Biden-Trump düellosu ve ABD medyasının tutumu, korona belasında son durum, İslâm adına yapılan kanlı saldırılar… Sophia Loren’in yeni filmi, Cliff Richard’ın yeni albümü ve Billie Holiday belgeseli… Buyurun küresel medya gezintisine…
Küresel Medya Gezintisi bu hafta konu çokluğundan biraz yüzeysel kalabilir. Çünkü Batı dünyasının altı büyük gazetesini her sabah yedi gün boyunca tarayınca, haber okyanusunda küçücük bir sandaldaki balıkçı ne zaman nereye oltaya atacağı, hangi balığı yakalamak istediği konusunda kuşkuya düşebiliyor. Aslında amaç genel manzarayı sunmak, ama bunun için de temsil gücü yüksek, en doğru, en ilginç, en yeni 8-10 içeriği seçmek lâzım. Kolay değil… Sonuç olarak, bu iş büyük ölçüde tercih meselesi olduğu için, yani öznel olduğu için, kimi gelişme ya da konuları birkaç satır diğerlerini ise birkaç paragrafta aktarmak da bir yöntem olsa gerek.
Geçtiğimiz hafta, Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde üç konu öne çıkmıştı: Trump-Biden düellosu, Covid-19 belası ve İslâmiyet adına yapılan terör saldırıları nedeniyle gündeme gelen din-siyaset ilişkileri, yani laiklik.
New York Times, Washington Post, Los Angeles Times, The Guardian, Le Monde ve Libération gibi, günlük gazete olmanın dışında birer kurum, hatta ekol haline gelmiş köklü, sağlam, ciddi medya organları, dünya siyasetinde bir dönüm noktası ağırlığına sahip olan ABD seçimlerini izleyip aktarırken, haber değeri olan diğer gelişmelere, yeni, ilginç, kamu çıkarını ilgilendiren başka konulara da sessiz kalmadı. Kuşkusuz, her konu kendi bağlamı içinde ele alınıp işlenirken, galiba kaçınılmaz olarak, Bruce Springsteen’in adlandırmasıyla “Cani Palyaço”nun hal ve hareketlerinden, artık küresel bir bela haline gelen Covid-19’dan, giderek vahamet kazanan İslâmi renkli terörizmden kopuk bir şekilde değerlendirilemiyor. Doğrusu da bu olsa gerek.
ABD seçimleriyle ilgili iki önemli yenilik: Yakın zamana kadar aşağılanan, hor görülen, dışlanan LGBTİ+’lar, Siyahlar, kadınlar, Latinolar ve gençler gerek Temsilciler Meclisi ve Senato’da gerekse eyalet valilikleri ve emniyet müdürlükleri (Şerif) seçimlerinde büyük başarı kazandılar.
İkincisi, ABD medyası, ki buna Murdoch’un Fox TV’si dahil, Trump’ın “yalan iktidarına” karşı özellikle son hafta artık isyan etti. Başkanın canlı yayınlanan basın toplantısını kesen CBS “ABD Başkanı’nın canlı yayınını kesmekle yetinemeyeceğiz, Başkan’ı düzeltmek zorundayız” diyerek Trump’ın temelsiz iddialarını teşhir etti. Düşenin dostu olmaz…
Biden’in kazanma şansı yükselince zaten bazı eski Trumpçı yayın organları da gemiden ayrılanlar listesine girdi.
86 yaşındaki efsane kadın, oğlu Edoardo Di Ponti’nin çektiği Romain Gary’nin romanı Onca Yoksulluk Varken’den adapte edilen The Life Ahead’de oynuyor.
