşünmeye itti.
Yaşadığımız deneyimlerin beni sevk ettiği hayallerim hâlâ var: işler, mekânlar, türler, kimlikler arası ilişkiler, beş duyunun da, arzuların da, ruhsallığın da içine katıldığı, bütün örgütlenmelerin parçası olduğu kolektifler bunlar. Dönem dönem bazı iş odaklı örgütlenmelerde bu hayallerim kısmen gerçekleşti de. Bu ancak, eril başarı odaklı, maddiyat, rekabet ve mikro-iktidar odaklı örgütlenme tarzlarıyla yüzleşebilmiş, ruhsallığı, ölümlülüğü ve yası karanlık veya özel alana itmeyen momentlerde olabildi. Bunu daha kalıcı hale getirebilir miyiz, çalışma kaynaklı intiharlar ile uğraşma çabamın arkasında hep bu büyük soru da var.
Ezcümle, ruhsallığı emek mücadelesinin üvey evladı halinde, dedikodular ve enformel alanda bırakmamalı. Söylem üretmenin, örgütlenme dili, süreçleri ve amaçlarının oluşturulmasında asli unsurlardan biri ruhsallık. Dayanışma, yatayların dönüştürücü örgütlenmesi için yöntem, yol yordam düşüneceksiniz, ama sadece “şeyleri”, “sözleri” ve “işleyen bedenleri” düşüneceksiniz, bu olamaz ki. Artık akademide kurumsallaşmış bir dal haline gelen “duygulanım çalışmaları”na, sosyal bilimlerdeki duygulanımsal dönüşüme (affective turn) burjuva işi deyip geçemeyiz. Direnen işçiye gelecekte zafer vaat etmek dışında, maddi kazanıma endekslenmiş bir muzafferlik ruhsallığının yetmediği, o sloganın da (“zafer direnen işçilerin olacak!”) bugünkü ihtiyaçlara yetmediği, yetmediği oranda da gırtlaktan gittikçe daha da zorlama çıktığı aşikâr. Kıyamet kapitalizminin yarattığı ruhsal bunalımların bu kadar “doğallaştığı” bir dönemde yaşam eksenli şimdinin örgütlenmesinde, gelecekte verilen bir zafer vaadinin korku ve umutlarımızı karşılaması bana imkânsız gözüküyor. Baştan kolektifleşmenin parçası halinde düşünülmediğinde, ruhsallık muhalif alanda da epey vıcık vıcık duygusal cemaat dayatmalarının malzemesi haline geliyor. Tabii ki burada çoğu sendikanın bugün işçinin oğlunun sünnetine, kızının düğününe, cenazesine gitmeye indirgediği duygusallık temsilleri haline dönüşmüş samimiyetten bahsetmiyoruz. Çoğu kurumsal sendika duygulanımı ve arzuları duygusallıkla, onu da zayıflıkla eşleyen, işçinin özel hayatındaki zayıflığı ile de patronaj ilişkisi kuran eril, bürokratik pratik ve protokolleri uyguluyor. Hâlbuki bu alanda ne kadar canlı bir kolektifleşme potansiyeli var.
Ufacık bir örnek vereyim. Üyesi olduğum Eğitim-Sen’den. Konfederasyonu KESK’den çoğu da öğretmen olan bin beş yüz memur KHK’larla ihraç edildi, devletin diliyle söylersek sivil ölüme mahkûm edildi. Çoğu KESK’li, Eğitim-Sen’li olmanın bedelini ödeyen, muhalif, toplumu dönüştürme tahayyülleri ruhsallıklarının bir parçası olan meslektaşlarımız bunlar. Bu süreçte KESK de Eğitim-Sen de KHK’lıların bu kırılmış ruhsallıklarını, içerde kalan ve dışa atılan üyelerinin birbirini sağaltacak örgütlenmelerine evriltemediler. Çok ciddi maddi ve fiziki dayanışmalar oldu. Ama bu çalışamama acısını kapsayacak bir iç mobilizasyon, sendikaların tahayyülünün dışında kaldı. Halbuki bunca insanda aynı anda, aynı kaynaktan gelen bu kadar kolektif bir ruhsallık zedelenmesinin yaşandığı dönemler nadirdir.
