YÖNETMEN BELMİN SÖYLEMEZ’LE “ŞİMDİKİ ZAMAN”IN İZİNDE

Söyleşi: Emre Terekli, Fatih Kızıltaş, Onur Aytaç
10 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

“Bıyık”, “Dalgalar”, “Bilge ve Öğrencisi” belgesellerinin yönetmeni Belmin Söylemez’in 2012 tarihli ilk uzun metraj filmi “Şimdiki Zaman” İstanbul Film Festivali’nin ardından Almanya’dan Hindistan’a, Tayvan’dan Fransa ve ABD’ye uzanan bir dünya turuna çıkmış, katıldığı festivallerden pek çok ödülle dönmüştü. Dokuz yıl sonra, film Mubi Türkiye’de gösterime girdi. “Şimdiki Zaman”ı Belmin Söylemez’den dinliyoruz. Bir+Bir’in 25. sayısından naklen…
Fotoğraf: Muhsin Akgün


“Şimdiki Zaman”ın mekân seçimleri alttan alta bir kentsel dönüşüm okuması vaat ediyor. Şehir, sinema anlayışınızın önemli bir unsuru sayılabilir mi? Filmleriniz dışında İstanbul sizin için ne ifade ediyor?

Belmin Söylemez: Daha önce de İstanbul’la ilgili filmler yaptım. Kısa filmlerimde de vardı kentsel dönüşüm. Bu kadar hızlı ilerlemesi ve şehir sakinlerine sorulmadan gerçekleştiriliyor olması, her zaman üzerinde düşündüğüm, kafa yorduğum, beni rahatsız eden bir konu. Filmde Mina yaşadığı binadan çıkarılmak, bina otele dönüştürülmek isteniyor. Bu sahneleri Beyoğlu’nda çekmek istedik aslında, fakat Kadıköy Yeldeğirmeni’nde de benzer bir değişim olduğunu gördük. Orada da birçok eski bina butik otellere dönüştürülüyordu. Çekmek istediğimiz tarzda bir binayı orada bulduk. Binada gerçekten de filmdeki gibi tek bir kişi oturuyordu. Bina sahibi onu da evden çıkarmak istiyormuş, bina satılıp otel yapılacakmış. Çekimleri bitirdikten iki ay sonra da bina mühürlendi. Çok hızlı bir değişim var. Tarlabaşı’nda ve Galata’da oturan birçok arkadaşım bu değişimi yaşadı. Filmdeki gibi bir güvenlik görevlisinin boşaltılmakta olan binaya gelmesi, bina sakinlerini rahatsız etmesi, bunların hepsi gerçek hikâyeler. Sürekli bir tekinsizlik halini, her an kapının önünde bir inşaatın başlayabileceğini, yandaki binanın yıkılabileceğini göstermek istedik filmde. Bir de, ileride izlediğimiz zaman İstanbul’u filmin çekildiği zamanlardaki haliyle de görmek istedik, çok sevdiğimiz mekânları da filme koyduk. İleride seyrettiğimizde Beyoğlu böyleydi, Haydarpaşa’nın civarı şöyleydi diyebilmeyi istedik. Ama değişimin bu kadar hızlı olacağını düşünmüyorduk.

“Şimdiki Zaman” aslında fal bakılan zaman dilimi, fal bakıldığında her şey yok olur, geçmiş gelecek silinir, fincandaki geçmişten ve gelecekten bahsederiz ama, yaşanan büyülü bir şimdiki andır. Şimdiyi yaşadığımız nadir anlardan biridir.

