Jaws filmindeki belediye başkanı ve güncel taklitçileri, E.P. Thompson’ın “eksterminizm” kavramı, Marx’ın yakın arkadaşı zoolog Ray Lankester’ın 1911 tarihli kitabının “Doğanın İntikamı” bölümü, Perfect Sense’teki epidemiyolog ve aşçı, Last Man On Earth’teki “son insan”, Bruegel’in İkarus’un Düşüşü tablosu, Günther Anders’ın İnsanın Eskimişliği’nde anlattıkları, They Live’deki gözlükler ve Nada-Frank kavgası… Her biri ayrı ayrı ve hepsi birlikte hangi sinyalleri veriyor, bütün bunlar önümüze nasıl bir yol haritası koyuyor? Yakın geleceğe yakın plan…
Amity adası sahillerinin güzelliğiyle ünlü bir sayfiye beldesidir. Yaz sezonu tam başlarken adaya yakın sularda köpekbalığına atfedilen bir dizi ölüm ve yaralanma vakası yaşanır. Adanın belediye başkanı Larry Vaughn, turizm gelirlerine dayanan belde ekonomisinin zarar göreceği korkusuyla aksi yöndeki tüm uyarılara karşın adadaki plajları kapatmaya razı olmaz. Kendisine itiraz edenlere “Tek söylemeye çalıştığım, Amity’nin bir yaz kasabası olduğu. Yaz dolarlarına ihtiyacımız var. İnsanlar burada yüzemezse Cape Cod, Hamptons ya da Long Island sahillerinde yüzmekten mutlu olacaklar” diye cevap verir. Belediye başkanı geri adım atmayınca plajlar açık kalır ve sonuçta olan olur; devasa beyaz köpekbalığı ada sahillerini kana bular.
Larry Vaughn “sürü bağışıklığı” adı verilen ve “üretken olmayan” nüfus “fazlasının” “telef olmasını”, ekonominin işlemesi, “çarkların dönmeye devam etmesi” adına normal sayan yaklaşımın savunucusu Boris Johnson dolayısıyla yeniden gündeme geldi. Britanya başbakanı Johnson, bundan yıllar önce, “kahramanının” Steven Spielberg’in Jaws (1975) filmindeki belediye başkanı Vaughn olduğunu söyleyivermişti.
Vaughnizmi küçümsemeye, alaya almaya gelmez, çünkü belli ki yedi canlı. Vaughn’ın kariyeri de ilk Jaws filminde sonlanmaz zaten. İkincisinde, bir kez daha belediye başkanı olarak çıkar karşımıza. İlk filmdeki tutumunun önünü açtığı onca felakete karşın yine belediye başkanı koltuğuna oturmayı bilmiştir.
Ülkesinde bir dizi yorumcunun vurguladığı üzere, Johnson’un “sürü bağışıklığı” savunusuyla Vaughn’ın umarsızlığı arasındaki paralellik aşikâr. Her ikisi için de “ekonomi tıkırında” olduğu sürece “ölen ölsün” demekte hiçbir beis yok. Her ne kadar Johnson, kamuoyu baskısıyla “sürü bağışıklığından” geri adım atmak zorunda kaldıysa da Türkiye dahil birçok ülkede bu yaklaşımın halen hâkim olduğunu söylemek abartı olmaz. Covid-19 tehdidi karşısında radikal fiziki mesafelenme ve karantina önlemleri alınması önerilerini, “business as usual”a vereceği zarar dolayısıyla reddeden ve “tedavinin problemin kendisinden daha kötü olmasına izin veremem” diye (büyük harflerle) tweet atan Trump’ın Larry Vaughn’dan pek farkı yok. Bolsonaro ya da Avustralya Başbakanı Scottt Morrison gibi, Vaughn’ın başka takipçilerini de eklemeye başlarsak liste bir hayli uzar.