France Telekom örneğinden bahsettiniz. Yine “Bifo” Berardi France Telekom için “şirketin stratejisi insanları aşırı strese sokmaktır, öyle ki tüm bağımsızlıklarını ve her türlü dayanışma duygusunu kaybetsinler ve böylece sömürü mekanizmalarına tümüyle bağımlı hale gelsinler” diyor. Türkiye’ye dönersek, iktidarın ülkeyi bir şirket gibi yönettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hem emek hem ekoloji mücadelelerindeki direnişçilerden sık sık “şirket-devlet” ifadesini de duyuyoruz. Bu “şirket-devlet” toplumdaki dayanışma duygusunu nasıl yok etti, bu durum intiharlarda belirleyici mi?
Odman: Günümüzde şirket yapısı sadece devlete değil, bireye de nüfuz eden, dayatılan bir örgütlenme yapısı. Her bireyin bugün sırf çalışırken değil, eş seçerken, çocuk büyütürken, benliğini kurarken de şirket gibi davranması bekleniyor. Rekabetçi, yarışçı, her alanda kendi sorumluluğunu ve riskini taşıyan, her şeyi “biriktiren” bir birey. Tüm dünyada, Türkiye’de de kamuda reform ile şirketlerin sayısallaştırılmış performans, kalite puanlama matrisleri, esnek ve ağ tipi etrafında şekillenen yönetim paradigması, süreç değil çıktı/sonuç ödüllendirme rejimleri, işlev, yetenek ve faaliyet şablonları ve “ivedilik kültürü” tüm kamu işletmelerine, hastanelere, okullara, araştırma alanına, sosyal hizmetlere “bürokrasi ve verimsizlik ile savaş” şiarıyla tepeden indirilmişti zaten. Bu dikey sermaye birikimi süreçlerinin kuşattığı bireylere görünürde beşeri sermayesini biriktirecek bir müteşebbislik atfeden ve riski de kitleyen sistemler artık dört bir yanımızda kural. Vincent de Gaulejac’ın klinik sosyolog olarak “işletme hastalığına tutulmuş toplum” (Ayrıntı Yayınları) dediği de tam bu işte. Her bir özgün faaliyet, o faaliyetin işletmecileri, managerleri tarafından birbirine benzetilerek birbiriyle yarıştırılıyor. İşletme ideolojisinin domine etmediği alanlar da çöp alan, çöp insan olarak toplum dışına itiliyor zaten. O ideolojinin saldığı korkuyu somut hale getiren, ibretlik toplumsal marjları teşkil ediyorlar. “Sınıf savaşının yerini konumlar savaşı, ‘post kavgası’ aldı” diyor Gaulejac, güvencesizlikten beslenen bu sistemde. Uzun sürelere yayılarak kurulan kolektif mesleki kimliklerin, işten edinilen anlamların bu kadar diktatoryal bir şekilde her alanda aşındığı, bir yandan da geçindiren işin azaldığı bir ortamda buna insan zihni, ruhsallığı ve bedeninin ıstırap duymadan uyum sağlaması mümkün mü? Taciz, stres ve anlam kaybı, mesleki tükenmişlik, içselleştirilmiş suçluluk hissi, depresyon, anti-depresan kullanımının artması, çalışma kaynaklı intiharlar, yani genel anlamıyla psiko-sosyal ıstırabın oluştuğu bağlam ile her yere sirayet etmiş işletmecilik hegemonyası arasındaki bağları görmemek mümkün mü? Şirket ideolojisi bu aşikârlığı da alıp, koçluk ve psikolojik destek eşliğinde bireysel psikolojik kırılganlık ve esenlik diline tercüme ediyor. Biz de bu yüzden “işyeri intiharları vardır” diyoruz. Bu, bireysel kırılganlıklara indirgenemez.
Alo 182 intihar hattıydı, sonra sağlık hattı oldu. Bunu bir metafor gibi kullanarak intihar bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı diyebilirim. İşyeri intiharlarını, işçi intiharlarını ya da yaşam-intihar ilişkisini örgütlerimizin içine koymalıyız. İntiharı tetikleyen insan ilişkilerinin, yani yapısal koşulların kontrol edilmesini talep etmeliyiz.