Fal-kafeyi çektiğimiz yer aslında bir tiyatro kafesi, orası kapatıldı, artık yok. Filmdeki teras sahnesini çektiğimiz yer Rumeli Han’ın terası, orası da el değiştirdi, şimdi boşaltılıyor. Bu mekânların bir bir yok olması üzücü geliyor bana. Çok sevdiğimiz bir insan yaşlanıyordur ama, güzel yaşlanıyordur, birdenbire botoks yaptırdığını görürsek hayretler içinde kalırız. İstanbul’a da böyle olmuş sanki. İstanbul, içinde yaşarken bütünleştiğimiz bir şehir. Kentsel dönüşümün ötesinde, sevgi-nefret ilişkisini birebir yaşadığımız ayrı bir karakter gibi. Sürekli etkileyen bir yönü var. Bazen çok büyüleyici, bazen de inanılmaz çirkin geliyor. Kendimi yaşadığım yerden soyutlayarak düşünemediğim için filmlerimi de İstanbul’dan ayrı düşünemiyorum. Ama bir taraftan da İstanbul çok katmanlı bir şehir, çok katmanlı hikâyeler anlatmaya da müsait. Mesela önceki kısa filmlerimde Dalgalar Boğaz’daki çocukların yüzme öğrenmesiyle ilgili. Pencereler ise Galata’daki kentsel dönüşümü anlatıyor. Kentsel dönüşümü birebir görmüyoruz, Galata’daki bir avluda yaşayan insanların günlük hayatını görüyoruz. Ama şimdi o avlulara gidersek artık orada öyle insanların yaşadığını göremeyiz. 34 Taksi’de ise taksicilerin ve müşterilerinin gözünden o kaotik yolculuğu yaşayarak görüyoruz şehri. İstanbul üzerine hikâyeler anlatmak, kendi hikâyelerimizi anlatmak gibi. Edebiyatta ise eski İstanbul’u okumayı çok seviyorum. Tanpınar romanlarındaki İstanbul veya Sait Faik’in Adalar’da veya yoksul mahallelerde geçen hikâyeleri… Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında geçen “Boğazın Sularının Çekildiği Zaman” adlı bölümü de çok severim.


Mina gelecekte yaşamak istediği günlere hazırlanırken şimdiyi kaçırıyor. Aklında yarın var, şimdiki zamanda yaşamıyor. Fal bakarken ise Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” mısraındaki ruh haline bürünüyor. Mina’nın zaman mefhumuyla ilişkisi nası
l?

Mina kendini şimdiden soyutlayıp tamamen gelecek zaman algısıyla yaşıyor, fakat fal kafeye gidip fal bakmaya başladığı zaman şimdiyi yaşadığını ve şimdiyi yaşayan diğer karakterlerle tanıştığını görüyoruz. Böyle olduğu için de zenginleşiyor… Zaman algısını “şimdiki zamanı ne kadar yaşıyoruz, ne kadar paylaşıyoruz?” sorusu üzerinden kurmak istedim. Şimdiki Zaman aslında fal bakılan zaman dilimi, çünkü fal bakıldığında her şey yok olur, geçmiş gelecek silinir, fincandaki geçmişten ve gelecekten bahsederiz ama, yaşanılan büyülü bir şimdiki andır. Şimdiyi yaşadığımız nadir anlardan biridir. Bütünüyle şimdiye konsantre olduğumuz, kendimizi sorguladığımız bir andır. Şimdiyi yaşamak gitgide daha az yapabildiğimiz bir şey. Hep ertelenen hayatlar yaşıyoruz. Belki sistem bunu getiriyor, bize “ileride daha iyisi olacak” diyor hep. Mina da belki böyle bir insan: Üniversiteyi iyi dereceyle bitirmiş, evlenmiş, iş sahibi olmuş, bir süre sonra işini ve evliliğini kaybetmiş, bununla beraber sistemin vaat ettiği bütün başarılar yavaş yavaş yok olmuş. Sınıfsal bir açıdan varoluşsal bir düşüş yaşıyor Mina. Bütün hayatını unvanlar ve statüler üzerine kurarsan, onlar elinden alındığında senin de bir kimliğin kalmaz. Kimliğini eşin veya işin üzerine kurarsan senin bir kimliğin olmaz ve kaybettiğinde de “ben kimim?” diye düşünmeye başlarsın. Mina’nın arayışı kendine bir ben bulabilmek üzerine ilerliyor.

Fal-kafeyi çektiğimiz yer bir tiyatro kafesi, orası kapatıldı, artık yok. Filmdeki teras sahnesini çektiğimiz yer Rumeli Han’ın terası, orası da el değiştirdi, şimdi boşaltılıyor. Bu mekânların bir bir yok olması üzücü.

Filmde Fazilet’le Mina arasında bir kader birliği var, ama bir yandan da hem karakter hem de zamanı algılayış olarak tamamen zıtlar.