“Türkiye, her hal ve şart altında üretime devam etmek, çarklarının dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülkedir” diyen Erdoğan’ın da Amity belediye başkanı olsa beldenin plajlarını Vaughn misali açık tutmaya devam edeceğini tahmin etmek güç değil. Üstelik, Türkiye’nin “Vaughnizme”, mesela parkların kapalı, ama şantiye ve fabrikaların açık tutulması, hafta içi insanlar işe gitmek zorunda tutulurken hafta sonları sokağa çıkma yasağıyla herkesin eve kapatılması gibi özgün katkılar sunduğunu da atlamamak gerek.
İmhacılık
Vaughnizmi, Britanyalı sosyalist tarihçi E.P. Thompson’ın “eksterminizm” (imhacılık) diye tabir ettiği eğilimin bir ifadesi saymak mümkün. Eksterminizm bir barış aktivisti olan Thompson’ın nükleer savaş ve yokoluş tehdidine karşı gündeme getirdiği bir siyasal kategoriydi. Şöyle diyordu:
“Eksterminizm bir toplumun, onu kalabalıkların imhası sonucunu doğuracak bir yöne iten ve onun ekonomisi, siyaseti ve ideolojisinde farklı derecelerde ifadesini bulan karakteristiklerini ifade eder. Sonuç yokoluş olacaktır; ancak, bu kazaen gerçekleşmeyecek, daha önceki siyasal kararların, imha araçlarının birikim ve mükemmelleşmesinin ve bütün toplumların bu amaç için yapılandırılmasının doğrudan sonucu olacaktır.” (Notes On Exterminism, The Last Stage of Civilization, Verso Books)
Aslında, SARS-CoV-2 virüsü kapitalist eksterminizmin bir sapma, mevcut eğilimlerin abartılı bir ifadesi olmadığının son örneği. Covid-19’un gerek nedenleri gerekse yarattığı vahim neticeler, kapitalist toplumsal ilişkilerin bazen doğrudan, bazense dolaylı bir ürününden başka bir şey değil. Yani, sebep ve sonuçlarıyla salgın ormansızlaştırmadan tarım endüstrisine, dev ilaç şirketlerinden özelleşmiş-piyasalaşmış sağlık hizmetlerine, “daha önceki siyasal kararların, imha araçlarının birikim ve mükemmelleşmesinin ve bütün toplumların bu amaç için yapılandırılmasının doğrudan sonucu”.
Bunu, yeni korona virüsü dünyayı allak bullak etmeden önce de biliyorduk, daha doğrusu biliyor olmalıydık. Zoolog Ray Lankester, Kingdom of Man adlı kitabının “Doğa’nın İntikamı” başlıklı bölümünde bütün modern epidemilerin izini insanların ekolojik koşullarda yarattığı değişikliklerde sürmek gerektiğini yazmıştı. “Devasa miktarda hayvan ve bitki üretme açgözlülüğünde” diyordu Lankester, “insan, başka türleri doğaya aykırı miktarlarda tarla ve çiftliklerde biriktiriyor ve yine kendi türünün doğaya aykırı miktardaki kalabalıklarını şehir ve kalelere yığıyor.”
Trump yönetiminin iklim krizine ilişkin 2018’de hazırlattığı etki değerlendirmesi raporunda, mevcut gidişat devam ederse yüzyılın sonunda dört derecelik bir artışın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğu ve otomobillere yakıt verimliliği sağlamak gibi “reformların” artık bunu değiştirmeyeceği vurgulanıyor.
Sonuç parazit, virüs ve bakteriler için son derece uygun bu koşulların yeni salgınlara yol açmasıydı. Kapitalizmin keskin bir muarızı olan Lankester için sorunun kökeni, piyasalar ve uluslararası finans sermayesinde yatıyordu. Karl Marx’ın yakın arkadaşı ve onun cenazesine katılan az sayıdaki insandan biri olan Lankester’ın kitabı 1911 yılında yayımlanmıştı.
