“Şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.” Aziz Nesin bugünleri görse küçük dilini yutardı. Refik Halit, Saik Faik, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar ne hale gelirdi kimbilir… Artık plaj kalmadı, “beach” veriyorlar. Parası bol olana tabii. Halbuki bir zamanlar o sahiller “hürriyet diyarı”ydı. Deniz hamamlarından bugünlere, İstanbul’un denize girme serüveninde bir gezinti…
Sıcakların dayanılmaz olduğu şu günlerde üç tarafı denizle çevrili bir şehir olan İstanbul’daysanız ve de denize giremiyorsanız keyfiniz yok demektir. Uzun yıllardır İstanbullular denize girmek için Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz sahillerine taşınıyor…
İstanbul’da 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan denize girme serüveni, deniz hamamları, halk plajları ile devam eder, 1980’lerden itibaren de Marmara Denizi’nin kirlenmesi, kıyıların doldurularak yapılaşması sonucunda kesintiye uğrar. 2000’li yılların başından itibaren İstanbul Belediyesi’ne bağlı Halk Plajları tekrar hizmet vermeye başlasa da artık o eski plaj günleri tarihe karışmıştır.
1990’ların başında denize girme tarihimizde bir kırılma olur, Türkiye “beach” adı verilen “plaj”larla tanışır. Ancak “beach”ler, eski plajlara benzememektedir. “Peki, eski plajlar nasıldı?” diye soranlar için “Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’ın İlk Adım isimli kitabından birkaç satırla yanıtlayalım:
“Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, karşıda hoş birkaç siluet –beğenmediklerine bakmayıver–, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
“Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’dan birkaç satır: “Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
Eski plajların yerine geldiği iddia edilen bu yeni “beach”lerde hayat daha farklıdır. Aslolan denize girme değil, eğlenmedir. Akla hayale gelmeyecek kadar çok çeşitli “aktiviteler” ile birlikte gün boyu müzik, yeme ve özellikle içme vaat eden beach’lere girmek ise sadece ama sadece parası olanların başarabileceği bir iştir.
Yaz aylarının gelmesiyle birlikte yazılı ve görsel medyada, sosyal medyada son yıllarda tekrar eden konulardan biri de bu beach’ler olur. Bazıları buralarda yapılan partileri, eğlenceleri haber yapar, bazıları da buraların “çok pahalı” olduklarından dem vurur…
“Açıktan denize girme…”
İstanbul’da, 20. yüzyılın başından itibaren, kişiye özel “deniz banyoları”, “deniz hamamları”, çeşitli kulüp ve derneklere ait “hususi plajlar” ve “halk plajları”, İstanbullulara hizmet vermiştir. Deniz hamamları ve plajların tarihini anlatmadan önce, pek de anlatılmayan, eski deyişle “açıktan denize girilen” yerlerinden söz edelim…
İstanbul’un bu şehirde yaşayıp denize girmemiş, daha da ötesi denizi görmemiş 300 binin üzerinde çocuğun, yazın bunaltıcı sıcağına dayanamayıp bütün yasaklara ve tehlikelere karşı yine de kendini Boğaz’ın serin sularına bırakanların bulunduğu bir şehir olduğu gerçeğini unutmadan zamanda bir yolculuğa çıkalım. 20 Temmuz 1947’de Yedigün dergisinde yayınlanan “Beleş Plaj” başlıklı yazıdaki Kumkapı ve Yenikapı sahilleriyle başlayalım. Sait Faik’i dinliyoruz:
“İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Şehir en sıcak günlerinden birini yaşıyor bugün. Sizinle okuyucular –siz yerinizden kalkmadan, sizin yerinize ben kalkayım– büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim. Bildim bileli, çocukluğumdan beri burası Süleymaniye, Sultanahmet, Karagümrük, Çarşıkapı, Soğanağa Mahallesi, Şehzadebaşı çoluk çocuğunun plâjıdır: Kumkapı, Yenikapı sahilleri. Belediye yasak eder. Birkaç gün kimseler gözükmez. Bir meltemsiz günde yine çoluk çocuk, buraları doldurur. İnsan, bunun biricik çaresinin orayı temiz tutmak, yüzlerce çocuğa beleşten kuvvet ve kudret istasyonu olarak kullanılmak üzere üç beş tahta, dört beş sıra ile bir halk plâjı edivermek olduğunu akıl ediyor da…”
Sait Faik’i dinliyoruz: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Bugün sizinle büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim.”
