TUNCEL KURTİZ’LE BLIND TEST

Söyleşi: Savaş Akova, Sungu Çapan, Yücel Göktürk
28 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI
Büyük usta aramızdan ayrılalı altı yıl oldu. “Bir acayip adam. Bir cebinde Bedreddin, bir cebinde Yılmaz Güney, kafasında çiçekler, kulağında rengarenk sesler. Civanmert, tatlı dilli, fil hafızalı. Neredeyse yarım asırdır sanat yapıyor, aralarında 1987’de Berlin’de aldığı ‘‘En İyi Aktör”ün de olduğu birçok ödülü var, ama dahası da var: “Oscar Wilde’ın ‘mühim olan insanın kendisini sanat eseri kılmasıdır’ sözünün timsali…” Tuncel Kurtiz’le 2001’deki söyleşimizin girizgâhı böyle başlıyordu.
Ve şöyle devam ediyordu: “Bugünlerde Malatya’da Barış Pirhasan’ın O da Beni Seviyor’uyla Antakya’da Samir Arslanyürek’in Şelale’sinin setleri arasında mekik dokuyor. Birkaç günlük İstanbul molasında, Roll’a buyur ettik, şarkılarla daldan dala atladık. Ama ayak uydurabilmek ne mümkün; biz soru soramadan o dört cevap birden veriyordu –performans da cabası. Sağolsun, sihirli bir gün geçirdik. Ve işte o günden geriye kalanlar…”
Anısına saygıyla, Roll’un Temmuz 2001 sayısının “blind test”ine, o sihirli güne bağlanıyoruz.

Miles Davis — Tempus Fugit (Miles Davis Volume 1)

Tuncel Kurtiz: Miles galiba… Şiir gibi gidiyor. Jackie Kay Trompet isimli romanında şöyle diyor: “Miles Davis gibi bir adla dünyaya geldiğini düşünsene, zaten tamamdı iş. Miles Davis’e benzer bir adın olsaydı, Mercedes’e biniyormuşsun gibi gelirdi kulağa.”

Mercedes gibi isim, değil mi? Miles; kilometre yapıyor, gidiyor yani. İnsana takma isim gibi de gelmiyor, gerçek gibi. Güzel bir isim… Ben cazın bir dönemini çok severim. Büyük kontrbas üstadı Charles Mingus’un hayatını okuyordum, çıldırdım orada. Adam pezevenklik yapıyor. Resmen pezevenk. Yedi tane kadın çalıştırıyor. Başka yo­lu yok, hayatta onunla geçiniyor. Babasının Mingus’a yazdığı bir mektup var, bütün antolojilere girebilir. Oğluna ders veriyor, bir zenci olarak be­yaz kadınlarla nasıl çalışırsın diye. Tabii Miles’ın yetişme tarzında yok o, başka tür bir eğitim görüyor Miles. Amerika’da birçok zenci çok püriten bir eğitimden geçiyor… Miles Davis ve John Coltrane’in İsveç konseri vardır. Görmedim o konseri, ama görmüş gibiyim. O yüzden arasıra görmüş gibi anlatıyorum. Öyle bir konser ki, din­liyorsun, cazda çalınmayan notalar ilk kez çalınıyor, başka bir dil konuşuluyor ve Stockholm al­lak bullak oluyor. Bütün eleştiriler kötü. Ama o konser en önemli noktalardan birisi oluyor yeni caza doğru.

Nevizade’de bir tek meyhane var, iki yok. Erol Günaydın’la orada oturup içiyoruz, “ne yapalım şimdi” diyoruz, “şimdi ıstıraplarımıza bir biçim bulalım!”… Ne biçimi? Şişe biçimi nasıl olur? Genç Werther’le Merther’in İstan­bul’daki ıstırap dolu günleri…

Bunları söylerken hayatımı da düşünmeye çalışıyorum. Futbol seviyorum, Fenerbahçeliyim üstelik. Fener Genç’te zamanında top koşturdum. “İyi gidiyorsun” dediler, bir maçta yenildik, hakem Feridun Kılıç’tı. Şeref Stadı’nda, şimdi otel olan yerde, beni çağırdı yanına, “a oğlum” dedi, “sen futbol oynama, sen adamı katil edersin.” Beş metre önümden top geçiyor, kendimi atıyorum belki vururum diye. Öyle deliyim yani. Yenildikten sonra o Şeref Stadı’nın boktan odalarında duş yaptık. Sultanahmet Özel Anadolu Lisesi’ne yenilmiştik. Avni oynuyordu karşımda Fenerbahçeli. Yarı finalde yenildik, okul maçı. Beşiktaşlı Varol bizde sağaçık oynuyor, kaleci değil. Varol Ürkmez, büyük insan. Madrid’de Real Madrid-Beşiktaş maçında havada iki kıvrım yaparak top yakaladığı için yıkılmış ortalık. Kel İhsan vardı, İstanbulsporlu, çok iyi futbolcuydu. Çiçek Pasajı’na geldim maçtan sonra, bir Buzbağ, bir Buzbağ daha, bir tane daha, hatırlamıyorum hakim bey, okula sü­rünerek gitmişim, yatakhaneden çıka­madım. Müdür aşağıda kıyameti ko­parıyor. Rüyamda görüyorum, topa bir vuruyorum, top gidiyor, girerken kaleci kurtarıyor topu. Olmadı gol anasını satayım, gene olmadı. Ve fut­bol bitti orada…

Sonra hikâyecilik başlıyor galiba…

Çok iyi hikâyeci olduğuma inanıyor­dum. Sait Faik’le bir tutuyordum ken­dimi. O kadar da seviyordum Sait Faik’i. Genciz, 18 falan. Sevgilim yanımda, Sait Faik’in evine gidiyoruz. Giderken vapurda hır çıkıyor. “Vatandaş, Türkçe konuş” hikâyesi başlamış. Gidiyorlar Yahudi kadınlarına, “vatandaş, Türkçe konuş” diyorlar. Ne yapıyor­sunuz dedik, kavga çıktı, karakolluk olduk. On­dan sonra Sait Faik’in evine gittik, annesi de var. Anne, oğlunun kim olduğunu tanımıyor, bi­zim için ne ifade ettiğini bilmiyor… Şimdi tekrar gittim, çok boktan olmuş, o zaman evdi çünkü. Sait Faik’in koyu nefti pantolonu, aşınmış fötr şapkası, orada yatak, yanında son okuduğu kitap, Kafka ve Son Kuşlar duruyor yanında, kahve içtiği fincanı… Ben de hikâyeler yazıyorum o sıralar, üniversitede edebiyat matinelerin­de şiir okur gibi okuyorum onları.

Özdemir Asaf’la arkadaşlık ediyoruz, daha 22 yaşındayım. Matbaasına gidiyorum, bana adam muamelesi yapıyor. Dünyanın en nazik, en kibar adamı. Yuvarlak Masa Yayınları’nı küçücük bir oda içinde yürütüyor. Yuvarlak Masa, şövalye ya o, daima pırıl pırıl giyimli, bıyıklar taralı, şık… R’leri söyleyemez. (gülüyor) Bir edebiyat mati­nesinde şiir okuyuşu: Çanta, içinde eser-i cedid kâğıtlar. Bir sayfa alıyor, (neredeyse ifadesiz bir bakış ve sesle) “Bugüne en uzak gün dün.” Say­fayı bir kenara koyuyor, yeni bir sayfa alıyor: “Çağığdığım balık yemi çıkağ dedi, oltayı göğmeden gelmem.” Başka bir sayfa: “Düşleğimden ne bıçaklağ fığlattım hepsi saplandı.” Oradan bi­risi çıkıp “n’apıyor lan bu” diye bağırıyor. “Sen sen sen, öyle biğ ben ki kapına gelen, baştan başa sen, dışarda beni bekle, senin ananı…” (gülüşmeler)

Edebiyat matinesi yapacağız, Gürkal Aylan var mesela aramızda, sevgilim Filiz fel­sefe kütüphanesinde şiir yazıyor, ben hikâye yazıyorum, kimse yayınlamıyor yazdıklarımızı. Yılmaz (Güney) da var, hikâye yayınlıyor, bela, çok değişik hikâyeler yazıyor. O Adana’dan gelmiş, biz Kafka, James Joyce ayaklarındayız burada. (gülüyor) Edebiyat fakültesi, kantin, tiyatro, Hachette’den kitap çalıyoruz, bir tane parayla alıyorsak bir tane kenara ayırıyoruz. Ne var me­sela, Yale Drama Okulu’nda bu sene oynanan tek perdelik oyunlar. Aa, bir isim: Engin Cezzar. Nerden çıktı bu? Küçük bir rolde oynuyor, ama oynuyor orada. Piyesi okuyorum, çok güzel. Henry Seiger’in Beş Gün’ü… Özdemir Asaf’a gittik, matbaasında yazdırdık edebiyat matinesi yapıyoruz diye, herkese davetiyeler gönderdik. “Özdemir abi, siz de geleceksiniz tabii” dedik. “Geliğim fakat ben şiğiy okumam, ben hikâye okuğum” dedi. Aa? Peki abi dedik…

