VILLAGERS OF IOANNINA CITY İSTANBUL’DA

Söyleşi: Diyar Saraçoğlu
4 Aralık 2022
SATIRBAŞLARI

“Dünya Yanıyor” turneniz Novi Sad’dan Berlin’e, Varşova’dan İstanbul’a uzanıyor. Gerçekten dünya yanıyor mu?

Alex Karametis: Kesinlikle. Çevremizde, her yerde, dünyanın her köşesinde berbat şeyler oluyor ve dünyanın pek çok yeri yanıyor. Yanıbaşımızda Ukrayna’da savaş sürüyor. Dünyanın her yerinde yoksulluk ve faşizm yükseliyor. Dogmatik inançlar, köktendincilik hayatımızı zehirliyor. İleriye gitmek bir yana, her geçen gün geriye gidiyoruz. Öte yandan şurası kesin: Dünya yanıyor, ama biz de yaşamayı seviyoruz. Belki de “Zvara” şarkısında dediğimiz gibi “ateşin ardından, küllerden en güzel çiçekler filizlenecek”.

Enstrüman seçimleriniz Türkiye’deki bazı rock gruplarının, mesela Marsis’in geleneksel müzikle kurduğu ilişkiyi hatırlatıyor. Siz de klarnet, kaval ve tulum kullanıyorsunuz. Bu yolculuk nasıl başladı?

Müzik yaparken sınırlara takılmamaya çalışıyoruz. Hepimiz Yanya şehrinin de yer aldığı Epir bölgesindeniz. Oranın folk müziği dahil pek çok kaynaktan besleniyoruz. Geleneksel ritmler ve melodiler üzerinde çalışıyoruz. Bu da dolayısıyla enstrüman seçimlerimize yansıyor. Epir’de klarnet ve keman çok yaygındır. Kaval ve tulumu daha çok Makedonya bölgesinden ilhamla kullanıyoruz. Biraz farklı olmakla birlikte adalarda, mesela Girit’te de yaygındırlar.

Şarkılarımız kendimizi ifade etme biçimimiz. Haliyle toplumda gördüğümüz her şeyin yansıması mevcut şarkılarımızda. Özel olarak politik şarkılar yapalım gibi bir niyetimiz yok, ama adaletsizlikleri ifade etmekten geri durmuyoruz.

Kültür endüstrisinin marifetiyle şarkı sürelerinin giderek kısaldığı, şarkıların melodik ve armonik yapılarının aceleyle ortaya konduğu bir zamanda şarkılarınız standartlara göre epey uzun. Gitar riff’leri alışılmadık ölçüde sabırlı. Günümüzdeki hız fetişi ile şarkılarınızdaki sabır arasında bir çatışma var mı?

Anlattığınız küresel bir fenomen. Pop müziğin çok yaygın olmasının şarkıların kısalığında epey payı var. Avrupa, ABD, Yunanistan fark etmez, durum her yerde benzer. Üç dakikalık, hap gibi, tüketmeye uygun ticari şarkılar tercih ediliyor. Bizim endüstri standartlarına uymak gibi bir derdimiz yok. Biz kendi kendimizin patronuyuz. Öte yandan şarkıları uzun yapmak gibi özel bir derdimiz de yok. Şarkılar kendi uzunluklarını talep ediyor.

15 yıldır beraber müzik yapıyoruz. Bunca yıldan sonra bestelediğimiz şarkıların yapısının benzer olduğunu söyleyebiliriz. Yavaş başlıyor, yavaş yavaş riff’ler ekleniyor, ritmler tekrarlarla birikip büyüyor ve sonra bir tırmanışın ardından bir tür özgürleşme hissi geliyor. Bir duyguyu alıp adım adım büyütüyoruz ve bu sabır bir yangını tutuşturuyor.

Şarkılarınızın güçlü harmonik yapısı haricinde sözleri de dikkat çekici. “Karakolia” gibi polise, faşizme doğrudan gönderme yapan politik sözlü şarkılar kadar konusu doğa ve kâinat olan “Age of Aquarius” gibi şarkılarınız da var. Doğayla kurduğunuz ilişkiyi nasıl anlatırsınız?

İnsanlar binlerce yıl neredeyse hiç sözlü müzik dinlemedi. Söz ile müziğin birleşmesi folk müzikle başladı. Şarkılarımızın sözlerini anlatabilmek çok kolay değil. Çünkü arkalarında çok fazla hikâye, imgelem ve fikir var. İçlerinde birçok paralel hikâye yürüyor. Şarkılarımız kendimizi ifade etme biçimimiz. Haliyle toplumda gördüğümüz her şeyin yansıması mevcut şarkılarımızda. Özel olarak politik şarkılar yapalım gibi bir niyetimiz yok, ama adaletsizlikleri ifade etmekten geri durmuyoruz.