İstanbul’da plajlar dışında denize girmek yasaktır demiştik. Ancak deniz hamamlarının açıldığından bu yana bu yasağı uygulamak pek mümkün olmamıştır. Nedeni plajlara gidecek parası olmayanların İstanbul gibi bir deniz şehrinde denize girmemeleri düşünülemez. Zaman içinde denize “açıktan girilen” yerler, sahiller, kumsallar değişse de denize girilen yerler hep olmuş ve olacaktır.
İstanbul’da “açıktan denize girenler” Osman Cemal Kaygılı’nın da konusudur. Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul isimli kitabında İstanbul’da yaşayıp plajlara girmeye, gidip gelmeye parası olmayan insanların denize girme maceralarını, “fıkara plajları”nı anlatır.
“Kışın, dört balıkçıdan başka kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın, bilhassa karpuz kabuğu suya düştükten sonra muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür, orada istasyonun önündeki deniz hamamı daha sabahtan dolar ve öğleye doğru adam almaz bir haldedir. Ondan sonra kadro harici kalanlar yıkık kale diplerinde soyunup açıkta denize dalarlar; sahil yolu ta Kumkapı’dan Samatya açıklarına kadar suda yaşayan çıplaklar diyarını andırır. İşte bunun için Kumkapı ve Yenikapı’nın bir ismi de birkaç senedir ‘fıkara plâjı’ olmuştur.”
İstanbul’un deniz hamamları
İstanbul’un denize girme serüveninin başladığı yıllara dönelim. İlk durağımız deniz hamamları… 19. yüzyılın ortalarından başlayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar İstanbul’da saltanat süren deniz hamamları, İstanbulluların serinlemek ve dinlenmek için tercih ettikleri mekânların başında gelmekteydi. “Deniz hamamı” ya da “deniz banyosu” olarak adlandırılan bu mekânlar; deniz kenarında, kıyıya iskeleyle bağlı, dört tarafı kapalı ve küçük soyunma kabinleri olan, tahtadan yapılmış, eski tabirle “salaş” yapılardı. Her sene yeniden kurulan deniz hamamlarının yanlarında gazinolar, kahvehaneler bulunurdu.
1826 ile 1850 arasında İstanbul’da üç deniz hamamı bulunurken 1875 yılında deniz hamamlarının sayısı 62’ye çıkar. Bunların 34’ü erkeklerin, 28’i kadınların kullanımına açıktır. 1885’de İstanbul’un nüfusunun 873 bin 570 kişi olduğu düşünülürse, deniz hamamlarının o yıllar için ne denli fazla olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Osman Cemal Kaygılı “fıkara plajları”nı anlatır: “Kışın kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür.”