Evet, özellikle zıt olsunlar istedim. Mina neredeyse tamamen gelecek odaklı yaşıyor, ilk başta bencil diyebiliriz ona rahatlıkla. Fazilet ise, her ne kadar gelecekle ilgili planları olsa da, bugünü dolu yaşayabilen, dışadönük, sıcak bir karakter. Fazilet biraz daha Mina’yı dönüştürsün, açsın istedim. Tabii bu temas daha sonra filmde kadın dayanışmasına doğru evriliyor.

Bu coğrafyada kadınları anlatan hikâyeler hâlâ azınlıkta. Hikâyeyi Mina karakteri üzerinden kurgulamanızda bu durum da etkili oldu mu?

Özellikle şehirli kadınlara dair hikâyeler yok denecek kadar az. Bir de kadınlar daha edilgen ve tamamlayıcı karakterler olarak karşımıza çıkıyorlar genellikle. Yine de son yıllarda kadın dünyası üzerine kurulu hikâyelerin sayısı artmaya başladı, daha sağlam karakterler ve hikâyeler çıkıyor. Zerre (Erdem Tepegöz, 2012), Araf (Yeşim Ustaoğlu, 2012) ilk aklıma gelenler.

Mina karakterinde sizden de izler var mı?

Başlangıç noktası aslında otobiyografik. Yurtdışına gitme isteği olsun, fallarla ilişkisi olsun, bir dönem işsizlik ve umutsuzluk arasında sıkışmışlık olsun, evet, kendimden kattığım şeyler var. Ancak sonrasında metin çok değişti ve eklemeler oldu. Yakın bir arkadaşım yurtdışına çıkmak istiyordu, onu birebir gözlemledim. Vize almaya çalıştıkları zaman başka arkadaşlarımın yaşadığı absürd şeylere de şahit oldum. Aslında herkesin aşina olduğu şeyler bu bakımdan.

Bir söyleşide sinemada temel kavramlarınızın ne olduğu soruluyor, “rüya ve gerçeklik” yanıtını veriyorsunuz…

Aslında sinemayı ilk kurmacayla sevdim, fakat daha sonra belgeseli keşfettim. Belgeselin daha farklı bir çarpıcılığı var, çünkü sahici ve beş yıldır düşündüğünüz, çalıştığınız bir senaryoyu bir anda sıfırlayacak kadar güçlü. Bir anda karşınıza öyle bir olay, öyle karakterler çıkar ki, bütün senaryolarınızı çöpe atarsınız, onların peşine düşersiniz. Belgeselin böyle bir gücü var. Kurmaca düşsel bir şey, gerçekliğe farklı bir pencereden bakma halini de seviyorum. İkisinin karışımı benim için çok değerli.


Falcılık oryantalist yorumları çağırmaya müsait bir meslek. Bundan nasıl kaçındını
z?

Burada ölçü, her şeyi önceden planlamış olmak, ön çalışmayı titiz yapmak, karakterlerin ve fal-kafenin düşsel boyutunun olması, ama o düşsel boyutun oryantalist olmaması. Bu noktada ince bir çizgi vardı, onu muhafaza etmeye çalıştık. Telvenin düşsel bir boyutu, hayal gücünü harekete geçiren bir yanı da var. Daha ziyade bunu yakalamaya çalıştık. Hatta kurguyu yapan Ali (Aga) ile birlikte biz de telveler üzerinden çok fazla yorum yaptık diyebilirim. Aynı şekilde izleyici de kendisi için birtakım çıkarımlarda bulunsun istedik.

Filmin başında ve sonunda fincanlar sanki ayrı hayatları temsil ediyormuşçasına birbirine karışıyor. Siz bu iki sahneye nasıl anlamlar yüklediniz?

Filmin ucunu açık bırakıyorum. Bir arkadaşım filmi geçen sene izlediğinde umutsuz bulmuş, şimdi izlediğinde ise Türkiye’de son bir yılda yaşananlardan dolayı daha umutlu bir son görmüş. Demek ki, o an hangi ruh haliyle izlerseniz, final sahnesine yüklediğiniz anlam da ona göre şekilleniyor. Başlangıç sahnesinde ise sistemin nasıl tek tipleştirdiğini göstermek istedik biraz.