Araya sıkıştırayım, ABD seçimlerini, izleyebildiğim kadarıyla, en iyi New York Times, The Guardian ve BBC World verdi. Belli ki çok iyi hazırlanmışlar. Olgu ile yorumu her seferinde net bir şekilde birbirinden ayırdılar. Merkezdeki yorumcuları ile sahadaki muhabirleri arasındaki denge ve koordinasyonu çok iyi ayarladılar. En iyi uzmanları bulup konuşturdular. Temkinliydiler, ama durağan olmadılar. Heyecanlıydılar, ama telaşe değillerdi. NYT bir ABD medyası olmasına rağmen en az İngiliz The Guardian ve BBC kadar meseleye soğukkanlı, milli aidiyetin ötesinde bakabildi. Soğuk ve resmi bir döküm ve anlatım yerine sıcak ve canlı, sıradan seçmenin görüşlerine de ağırlık veren, konunun geçmişi, coğrafyası, psikolojisini de işin içine katan son derece başarılı bir yayıncılık örneği sergiledi bu üç medya organı.
İyi ve doğru gazeteciliğin formülü de bu olsa gerek: Egemen olgu ve anlayışları görmenin yanısıra, toplumda güç kazanan, ilk başta azınlıkta da olsa, sıradan insanların dile getirdiği, gelecek vaat eden tutum ve görüşleri dengeli bir şekilde yayınlamak.
Covid-19 konusunda TV ve radyo sunucularının dilinde tüy bitti, gazete matbaalarının mürekkebi kurudu, internet sitelerinde manşetlerde artık yer kalmadı. Durum korkunç… Ne var ki, medyanın görevi durum saptamasıyla sınırlı değil. Her gün rekor vaka ve rekor ölüm sayısı yayınlamaktan bunalan medya organları, bilim insanları ve uzmanların uyarılarına eskisinden daha çok önem vermeye başladı.
Ayrıca, maske ve kapanma karşıtlarının görüş, gösteri ve eylemleri daha sıkı bir eleştirel perspektiften yayınlanıyor. Sorun sıradan bir sağlık sorunu olmadığı için, tarihçilerden toplum bilimcilere, psikiyatrlardan ekonomistlere, farklı branşların uzmanları Covid-19’un dünü, bugünü, yarını üzerine önemli bilgi ve görüşler yayınlıyor.
İlk bakışta sadece Fransa’yla sınırlı görülen İslâmiyet-terörizm-laiklik tartışmasına aslında çoktan kan sıçradı. Konu, protesto eylemleri de kanıtlıyor ki, bütün İslâm dünyasını, dahası ABD’deki dincilerin konumu nedeniyle de, aslında bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.
Sophia Loren perdede, Cliff Richard listelerde
İyi gazetelerin yansıttığı gibi, hayat sadece Trump, Covid ve terörizmden ibaret değil. Bunca bela varken yerkürede, belki manşetlerde değil ama, toplum ve kültür-sanat sayfalarında tanıdık/bildik simalara rastlamak olası. Mesela Sophia Loren. 86 yaşındaki efsane kadın, oğlu Edoardo Di Ponti’nin çektiği, Romain Gary’nin romanı Onca Yoksulluk Varken’den adapte edilen The Life Ahead’de oynuyor. 13 Kasım’dan itibaren Netflix’de yayınlanacak film hakkında sayısız haber, tanıtım, değerlendirme yazısı çıktı. Washington Post ve The Guardian’dakiler en doyurucu olanları.
Aynı romandan Moshé Mizrahi’nin 1977’de çektiği filmde Madame Rosa’yı Simone Signoret oynuyordu. Sophia Loren sadece olağanüstü güzel, alımlı ve çekici bir sinema oyuncusu değil, olağanüstü disiplinli profesyonel bir sanatçı. Napoli’nin kenar semtinde II. Dünya savaşının hemen öncesinde yoksul bir ailenin kızı olarak doğan Sophia, 15 yaşında İtalya Güzellik Kraliçesi seçildikten sonra, iki büyük sinemacının desteği sayesinde dünya çapında bir film yıldızı oluyor: Vittorio De Sica ve Carlo Ponti.
80 yaşındaki Cliff Richard “Here Comes The Sun”ı yorumladığı, düetler yaptığı yeni albümü Music… The Air That I Breath ile İngiltere listelerinde ilk beşe girdi.
