Elazığ’da çalıştığı inşaatta hayatını kaybeden Afgan işçi Sediqı’nın cenaze işlemleri, onun gibi iş cinayetinde yaşamını yitiren pek çok göçmen işçiye göre ne kadar şanslı olduğunu gösteriyordu. Bir cenazenin izinde, hiçliğe uzanan yaşamlara bakıyoruz.
Dünyanın her yerinde birbirine benzer mezarlıklar. Ne kadar bakımlı olursa olsun bir mezarlığın kapısından girdiği anda insanı hüzün karşılar. Ankara Karşıyaka’daki mezarlık, birkaç gün önce bu duyguyu artıran bir cansız bedene, son yolculuğu öncesinde kısa bir süreliğine de olsa ev sahipliği yaptı. Afgan, kayıtsız, iş cinayeti kurbanı bir işçi; ölümü, mültecilerin ölümlerinin bile sıradan olmadığını, bu ölümlerin ağır bir utanç ve hüzün barındırdığını anlatıyor adeta.
Karşıyaka Mezarlığı Cenaze İşlemleri Binası’nın önünde, cenaze araçtan indirilmeden görevli tarafından teslim edilen “ölüm kâğıdı”nın dökümü: “İsim: Sediqı Ataullah. Uyruk: Afganistan İslam Cumhuriyeti. Doğum tarihi: 01.04.1986. Ölüm nedeni: Yaralanma. Ölüm yeri: Elazığ Karakoçan.”
Afgan Sediqı, Türkiye’de iş cinayetinde yaşamını yitiren ve cenazesi ülkesine gönderilebilen az sayıdaki mülteciden biri. 34 yaşındaki Sediqı, iki yıl önce Afganistan’ın Badahşan kentinden yola çıkıyor, göçmen kaçakçıları aracılığıyla İran üzerinden sınırı geçiyor. Bir süre Van Gürpınar’da kalıyor, daha sonra Elazığ’ın Karakoçan ilçesine gidiyor. İlçede yaşayan birkaç Afgan arkadaşının yanına yerleşiyor, inşaat işçisi olarak çalışmaya başlıyor. Geçtiğimiz günlerde de, Karakoçan’da çalıştığı inşaatın çatısından düşerek yaşamını yitiriyor. Ailesi, oğulları Sediqı’nın vefatını tam beş gün sonra Afgan mültecilerin bilgilendirmesiyle öğreniyor. Cenaze, Elazığ Devlet Hastanesi’nin morgunda duruyor. Afganistan’daki aile, ölen oğulları Sediqı’nın Ankara’da yaşayan kuzeni Akame K’ya ulaşıyor.
Yaklaşık üç hafta önce, pazar günü, öğle saatleri. Mültecilerle sahada yaptığım birebir görüşmelerden tanıdığım kadın mülteci Akame arıyor. Kuzeninin vefat haberini aldığını, Ankara’ya getirmek üzere Elazığ’a gitmesi gerektiğini, pandemide uygulanan yasaklar nedeniyle yetkililerden izin almak için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini soruyor. Sediqı’nın iş cinayetinde yaşamını yitirdiği inşaatın sahibinin telefon numarasının kendisine verildiğini, Murat ismindeki bu kişiyi aradığını, ancak dil sorunu nedeniyle tam olarak anlaşamadıklarını anlatıyor. Bunun üzerine, Karakoçan’daki işyeri sahibini arıyorum. “Cenaze hastanede bir haftadır bekliyor. Kendisini çok severdik, çok çalışkandı. Ailemizden biri gibi hissederdik. Bu nedenle biz de artık birkaç gün içinde köyümüzdeki aile mezarlığımıza defin işlemini gerçekleştirecektik” demekle yetiniyor.
Bir torbaya sığan hayat
HDP Kocaeli milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ile temasa geçiyoruz, o da Elazığ’daki yetkililere ulaşıyor. Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, Sediqı’nın cenazesinin Ankara’ya getirilmesi için işlemleri hızla tamamlıyor. Cenaze, birkaç saat içinde Elazığ Belediyesi’ne ait bir araçla Ankara’ya doğru yola çıkıyor. Dünya Evimiz Uluslararası Dayanışma Derneği, cenazenin Karşıyaka Mezarlığı’nın morguna kabul edilmesi için gerekli prosedürleri tamamlıyor.