Karşınıza öyle bir olay, öyle karakterler çıkar ki, senaryonuzu çöpe atar, onların peşine düşersiniz. Belgeselin böyle bir gücü var. Kurmaca düşsel bir şey, gerçekliğe farklı bir pencereden bakma halini de seviyorum. İkisinin karışımı benim için çok değerli.

Arkadaşınızın fikrinin değişmesinde Gezi mi etkili olmuş?

Evet, belki de Gezi’deki ayaklanmaya yol açan ruh hali tam da filmdeki karakterlerin yaşadığı bunalıma, çıkışsızlığa yakındı. Karamsarlığın, umutsuzluğun birikmesi, bu kadar hızlı bir şekilde yaşanan kentsel tahribat bir bakımdan çok karanlık, ama zıt karakterler önyargıları bırakıp dayanışmayı öğrendikçe bu karanlık da dağılıyor, çünkü hep birlikteyken umut var. Bence Gezi’yle birlikte tekrar öğrendiğimiz en önemli şey, bu dayanışmayı sokağa çıkarak, sanal dünyaları terkederek keşfetmek. İnsanlar tekrar kendilerini bulmuş oldular ve tekrar yaşadıklarını hissettiler. Sinemacılar olarak Gezi’de Emek Sineması için bilgi verdiğimiz bir çadır vardı ve orada seksen yaşlarında, yürümekte zorlanan bir kadınla eşi tencerelerle yemek taşıyorlardı. İnanılmaz bir şeydi.

Kahve fincanının içinin filmin sonundaki kadar sinematografik olabileceği hiç aklımıza gelmezdi. Görüntü yönetmenine bir alkış gönderelim: Peter Roehsler filme nasıl dahil oldu?

Görüntüler gerçekten çok etkileyici, bu tabii Peter’in başarısı. Peter daha önce Evim Sulukule diye bir belgesel çekmiş, yabancı sayılmaz buralara. Bu filmle Gezici Festival’e katılacaktı, o sayede tanışmış olduk. İstanbul atmosferiyle ilgili çektiği fotoğraflarla kendi çalışmalarım arasında çok ciddi benzerlikler vardı. Kafamdaki atmosferi yansıtmakta Peter çok etkili oldu.

Filmde kadraj kullanımı bakımından Antonioni’yi andıran sahneler de vardı, özellikle insanları köşeye alan kadrajlarda. Antonioni’yi sever misiniz, etkilendiğiniz diğer yönetmenler kimler?

Evet, Antonioni hayranıyım. Özellikle La Notte (1961) ve L’Eclisse (1962) çok önemli filmler. L’Eclisse inanılmaz bir film, finali olmayan, ucu açık bir film olduğu için de ayrıca kıymetli diyebilirim. Bergman, Tarkovski, Tony Richardson etkilendiğim isimler. Tony Richardson demişken, A Taste Of Honey (1961) ve The Loneliness Of The Long Distance Runner (1962) bence mutlaka görülmesi gereken filmler.

Şimdiki Zaman’ın başoyuncuları: Sanem Öge, Şenay Aydın, Ozan Bilen

İngiliz sinemasına yakınlığınız lise eğitimini Londra’da almanızla yakından ilgili anladığımız kadarıyla.

Evet, ayda bir kere film gösterimleri olurdu spor salonu gibi bir yerde. Genellikle de sosyal, toplumsal konularda bilinçlenmemizi istedikleri için genelde bu anlayışa paralel film gösterimleri olurdu. A Taste Of Honey de lisede görüp beğendiğim filmlerden. Devlet lisesi olmasına rağmen Ken Loach filmleri de gösterilmiş, ancak sonradan anladım. (gülüyor)

Şimdiki Zaman Halit Refiğ’in Hanım’ını (1988) da akla getiriyor…

Evet, o da çok özel bir filmdir. ‘80’lerde daha çok ve daha renkli kadın karakterlere rastlardık, onların çıkışsızlığının hem sosyal hem de cinsel anlamda anlatıldığı film sayısı bir hayli fazlaydı. Her alanda olduğu gibi, bu alanda da bir kısırlık yaşanıyor.