ABD’deki resmi istatistik kurumu US Bureau of Labor Statistics her sene işyerinde gerçekleşen intiharları, halk sağlığı kurumu CDC ise tüm intihar edenler arasındaki mesleki grupları ayırt ederek yayınlıyor. Mesela geçen senelerde, ABD’de intihar eden erkekler arasında çalışanların en büyük grubunu inşaat işçileri oluşturuyor. Fransa’da uzun zamandan beri en fazla intihar eden sosyal grup tarımsal işlerde çalışanlar, çiftçiler. Türkiye’de şirket ideolojisinin somut örgütlenme şekilleriyle sektörler, iş faaliyetleri arasında ilişkiyi gösterebileceğimiz bir istatistiki veri tutulmuyor ve paylaşılmıyor. O yüzden bu soruna önümüzdeki koskoca alanın çatallandığı somut örgütlenme ve antropolojik çalışma boyutunun derinliğine ve önümüzdeki mesainin büyüklüğüne işaret etmek dışında, daha somut cevap veremiyorum.
İkincisi, Türkiye’de henüz işletme ideolojisinin somut örgütlenmesi ve işçilerin yaşam hakkı ihlâlleri arasında intiharlar üzerinden kurulmuş bir hukuki alan yok. Ama Fransa (Renault, Groupama, Télécom şirketlerine karşı) ve ABD’de öncü davalar var. İşyeri intiharlarının ölümlü iş kazası olarak tescil edildiği, dava süreçlerinin şirketlerin kurduğu despotik iş organizasyonuyla intihara sürükleyen çalışma ıstırabı arasındaki illiyet bağını kurmaya yaradığı emsal davalar var. Her ne kadar hukuk şirketlerin tüzel kişiliğini korumak ve tazminatla bu işin üstünü örtmeye meyletse de kolektif götürülen davalarda şirket suçlarının oluşturduğu karanlığa ışık tutulabiliyor.
O davalardan biri France Télécom davası. O davada beklenenden hafif cezalara çarptırılsalar da şirketin üst düzey yöneticileri mahkûm oldu. Bu emsal dava, çalışanları intihara sürükleyen çalışma şartlarına dair raporlar bize neler öğretebilir?
Odman: France Télécom davası benim bildiğim en kolektif, örgütlü götürülmüş, süreç ve sonuçları yaygınlaştırılmış ve belgelenmiş “çalışma acısı davası”. Dava dosyasında 39 intihar ve intihar girişimi ile dönemin şirket politikaları arasında ilişki kuruluyor. Kamu teşekkülü olan bu kurumun özelleştirilip, çalışanlarının beşte biri kısmen emekliliğe veya istifaya mecbur edilip, tazminatlardan tasarruf edilerek ve işyerleriyle iş konumları rotasyona tabi tutularak, yıldırılarak “esnekleştirildiği” 2008-09 dönemi CEO’su, CEO yardımcısı ve insan kaynakları yöneticisi başta olmak üzere yedi üst düzey yöneticisi, “seri intiharlara yol açan iş organizasyonundaki sorumlulukları nedeniyle kurumsallaşmış psikolojik taciz” suçlamasıyla yargılandılar.
Davayı Fransa’da takip eden Nilgün Güngör’ün tabiriyle “intiharların, yaşanan acıların kişisel yaşamlara sıkışıp boğulmaması, tek tek bireylerle kalmayıp sınıf mücadelesinin konusu olması için” yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin çağrısı alındı, onların çığlığı France Télécom davasını sınıfsal, politik bir dava haline getirdi. Sendikacılar, işyeri hekimleri, hijyen, işçi sağlığı ve iş güvenliği komitesi üyeleri, halk sağlığı örgütleri davanın takipçisi oldu. Yargılanan yöneticiler psikolojik tacizden bir yıl hapis ve para cezalarına mahkûm edildi. Şirketin tüzel kişiliği de kurumsal psikolojik tacizden yüklü miktarda para cezası ödemeye mahkûm edildi. Duruşmalar sırasında psikolojik taciz kavramı iş ilişkilerinde ilk defa bireyler arası bir suç olmaktan çıkıp “sistemik”, “kurumsal”, “şirketin yeniden yapılanma stratejisinin ve patojen iş organizasyonunun parçası” olarak tanımlandı. Savunma avukatları vakayı işveren tarafından “toksik yönetim ve işletme şiddeti yoluyla örgütlenmiş bir kitlesel iş kazası” olarak tanımladı.