Loren “Vücut değişir, ama zihniyet değişmez” derken, 87. filmini çekiyor. “Sinema oyuncusu iseniz iyi hikâyeler bulmanız gerekir. Bu sizin işiniz zaten.” Konu ilginç: Genelev emeklisi Yahudi bir kadın ile Müslüman bir göçmenin dostluğunun öyküsü. Kahramanlar çok güncel. Peter Sarstedt’in 1969 tarihli ünlü Where Do You Go To My Lovely, When You’re Alone In Your Bed? (Bir Başınayken Gece Yatakta, Nerelere Gidiyorsun Sevgilim?) şarkısının sonunda betimlenen kıza benziyor biraz Sophia. Bugün gri-beyaz saçlarıyla hâlâ müthiş bir kadın. Hem oyuncu olarak hem de insan olarak. Romanın ve filmin öyküsü biraz da Sophia’nın annesinin hayatını çağrıştırıyor. O da fevkalade güzel bir kadınmış. Gary o romanı 1970’lerde yazmış olmasına rağmen, Loren’in deyişiyle, bir kadının istediği her şey (bir eş, bir çocuk, bir ev, huzur…) var öyküde. Ayrıca göçmenler, hoşgörü, karşılıklı anlayış, yoksulluk, hayata tutunabilmek gibi eskimeyen ve evrensel temalar işleniyor.
Sophia’dan birazcık daha genç bir yıldızın başarı öyküsünde sıra: 80 yaşındaki Cliff Richard İngiltere pop müzik listelerinde, yeni albümü ile yine ilk beşe girdi. Kalıcılık, istikrar, sürdürülebilirlik… Esas adı Harry Rodger Webb olan bu erken İngiliz rockçusu, Music… The Air that I Breath (Müzik…Soluduğum Hava) albümünde iki yeni şarkı söylüyor, bir Beatles klasiğini (“Here Comes The Sun”) yorumluyor ve düetler yapıyor.
Genç yaşta Elvis Presley ve Little Richard’a özenen Webb –sahne adını da zaten Little Richard’dan almış– Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olduğu yıllarda orada doğmuş, sonra Londra’ya yerleşmiş. Cliff ilk albümünü 1959’da yapmış. John Lennon onun için “Elvis’ten sonra dinlenecek başka bir şarkıcı yoktu” demiş. Zaten 60 yıllık müzik kariyerinde 250 milyon plak satan Richard Britanya’da tüm zamanların en çok satanlar listesinde Beatles ve Elvis’in ardından üçüncü sırada. Kız annelerinin ideal damat olarak niteledikleri bu ipek sesli yakışıklı şarkıcı rock’ın Beatles, Rolling Stones gibi grupların hattına girmesiyle debriyaja basıp tarzını değiştirmiş, “easy listening” tabir edilen bir üsluba geçmişti. Kendisi bu akıma “Çağdaş Hristiyan Müzik” demişti. Burada yavaşça haç çıkarıyoruz. Amen!
Billie Holiday belgeseli
Bu haftaki Küresel Medya Gezintisi’nin son durağına geldik: Bir caz kraliçesi Billie Holiday. 1915’te doğmuş, 1959’da toprağa girmiş. 26 yıllık müzik kariyerinde kendine has caz ve swing okumasıyla ünlenmiş, cazda tempo ve doğaçlamada yeni bir devir açmış bir sanatçı. Egemen medya onu müzisyenliğinin yanısıra uyuşturucu ve alkol müptelası olarak tanıtıyor, bu yüzden birkaç kez hapse girdiğini belirtiyor. Oysa ki, The Guardian “Şarkıcı, aktivist, seks makinesi, müptela: Billie Holiday’in sıkıntılı parlaklığı” başlıklı yazısında bu müstesna şarkıcının gerçek yaşamöyküsünü anlatan yeni bir belgeseli tanıtıyor.
Yönetmen James Erskine’in Billie’si 16 Kasım’dan itibaren Amazon ve iTunes’da yayına giriyor. Belgeselin yapım macerası da ilginç. Linda Lipnack Kuehl adında Holiday hayranı bir lise öğretmeni 1971’de bir Billie biyografisi yazmak için araştırmalara başlamış ve 1978’e kadar yaklaşık 200 kişiyle söyleşiler yapıp bunları teybe kaydetmiş. Billie’nin saz arkadaşları, kocaları, sevgilileri, kadın satıcıları –bu son üç kategori, pis herifler– ve FBI ajanları, Holiday’i yakından uzaktan tanımış insanlar onun hakkında ne biliyorlarsa anlatmışlar.