Replikas, Baba Zula, Bandista… Tabii Pentagram’ı unutmayalım. Müthiş blues’cu Yavuz Çetin’i biliyorum. Bu aralar Alevi halkların müziğini araştırmaya çalışıyorum.

Dürüst olmak gerekirse, toplumsal açıdan yaşadığımız bu karanlık dönemde doğayı bir sığınak, bir ışık olarak görüyoruz. Dünyada her ne olursa olsun dağlar, nehirler adeta sonsuz varlıklar olarak hep orada olacak. Başkenti Yanya (Ioannina) olan memleketim Epir bölgesi böyle bir yer. Ormanların ve dağların üzerinde, çok temiz bir havaya sahip eski bir evde büyüdüm. Doğayla ve hayvanlarla güçlü bir iletişimimiz vardı. Köyümüz neredeyse terkedilmiş bir yerdi. Gruptaki herkesin Epir’deki geçmişi biraz böyledir. Çocukluğumuzdan beri sıkı dostuz. Teknolojinin kötü bir şey olduğunu düşünmüyoruz. Refahımız için teknolojiye ihtiyacımız var. Ama önce bazı etik standartlar belirlemek gerekiyor. Şimdiki gibi teknolojiyi yaymak için tek amacınız para ve kâr ise sonunda yeniliklerin pek bir anlamı kalmıyor. Teknolojiyi insanlığın refahı için ya da mesela havayı temizlemek için kullanırsanız bir anlam kazanır.

Kendinizi politik açıdan nasıl tanımlarsınız?

Neredeyse çocuk yaştan beri birlikte müzik yapıyoruz. Müziğimiz politik fikirlerimizin gelişmeye başladığı günlerin öncesine uzanıyor. Doğrudan politik bir saikle müzik yapmıyoruz. O anlamda biz politik bir grup değiliz, ancak korkup da ifade özgürlüğümüzden ya da dünyada olup biteni ifade etmekten asla ödün vermiyoruz.  Bir şeylerin yanlış ve adaletsiz olduğunu düşündüğümüzde, müzik kariyerimizi düşünmeden lafımızı söylüyoruz.

Sonuçta arkadaşlarımızla, insanlarla aynı sokakları paylaşıyoruz. Saraylarda yaşamıyoruz. Dünyadaki adaletsizliği, doğanın katledilmesini anlatırken sınıftan, kapitalizmden ve ırkçılıktan bahsediyoruz. Sonuçta sadece müzisyen değiliz. Bu toplumun bir parçasıyız.

Özellikle 2008 krizinin ardından Yunanistan’da yükselen toplumsal hareketlerle rock ve rap müziğin yükselişi arasında bir ilişki var mı sizce?

Doğrudan bir ilişkiden söz edebilir miyiz, emin değilim. Öte yandan ekonomik krizin hayatın tamamını derinden etkilediğini kolayca görmek mümkün. Krizden önce tüm aileler çocuklarına “iyi bir üniversiteye git, mezun ol, iş bul ve evlen” diye nasihat ediyordu. Sanki hayatı doğru yaşamanın tek yolu buymuş gibi konuşuyorlardı. Şimdi krizle birlikte bu illüzyon çöktü. Zira isteseniz de iş bulamıyorsunuz artık.

Öte yandan, kriz 2008’den çok önce zaten başlamıştı. 2008 krizi kapitalizmin son krizlerinden biriydi. Sistem ve müsebbipleri ayakta kalmak için faturayı bize kestiler. Ama, adalet sistemindeki, siyasi sistemdeki ve toplumun temelindeki gerçek kriz, yoksulluk çok uzun zaman önce belirginleşmişti. Belki de bu durum, bu çekilmez hayatın iyice belirginleşmesi insanların müziğe yönlenmelerini hızlandırdı, müzik yaşananlarla başa çıkabilmenin bir çaresi haline geldi. Genellikle bir kriz ya da insanları ezen bir şeyler olduğunda insanlar kendilerini ifade etmenin, baskıyı gidermenin yollarını bulmaya ihtiyaç duyuyor. Müzik, tüm bu felaket dönemini ifade etmenin bir yolu haline geldi. İnsanların yan yana durmaya, birlikte bir şey yapmaya ihtiyaçları var. Müzik de onlara bu imkânı sağlıyor. Üstelik konserlerde bir araya gelmenin de bir gücü var şüphesiz.