Pasifleştirici olmayan, bizleri cansız idealizasyonlara ve şef tipi liderlere bağlamayan, dağınıklık ve kuralsızlığa teslim etmeyen dayanışmalar arıyoruz. Buna karşı aktifleştirici, canlandırıcı idealler taşıyan, insan deneyimine saygılı ihtiyaçları somut taleplere çevirebilen dayanışmaların peşindeyiz.
6 Mayıs-11 Temmuz 2019 arasındaki 41 günlük yargılama ve 19 Aralık 2019’da kararı açıklanan bu öncü davayı, müdahil olan, mücadele eden onlarca farklı kişinin sesinden ve duruşma salonundan ruh hallerini yansıtan çizimlerle anlatan bir kitap yayınlandı 2020’de, Daha Güçlülerin Aklı – France Télecom Davası Kronikleri adında. Solidaires sendikasının sözcülerinden Eric Beynel’in derlediği, Claire Robert’in çizdiği bu kroniklerde her duruşma gününü bir farklı kişi anlatıyor. Bizler de burada emsal davalarımızı, mücadelelerimizi daha geniş kitlelerle, farklı format ve hitap arayışıyla paylaşmalıyız. Çalışma acısı ile mücadelenin iç içe geçtiği, zihin sağlığı ve işin yan yana ele alındığı o istisnai anların düşündürdüğü çok şey var. Kapitalizmin kişiliklerimizle değil, dünyayla kurduğumuz ilişkileri ifade eden karakterlerimizle ilişkisini, kapitalizmin bugünkü karakterini, faillerini merkeze koyarak ele almak örgütlenmekten başka nedir ki?
Umut-Sen’in internet sitesinde Türkçesi yayınlanan Mikkel Krause Frantzen’in Depresyonun Politikası başlıklı yazının sunuşu şöyle: “Yataktan çıkamıyorsan bir bankanın camına nasıl tuğla fırlatırsın? Kolektif ve özgürleştirici bir terapi mümkün mü? Ruh sağlığının kapitalizmle ilişkisi, depresyonun politikası ve terapiyi örgütlemenin imkânı üzerine…” Ne dersiniz?
Akçay: Bu yazı toplumsal boyutları olan konuların psikolojikleştirilmesine karşı kuvvetli argümanları bir araya getiriyor. Ancak, bunu yaparken ruhsal hayatın toplumsal olanın bir izdüşümünden ibaret olduğu yanılgısına düşmemek gerek. Yazar her ne kadar satır aralarında bunun farkında olduğunu sezdirse de ekonomik ve toplumsal boyuta dair vurguyu artırırken neredeyse kapitalizmden önce depresyon yoktu diyor. Kapitalizmin depresyonun sebebi olduğunu tespit etmenin depresyonu aşmaya, “yataktan çıkmaya” yetmeyeceğini de aktarıyor. Ama böyle net bir sebep-sonuç ilişkisi tarif etmek sorunlu. Ruhsal alandan bahsediyorsak kapitalizmi insanlar arasındaki özel tarzda ve eşitsizlik yaratan bir ilişki olması boyutuyla ele alabiliriz. Bu ilişki yapısının elbette ruhsal hayata önemli etkilerinin olması beklenir, ruhsal hayatımızı belirleyen dinamiklerle de mutlaka alışverişi olacaktır. Hatta belki sadece kapitalizme özgü ruhsal sorunlardan bahsedilebilir. Ama depresyonun onlardan biri olduğundan emin değilim. Daha önemlisi, öyle bile olsa bu tespit işe yaramayacaktır. Ruhsal acılar çeken birine “acılarının sebebi toplum/kapitalizm, bunlarda senin payın yok” demek, “bunları çözemezsin, tek başına hiç çözemezsin, kapitalizmin ajanlarıyla, bireysel terapiyle de çözemeyeceğin ortada, hatta devrim olmadıkça pek çözme imkânın da olmaz” demeye varıyor. Nitekim yazar da bu noktaya yaklaşarak, devrimsiz çözemeyeceğimiz sorunlara karşı bazı kolektif başlangıç adımları önermekle yetiniyor.