Billie Holiday belgeseli Billie 16 Kasım’dan itibaren yayına giriyor. Holiday ırkçıların öldürdükleri Siyahları ağaçlara asmalarını anlatan “Strange Fruit”u 1939’da her konserinde söyledi. Siyahlara yasak olan otobüsün ön koltuğunda oturarak ilk Siyah Haklar mücadelesini başlatan Rosa Parks’tan 16 yıl önce.
Kontrbasçı, piyanist ve besteci Charles Mingus mesela, 1950’lerde Chicago’daki bir caz kulübünü hatırlıyor: “Billie sahnedeydi, Ella (Fitzgerald) kuliste onun programını bitirmesini bekliyordu…” 1930-50 arası Billie’nin turnelerindeki baterist Jonathan Jones şöyle konuşmuş: “Güney eyaletlerinin derinlerinde otobüsle turnedeyken durduğumuz benzin istasyonlarında kadınlar ve siyahlar tuvalete giremezdi.”
İşte belki burada belgeselde FBI ajanlarının neden konuştuğunu anlamak mümkün. Billie yoksul bir ailenin kızı olarak korkunç bir çocukluk yaşamış. Daha 10 yaşındayken tecavüze uğramış. Sonraları hayat kadınlığı yapmak zorunda kalmış. Uyuşturucu ve alkol müptelası olmuş. Zaten sirozdan ölüyor. Ama Billie öyle sıradan bir kadın değil. Başına gelenlerin Siyah ve kadın olmaktan kaynaklandığını biliyor, bunu da zaten yakınlarına söylüyor. Ayrıca ABD’de birçok eyalette 1963’e kadar yasal olarak varlığını muhafaza edebilmiş olan ırk ayrımcılığı ve genel olarak ABD’deki egemen sistem Holiday gibi sanatçıları tehlikeli buluyor. FBI iş başında.
Billie ısrar ve tehditlere rağmen “Strange Fruit” (Garip Meyve) adlı şarkısını söylemeye devam edince de ajanlar peşine düşüyor. Ama doğrudan siyasi bir konuyla uğraşmamak için Holiday’i birkaç kez uyuşturucu bulundurmaktan ve kullanmaktan yargılayıp mahkûm ediyorlar. “Strange Fruit” ABD’nin Güney eyaletlerinde ırkçıların öldürdükleri Siyahları ağaçlara asmalarını anlatan bir şarkı. Billie bu şarkıyı bütün engellemelere rağmen 1939’da her konserinde söyledi. Siyahlara yasak olan otobüsün ön koltuğunda oturarak ilk Siyah Haklar mücadelesini başlatan Rosa Parks’tan 16 yıl önce.
Belgesel aslında çok güncel. Çünkü özellikle George Floyd’un katledilmesinin ardından ABD’de artık ciddi bir şekilde kurumsal ırkçılık tartışması medyanın, akademinin ve siyasetin gündemine girdi.
Erskine çalışmasında yıllarca önce kaydedilmiş tanıklıklara hiç dokunmamış. Hepsini olduğu gibi yayınlamış. Böylece “yakınlarının gözünden olumlu ve tartışmalı yanlarıyla hakiki bir Billie Holiday portresi” çıkarmış.
Sonuç olarak, nerede duruyorsa yazar, muhabir, editör ve nereden nereye nasıl bakıyorsa… Her şey bunlara bağlı iyi bir gazetecilik örneği verebilmek için.
Trump-Biden düellosu, Covid belası ve İslâmiyet-terörizm ilişkileriyle başladık. Sonra sahneye üç büyük yıldız çıktı: Sophia Loren, Cliff Richard ve Billie Holiday. 50-60 yıl sonra yayınlanacak gazeteler acaba bugün yaşamış, doğru dürüst, ilginç, başarılı işler yapmış kimlerden bahsedecek? Boşuna denmemiş: Sel gider, kum kalır…