Yüz küsur yıl sonra, sermayenin sınırsız büyüme ve “birikim için birikim” mantığının ekolojik çevrimleri kısa devreye uğratması, gezegen ölçeğinde bir ekolojik yıkımı, bir yokoluş ihtimalini her zamankinden daha çok olası kılıyor. Antroposen çağının kapitalizmi eksterminizmi geleceğe dair bir olasılık olmaktan çıkarıp somut, yaşanan bir deneyim haline getiriyor. Tam da bu nedenle günümüzde Vaughnizmin bu beklenmedik canlanışı hepimiz için çok büyük bir tehdit oluşturuyor.
Tekerrür olarak gelecek
Vaughnizmi küçümsemeye, alaya almaya gelmez, çünkü belli ki yedi canlı. Murray Hamilton’ın canlandırdığı Larry Vaughn’ın kariyeri de ilk Jaws filminde sonlanmaz zaten. Rekor düzeyde gişe hasılatı yapan filmin 1978’de, bu kez Jeannot Szwarc tarafından çekilen ikincisinde, Larry Vaughn bir kez daha belediye başkanı olarak çıkar karşımıza. Anlaşılan, bir musibet bin nasihat yerine geçmemiş, ilk filmdeki tutumunun önünü açtığı onca felakete karşın Vaughn yine belediye başkanı koltuğuna oturmayı bilmiştir. Vaughn bu filmde de Vaughn’lığını yapacak ve aksi yöndeki uyarılara karşın köpekbalığı tehdidini bir kez daha önemsemeyecek, olaylar gelişecektir…
Covid-19 salgınının her şeyi değiştireceği, hiçbir şeyin bu pandeminin ardından eskisi gibi olmayacağı iddiası karşısında Amity belediye başkanının siyasal kariyerindeki devamlılığı akılda tutmakta yarar var. Felaket, Amity adasında olduğu gibi, bizim dünyamızda da iktidar ilişkilerinin ipliğini bir an için pazara çıkarmış olabilir. Ancak, tek başına böylesi aydınlanma anlarının, felakete yol açmış koşulların değişimine yol açacağını düşünmek ham hayal. Her şeyin bir başka felakete, Jaws’ın bir sonraki gelişine (muhtemel başka bir pandemiye ya da iklim krizinin tetiklediği bir katastrofa) kadar aynı kalması pekâlâ bir ihtimal. Kapitalist eksterminizmi yeniden üreten sömürü ve tahakküm ilişkileri alt edilmediği sürece Vaughnizmin farklı farklı yüzlerle, topyekûn yokoluşa değin sürekli olarak karşımıza çıkması mümkün.
David Mackenzie’nin yönettiği Perfect Sense (2011) adlı filmde tam da böyle bir süreklilikle, felaketin kıyısındaki dünyanın o felakete karşın kendini bir türlü yenileyememesi ve tekerrürden ibaret kalması olasılığıyla karşılaşırız. Filmde epidemiyolog Susan (Eva Green) ile aşçı Michael (Ewan McGregor), küresel bir salgının tam ortasında tanışır ve birbirine âşık olur. İnsanların kokuyla başlayarak teker teker tüm duyularını kaybetmelerine yol açan ve bilim insanlarının nedenini bir türlü bulamadıkları salgın başlangıçta büyük bir paniğe neden olur. Ama, zamanla insanlar yeni hallerine intibak etmeye başlar. Salgının bir duyunun daha kaybına yol açan her aşamasında “medeni dünya” çöküşün eşiğine gelmiş gibi olur. Ancak, kısa zamanda her şey hale yola girer, insanlar yeni durumlarına hızla alışır, kimi değişikliklerle de olsa “normallerine” geri dönerler. Film Susan ve Michael’ın ve elbette tüm insanlığın kör olmasıyla nihayete erer.