Meyhanede köylü çıkıyor, oynuyor. Rakı kolilerle geliyor. Ne bu? Dionysos ayini. Kızışmış develer de güreşiyorlar. Aydın eli burası. “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın…”

Birinci yarı­da Attilâ İlhan, Yılmaz Gruda, genç şairler… Bir­çok isimsiz şair var, her şey mümkün bu mati­nelerde. Behçet Hoca (Necatigil) bu matineler­den pek hoşlanmıyor ve “Edebiyat Matinesi” di­ye bir şiir yazıyor. “Atılır önünüze bozuk paralar gibi alkış” diyor, “kaykılmış bir kız, çiğner cik­let’’… Ama biz çok seviyoruz ha! Birinci bölüm bitiyor, ben “Tagio” diye bir hikâyemi okuyorum: “Tagio, Kuzey Amerika Kızılderili dilince ‘kırmızı sakal’ demektir. Tagio, kendini ışıl ışıl yanan bir tramvay rayına benzettiğinden beri bu böyle­dir…” Vaaay! (gülüyor) Sonra piyesi oynuyoruz, o da alkışlanıyor. Yılmaz Gruda (taklidini yapı­yor, yayarak) mizansen söze göre hareket olmuş biraz” diyor, “evet” diyorum ben de; böyle “ağır” konuşmalar yapıyoruz. (gülüyor) Yılmaz Gruda’nın yazdığı piyesten hiçbir şey anlamıyor­lar, yuhalıyorlar Dram Tiyatrosu’nda, eleştiriler geliyor, “sıkıldık” diyorlar. “Ben de onun için yaz­dım zaten” diyor Yılmaz Gruda, “siz sıkılasınız diye, bunu da anlamadınız mı?” Nerden nereye geldik… Nerdeyiz?

Cazdayız.

Cazdayız. Bir Amerikan petrol arama şirketinde tercümanlık, şoförlük yaptım. Buranın şefi çok hoş bir adamdı, beni evine davet ederdi. Yeşilköy’deki evinde Dave Brubeck’in Jazz Goes To College diye bir plağını dinledim. Kesildim o plağa, o da bana hediye etti. Bir de Aaron Copland’ın Music For Theatre diye bir pla­ğı var, onu da aldım, “nedir acaba bu tiyatro için müzik” diye merak ediyorum. Cazı ilk defa Brubeck’le sevdim. “Take Five” uçurdu bizi. Sa­ray Sineması’na Dizzy Gillespie geldi. Maffy (Mu­vaffak Falay) karşıladı. Dizzy Gillespie’nin yanak­ları şişiyor, biz bitiyoruz. Sonra Louis Armstrong geldi. Duke Ellington gelecekti, Kennedy öldürül­dü ve konser kaldı.

Ben o arada tiyatrocu ol­muştum artık, Kıbrıs’a gittim, iyi para kazandık. Dönüşte bir sürü plak aldım kendime. Boktan bir pikabım vardı. Müziği böyle dinlemek mümkün mü o zaman, çok zor iş bizimkisi, kitaptan daha zor: Bir plak bulmak, bir pikabın olması, yok öyle bir lüksümüz. Ama bohem yaşıyoruz, Nevizade’de bir tek meyhane var, iki yok. Erol Günaydın’la orada oturup içiyoruz, “ne yapalım şimdi” diyoruz, “şimdi ıstıraplarımıza bir biçim bulalım!”(kahkahalar) Ne biçimi? Şişe biçimi nasıl olur?.. Genç Werther’le Merther’in İstan­bul’daki ıstırap dolu günleri… (gülüyor)

Bunun içinde caz öylesine var ki. Özdemir Asaf’la saba­ha kadar içerdik. Sabah Erol Günaydın’la radyo programı yapmaya gideceğiz, “çocuklağ, size iyi çalışmalağ diliyoğum, biliyoğum, hadi…” İşimizi iyi yapmak meselesi; acılar başlar yavaş yavaş: Daha çok çalışmak lâzım, ama daha çok yaşa­mak lâzım. Miles Davis, John Coltrane, Art Pepper… Hayatı hapishanede geçiyor Art Pepper’ın, ama devamlı çalıyor hergele, yaşıyor, çalıyor. Peşinden koşuyor Miles Davis, Charlie Parker’ın, bir defa beraber çalabilmek için. En nihayetinde bir gün “delikanlı, geldim” diyor, “hadi çalalım.” Bir imtihan, bir tapma, bir birlikte çalışma başlıyor… Cazı çok sevmemin sebeplerinden bir ta­nesi, bunları kendi hayatıma da benzetişim. De­vamlı bir devinim, devamlı bir zoru arama… Bir türlü olmuyor, “dargın ise sana vali, barış eşşoğlu eşşoğlu”, o olmuyor… Kime niye dargın olayım, bir tarafta Miles Davis’i dinlerken?..

Bir de Miles’ı yalandan dinleyenler vardır, artık o Miles Davis olduğu için bütün albümleri evinde­dir, sen de kıskanırsın. Ece Ayhan anlatmıştı, bir arkadaşıyla Buñuel konuşuyorlar: “Adam hiç bilmiyor, tanımıyor Buñuel’i. Paris’te Viridiana seyretmiş. Anlatıyorum, anlamıyor. Adam sey­retmiş, ama seyretmemiş? Ben görmedim, ama gördüm. Sonunda n’aptım biliyor musun Tuncel? Adama vurdum.” (gülüyor) Hep bu çe­lişki içinde yaşandı. Onu yakalayabilmek: Gör­medi ama gördü… Nasıl bir soyutlaması var ama Ece Ayhan’ın filme, sahne sahne, görme­den… İsviçre’deyken devamlı sinemaya gider­dik, açtı sinemaya. Ameliyattan sonra ağzı çar­pılmış vaziyette, dondurma yiyor, bir de sokakta güzel Japon turist gençler var. (Ece Ayhan’ın taklidini yapıyor; dondurma yer gibi yapıp etra­fa kaçamak bakışlar atıyor) “Bana güldü, gördün mü Tuncel, benden hoşlandı!..” Kayma­kamlıktan da bu yüzden atıldı zaten… (gülüyor)


Sizin babanız da vali yardımcısıydı, değil mi?

Evet, valilik de yaptı. Enteresan adamdı. Sela­nikli. Mustafa Kemal’in akrabası olduğunu söylerler –ama zaten Selaniklilerin hepsi biraz akra­badır onunla. Ama babamın dayısı Tahsin Uzer, Mustafa Kemal’in sağ kolu, 3. Umumi Müfetti­şi, daha önce Malta sürgünü, ondan önce Ma­kedonya’da eşkıya takibinde, Abdülhamit’in em­niyet teşkilatının başında bir paşa. Mehmed Ke­mal’in anlattığı bir hikâye var: Karpiç’te, barda duruyorlar, “kel kafalı bir adam devamlı bize ba­kıyor” diyor, “hepimiz gıcık olduk, ama biz de Karpiç’in yenileriyiz”… Nihayet yanlarına gidiyor bu adam: “Siz belki tanımazsınız ben Tahsin Uzer. Sizi uzaktan takip ediyorum, çok hoşuma gidiyorsunuz, size bir hikâye anlatmak istiyo­rum. Sinop’tan, bazı politik mahkûmlardan mektuplar aldım. Adamların cezaları bitmiş, fa­kat hâlâ hapishane müdürü onların iyi hal kâğıdı istemelerine ret cevabı veriyor. İyi hal kâğıdı olmadan da çıkamıyorlar. Bir gün bakayım de­dim. Müdüre ‘niye iyi hal kâğıdı vermiyorsunuz’ diye sordum. ‘Efendim, akşam oldu mu bunların hepsi surlara çıkarlar, burdan kuzeye doğru bakarlar, iç geçirirler ve ‘ah Rusya, ne zaman gelip bizi kurtaracaksın’ derler. ‘Bunları sesli olarak söylerler mi?’ ‘Hayır efendim, içlerinden geçirirler, ama ben anlarım’…” (gülüyor)

O gün­den bugüne hiçbir şey değişmedi… Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ Sözeri, Yorgo Bacanos, bir yan­dan rakı içiliyor dayımın bağında, bir yandan şar­kılar çalıyor. Annem harikulâde alaturka söyler­di. Babam bazen türkülerle eşlik ederdi, ama daha çok klasik Batı müziği ve Amerikan kolej şarkılarını severdi. (okuyor) “My Bonnie lies over the ocean, my Bonnie lies over the sea…” Sonra da şunu söylerdi: “Solsan da sararsan yi­ne gül-penbe dehensin…” Annem de katılır son­ra. Nâzım Hikmet hayranıdır babam: “Ufuklar­dan ufuklara ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu / Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam…” Babamdan duyduk bunları önce. Babam Robert Kolej’de, sonra İzmir International’da okuyor. Amerikalılar her yere kolej kur­muşlar, inanılır gibi değil. Sonra Hukuk’a giriyor, gidip nahiye müdürü oluyor. Annemle tanışıyor Bahçecik nahiyesinde, tam bir aşk evliliği. 30’ların başı, iki tane Atatürkçü, idealist; an­nem öğretmen, babam nahiye müdürü, yeni bir dünya yaratacaklar. Bir görseniz kıyafetlerini, ne kadar güzeller… Hiç faşist gibi görünmüyorlar, gözüme harikulâde manzaralar geliyor. Fukaralık içinde, inanmış insanlar. Aşkları da çok güzel. Ben erken doğuyorum, kolay değil.