Depresyonun sebebinin kapitalizm olduğu ve kapitalizm içinde depresyona karşı çözüm önerenlerin nihayet sistemin sürekliliğini hedefleyen ajanlardan ibaret olduğu düşüncesinin bir çekiciliği var, ama böyle düşününce öznel olana bir alan bırakmama hatasına düşmek çok olası. Bu hatanın şöyle bir sonucu da oluyor: Kişisel gelişim söylemlerinin veya her şeyi psikolojikleştiren literatürün hangi bireysel-toplumsal ihtiyaca cevap verdiğini tespit etmek zorlaşıyor. Bunları doğuştan güçlü, toplumun üzerinde, ideoloji üreten mekanizmalar, süreçler olarak görme ve kendilerinin de birer sonuç, toplumsal ürün olduğunu unutma riski ortaya çıkıyor. Bizim bu söylemlerle savaşmamız değil, rekabet etmemiz, onların gördüğü işlevi reddetmek yerine bizzat üstlenmemiz gerekiyor. Bugün siyasetle terapinin aynı anlama geldiği yargısını böyle anlayabiliriz. Kolektif mücadele kurumlarımız, bireylerin (birey konumunu terk etmeye zorlanmadan) ruhsal dünyasını tanımak, hesaba katmak ve ona uygun düzenlemelere açık olmak durumunda. İşsizlikle ve bunun yarattığı ruhsal acılarla cebelleşen biri için örneğin işe devam edebilmek, işin kendisi ayrıca azap verici olsa bile ve eksikli bir şekilde olsa da topluma katılmanın ve bireysel, toplumsal açıdan işlevli olmanın mevcuttaki yegâne yolu olabilir. “Taş atmak” yani ruhsal acılarının sebebi olarak görünen dışsal bir varlığa açılan savaşa katılmak, her zaman mümkün bir istihdam fırsatı gibi görünmeyebilir bu kişiye. Bu anlamda, terapistlerin “amacının” insanları yataktan çıkarıp (devrime değil) “işe göndermek” olması geri çevirebileceğimiz bir şey değil bence bugün. Yazar “mevcut (sosyal, politik, ekonomik, ekolojik) krizin, aynı zamanda bir ruh sağlığı krizi olduğunu” söylerken çok haklı. Her ne kadar ruh sağlığı krizi bazı açılardan diğerlerine göre farklılık ve hatta öncelik taşısa da, çözüme doğru giderken fazladan avantajı olduğunu düşünmek için yeterli sebebimiz yok. Bana kalırsa “taş atmak” yeterli bir metafor değil, yerine yataktan çıkıp işe gitmedikçe grev yapamayız, diyebiliriz.
Bu söylediklerime bir şerh olarak, Gezi’deki “işe değil direnişe” sloganının kimileri için ne kadar iyileştirici olduğunu da aklımda tutuyorum. Ayrıca, Almanya’da 1968 sonrası kurulan ve Kızıl Ordu Fraksiyonu’yla ilişkilenen Sosyalist Hastalar Kolektifi yapılanmasının “hastalığın silahındır” sloganını da hatırlamak mümkün: Bu kolektifler kuvvetli bir psikiyatri ve tıp eleştirisini temel alarak hastalığın sebebinin kapitalizm olduğunu öne sürüyor, “doktor sınıfına” savaş açıyor ve bireyin iyilik halinin koşulunu devrimde görüyordu. Hakikatin içinde beliriverdiğini hissettiğimiz bu parlak zamanlarla gerçekliğin bütününü birbirine karıştırmak her zaman işlevli olmayacaktır elbette. Ama kolektif mücadele örgütlerimizin kendi pratiklerinde ve örgütlenmelerinde bu parlayan hakikatin yol göstermesine izin vermesi mümkün.
Gürsel: Depresyonu politikleştirmek ve bakım ittifakını savunmak bana da anlamlı geliyor, ama bunları yapmak için biyolojik psikiyatriyi ve klinik psikolojiyi o yazıdaki gibi ters yüz etmekten başka yollar da olduğunu düşünüyorum. Yazıda önerilen yolun bana göre ciddi açmazları var. Örneğin, psikiyatrikleştirmeye ve psikolojikleştirmeye karşı mücadele ederken “bireysel” ve “toplumsal” veya “psikolojik” ve “politik” olgularını/kavramlarını birbirinden koparırcasına ayırmak ve bir tarafı ötekine tercih etmek eleştirilen yaklaşımlarla –tersinden– benzer varsayımlara yaslanmak anlamına geliyor. Bu da bizi onlarla benzer bir düşünme ve hareket alanına hapsediyor. Hatta eleştirdiğimiz ve indirgeyici bulduğumuz yaklaşımların temsilcilerinin, meseleyi bizim de bazı faktörlere indirgediğimizi söyleyip işin içinden çıkmalarına olanak veriyor. Devrimci bir tartışmanın, radikalliğinden feragat ederek, kendini sadece verileri yarıştırma mücadelesine sıkışmış bulması da –ki bu da her zaman faydasız veya apolitik değildir tabii, tıpkı psikiyatrinin de her zaman faydasız veya apolitik olmadığı gibi– galiba böyle bir süreçte gerçekleşiyor.