İnsanların toplumsal ilişki ve süreçlere dair yargıları daha genel bir çıkar ve iktidar ilişkileri ağının parçasıdır. Bu ağda bir sarsıntı olmazsa, bir şeyler mevcut görme biçimini değiştirmeye zorlamazsa, insanlar “gerçekleri olduğu gibi gösterecek” gözlükleri öyle kendiliğinden takmak istemez.
Felaket karşısındaki apati, felaketi düşünememenin, yokoluşu tasavvur edememenin sonucu. Richard Matheson’un romanından uyarlanıp Ubaldo Ragona ve Sidney Salkow tarafından yönetilen Last Man On Earth (1964) adlı apokaliptik filmde, dünya nüfusunu kelimenin gerçek anlamda kırıp geçiren bir salgın sonucunda yeryüzünde tek bir insan kalır. Vincent Price’ın canlandırdığı bu “son insan”, Dr. Robert Morgan, virüs yayılırken felaketin boyutlarını kabul edemez, salgının bir pandemi halini alışını inkâr eder; “evrensel bir salgın fikrini bir türlü kabullenmek istemiyorum” diye konuşur. Hayır, Dr. Morgan, tıpkı Perfect Sense’deki Susan ve Michael gibi bir Vaughnist değildir. O sadece felaketi tahayyül edememekte, insanlığın sonunu düşünememektedir. Aynı şey bir aşı geliştirmeye çalışan araştırma enstitüsünün başı Dr. Mercer için de geçerlidir. Ölüm her yanı sarmışken kendinden emin bir biçimde “insanlık yok edilemez” diye üstüne basa basa vurgular.
İkarus’un düşüşü
Yokoluş karşısında hiç de beyazperdeye has olmayan bu umarsızlık ürkütücüdür. Günümüzde iklim krizinin gezegendeki tüm canlı yaşamı koşar adım felakete sürüklediği, namlı “Vaughnist” iklim inkârcıları dahil herkes tarafından pekâlâ biliniyor. Mesela, bizzat Trump yönetiminin iklim krizine ilişkin 2018 yılında hazırlattığı etki değerlendirmesi raporunda, mevcut gidişat devam ederse yüzyılın sonunda dört derecelik bir artışın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğu ve otomobillere yakıt verimliliği sağlamak gibi “reformların” artık bunu değiştirmeyeceği vurgulanıyor. Dört derecelik bir artışın gerçekleştiği dünyanın, bugün üzerinde yaşadığımızdan çok (gerçekten çok) farklı bir gezegen olacağını herhalde söylemeye gerek yok. 2007 yılında Pentagon için kaleme alınan ve iklim krizinin olası etkilerini tartışan “The Age of Consequences” (Sonuçlar Çağı) adlı rapordaysa, olağanüstü doğa olaylarının ve pandemi krizlerinin insanlığı “sınırlı kaynaklar” için savaşlara, belki bir nükleer savaşa sürükleyebileceğinden bahsediliyordu. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gereksiz.
Neticede, “en tepedekilerin” de bildiği üzere, felaket yanı başımızda, elle tutulabilir mesafede. Ancak, sanki onu durdurmak için yapılabilecek hiçbir şey yok gibi. Felaketi, bırakın önlemeyi, sanki tahayyül etmek bile mümkün değil. İnsanlık ve tüm doğanın uçurumun kenarında olduğu duygusu onca yaygınken (elbette yaşanan bir dizi mücadeleye rağmen) aynı tas aynı hamam devam etmek normal addediliyor.
Bu halin güçlü bir tasvirini genellikle Pieter Bruegel’e atfedilip 1500’lere tarihlendirilen İkarus’un Düşüşü Sırasında Manzara adlı resimde buluruz. İkarus, malûm, babası Dedalus’un imal ettiği kanatlarla uçmaya çalışır ve aslında başarılı da olur. Ancak, babasının tavsiyelerini hiçe sayıp çok yükseldiği ve güneşe fazla yaklaştığı için kanatları tahrip olur ve yere çakılır.