Sonra ba­bamla hayatımız başlıyor: Kırıkkale nahiye mü­dürlüğü, Kandıra kaymakamlığı… Ağalarla tepişi­yor, o da benim gibi tepişen bir adam, pat, iki buçuk sene Kars’ın Posof kazası. Katır sırtında sekiz saatte gidiliyor Ardahan’dan. Sene 44-45. Tam Rus hududu, kıyamet kopuyor öteki taraf­ta, köyler boşaltılıyor, işbirlikçiler temizleniyor. Sabahlara kadar “transportation”. Ne zor iş de­ğil mi hayat? Ben orada Kürt arkadaşlarımla oynuyorum, onlar Kürtçe konuşunca ben de diyo­rum ki, (coşkuyla) “my name is Tuncel Kurtiz, I am ten years old and I am very strong”… Böyle bakıyorlar ne diyor bu diye. (gülüyor)

Şivan Perwer – Mirkut (Roj û Heyv)

(Önce gözlerini kapıyor, nefeslerle beraber ritm hızlanınca ayağa kalkıyor, vecd içinde salınıyor, hızlanıyor, yavaşlıyor, şarkının sonuna kadar sesli soluk alıyor, veriyor, oynuyor) Çok güzel bir ayin… Batıda tiyatrolarda konuştuğumuz zaman, diyafram çalışmalarını bu yöntemlerle yap­sanız diye önerdik. Bunların birtakım taklitleri var: Meredith Monk gidip Japonlarla çalışmış; dervişlere, nefeslilere bakmış… Bu benim çok eleştirdiğim Batı, bir yandan da içinden inanıl­maz değerlerin, Miles Davis’lerin, Woody Guthrie’lerin fırladığı inanılmaz bir toplum. Ama bura­sını çok az biliyor. “Ben Çehov’u daha iyi biliyo­rum sizden” derdim, “siz anlayamıyorsunuz, çünkü bu müziği bilmiyorsunuz.”

Gorki’nin Ayaktakımı Arasında romanında iki tane Tatar var. Bunlar nasıl insanlar acaba? Orta Asya insanları, Tatar, Kırgız, Rus diye ayırdığın za­man, hangi köklerden besleniyorlar, nerelerde tamamiyle beraberler? Biraz önceki ayinde Mezopotamya’nın temelindeki yanardağın dibindeki büyük davulun vurduğunu duyuyoruz: Hummba, hummba, humm, humm, değişiyor ritm, hum-hum-hum… Bunları Miles Davis, Coltrane içlerinden genetik bir şe­kilde, DNA’larıyla bulup çıkarıyorlar herhalde, çünkü öğrendikçe öteki tarafı, daha başka mü­zik yapmaya başlıyorlar. Bu müzikle kendimizi ne kadar unuttuğumuz, nasıl bir Batı hayranlığı duyduğumuz çıkıyor. Batıyı yadsımak değil söyle­diğim, Miles Davis’i, Edith Piaf’ı, Amalia Rodriguez’i değil, oranın umursamaz sessiz çoğunlu­ğunun ucuz beğenisini kendimize aktarışımız, kendi değerlerimizi kaybedişimiz…

Şivan’la beraber şarkılarını söyleyemeyen, şarkılarıyla yalnız kalamayan dünya­nın bütün insanlarına geleceğiz. Bunların arasın­da ben de varım ama. Çünkü ben de kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki Beyoğlu’nda yürür­ken…

Türkiye’de Muzaffer Sarısözen’in yaptıklarını çok eleştirir­dik, ne kadar önemli olduğu çıkıyor şimdi orta­ya. Yüz binlerce türkü var, tamam, bu türküler notaya alınmış, asılları değil, yaşamıyorlar, ama gene de oradalar, araştırılıp bulunabilirler. Ama bir de günümüzdeki ucuzluğa bakıyorsun… Biraz önce dinlediğimiz o harikulâde ayin kaybedilmiş, o temeller unutulmuş, din çok zavallı bir hale gelmiş. Bu müzikle beraber cazı da, big band’i de daha çok anlıyorum. Bunları daha çok bildik­çe, onların değerini daha çok anlıyorum. Burhan Oğuz’un Türkiye Halkının Kültür Köken­leri’nin içinde kaybolmuş vaziyetteyim seneler­dir, bir de Cemil Meriç. Bak ne diyor: Müslümanlık Hinduizmle bağlarını koparınca bu hale geldi. Ulaşmaya çalışıyorum ben de.

Gerçekten çok önemli adamlar var. Bir tanesi de o garip gezgin Evliya Çelebi. Türkiye’de mutlaka Evliya Çelebi okutularak başlanmalı ilkokullara. “Hotin kalesine gittik, çok iyi bir savaş sonunda galip geldik, ben on tane oğlan, sekiz tane cariye, 18 bin düka altını aldım, çok iyi ganimet oldu…” Böyle başladı bu iş, bu gerçeği kimden saklıyo­ruz, öğünmeyelim de, bunu bilelim. Garip bir şe­kilde mehteri var. Viyana fethedilmedi, niye? “Yağma yoksa niye geldik” diyor herif. Kara Mustafa Paşa yağma olmasın diyor, ordu da yağma istiyor. Bir girdiler mi yandı Viyana, üç günde ne kalırsa. Bu tarihi böyle yazarsak, onun arkasındaki inanılmaz müziği de görürüz. Dıraramdam dıraramdam, atlar gidiyor, mehter, at üstündeki orkestra davullara, Orta Asya zurnalarına yansıyor… O zurnaları istersen Dionysos zurnalarıyla da bir araya getirebilirsin; o zurnalarla geldi, başka türlü Dionysos yoktu bura­da… Orada ilk Ortodoks hıristiyan Arap kilisesi var, 150 yıl önce yapılmış, acayip bir müzik, uçuşan zurnalar… Öbür tarafta inanılmaz Bi­zans, hımmmm (davudi bir org sesi), ama namussuzca güzel o da. Deliriyorum Yunanistan’a gittiğim zaman. Bir keresinde “ortodoks musu­nuz” dediler, “dinsizim” dedim. (gülüyor) Çok hoşuma gidiyor, devamlı aynı yeri öpüyor hepsi. Bayılıyorum vaftize, güzelim pembecik çocuğu alıyorlar, buz gibi suyu sürüyorlar, çocuk ağlıyor, bir yandan hmmmmm, öbür taraftan ıngaaaa…

Bu arada, demin söyleyen Şivan Perwer’di…

Çok iyi. Şivan’dan dinlediğim en iyi şey, iyi seç­mişsiniz. Küçücük şeyler var içinde. Çok güzel. Şivan’a gelelim, Şivan’la beraber şarkılarını söyleyemeyen, şarkılarıyla yalnız kalamayan dünya­nın bütün insanlarına geleceğiz. Bunların arasın­da ben de varım ama. Çünkü ben de kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki Beyoğlu’nda yürür­ken… 65 yaşına gelince eş dost kalmadı artık. Babam “oğlum, o kadar güvenme, kimse kalmayacak” derdi. Kimse kalmadı. Tuncel Necmioğlu başka bir yerde, Aydın Engin, Müjdat Ge­zen, Ersu Kazançel, öldü gitti dünya güzeli, Mustafa Alabora, Halil Ergün… Behice Hanım ne derse “emredersin kumandanım” derdi Ha­lil. (gülüyor) Vasıf Öngören var: “Mao Zedung!” (gülüyor) O güne kadar Mao Çedung’du, o import etti Almanya’dan Zedung’u. Sonra Vasıf çok ağır bir Kıvılcımcı oldu. Çok severim Vasıf’ı, daha önce Aybar’cı ve Çetin’ci dönemlerini de bilirim. (gülüyor) Son gördüğümde TKP’li olmuş­tu.