İşletme ideolojisinin domine etmediği alanlar çöp alan, çöp insan olarak toplum dışına itiliyor. O ideolojinin saldığı korkuyu somut hale getiren, ibretlik toplumsal marjları teşkil ediyorlar. “Sınıf savaşının yerini konumlar savaşı, ‘post kavgası’ aldı” diyor sosyolog Gaulejac.
Bu hapsolmanın bir sonucu bence kavrayışımızda, mücadelemizde, toplumsal ilişkilerde, –amacımıza ters şekilde– birey (ve grup) ruhsallığının özgünlüğüne, karmaşıklığına ve derinliğine yer açmamak, onu renksizleştirmek, sessizleştirmek olabiliyor. Bu tabii, eleştirel psikoloji ve başkaca alanlarda epeydir tartışılan ve herhalde daha da tartışılacak bir gündem. Ben kendi adıma, egemen yaklaşımları sorgularken ruhsal perspektifimizdeki daralmalara karşı da uyanık olmamız ve perspektifimizi toplumsal amaçlarımızla uyumlu şekilde genişletmemiz gerektiğini –onlar tarafından yutulmasına izin vermenin aksine– düşünenlerdenim. Yerine göre bakım ittifakları, yerine göre de bireylere özgülenmiş bakım imkânları tasarlamaya olanak sağlayacak, hangi bağlam için hangi yöntemin anlamlı ve devrimci olabileceğini düşünebilmenin önünü açacak daha bütünsel ruhsal yaklaşımlara ve bu yaklaşımları taşıyıp geliştirecek örgütlere ihtiyacımız var. Bu bağlamda solun psikanalizin birey ve grup ruhsallığına, ruhsal zorlanmalara, bireysellikle toplumsallık ilişkisine, iktidar ilişkileri ve özgürleşmeye yaklaşımındaki potansiyellerle ilişkisini güçlendirmesiyle, hem ruhsal zorluklar karşısında politikasızlaşmaya hem de sosyolojikleştirmenin cazibesine kapılmaya karşı daha bağışık hale geleceğini düşünüyorum.
Tabii bu sadece bir perspektif oluşturma süreci değil, aynı zamanda kolektif bir beden için ruhsal bir kapasite oluşturma sürecidir. Bireysellik ve toplumsallık arasındaki ilişkiyi daha zengin bir şekilde ele alabilmeye yönelen ve birey ruhsallığını semptom ve söylemin görünürdeki yüzüne odaklı ele almaktan uzaklaşan sol, sendika, örgüt, topluluk, yani kolektif beden, depresyonun çağrısına alternatifler üretmek konusunda da daha yaratıcı olabilir. Depresyonu (sol açısından) politikleştirmekten önemli ölçüde bunu anlıyorum. Çünkü depresyonu neoliberal ideolojilerle veya kısıtlayıcı başka yaklaşımlarla işbirliği içinde ele almamaya çalışmanın zaten mesleğin (psikoloji ve psikiyatri) içerisinde bir politik-etik duruşun zorunlu sonucu olduğunu düşünüyorum, ama burada daha geniş bir küme olan sol pratiğe katabileceklerimizi konuştuğumuzu varsayıyorum. Elbette bu kolektif bedenin üyelerine ve temas edebildiği insanlara açacağı paylaşma, dayanışma, bakım, üretme alanları, ihtiyaç halinde tutunulabilecek dallar olarak işlev görebilir, ama bunlara ek olarak bu kolektifin, örneğin, insanlar arasına çizeceği koruyucu sınırları, yerine göre talebe dönüştüreceği bireysel psikoterapi hakkını ve onlara sunacağı kendi yeterliği ölçüsündeki türlü imkânı da ruhsal işlevleriyle birlikte düşünebilmesi öncelikli hedeflerimizden olmalı.
1. bölüm: Sınıf mücadelesinin ruhsal alanı
https://birartibir.org/sinif-mucadelesinin-ruhsal-alani/