Geceyarısını geçerken, Akame ve eşini evlerinden alıp Karşıyaka Mezarlığı’na doğru yola çıkıyoruz. Cenaze aracı, sabahın ilk ışıklarıyla Ankara Karşıyaka Mezarlığı Cenaze İşlemleri Binası’nın önüne yaklaşıyor. Akame kuzenini teşhis ediyor, cenaze teslim alınıyor. Cenazeyi getiren görevli bir çöp torbasını yere bırakıyor, tutanağa imza atılıyor. Çöp torbasından, yaralı halde hastaneye götürürlerken üzerinde bulunan iş kıyafetleri çıkıyor. Akame’nin gücünün tükendiği hissediliyor, “bunları ailesine gönderemem” diyor. Torbayı Akame’nin elinden alıyorum. Birkaç dakika yan yana sessizce duruyoruz. Akame “çöpe at o torbayı” diyor. Ölen mültecinin eşyalarının konulduğu “çöp torbası”, yakınının cenazesini teslim alan diğer mülteci için ayrıca sembolik bir şiddete dönüşüyor.
Tabutların yolculuğu
Sediqı Ataullah, Türkiye’ye kaçak yollarla giren binlerce Afgan mülteciden sadece biri. Ucuz işgücü olarak güvencesiz koşullarda çalıştırılan kayıtsız mültecilerden Türkiye’de yaşamlarını yitirenlerin cenazelerinin ne kadarının ülkelerine gönderilebildiğine, ölümlerden ne kadar haberdar olunabildiğine net bir yanıt verebilmek imkânsız.
Cenazeyi getiren görevli bir çöp torbasını yere bırakıyor, tutanağa imza atılıyor. Çöp torbasından, yaralı halde hastaneye götürürlerken üzerinde bulunan iş kıyafetleri çıkıyor. Akame’nin gücünün tükendiği hissediliyor, “bunları ailesine gönderemem” diyor.
Cenazenin uluslararası uçuşa hazırlanması ve kargo ücreti, 1.500 doları aşan bir meblağ tutuyor. Sediqı Ataullah’ın ülkesine gönderilmesi için cenazeyi hazırlayan Başkent Cenaze Hizmetleri’nin sahibi Erdem Kurt, Afganların cenaze hizmetleri için maliyetin altında fiyat verdiklerini söylüyor: “İlaçlama, çelik tabut ve havaalanına intikal için 1.500 lira alıyoruz. Haftada en az bir-iki Afgan cenazesi gelir. Geneli de iş kazası sonucu yaşamını yitirenler. Biz Afgan Hava Yolları ile çalışıyoruz, onların kargo ücreti Türk Hava Yolları’na göre çok daha uygun. Kimi zaman cenaze başka şehirden gelir. Ancak cenaze yakınları kargo için ücreti bir türlü toparlayamaz. Cenaze uzun süre bekler. Memlekette aileleri de yoksul, para gönderemiyorlar. Kargo ücreti ise bin dolar civarında. Birkaç kez Afganistan Büyükelçiliği’nde çalışan personelin kendi aralarında para toplayıp cenazelerin ülkelerine gönderilmesini sağladıklarına tanık oldum.”
Erdem Kurt, Suriyeliler için cenaze prosedürlerinin daha farklı olduğunu anlatıyor. Ankara ve çevresinde yaşamını yitiren Suriyeli mültecilerin cenazeleri şehirlerarası yola çıkmak için gerekli olan “ilaçlama” işleminin yapılmasının ardından şirketlerine ait araçla Hatay’ın ilçelerindeki sınır kapılarına götürülüyor. Vefat eden mültecinin yakınları da cenazeyi teslim almak için sınıra geliyor. Ancak, Suriye’de iç çatışmaların yoğunlaştığı zamanlarda, ailelerin bulundukları coğrafyadan maddi sebeplerle ya da savaş koşulları gereği sınır kapısına ulaşamamaları durumunda cenaze, görevlilerin gösterdiği hastane ya da belediye mezarlığının morguna bırakılıyor.
Başta Van, Ankara, İstanbul, İzmir Hatay, Adana olmak üzere pek çok il ve ilçede Kimsesizler Mezarlığı bulunuyor. Cenazelerin yasal bekleme süreleri tamamlandıktan sonra yakınları tarafından teslim alınmayan cenazeler Kimsesizler Mezarlığı’na defnediliyor.
Ucuz işgücü olarak güvencesiz koşullarda çalıştırılan kayıtsız mültecilerden Türkiye’de yaşamlarını yitirenlerin cenazelerinin ne kadarının ülkelerine gönderilebildiğine, ölümlerden ne kadar haberdar olunabildiğine net bir yanıt verebilmek imkânsız.