Zülfü Livaneli – Eski Tüfek (Hoşgeldin Bebek)

Bunu biliyorum abi, yeter, daha dinlemeyelim… Yaşar Kemal çok seviyor işte, daha ne olsun? Yaşar Kemal de her lafı söyler. Bir gün Stock­holm’de “gel Tuncel buraya” dedi, orada tiyatro­nun genel müdürü Matt Johanson var. (Yaşar Kemal gibi konuşuyor) “Şimdi Mat Yohanason’a diyceksin ki, Yaşar Kemal’in söylediği her lafı aynen tercüme edeceğime namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum.” Allah allah… “Ya­şar” dedim, “deli misin?” Söyledik, “böyle böy­le diyor, kusura bakma.” “Şimdi tercüme et ba­kalım: Bu piyesi ben Yaşar Kemal yazmadım, bu piyesi Tuncel Kurtiz yazdı…” “Manyak mısın” dedim, “sen yazdın bu piyesi ya!” Yaşar’dır, her lafı söyler. Bana bunu söylediğine göre, kim bilir ona neler söylemiştir. (gülüyor) Bu şarkıyı bura­da keselim lütfen, başka şey­ler konuşalım. Çok acı şeyler bunlar. Nerden başlayıp nere­ye doğru gittiğin hayatın içinde çıkar ortaya. Bazı şeyler üze­rinde konuşmak bence yersiz oluyor, hatta ona o değeri vermemek gerek bence.

Şarkının adı “Eski Tüfek”…

İyidir eski tüfekler. Eski tüfek­ler olmalı. “Zaman daha yaşamadıklarımızdır” diyor baba; başka türlü söylüyor şair oldu­ğu için. Daha neler görece­ğiz… İnsanoğlunun sefaleti, “felsefesinin sefaleti” yavaş yavaş çıkacak ortaya. Eski tü­fekler deyince, globalizm nedir acaba? Müzikte globalizm dü­şünebiliyor musunuz? Biraz önce Şivan inanılmaz bir ayin tutturdu, globalizm o ayini ka­bul ediyor mu? Geçen gün Barcelona’daydım, bazen böyle lükslerim oluyor. (gülüyor) Sabahları 6’da yürüyüşe çıkıyorum, Gaudi’nin o garip binasına bakıyorum, “nasıl yapmış bunu adam” diyorum, bu bulvarları kimler açtı, nasıl oldu bunlar? Sonra birdenbire aklıma Cortez geliyor, birdenbire Güney Amerika’nın hooaar diye alını­şı geliyor, Meksikalılar, Kızılderililer, onların öldü­rülmeleri, köle olarak alınıp bu tarafa getirilme­leri, İspanya’nın gelişmesi… İnsan değiller on­lar, hiçbir şey değiller, Kızılderililerin taşaklarından tütün torbası yapıyorlar, yağma ediyorlar, yok ediyorlar… Ve bu inanılmaz güzelliği kuruyor­lar.

Daha neler görece­ğiz: İnsanoğlunun sefaleti, “felsefesinin sefaleti” çıkacak ortaya. Globalizm nedir acaba? Müzikte globalizm, dü­şünebiliyor musunuz? Globalizm Şivan’ın ayinini ka­bul ediyor mu mesela?

Vay anasını, neye mal oluyor insanoğlu! Nürnberg’deki o katedralin temelinde neler var? Bizimkine baktığımız zaman, Süleymaniye’nin temelinde Viyana var, başka da bir bok yok. Viyana’dan da para almışlar. Budapeşte’ye kur­muş hamamlarını, köprülerini, burada bir bok kalmamış. Orasını ise kabul etmiyor bile, oranın müziği unutulmuş. Orada inanılmaz bir halklar karmaşası var ama: Ermeniler var, Kürtler var, bunların boyları var, Çerkesler. Türkmenler, Ya­hudiler, Rumlar… Mardin’e gittiğin zaman Darülzafereyn’le karşılaşıyorsun, inanılmaz bir yapı, vay anasını diyorsun, bu nasıl yapılmış, bu taş­lar bir araya nasıl getirilmiş? Ve bu adamlar dil­lerini konuşamıyorlar. 65’te Midyat’ta bir Süryani ayini dinlemiştim. Kadın sesi vardı içinde, hiç duymamıştım kadın sesi ayinlerde, beni uçur­muştu. Hepsi geldiler Stockholm’e, Berlin’e, dilleri yok oldu. Ermeniler zaten gönderilmişler. Ama sebepler ne? Batı bu kadar mı suçsuz? Çerkesler, Gürcüler, Yahudiler, Süryaniler, Yezidiler, Kürtler… Mardin’de adam diyor ki, “ben Ye­zidi Kürdüm.” Yanaklarından öptüm adamı, sarıldım. Karısı dedi ki, “ben Suriyeli Arabım”

Ferit El Atraş – Ya Habibi (Arap Müzik Dünyası Antolojisi 1)

(Gözlerini kapıyor, el çırpmaya başlıyor, mırıldanıyor) Dinlerken şunu düşündüm: Temelinde Mısır, Nil zurnaları var, temelinde çok vahşi bir müzik var, doğanın gerçek sesi, gidiyor ve Kahire’de bu hale geliyor. Mükemmel bir şey.

Söyleyen Ferit El Atraş’tı. Suriye kökenli, Lüb­nan doğumlu, Mısır vatandaşı.

Müthiş bir şey. Bu bir üretimin sonucu. Bunu yaşatmak konservatuarda olmaz sadece, bu toplumun böyle yaşayabilmesi lâzım ki, bu mü­zik dinlenebilsin. Bu müzik dinlenildiği yerde de çok başka türlü, inanılmaz bir coşkuyla dinleni­yor. Bu yaşamalı… Şimdi sen mesela Miles Davis’i de seviyorsun, Kronos Quartet’i de seviyor­sun, Allen Ginsberg’in şiirlerini okuyuş tarzına da bayılıyorsun, Şivan Perwer’e de. Ben de bunları seviyorum ve bunlarla beraber yaşamak isti­yorum. Ama yalnız bir tanesiyle de değil.

Hayfa’da So­pol’un tiyatrosu var, Sopol çok önemli bir tiyat­rocu. Godot’yu Beklerken bir gece İbranice, bir gece Arapça oynanıyor.

Bir İsrail filminde oynamıştınız: Kuzunun Gülüm­seyişi. O rolünüzle Berlin’de ödül almıştınız…

Güzel bir denemeydi, roman çok iyiydi, David Grossman diye 28 yaşında bir Yahudinin yazdığı bir romandı. Hilmi diye bir adam vardı filmde, Fi­listinli, toprağı işgal edilmişti. Bu adama Mec­nun diyorlardı, bağırarak dolaşan, mağarada ya­şayan bir meczup. Bu meczuba hamile kalan kızları getiriyorlar, şerefini kurtarmak için kızla evleniyor, buna karşılık bir para alıyor, hayatını böyle sürdürüyor. Bu, Filistinli arkadaşlar tarafın­dan çok başka türlü yorumlandı zamanında. İki grup vardı o zaman, biri eylem yapalım diyor, öteki başka yollar deneyelim diyor. Hayfa’da So­pol’un tiyatrosu var, Sopol çok önemli bir tiyat­rocu. Godot’yu Beklerken bir gece İbranice, bir gece Arapça oynanıyor. Bütün sokaklarda ta­belalar İbranice ve Arapça yazıyor. Bana Nâzım Hikmet teklif ediyorlar. “Eylem yapacağımıza, beraber bir Ferhat ile Şirin yapalım” diyorum. İsrail sineması çok önemli bir sinema bence. Yılmaz’la, Onat’la hep üçüncü dünya sinemasının içinde Türkiye’nin kendi sinemasının olması gerektiğini konuşuyorduk. Bu taklitçilikle bir ye­re gidilmeyecek, fakat bize özgü bir sinema na­sıl olabilir? Bunu aramaktı kavga. Okuyorduk, eleştiriyorduk. İsrail sinemasına devlet yardım yapıyor ve hiçbir şeye karışmıyor, sinemacılar özgür. Kendi aile yapılarını o kadar gerçekçi bir yapıda işliyorlar ki. Avrupa sinemasında göremi­yorsun bunu.

Goran Bregoviç — Underground-Cocek (“Underground” Soundtrack)

Bakıyorum haritaya, Vizigotlar, Ostrogodlar, ordan oraya, burdan buraya millet gidiyor… Nerelere gidiyorsunuz be adamlar? Şu coşkuya bak! Neler karışmış birbirine! Sirto var altında bir ke­re, şişenin üstünde oynuyor adam. Öteki taraf­tan Arap almış udunu, dımbıl dımbıl dımbıl dımbıl dımbıl, bir geçiyorlar Cebelitarık’ı, 711 , “ve ateşe verip tahta gemilerini”, kimdir bunlar, ne­reye gidiyorlar, dımbıl dımbıl dımbıl dımbıl dım­bıl, Endülüs’e kadar çıkıyorlar, ne biçim bir mü­zik birdenbire İspanya’da! Bu tarafta da inanılmaz bir Slav egemenliği yü­rüyor, Macaristan orada, Transilvanya burada, Belgrad ovası, inanılmaz bir ova, git git bitmez, bizimkiler orayı dıgıdık dıgıdık geçmişler. “Her üzüm bağından bir salkım üzüm alınca bir altın bağlayarak” yürümüş güya Osmanlı.