Deniz hamamlarını anlatmaya bir başka İstanbul sevdalısı Sermet Muhtar Alus’un 4 Ağustos 1939’ta Yeni Mecmua’da yayınlanan “Eski Deniz Safaları” başlıklı yazısından bir bölümü aktararak devam edelim:
“İstanbul’da Büyükada ve Boğaziçi’nde oturan kesesi dolgun, mahdut kimselerin küçürek küçürek hususi deniz hamamları mevcuttu. (…) Bu hamamlar birbirlerine örnek. Kazıklar üzerine çakılmış çam tahtalarından, dört köşe ortası havuzlu, üstü açık, derunlarında çepeçevre tek kişilik kabinler; önlerinde balkon, bir yanlarında da art arda loca… Çatılarda, iskelevari yollarında, bayrak gibi uçuşan renkli peştamallar… Bu erkeklere mahsus olanı… 90,100 adım ilerilerinde, aynı salaşın daha küçüğü, dört tarafı sıkı sıkı örtülü, hatta pedavraları çatlaksız, budaksız bulunanı kadınlarınkisi… İçinde bin bir ağız; kahkaha, çığlık; tam kadınlar hamamı…”
İstanbul’da denize girme serüveni; özellikle Boğaz ve Yeşilköy sahillerinde varsıl kişilerinin yalılarının önünde ince birer ahşap iskele ile denize bağlanan “zata mahsus” deniz hamamlarından sonra umumî deniz hamamlarının açılması ile devam eder. Genellikle Kumkapı, Yenikapı gibi sahillerden denize giren İstanbul halkı açılan umumi deniz hamamlarına rağbet etmeye başlar. Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Eminönü, Fındıklı, Ortaköy, İstinye, Büyükdere, Beykoz, Paşabahçe, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Pendik, Tuzla ve İstanbul adalarındaki deniz hamamları Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak birer birer kapanacak, yerlerine kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri plajlar açılacaktır.
Florya plajları ve Beyaz Park Gazinosu
Deniz hamamları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yerini hızla plajlara bırakacaktır… İstanbul’un ilk plajı, Florya’da açılır. Uzun yıllar İstanbul’un rağbet gören sayfiye semtlerinden biri olan, yeşil ile mavinin buluştuğu Florya sahilleri, 1920’lerin başında hareketlenir. Önce İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin bahriyeli askerleri burada denize girmeye başlar. Ardından Ekim Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Rusların bir bölümü Florya kıyılarına yerleştirilir. Florya, bu tarihten itibaren sıcaktan bunalarak denize giren Beyaz Rusları görmek için gelen İstanbulluların akına uğrar.
Florya plajının kuruluş hikâyesini Willy Sperco’nun Yüzyılın Başında İstanbul kitabından birlikte okuyalım:
“1920 yılından itibaren Wrangel ordusunun subaylarıyla Türkiye’ye sığınan Rus kadınların başarılı bir şekilde işlettikleri ince kumlu bir plaj uzanır. Başlangıçta boşta kalan subaylarla kendilerini tatilde sayan ve güz sonu Rusya’ya döneceklerini hayal eden Petersburglu ve Moskovalı dilberler, yakıcı güneşte, altın kumlarda çıplaklıklarını sergiliyorlardı. Güzel Moskovalıların kendilerini gösterdikleri bu yerlere, ‘Cuir de Russie’nin (Rus derisi anlamına gelen bir parfüm adı) sarhoş eden kokusunun cazibesine kapılan Türk ve yabancı erkekler akın akın gelmeye başladılar. Az sonra buralarda açık hava koltuk meyhaneleri ile banyo kabinlerine benzer tahta yapılar belirmeye başladı.”
Kadın ve erkek deniz hamamlarının birbirine yakın olmasını “ahlâka aykırı” bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park’a gelen Mustafa Kemal’in söyledikleri: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”
Anastas isimli Rum bir meyhanecinin açtığı küçük bir barakadan ibaret açık hava meyhanesinin yerini sonradan Solaryum Plajı alacaktır. İstanbul’un İlk plajı olarak kabul edilen Solaryum Plajı “Uzun Aleksandr” ve “Küçük Aleksandr” tarafından açılır. Solaryum Plajı’nın ardından da Haylayf Plajı hizmet vermeye başlar.