Farklı müzikal kökenlerden beslendiğinizi anlatınca neler dinlediğinizi de merak ettik.

Led Zeppelin, Pink Floyd, Iron Maiden, Judas Priest, Sepultura, Tool, Anathema, Infected Mushroom ve Prodigy aklımıza ilk gelen demirbaşlar. Memleketten ise Socrates, Poll, Aphrodite’s Child, Xylina Spathia ve Rotting Christ’ı severek dinliyoruz. Dürüst olmak gerekirse, geleneksel müzikle ilişkilenmemiz yirmili yaşlarımızdan sonra oldu. O dönemde bir süre İsveç’te yaşadım. Orayı terk etmeye niyetlendiğim zaman biraz nostaljik bir hikâye gün yüzüne çıktı. Epir’in şarkıları hep göç hakkındadır. Sevdiğin birinin, çocuğunun, eşinin, ailenin, evin kaybını anlatırlar. Hatta Epirlilerin Epir’den çok gurbette yaşadığı söylenir. Şarkılar da ondan besleniyor aslında. Bizim buralardan Manos Hacıdakis ve Vassilis Tsitsanis’i de çok severek dinliyoruz.

Peki bize sizin yöreden esinlendiğiniz geleneksel şarkılardan bir  güzel 10’lu seçer misiniz?

İlk aklıma gelen on tanesini sıralıyorum. “Perdikomata”, “Janinës çi panë sytë” (bu Arnavutluk’tan), “Xehorismata”, “Mavra Mou Chelidonia”, “Ti Kako Ekana O Kaimenos”, “Archontopoulo”, “Ti Na Ton Kano Ton Ttounia”, “Echo Polla Parapona”, “Margiola” ve “Xenitemeno Mou Pouli”. Size kıyak yapıp üç de bonus şarkı ekleyeyim: “Osmantakas”, “Kapesovo” ve “Skaros”.

Türkiye’den dinlediğiniz müzikler var mı?

Olmaz mı? Replikas’ın müziğini çok seviyorum. Birkaç sene önce Baba Zula ile aynı festivalde çaldık. Bandista’yı biliriz. Seneler önce onlarla da bir festivalde çaldık Yunanistan’da. Tabii Pentagram’ı unutmayalım. Müthiş blues’cu Yavuz Çetin’i biliyorum. Bu aralar Alevi halkların müziğini araştırmaya çalışıyorum. Barış Manço ve dönemin birçok Anadolu rock müzisyenini, Fikret Kızılok’u dinliyorum. Yeni ekiplerden Lalalar’ı çok beğeniyorum.

Müziğinizin üretim ve dağıtım aşaması nasıl? Avrupa çapında bir turne düzenlemek bağımsız müzisyenler için bugünlerde iyice zor olsa gerek.

Bugünlerde müzik üretimi yirmi-otuz yıl önceye göre daha kolay. Eskiden enstrüman bulmak, kayıt yapmak, mix ve mastering aşamaları daha zordu. Artık uygun, kaliteli enstrümanları her köşebaşında uygun fiyatla bulabiliyorsunuz. Evde, Do-It-Yourself (Kendin Yap) tipi stüdyolarda kendi albümünüzü kaydetmek zor değil. İnternet de çok imkân sağlıyor. Mix ve mastering aşamalarında bir kaydı e-postayla gönderip birkaç gün içerisinde yanıt alabiliyorsunuz. Daha önce bu süreçler aylar alıyordu. Albümleri internet ortamında ya da streaming platformlarında yaymak da eskiye göre süreçleri kolaylaştırdı. Bizim prova ve albüm kayıtlarını yaptığımız profesyonel bir stüdyomuz var. Mix ve mastering aşamalarını ses mühendisleriyle birlikte çözüyoruz. Önceki albümlerde ABD’deki ses mühendisleriyle çalışmıştık. Stüdyomuz diğer müzisyenlere açık. Mesela Naxatras da son albümünü bizim stüdyomuzda kaydetti. Turnelerde ne yazık ki ajanslara mecburuz. Kendi bağlantılarımız da var, ama Avrupa’nın pek çok şehrine gitmek, binlerce kilometre yol almak, lojistik ve konaklama derken düşünmeniz gereken çok detay var. “Dünya Yanıyor” turnemizin kapanışını İstanbul’da yapacağız. Çok heyecanlıyız.

^