Erol Günaydın’la doğaçlamalar yapardık: Rönesans’ı araştırdık padişahım, ne yapalım? Teslim alın.”; “Hotin kalesinden potin aldık”; “– Viyana’ya bu kaçıncı sefer? – Bu ikincisi padişahım. – İyi, tez üçüncüsü hazırlana.” Böyle hikâyeler. O zamanlar bir şarkı vardı: (ağır ağır söylüyor) “Zavallı kız, verem olmuş, yaprak dökümünü bekler, öhö öhö…” Hıçkıran: Nedret Güvenç. Bi­liyor musunuz bu plağı? Devamlı hıçkırıyor şarkı boyunca. (gülüyor) Cüneyt Türel de: “Palavra palavra palavra… Seni seviyorum…” (gülüyor) Ne güzel maceralar bunlar yahu… Makedonya şimdi birbirine girmiş, Yağmurdan Önce’den beter olmuş, millet birbirini yiyor, nasıl olabilir bu, inanamıyor insan buna. Anne ta­rafım oralı benim, Boşnak. Anneannem Hafize Hanım bir anlatırdı Bosna’yı, Resne’yi, allaah, akşamüstü kızlar erkekler, akordeonlar çalıyor, oynuyorlar… Bir cennet anlatıyorlar orası için. Her şeylerini bırakıp geliyorlar. Karamürsel’de kırk tane ev veriyorlar büyükbabam Ali Rıza Efendi’ye, o da hepsini kendi köylülerine bağışlı­yor. İki tane tarla, İzmit’te bir köşk bırakıyor ken­dine.

Akhilleus, Agamemnon ve Meneteus oturmuşlar, Moldovyalı ve Rus kızlarla rakı içiyorlar, bir ihtiyar yaklaşıyor, “kızımı verin bana” diyor. Agamemnon diyor ki: “Ne diyorsun, bas git.” Elinde kamerayla içeri Reha Muhtar giriyor: “Ne dedi, ne dedi?

Bana müthiş bir sevinç veriyor sirtolar, o uçma­lar. Bütün jimnastiklerimi bu müziklerle yapar­dım. Arnavut dansları da çok güzeldir. Ayberk’le (Çölok) konuşuyoruz, ona Arnavut danslarını anlatıyorum, dinletiyorum. Sene 68-69, Arnavutluk Halk Dansları, Selim Sırrı Tarcan salonunda gösteriye geldi. Bunlar birer tane büyük votkayı devirmişler, gitmişler. Ben son­radan gittim, yukarıdan seyrediyorum. Bir kadın çıktı: “İşçilerimiz, köylülerimiz eskiden büyük şehirlere, yurtdışına gi­derlerdi, onların gidişleriyle yalnız kalan kadınla­rın şarkılarıdır bunlar, ama bugün artık Arnavut­luk’ta bunlar sadece bir folklor olmuştur, çünkü artık bizim emekçilerimiz yurtdışında değiller, köylerinde demokrasimiz için savaş veriyorlar…” Dans başlıyor, Ayberk bağırıyor: “Yaşasın komünizm, yaşasın Arnavutluk!” Polis müdürü orada, frukolar orada, ne oluyor ne bitiyor, altı-sekiz-on polis Ayberk’i götürdü. Karakolda Laz komisere “aman komisercim, etme eyleme, bu adam dünyanın en güzel adamıdır, tamamen sar­hoş, bırak götüreyim” diyorum. Tam razı olacakken, Ayberk: “Sen nerelisin?” “Trabzonluyum.” “Haa, komiser efendi, Tirabizonlusun. Bak şimdi, sana bir şey söyleye­yim, sen burada hangi devlete hiz­met ettiğini sanaysun, ha? Senin çocukların…” Bir komünist propagandası, “atın bunu içeri.” Bir ay kaldı hapishanede, Mihri Belli’yle yattı, çıktı, ânında Milli Demokratik Devrim! (gülüyor)

Underground’u beğenmiş miydiniz?

Çok önemli bir adam Kusturica. “Ben buralıyım ve ben evrenselim” demesini biliyor. Demin çaldığınız “arkadaş” dımbır dımbır gidiyor, halbuki nelerin var senin, onları alamıyorsun, “yiğidim aslanım, burda yatıyor”da kalıyorsun. Sonra da eleştiriyor Kusturica’yı, “sizinle aynı jürideydik, Bosna hakkındaki sözleriniz insan haklarına uymuyor” diyor. Adam orada Underground’u yapıyor. Nerelerden gelindiğini, nasıl soyulduğunu Yugoslavya’nın, nasıl paramparça edildiğini anlatıyor. Almanya ilişkisini koyuyor zart diye. Çok yazık hallere getirdiler, Yugoslavya’yı da o hallere getirdiler. Hepsi aynı müziğin, bu beraberliğin, kardeşliğin içindeydi, hepsi beraber dans ediyordu. Bir Bulgar filmi görmüştüm: Yahudi, Ermeni, Türk, Rum, Bulgar, birlikte yaşıyorlar, sonra yavaş yavaş göndermeler başlıyor. Köyün bir orospusu var, Türk. Fıstık gibi bir dansöz kız. Haham, hoca, papaz, üçü de âşık. Kız üçüne birden randevu veriyor, üçü de geliyor, üçüne oynuyor ondan sonra. O kadar güzel sahneler var ki filmde. Bir Ermeni ailesinin yok edilişi, kampa gönderilişi mesela… Acı şeyler. Kusturica’nın oyuncusu Miki (Manojlovic) benim arkadaşımdır. İnanılmaz bir oyuncu, nasıl oynamış Underground’da, bale mi yapıyorsun eşşoğlueşşek? Onunla beraber Peter Brook’un Mahabbarata’sında oynadık. Hint destanı.

Nasıldı Mahabbarata çalışmaları?

Peter Brook harikulade bir özgürlük kavgasında, ama müthiş bir disiplini var. Özgürsün, ama o disiplin içerisinde özgürsün. Ve saygı; bazen burana kadar geliyor. Peter, Miki’yi Babam İş Gezisinde filminden tanıyor, beni de Sürü’den. Bayılıyor sinema oyuncularıyla uğraşmaya. Miki Peter’ın disiplininden sıkıldı. Mesela bir pikniğe gidildi, hiçbirimizin sevgilisini almadı Peter Brook, yalnız biz girebildik, sevgililerimiz giremedi. O gün piknikte meğer doğaçlama çalışması varmış, bir de belgesel filmler gösterildi, Hindistan, Bangladeş üzerine. Bangladeş’teki sefalet, esrarın, afyonun insanları bitirmiş hali… Miki inanılmaz bir performans gösterdi, harikulade oynadı, fakat bedbahttı. Öyle bir noktaya getirdi ki oyunu, artık bu rolü Miki’den başka kimse oynayamaz dendi. Prömiyere bir ay var, 12 saatlik oyun. Miki Peter’a “ben gidiyorum” dedi. Peter dondu kaldı. Miki “ben size ayrılacağımı bir ay önce söylemiştim” dedi. Peter da “şaka zannettim” dedi. “Şaka değil, ben söyledim, ayrılıyorum” dedi. Bir kuruş da parası yok, akşam onu yemeğe davet ettim. “Sendikalaşmak lâzım” dedi, “o zaman aktörler de kendi haklarını savunabilirler”. Ne hakkından bahsediyorsun, Peter Brook’un tiyatrosundasın? Peter Brook’un ona insan gibi davranmadığını söylüyordu. Bu bir Sırp tavrı aslında, garip bir çoban düşüncesi. İnsanlar arasındaki ilişkide konuşarak bir şeyleri halletmekten çok, birden “tamam, bitti” tavrı.

Bizim arkadaşlar hemen devrim yapmak istediler, bir tanesi bir akşam, “Tuncel, devrim sonrası tiyatro hazırlığın var mı?” dedi. “Yok abi” dedim. Bugün ne yapabiliyorsak oyuz, zırt diye dünya mı değişecek?

Peter Brook nasıl bir adamdı?