Fazilet’le Mina evde ilişkiler üzerine sohbet ederken televizyonda Arım Balım Peteğim (Muzaffer Arslan, 1970) oynuyor. Orada da Yeşilçam’a ufak bir selâm göndermek istediniz herhalde.

Yeşilçam filmlerini izleyerek büyüdük. Hâlâ televizyonda gözüm takılır ve bir işim yoksa sonuna kadar izlemek isterim. Bence çok başka, büyülü bir dönemmiş. Oyunculuklar da aynı şekilde. O filmlerle kurduğumuz ilişki, fallarla hayatlarımız arasında kurduğumuz ilişki gibi, fazlasıyla bize ait bir şey. Bir anda ilişkilerimize, yaşadıklarımıza dair bir sohbet konusu olabilir bu filmler, bu benzerliği yakalamak istedik.

Filmin sanat yönetmeni Revan Barlas’ı da es geçmeyelim; özellikle aslanlı kapı zili güzel bir ayrıntıydı.

Revan Hollanda’da yaşıyor, aslında tasarımcı ve heykeltıraş. Filmin atmosferine dair çok iyi bir çalışma yaptı. Özellikle Mina’nın dünyasını yaratmada pay sahibi oldu; daha soluk renkler olması, evle kostümlerin Mina’yı yansıtması gerekiyordu. Tabii sanat grubunun tamamının katkısı büyük.

Yeşilçam filmlerini izleyerek büyüdük. Bence çok başka, büyülü bir dönemmiş. O filmlerle kurduğumuz ilişki, fallarla hayatlarımız arasında kurduğumuz ilişki gibi, fazlasıyla bize ait. Bir anda ilişkilerimize, yaşadıklarımıza dair sohbet konusu olabilir bu filmler…

Biraz da oyuncuların hakkını verelim. Oyuncu seçimlerini nasıl yaptınız?

Ezgi Baltaş’la birlikte çalışmamız etkili oldu. Birlikte bir süre Mina arayışına girdik. (gülüyor) Sanem’le (Öge) karşılaştıktan sonra o karaktere fazlasıyla uygun düştüğünü gördüm. Sanem’in de hayatında çok farklı şeyler denemiş olması, tek bir disiplinle yetinmemiş olması da çok önemliydi. Çevirmenlik, editörlük gibi işlerle de uğraşmış, bir süre Londra’da bir sirkte de çalışmış. İnsanın hayatta sadece tek bir konsantrasyonunun olmaması önemli. Birden çok disiplinle ilgilenmek insana çok boyutluluk katıyor. Şenay’ı (Aydın) ise zaten daha öncesinden düşünmüştüm. Perdeye yansıyan çok farklı bir enerjisi var, bakışları çok derin, etkilenmemek mümkün değil. Bir Siyad töreninde gidip tanıştım ve filmi ilk çekmeye çalıştığımız süreçler de dahil hepsine tanık oldu. Ozan’la (Bilen) belli bir paragrafı canlandırması için irtibat halindeydik, çok etkileyici bir iş çıkardı, böylelikle o da dahil oldu.

Son olarak, İstanbul’a en çok yakıştırdığınız müzikler neler?

Aslında çok fazla var, ancak şu sıralar Zeki Müren’in Pırlanta albümlerindeki (1973) parçalar diyebilirim.

Filminizde bir açıdan müziği esas unsur olarak görmeyen anlayışa daha yatkınsınız denilebilir.

Evet, müzik konusuyla Cenker Kökten ilgilendi müziğin gerektirdiği birkaç sahne için beste yaptı. Ayrıca Neyzen Mübin (Kara Güneş grubu) de sağ olsun bir sahnede bizim için çaldı.


Şimdiki Zaman
’ın uzunca bir festival yolculuğu oldu, uğradığı birçok festivalden de ödüllerle döndü. Filmin festival serüvenini anlatır mısınız?