Yaz ayları boyunca trenler İstanbulluları Florya’ya taşır, durur. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile 1935 yılında 43 günde inşa edilen Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile birlikte Florya’nın çehresi de değişir. Yıllar boyu peş peşe yapılan kimi salaş yapılar yıkılarak yolları, parkları ve sahili ile yeni bir Florya kurulur. Temmuz ve ağustos aylarında Sirkeci-Florya arasında çalışan, o yılların en uygun taşıma aracı olan trenlerde yer bulmak, seyahat etmek meseledir. İstanbul Belediyesi tarafından açılan Florya Belediye Plajı ile birlikte Florya, İstanbul’un en gözde sayfiye semti olur. İstanbulluların en çok rağbet ettiği plajların başında Florya plajları gelir: Belediye Güneş Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı…
Modern anlamda açılan ilk plajımız Sarıyer, Büyükdere’deki Beyaz Park Plajı olur. 13 Ağustos 1926’da Beyaz Park Gazinosu ve Deniz Banyosu adıyla hizmet vermeye başlayan Beyaz Park, kadınlara ve erkeklere ait olmak üzere iki deniz hamamı ve ortalarında bulanan bir gazinodan ibarettir. Kadın ve erkek deniz hamamlarının bu derece birbirine yakın olmasını “ahlâka aykırı” bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park’a gelen Mustafa Kemal, durumu öğrendiğinde söyledikleriyle denize girme tarihimizde yeni bir dönem başlayacaktır: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”
Aziz Nesin’le, noktalayalım: “İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar.”
1927 yılında yenilenen Beyaz Park, kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri büyük bir yüzme havuzu, üç kademeli atlama kulesi, modern tesisleri ile hizmet vermeye başlar. 1940’lı yıllarda İstanbul Yüzme Şampiyonası’nın yapıldığı Beyaz Park aynı zamanda gazino ve konser salonu olarak da hizmet verir. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zehra Bilir, Hamiyet Yüceses, Celal Şahin, İsmail Dümbüllü gibi çok sayıda ünlü sanatçının sahne aldığı Beyaz Park Gazinosu da tıpkı plajlar gibi tarihe karışır.
“Kaçınılmaz son”
1940 yılından başlayarak özellikle Anadolu’dan İstanbul’a göç ile birlikte İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başlar. Rıza Serhadoğlu, 1955’de yayınlanan Büyük İstanbul Albümü kitabında İstanbul plajlarını şöyle sıralar: “Kadıköy ciheti: Moda Deniz Hamamı, Fenerbahçe Plajı, Caddebostan Plajı, Suadiye Plajı, Süreyya Plajı. Boğaz ciheti: Salacak Plajı, Lido Deniz Hamamı, Küçüksu Plajı, Büyükdere Plajı, Tarabya Plajı, Şile Plajı. Florya ciheti: Haylayf Plajı, Belediye Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı, Küçükçekmece Plajı. Adalar: Heybeli Plajı, Yörükali Plajı.”
Daha sonraki yıllarda bu plajlara yenileri eklenir. Örneğin Ataköy Plajı, 1957 yılında açılır. Aynı anda dört bin kişiye hizmet veren plaj, o yılların en büyük tesisi olur.
Birbiri ardına kapana kapana 1980’lerin başına dek varlıklarını sürdürmeye devam eden İstanbul plajları zamana yenik düşer. Bu yenilgi için birçok neden sayılabilir. Öncelikle artan nüfus yoğunluğuna bağlı olarak kısmen kapalı bir deniz sayılan Marmara kirlenir. Bir başka neden ise deniz kıyılarının işgale uğraması, betonlaşması ve yapılaşmasıdır. Bu “kaçınılmaz” son Ege ve Akdeniz’deki diğer şehirleri beklemekteyken, kıyıların yağmalanması, işgali ve yapılaşması nasıl hâlâ devam edebiliyor, anlamak mümkün değildir. Umarız, bu şehirler İstanbul gibi plajlarından yoksun kalmaz.
“İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor” diyen Aziz Nesin’le, Mahallenin Kısmeti isimli kitabından birkaç satırla noktalayalım:
“İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un bir başından bir başına deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar. (…) Kavaklar’dan Çekmece’ye, Şile’den Pendik’e kadar şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.”