Her gün prova yapılıyor Peter’la. Her sabah geliyoruz bir araya, önce nefes alıyoruz, sonra el ele tutuşuyoruz, oyun oynuyoruz, eğiliyoruz, kalkıyoruz. Sonra birdenbire “I” diyor birisi, öteki “want”, “good”, “things”, ben giriyorum araya, “what do you need”. Özgürsün, kabul ettirebilirsen. Sahneye çıkarken bana “no emotions Tuncel” dedi, “just tell the story” (Duygu katma, sadece öyküyü anlat). Ben bildiğim gibi oynuyorum. (bağıra çağıra, bildiğimiz en coşkulu üslubunda okumaya başlıyor) Çıt yok Peter’da. Ertesi gün bana yine “no emotions” diyor, ben yine böyle okuyorum. Harikulade bir insan, ama diğer insanlarla arasında büyük bir mesafe var ve bu mesafe yokmuş gibi davranıyor. Ben de onu yemiyorum, Miki de yemiyor. Herkes Peter derken, ben “sir” diyorum. İnanın ki planlı yapmıyorum, içimden öyle geliyor. Kızdı bana, “don’t sir me” dedi. “Yes sir” dedim. Gözleri böööyle oldu, gülümsedi ondan sonra. Beni yemeğe davet etti, iki bira, biraz hayat hikâyesi…
Büyük bir entelektüel Peter Brook, Shakespeare, dünya edebiyatı üzerine bilgisi inanılmaz. Küçük yaşta piyesler sahneye koymuş, en iyi okullarda okumuş. Gurcief’i merak etmiş. O da ayrı bir derya ama, bütün müritleri zengin Gurcief’in. Zenginliği çok seviyor, etrafında hep kadınlar. Neredeyse Chopin kadar iyi besteleri var. Gurcief ekibi Peter Brook’u destekledi sonuna kadar. Onların bir toplantısına bizim Kudsi Erguner’i götürdüler, orada ney çaldı. Ama Peter Brook buraya geldiği zaman kimseyle ilişki kurmadı, gene gitti, Kudsi’yle beraber dolaştı. Kudsi’yi çok severdi… Mahabbarata’da çok karşı olduğum anlar oldu, ama Peter’ın kendi doğrusunun en iyisini yaptığına inanıyorum, tiyatroda özellikle. Harikulade kullandı bizim unsurlarımızı, Asya unsurlarını.Hep bu oyunu yapmak istedim burada, ama Ankara’da genç komünist arkadaşlar vardı, onlar küçük gördüler Mahabbarata’yı. Ben Hacı Hüsrev’de başlayacaktım halbuki, elimde büyük bir cıgarayla, Mahabbarata gibi: “– Yok mu lan burada okuma yazma bilen? – Ben varım amca. – İyi, otur yaz o zaman. – Ne yazacağız? – İnsanoğlunun tarihini yazacağız…” Mahabbarata meydanlarda bizim Karagöz gibi oynanıyor. Sabaha kadar birisi anlatıyor, ötekiler oynuyor, bazen danslarla ifade ediliyor. Çocuklar uyuyor uyanıyor, bu devam ediyor. Bir gün dedim ki, “Mahabbarata benim için Türkiye, ben de Türkiye gibi oynuyorum”. Bayıldı Peter buna. Üçkâğıt, kavga, yanlış anlatılan hikâyeler, ters dönen şeyler ve sonuçta büyük bir katliam…

O anlatımla dengbej anlatımı arasında bir benzerlik var mı?

Yok, ama bir Japon tiyatrosu izledim, tam dengbej var orada. Beş yaşında alıyorlar adamları manastıra, kukla oynatmayı öğretiyorlar. Kuklalar insan boyunda, ayaklarında nalınlar, üstleri simsiyah, bir kuklayı üç kişi oynatıyor. Dengbej anlatımı var orada.

Nasıl bir şey dengbej anlatımı?

Sürü sırasında, Pervari tarafında onlara rastladım. Safiydiler, oruç tutuyorlardı. Sürü’de tefleri çalan adamlar. İftardan sonra onlarla otururdum, çay üstüne çay, durmadan eski ayinlerden bir şeyler çaldırıp tercüme ettirmeye çalışıyorum. Uzun uzun anlatıyorlar, teflere vura vura. Çobanlar gırtlağı gayda gibi kullanıyor, hatta zaman zaman vurarak gırtlağına parmağıyla, böyle anlatmaya başlıyor. Çok büyük bir ustalık bu. Çoban, genellikle çoban ritmi içinde anlatıyor hikâyeyi. Tophane’de bir arabacı, o zaman Arnavut kaldırımı, tek atla arabacılık yapıyor, bana mersiyesini dinletti, sanki “hehey heeey hehey” diye araba kullanıyor. Dengbejler genellikle çoban. Aşağıda, Cizre ovasındakilerse düz bir yerde kağnı sesiyle gidiyor.

En çok bilgi gerektiren şey müzik. Tom Waits’i yıllarca yakın buldum, ama rebet söyleyen Tsitsanis’ler de bana yakın. Kadifeden Kesesi’ni bizim gibi söylemiyor, bizdeki folklor olmuş. (İkisini arka arkaya okuyor, ilki Tom Waits gibi, ikincisi pürüzsüz, ritmik, İstanbul türküsü.) Folklordan bir korkum var benim, böyle bir standartlaşma da yaratıyor.

Bir de John Hurt’ü soralım. Nasıl tanıştınız?

John Hurt denen adama vuruldum, insan ilişkisi ne biçim şey yarabbi! Nasıl mütevazı, nasıl güzel, rahat bir insan. Tanıştık, gece Rus lokantasına götürdüler, başladık votka içmeye. Önce içmek istemedi. Surat inanılmaz bir surat. 1984 filmi gösteriliyor, ben de Sürü için oradayım. Sürü müthiş beğeniliyor. Ben de 1984’e hayranım, Richard Burton’a. Sonra içki başladı, o da girdi votkaya, iyice kafayı bulduk. Ben Nâzım okumaya başladım, o Shakespeare’den soneler… Unutulmaz bir geceydi.

Tom Waits – What Keep’s Mankind Alive? (Kurt Weill: Lost In The Stars)

(Önce dinliyor, şarkı ilerleyince mırıldanıyor) Kurt Weill değil mi? Yahudi bir kere, getto kültüründen geliyor, gettoda Yiddiş konuşuluyor. Bir bakıyorsun, o Klezmer orkestralarının içinde Brecht’i görüyorsun, kasketi ve elinde klarnetiyle. Kimin nesi varsa çıkarır çalar, ayağıyla ritim tutar o orkestrada. Bir parça sıcak şarap içebilirlerse ne mutlu onlara, kenarlarda Çingenelerle beraber çalgı çalıyorlar. Rubinstein derdi ki, “çok azdır Yahudiler arasında piyano çalan, çünkü taşınmaz namussuz, pogromlarda hemen tüydüğümüz için keman en iyisi”… Brecht ve Kurt Weill müzik tarihinde nasıl olduysa harikulade bir birleşmedir. İnanılmaz bir beraberlik. Ve çok doğal. Brecht’in Klezmer orkestralarının içinde klarnet çalması. Kurt Weill gibi bir dehayı anlamasını sağlıyor. Ama sonra Brecht kıskanıyor Weill’ı, onun için küçücük yazıyor ismini. Maalesef insanoğlunda böyle şeyler oluyor. Mesela ustası Meyerhold’un öldürüldüğünü bildiği halde gidip Stalin ödülünü alması vardır. Ama insandır bu abi ya! Amerika’da bir Brecht yorumu gördüm. Sadece Brecht değil, epik müzik çok başka yerlere gitmiş. Mesela William Burroughs bir tirad okuyor sadece, kovboy şapkası başında, müzik filan yok, ama inanılmaz okuyor… New York’u önemsemek lâzım. Çok hızlı geliştiği için her şey, dünyanın en eski şehri olmuş bile. Empire State Building bir boka yaramıyor artık, World Trade Center var, helikopterler altında dolaşıyor. Bale, müzik, Brecht… Kurt Weill ne hallere geliyor!

Tom Waits’le Brecht ve Weill’ın buluşmasına ne diyorsunuz?

Çok ileri, harikulade. Dedim ya, Amerika’da başka bir dinamizm var, sessiz çoğunluk zart zurt ama, dünyanın en önemli kütüphanesi de orada. Brooklyn Academy of Music diye bir yer var, git projeyle, versin sana istediğini. Peter Sellers operalar yapıyor, bir bakıyorum, bir Sovyet şairinin bir oyununu yapıyorlar, müziğini Jon Hassell yapıyor, inanamıyorsun. Amerika’da çok önemli şeyler var. Jim Jarmusch çıkıyor, Tom Waits’i oynatıyor. Tom Waits diye bir adam var abi Amerika’da! Ne dersen de! Var mı bu adam var, dinleniyor mu dinleniyor, kaç kişi, şu kadar. Amerika da zaten Tom Waits’i dinleyenler kadardır benim için, gerisi başka türlü insanlar.