Aslında tablo İkarus’un kanatlarıyla güneşe uçuşunu ya da balmumundan kanatlarının eriyip denize düşüşünü sergilemez. Ressam sadece deniz kenarında dingin bir manzarada denize düşen İkarus’un iki bacağını gösterir. Üstelik bu düşüş ânı resimde kenarda kalmış, sağ köşede ancak güçlükle seçilebilecek küçük bir ayrıntıdan ibarettir. Tarlasını süren çiftçi, sürüsünü güden çoban, ağını denize atan balıkçı resmin kompozisyonunda çok daha merkezi bir yere sahiptir. Ressam sanki tabloya bakanın İkarus’un düşüşünden ziyade akıp gitmekte olan hayatın görünümlerine, huzur saçan dingin manzaraya, denizde görünen gemilere odaklanmasını ister. Resimdeki insanlar ve ona bakanlar İkarus’un korkunç ölümüyle, yaşanan felaketle ilgilenmez. İkarus’un suya düşüşü, onun güneşin zaptına yönelik girişiminin boşa çıkması, dikkate değer bir bozgun sayılmaz. Ölüme rağmen hayat dingin ritmiyle akıp gitmekte, insanlar felakete aldırış etmemektedir.
Düşünülemez olan son
Alman-Yahudi felsefeci Günther Anders bir pandeminin ya da iklim krizinin değil de atom bombasının yarattığı apokaliptik tehdit karşısındaki bu umarsızlığı, ilk cildi 1954’te yayımlanan İnsanın Eskimişliği adlı çalışmasında ele alır. Onun “kıyamet körlüğü” olarak tanımladığı bu vurdumduymazlık, üstelik “bir son, artık somut biçimde olasılık dahilindeyken” bu “kendi kendimizi yok etmeye götürecek uyuşukluk”, “bir sonu salt düşünmeyi dahi becerememe yeteneği” dehşet vericidir.
Anders’e göre, içinde bulunduğumuz apokaliptik momenti kavramamızı engelleyen şey düş gücünden yoksun kalmamız, böylece gelecekle sahici bir ilişki kuramaz hale gelmemizdir. Frederic Jameson için sorun, “dünyanın sonunu hayal edebilirken kapitalizmin sonunu hayal edememek” iken Anders için mesele, “her şeyin son bulabileceğinin düşünülmemesi, bir son görülmemesidir”. İnsan artık “zamansız” yaşamaktadır. Mark Fisher’in tabiriyle, “kapitalist gerçekçilik” çağında, insanın yine Anders’in ifadesiyle, “akut bir geleceğin sonu tehdidi düşüncesini kavraması zordur; çünkü bildiği bir gelecek yoktur”. Anlamlı, mevcut olandan radikal bir biçimde farklı bir geleceğin yokluğu, geleceğin bugünün (daha büyük, daha fazla, daha gelişmiş, daha verimli, vs.) bir tekrarından ibaret sayılması, bir son düşüncesini engellemektedir. Bu nedenle yokoluş karşısında düşülmesi gereken dehşet, bir alarm zili işlevi görmemektedir. Kendi olası sonuyla yüzleşemeyen, “kendi yokoluşunu hasıraltı eden” bir insanlık durumudur “kıyamet körlüğü”.
Gözlük ve yumruk
John Carpenter’ın They Live (1988) adlı bilim kurgu filminde bu körlükten çıkışla ilgili beklenmedik bir ipucuyla karşılaşırız. “Kahramanımız” inşaat işçisi John Nada, bir gün bir kutu güneş gözlüğü bulur ve bunlardan birini takınca dünyayı bambaşka gözlerle görmeye, aslında gerçekten görmeye başlar. Gözlüklerin özelliği, reklam panolarında, gazetelerde, dergilerde, televizyonda yazılıp çizilenleri ve konuşulanları deşifre etmesi, bunlarda itaate, tüketmeye, para kazanmaya, sorgulamamaya dair mesajlar iletildiğini görmeyi mümkün kılmasıdır. Uzatmayalım, gözlükler Nada’nın muktedirlerin, yani şu meşum yüzde 1’in aslında insan görünümlü uzaylılar olduğunu anlamasını sağlar. Bunun üzerine Nada “direniş” saflarına katılır ve “olaylar gelişir”.