Çöplüğe atılan cansız bedenler
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre, 2019 yılında 112 mülteci/göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Yılın ilk beş ayında ise mülteci/göçmen ölümlerine ilişkin ISIG Meclisi’nin paylaştığı ölümlerin sayısı şimdiden 50’yi aşmış durumda. ISIG Meclisi’nden Zafer Güzey, iş cinayetlerinde olayın savcılığa yansımasının ardından bilirkişilik görevini üstlenen isimlerden biri. Güzey, göçmen işçilerin çalıştığı sektörlerin sigortasız ve kaçak işçiliğin en yoğun olduğu meslek alanları olduğuna işaret ediyor: “Merdiven altı olmak işletme yetkilileri açısından yasal sorumluluklara karşı bir dokunulmazlık zırhı oluşturuyor. Bunun en büyük amacı da yasal mevzuat giderlerinden kurtulup kâr marjını artırmak. Bu işletmeler, iş cinayetlerinde yaşamını yitiren göçmen işçileri elden çıkarılacak bir eşya olarak görüyorlar.”
Güzey, işçilerin cansız bedenine yönelik “insanlık dışı” tutumları şu sözlerle aktarıyor: “Bazı işverenler göçmen işçi cenazelerini işyeri ile bağlantısı kurulamayacak uzaklıkta kent çöplüğü, ormanlık alan ya da yol kenarlarına atarak iş cinayeti ile işletmenin bağlantısını ortadan kaldırma yolunu tercih ediyor.”
Bir iş kazasının ardından işverenler, savcı olay yerine gelmeden yaralı mültecileri olay yerinden kaçırabiliyor, buna tanık olanlar da sınır dışı edilmemek ya da farklı gerekçelerle bu durumu yetkili mercilere aktaramıyorlar. Güzey, 22 Ağustos 2019 tarihinde İstanbul Büyükçekmece’de meydana gelen ve dört mültecinin yaşamını yitirdiği olay sonrası bilirkişi sıfatıyla yaptığı inceleme, olay sırasında yaralanan kayıtsız mültecilerin işveren tarafından apar topar olay yerinden kaçırıldığı bilgisine ulaştıklarını, ancak mültecilerdeki sınır dışı edilme kaygısı nedeniyle net bilgiler elde edemediklerini ifade ediyor.
Politikalar ve sonuçları
Çek asıllı yazar İvan Klima’nın Aşk ve Çöp eserindeki isimsiz çöp toplayıcısı anlatıcının zihnine, İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında yitip giderek değersiz maddelerle ve başka eşit derecede önemsiz şeylerle aynı duruma düşmüş olan arkadaşının ve aile üyelerinin kaderleri musallat olur. Çöpler dünyasına bizzat düşmüş oluşu, ona, bir insanın bir insana yapabileceği en büyük kötülüğün onu çöpün hiçliğine indirgemek olduğunu hissettirir. Anlatıcı bu farkındalığını şöyle aktarır: “Savaşın ardından, düşkün olduğum, tanıdığım herkesin ölmüş, böcekler gibi ilaçlanmış ve süprüntü gibi yakılıp kül edilmiş olduğunu öğrendiğimde bir keder sardı beni.”
“Bazı işverenler göçmen işçi cenazelerini işyeri ile bağlantısı kurulamayacak uzaklıkta kent çöplüğü, ormanlık alan ya da yol kenarlarına atarak iş cinayeti ile işletmenin bağlantısını ortadan kaldırma yolunu tercih ediyor.”
Kayıtsız, köksüz, yalnız, sürgün, yoksul, ötekileştirilen mültecilerin bir gecede diplomatik koz olarak ölüme gönderildiklerine tanık olduğumuz 28 Şubat 2020 gecesi yaşananlar, bir roman kurgusu değil, hiçleştirme gerçekliğinin, şiddet ve acının seyirlik haliyle çaresizliğin pornografik birleşimiydi.
Kayıt dışı mültecilerin cansız bedenlerini kent çöplüklerine atabilmek, bir insan bedenini tüketilen “katı atık maddesi” gibi görebilmek, mültecilere yönelik politikalardan azade davranış biçimleri midir?
Türkiye’ye kaçak yollardan girip gayri insani koşullarda hayatta kalma mücadelesi verirken inşaattan düşerek hayatını yitiren Sediqi Ataullah’ın cansız bedeninin ülkesine ve ailesine gönderilişine eşlik ederken, çöplükte sona eren yaşamları düşünüp Sediqı’yı yine de şanslı bulmaya başlıyoruz. Başta bu ayıp olmak üzere konuşmamız gereken daha çok şey var demek ki.