Tom Waits diye bir adam var abi Amerika’da! Ne dersen de! Var mı bu adam var, dinleniyor mu dinleniyor, kaç kişi, şu kadar. Amerika da zaten Tom Waits’i dinleyenler kadardır benim için, gerisi başka türlü insanlar.

Sınıflar olsun anasını satayım, ben de çöpçü olayım, ama ne olur, üniversitemi de bitirebileyim, şiir okuyabileyim, Tolstoy okuyabileyim. Ama bu televizyonlar bunu lâyık görmüyorlar. Ekranda Bud Spencer, önünde birasıyla hıyar bir Alman işçisi, bir ay tatil yapıyor. Hangi demokrasi ondan sonra? İnsan olabiliyor musun? Bedreddin’in sözüyle, şu kâinatın güzelliğine bakın, insanoğlunun da herhalde bir güzelliği vardır, biz de oranın bir izdüşümüyüz diye bakıyoruz daima. İnsanlar çok güzel şeyler yapıyorlar, deminden beri bana dinlettiğiniz müzikler ne olur bütün radyolarımızda çalınsa? Kaç satıyor sizin derginiz?


Üç beş…

Olsun abi, üç beş olsun, bizden olsun, ne güzel bir şey bu. Bizim arkadaşlar hemen devrim yapmak istediler, bir tanesi bir akşam, “Tuncel, devrim sonrası tiyatro hazırlığın var mı?” dedi. “Yok abi” dedim. (gülüyor) Bugün ne yapabiliyorsak oyuz, zırt diye dünya mı değişecek? Bak dünya nasıl değişiyor 65 yaşındayım, Nevizade’deki tek meyhaneden, laternadan, Werther’le Merther’in ıstıraplarından bahsediyorum, Özdemir Asaf’ı, Münir Özkul’u, George’u, Charlie’yi görüyorum sokaklarda, Dürnev Tunaseli yürüyor, kulise Cahit Irgat giriyor inanılmaz bir şekilde: (taklidini yapıyor, sert, jön sesiyle) “Aah, bedbahtım!” (gülüşmeler) “Hayran hayran acıyor / Gençliğime, halime / Şu mavi gök, mavi deniz, uçan kuş / İşe giden insanlar / İpimi çeken cellat / Seni de seviyorum / İpimi çeken cellat / Biliyorum ekmeğin var / Boynumdaki ilmikte.” Hadi bakalım, Cahit Irgat geliyor… “Ben bir harp esiriyim / Korku, tehdit, sefalet var / Bu şehrin havasında, / Bu şehrin mahzenleri / İrin kokar, kan kokar / Şehrin mahzenlerinde / Cinayet var, ölüm var…” (şiir üslûbundan çıkıyor, şarkı gibi okumaya başlıyor) “Ben bir harp esiriydim / Bulutları seviyordum, hürriyeti seviyordum / İnsanları seviyordum, yaşamayı seviyordum / Bulutları gözlerimden boşalttılar bir gece / Ve dilim var, söylüyorum: / Benim de altçenemi / Gözlerimi alacaklar belki de / Yaşamak ve hürriyet istedim diye / Ve belki de bir sabah / Heykelim dikilecek / Bir darağacına…”

Mardin’de Darülzafereyn’le karşılaşıyorsun, vay anasını diyorsun, bu nasıl yapılmış, bu taş­lar bir araya nasıl getirilmiş? Ve bu adamlar dil­lerini konuşamıyorlar.

Cahit abiyi de görüyorum yollarda. Bunları böyle söylemiyordu tabii, ama ben böyle söylüyorum. Cahit Irgat benim tangom oldu artık, yaşadım onunla beraber. “İki buçuk liraya palamut satıyorum. Cahit Irgat palamutu bunlar. Palamut satıyorum…” Otuz yıllık aktörüm / Susmuş dilleri / Susmuş gözleri / Boşu boşuna / Pisi pisine / Haydarpaşa’da niçin ağladım / Şimdi anladım / Boşu boşuna / Pisi pisine…” Tren sesini duyuyor musun: Boşu boşuna / Pisi pisine… (Cahit Irgatı taklit ediyor) “Güldürme lan eşşoğlueşşek, şiir söylüyorum, bok herif” (gülüyor) “Cahit abi, çok sertsin, biliyor musun?” “Sen de biraz gevşeksin!”

Cahit Irgat’ın bir de ünlü çöpçü hikâyesi var. O gece siz de varsınız galiba…

Ben yokum o hikâyede. Benim hikâyelerimi bana anlatıyorlar, ben tanımıyorum. “Abi sen bir gün Ayberk’le beraber…” “Eee” diyorum, “sonra?..” Hikâye şöyle: Cahit abiyle Ferit Öngören tartışıyorlar, komünist misin, değil misin? Cahit abi söylene söylene çıkıyor dışarı. Dışarıda çöpçüler var, yapışıyor süpürgeye, “ver, ben süpüreceğim, ver.” Çöpçü “get lan” diyor, “manyak mısın.” “Nah yazarım bir daha senin için şiir, yazmıycam, nah yazarım…” (gülüşmeler)

Asaf Halet Çelebi’yle tanışıklığınız varmış, o nasıl biriydi?

Felsefe Kütüphanesi’nde tanıştım onunla. Şiirlerini biliyordum, hayrandım. Onu budist zannediyordum, ama Budizmin ne olduğunu bilmiyordum. Fakat karşıma müthiş müslüman bir adam çıktı. Müslüman derken… Ben “dergi” diyordum, o “mecmua yavrum, mecmua” diyordu, dergi dedirtmiyordu. Biraz sertti cumhuriyete karşı. Kırmızı Balon ve Beyaz Yele filmine birlikte gittik. Çok iyi Fransızca bilirdi. Çok fukaraydı. Önceleri tam bobstilmiş, saçlar şurada, Akbaba gazetesi elinde, cebinde belki yirmi kalem, minik kutularda şekerler, kişnişler… Kendisini bana fazla anlatmadı. Yalnızdı, fukaraydı, üşüyordu. Hep köprünün oradan geçip Çengelköy’deki evinin biraz para etmesini bekliyordu. Çok erken öldü. Benim için çok önemli bir şair, ritmiyle, anlattığıyla, söylediğiyle. Bana bir gün dedi ki: “Sen şeytansın!” Güldüm, “sizin bir şiiriniz var” dedim: “Bilmemek bilmekten iyidir / düşünmeden yaşayalım mâra…” O zaman çok kızdı bana.

Biraz da Can Yücel’den bahsedelim mi? Onunla yakın dosttunuz…

(Sevgi Duvarı’nı okuyor) Bak şimdi babaya bak… En son, Datça’da gitmiş, dükkânın ortasına işemiş. “Niye yaptı bunu?” diyorum, “herhalde kızdı bana” diyor bakkal. (gülüyor) Ne biçim bir adam bu ya!

Bazı şiirleri Bektaşi nefeslerini andırıyor…

Nefes tarzı şeyleri var tabii. Bakın bir Bektaşi nefesi: “Çıktım erik dalına / Anda yedim üzümü / Geldi bostan sahibi / Dedi ne yersin cevizi.” Erik şeriatmış, çünkü içinden kocaman bir çekirdek çıkarmış; üzüm tarikatmış, şarabı yapılırmış, içindeki çekirdekler de ufacıkmış; ceviz hakikatmış, zormuş onu kırmak, ama kırdıktan sonra içinde gerçeğin güzelim tadı varmış… Baba da başka türlü söylüyor. Çevirileri var, herkes yemiş Sanskritçeden çevirdi diye. “Yeşil kapı aralık / Aralık yeşil kapı / Ne var yeşil kapının ardında / Bok var…” M.Ö. 177, çeviren Can Yücel! Sonra küfüre girişti. “Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan / Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan / Taksinize mülkünüze dairenize… / Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımın / Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi… / Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize, büfelerinize/ Vesairenize… / Şiir fenerimle de baktım, son çığlık! / Aşk yokmuş sizde beş paralık! / Gidiyorum ben boşçakallar / Sıçmışım ortalık yerinize / Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık…” İşte Can’ın nefesi.

Milva & Astor Piazzolla – Che Tango Che (Live At The Bouffes du Nord)

Oooo… Astor Piazzolla… (sözler girince) Değilmiş. Ooo, çok güzel yahu. Bunlar kalmadı artık. Bu söyleyen Piaf değil mi?

Astor Piazzolla çalıyor, Milva söylüyor…

İnanılmaz bir beraberlik olmuş, ama Piaf da duydum burada. Paris’te kahvelerde de çalmıyor artık bu. Hep bu müziği çağrıştıran resimler var kafamda, ama artık o müzik yok.