Filmin bir de pek garip bir sahnesi vardır. Nada gözlüklerin “ideolojik yanılsamaları bertaraf edici” özelliğini keşfeder keşfetmez arkadaşı Frank’ten onları denemesini ister. Garabet burada başlar: Frank bir türlü gözlükleri takmak istemez. Öyle ki, Nada ile Frank belki de on dakika sürecek hayli sert bir sokak kavgasına girişir. Alt tarafı bir gözlüğü deneyip denememek uğruna girilen ve tarafların kelimenin gerçek anlamında birbirinin kafasını gözünü yardığı bu kapışma insana çok, ama gerçekten çok anlamsız gelir.
Antroposen (kapitalosen diye okunsa daha iyi) devrinin bizi kıyısına getirdiği o uçurumun büyüklüğü karşısında nutkumuzun tutulması mümkün. Bu tutulmanın acze ve apatiye mi, yoksa bir seferberliğe mi yol açacağı bugünün, yani bizatihi felaketin içinde cereyan eden mücadelelerde saklı.
Slavoj Žižek’in yazıp Sophie Fiennes’in yönettiği The Pervert’s Guide to Ideology (2012) adlı belgeselde bu sahnenin sırrına dair ilginç bir açıklama var. Žižek’e göre, Nada ile Frank arasındaki bu kavga sahnesi aslında ideoloji eleştirisinin temel bir boyutunu hatırlatır. Frank mevcut ve hâkim görme biçiminin sağladığı konfordan öyle hemen ayrılmak istemez. Zira insanların toplumsal ilişki ve süreçlere dair yargıları daha genel bir çıkar ve iktidar ilişkileri ağının parçasıdır. Bu ağda bir sarsıntı olmazsa, bir şeyler mevcut görme biçimini değiştirmeye zorlamazsa, insanlar “gerçekleri olduğu gibi gösterecek” gözlükleri öyle kendiliğinden takmak istemez. Filmde bu sarsıntı Nada’nın yumrukları vasıtasıyla mümkün olur.
Yokoluş isyanı
Korona virüsünün böyle bir yumruk etkisi yaratıp yaratmayacağı meçhul. Kesin olan, Covid-19’un kapitalizmin cinai, eksterminist mantığını ifşa etmesinin güneşli güzel yarınların cepte olduğu anlamına gelmediği. Felaket ancak somut mücadeleler içinde ve onlar aracılığıyla, yani Nada misali kavgalarla uyarıcı, seferber edici bir işlev görebilir. Ancak o zaman içinde bulunduğumuz ve yaklaşmakta olan felaket gerçekten kavranabilir. Aksi takdirde, insanlığın olası yokoluşuna ya da “barbarlığa geri dönüşüne” ilişkin senaryoların siyasal ataleti beslemek dışında anlamlı bir etkisi olmayacak.
Antroposen (kapitalosen diye okunsa daha iyi) devrinin bizi kıyısına getirdiği o uçurumun büyüklüğü karşısında nutkumuzun tutulması mümkün. Bu tutulmanın acze ve apatiye mi, yoksa bir seferberliğe mi yol açacağı bugünün, yani bizatihi felaketin içinde cereyan eden mücadelelerde saklı. Dünyanın dört bir yanında patlak veren, kira grevlerinden iş bırakmalara kadar sayısız biçim alan pandemi devrinin mücadeleleri, bir felaket komünizminin, kapitalist eksterminizm çağında gelmesi kaçınılmaz olan yokoluş isyanının şimdilik küçük alametleri. O işaretleri büyütmek, artık kelimenin gerçek anlamında bir varlık yokluk meselesi.