Nisan 2012’de İstanbul Film Festivali’nde başladı, ardından Adana ve Ankara’ya gitti. İlk uluslararası gösterimini ise Saraybosna’da yaptı. Daha sonra Almanya, Fransa, İtalya, Slovakya, Hindistan, Amerika, Tayvan, Avusturya, İngiltere gibi ülkelerdeki festivallere uğradı. Açıkçası, bu kadar ilgi görmesine çok memnun olduk. Her seyirci farklı bir gözle, kendi kültürüyle izledi filmi. Bu yüzden her seyirciden farklı tepkiler aldık. Hiç görmediğimiz yerleri yakalayabiliyorlardı, bunları anlattıkları zaman biz de farklı bir gözle bakabiliyorduk filme. Çok güzel bir şeydi bu. San Francisco Film Festivali’nden ödülle dönmemize çok sevinmiştik. Jürinin işlediğimiz alt metinleri görmesi de bizi çok sevindirmişti. Hazırladıkları metinde “Zor sorulara kolay cevaplar vermeyen film” diye yazmışlardı. Bu çok hoşumuza gitmişti.

Festivallerde boy gösteren filmlerin  vizyona girmesi sorunlu oluyor. Sinemadaki bu sorunu nasıl değerlendiriyorsunuz, Şimdiki Zaman böyle bir sorun yaşadı mı?

Kesinlikle. Neredeyse bir yıldır gösterime sokmaya çalışıyorduk filmi. İlk başta geçen sonbahar olacağını düşündük, sonra öne atıla atıla bu sonbahar oldu, fakat bu yalnız bizim için değil, bütün bağımsız filmler için bir sorun. Filmler büyük emeklerle yapılıyor, gösterilemiyor, Türk sinemasının en büyük sorunlarından bir tanesi bu. Küf (Ali Aydın, 2012) gibi, Ferahfeza (Elif Refiğ, 2012) gibi hâlâ gösterilememiş, vizyon bekleyen filmler var. Bunların hepsi çok değerli filmler, dünyayı dolaşmalarına rağmen kendi ülkesinde festivaller dışında kendi izleyicisiyle buluşamıyorlar. Çok sıkıntılı bir konu bu. En önemlisi de, herkesin üzerine düşünüp kafa yorması gereken bir konu olması gerekirken, bunu sadece biz film yapanlar dile getiriyoruz.
Sinema salonları kapanıyor, o sinema salonları kapanacağına kültür merkezlerine dönüştürülebilir, Sinematek gibi olabilir, repertuar sineması denilen bu tür filmlerin izlenebileceği mekânlar çoğaltılabilir. Salonların en azından bir tanesinde bağımsız filmler oynatılabilir. Ama bunların yapılması için sadece yönetmenlerin bunları dillendirmesi yeterli olmuyor. Kültür Bakanlığı’nın, dağıtım şirketlerinin de bu sorun üzerine kafa yorması gerekiyor. Yeni Sinema Hareketi’nin bu konudaki çalışması önemli. Yerel yönetimin işbirliğiyle Levent Kültür Merkezi’nde festival dışında bağımsız filmlerin izlenebileceği, ekipleriyle söyleşi yapılabilecek alternatif bir alan oluşturuldu. Yeni Sinema Hareketi bu tür alternatif alanları farklı illerde de oluşturmak için çalışıyor. Diretildiği, sürekli dile getirildiği, projeler sunulduğu sürece olacaktır diye düşünüyorum. Aynı zamanda seyircinin de bunu dile getirmesi gerekiyor. Sadece yönetmenler çıkıp “biz filmlerimizi gösterecek yer bulamıyoruz” dediği zaman karşı taraf “sizin filmlerinize kimse gelmiyor ki, bilet satamıyorsunuz” diyor. Seyircinin de bu noktada şunu demesi gerekiyor: “Neden biz festivaller dışında bağımsız filmleri izleyemiyoruz?” On yıl öncesinde bir bağımsız filme yirmi bin kişi gelirken, biz ona “ne kadar az insan gelmiş, yönetmene ayıp” diyorduk, şimdilerde iki bin kişi gelirse “harika!” diyoruz. İnsanlar eskisi kadar sinemaya gitmiyor, bu bir gerçek. Bunun bir sürü sebebi var elbette, internet, televizyon, sosyo-kültürel, ekonomik sebepler gibi. Sinemaların AVM’lere hapsolmasının getirdiği bir handikap da var. Sinema sadece tüketimin bir parçası olarak AVM’de izlenir gibi bir hava yaratıldı. Bu düşüncenin dışına çıkılması lâzım.

Bir+Bir, sayı 25, Eylül 2013

^