Sizin bir tango projeniz vardı…

Yaptık bir şeyler, ama istediğim gibi olmadı. Tek başına Cahit Irgat şiirlerini yapmak istiyordum, bir de Can Yücel’den Sevgi Duvarı. Astor Piazzolla’nın izinden gitmek istiyordum. Reyent’le (Bölükbaşı) bazı çalışmalarımız oldu. Birkaç tane yaptık ama, olmadı, çalışamadık çünkü beraber, doğaçlamalar yapabildik. Hollanda’da bir doğaçlama yapmıştım, olacak iş değil. Küçük bir barda sayıklamalar yapacaktım. Bu benim deliliğim, bir ritm buluyorum, hele Ali Perret piyanoda olduğu zaman gidiyoruz beraber. Ben Arapça bile başlıyorum, rollerimi okuyorum, artık her şey müzik oluyor benim için. (Arapça okumaya başlıyor) Arada Hamiyet Yüceses’lere de gelerek çılgın bir doğaçlama yaptık. Brecht de söyledim orada. Çello vardı ve Bach süitlerini çalıyordu sadece. Ama çalışmayınca olmuyor, ne kadar çalışırsan o kadar iyi.

Nasıl karşı çıkılacak buna, hangi partilerle, hangi beraberliklerle, yoksa kendiliğindenlik mi beklenecek? Hölderlin “Bu kan, kin, gözyaşı üzerine kuracağın devlette mutluluğu bulamayacaksın, sevgili oğlum” diyor. 

Bach’ı sevmem zaman aldı, ama hep sevmem gerektiğini düşündüm, dinlemeye çabaladım. Orta 2’de Mr. Pringle bize çaldığı zaman gülerdik Tarsus Koleji’nde Adanalı kardaşlarımla beraber. (Adana şivesiyle) “Ne lan bu Allahına kadar” derlerdi, “yav Mr. Pringle yav, ne gadder gozel yav”… (gülüyor) Amerika’dan gelmişim, tüysüz çocuğum, kantinciden istiyor arkadaşım: “Ağam, bana ordan 25 kuruşluk sadrazam yarrağı versene.” Ulan nedir sadrazam yarrağı? Alıyor, sucuk gibi bir şey, şekerli. Benim de canım istiyor, ama adına bak şunun, nasıl söyleyeceğim? “Bana da ondan on kuruşluk versene” diyorum. (gülüyor)
Tango deyince aklıma geldi: 1950 yılı, İzmir Fuarı, Amerikalılar beyaz plaklar dağıtıyorlar. Celal İnce söylüyor: (söylüyor) “Amerika Amerika / Bizler dünya durdukça / Beraberiz seninle biz / Hürriyet savaşında…” Nasıl? Bu iş kolay olmuyor, işte ondan sonra bu televizyonlara, bu kültüre geliyoruz. Nasıl karşı çıkılacak buna, hangi partilerle, hangi beraberliklerle, yoksa kendiliğindenlik mi beklenecek? Hölderlin “Bu kan, kin, gözyaşı üzerine kuracağın devlette mutluluğu bulamayacaksın, sevgili oğlum” diyor. Sivastopol savaşına katılmak üzere ayrılıyor delikanlı, orada kanı, kini görüyor. Yunan köylülerinin Yunan gerillaları tarafından soyulduğunu, ırzlarına geçildiğini yazıyor. Devlet kurmak… Yahudi arkadaşım dedi ki, “Artık devletimiz var. Yani ordumuz var, yani polis teşkilatımız, maliyemiz… Boku yedik.” O filmlerde oynadığımdan mıdır nedir, Yahudiler çok yakın geliyor bana. Oradaki devrimci arkadaşlarımı, sanatçı arkadaşlarımı çok sevdim, şair, ressam, aktör, aktrist, Filistinli, Yahudi, Faslı, Yemenli… Yemenliler bir âlem. Bir âşık oldum Yemenliye, Durit adı, “nar çiçeği” demek. Öff öf, ne bok yiyeceğimi şaşırdım.

Cem Karaca Edirdahan — Şeyh Bedreddin Destanı (Safinaz)

(dinliyor) Cem Karaca. Ne diyeyim, itemiyorum da, atamıyorum da. Emrah’tan itibaren böyleydi. “Baba, nasıl çıkıyorum” derdi, yamalı bir amele kostümüyle çıkardı sahneye, üstüne parkasını giyerdi… Cem Karaca böyle bir adam, orada kendi çizgisini götürüyor. Çok sevdiğim bir laf var, “çerçi yükünü satar”. Herkes kendisi kadardır, başka çaresi yok. Bu onun sanatına yansır ve onun da bir dinleyicisi var. Ama ben bu biçimi fazla benimseyemiyorum, içinde eğer bir yabancılaşma olsa… Mesela Pink Floyd The Wall’u yapıyor. Benim için hâlâ çok önemli bir iştir, hatta epiğe yeni bir boyut kazandırmıştır, yabancılaştırmaları öyle güzel kullanmıştır ki. Erişilmesi zor şeylerden biri. Cem’in yaptığı yabancılaşma da değil, identifikasyon oluyor belki de. İstersen mistifikasyon diyelim… (gülüyor) Kitsch bile olamıyor bence. Tom Waits gibi bir adam var bir tarafta. Tom Waits’te bu tip ucuzluklar ya da pürüzler hiç yok, çok samimi, çok kendisi. Kendisi olduğu için orada. Cem de burada oluyor bu durumda. (gülüyor)

Siz de Şeyh Bedreddin Destanı’nı oynadınız, söylediniz…

Şeyh Bedreddin Destanı’nı yabancı dilde altı oyuncuyla hazırladım. Hepsine ritmler verdim, uçma ritmleri. Her gün dağa koşmakla başlıyorlardı, sonra dans, vücut hareketleri, yerden sıçrayabilmek, uçabilme duygusunu elde edebilmek… (sesini ayarlayıp ayin tonuyla konuşuyor) Bütün ayinler vardı bunun içinde artık. Alman oyuncu Latince dualar yapabiliyordu, Meksikalı kız kendi ağıtlarını yakabiliyordu ve müthiş bir ritm vardı. Bir davulun üzerinde oynuyorduk zaten. Dünya denen davuldu işte o, magma güm güm devamlı vuruyordu ve durmadan değişiyordu, deviniyordu. Onun içinde ritmler bulundu. (okumaya başlıyor) “Bu göl İznik gölüdür / Durgundur, karanlıktır, derindir / Bir kuyu suyu gibi içindeki dağların…” diye başlarken başka bir ritmle Almanca giriyorduk bu defa. (Almanca okuyor) Belki Peter’ın etkileri var bende ama, sesi, gövdeyi benim gibi kullanmadı o, başka bir tiyatro yapıyordu. Ben bizim Mezopotamya’nın içinden gelen, Hakkari’ye son gittiğimde gördüğüm düğündeki destanı yakalamaya çalışıyorum. Devamlı değişen seslerden kurulu bir orkestraydı; onlarca insan, onluk, yirmilik bloklar halinde, içten dışa, dıştan içe çemberler yaparak söylüyorlar. Benim varmak istediğim şey orada vardı. Onu görebildim orada, yapabilir miyim bilmiyorum, çok zor bir şey. Girdim aralarına, ama nerde? Bir parçası olmuş onların bu, hiçbir şeye bakmıyorlar artık. Hiçbir zorluğu yok onlar için, o kadar kolay yapıyorlar ki. “Ne söylüyorlar, anlatın” diyorum. Bir beyaz atlıdan bahsediyorlar.

Şeyh Bedreddin Destanı’nı bir davulun üzerinde oynuyorduk. Ben bizim Mezopotamya’nın içinden gelen, Hakkari’ye son gittiğimde gördüğüm düğündeki destanı yakalamaya çalışıyorum.

Dede Korkut kitabındaki mecazlarından biri şu: Genç kıza ya da kadına kaz diyorlar. Türklerde kaz bir güzellik sayılıyor. Şeyh Bedreddin Destanı’nı yüz kişiyle oynadığımızda ben siyaha boyanmıştım, göğsüme bir kaz ayağı koymuştum. Mezarlarına da kaz ayağı koyuyorlar. Mesela bizim Tahtakuşlar köyünde, bir kız evlenmeden ölürse, onu gayet güzel süslüyorlar, gelinlik giydiriyorlar, yanına sevdiği eşyaları koyuyorlar. Bunlar tam Horasan’dan geliyor, Tahtacılar. Toroslara gelmişler, Fatih döneminde onları bu tarafa çağırmışlar gemi yapmaları için. Ahmet Vefik Paşa zamanında 750 kuruşa verilmiş bu köy. Edremit Güre’sinde bu köy, ben de oralara yerleşiyorum. Bir de Çamlıbel köyü var, 1400’lerin mezar taşları var orada da. Tahtakuşluların hepsi birbirine benzer, bir Kızılderili suratı vardır hepsinde, kadınlar hep yerel kıyafet giyerler, kaç göç yoktur aralarında. Ayinlerini gizli yaparlar. Zirveye, Kaz Dağı’na çıkılıp Sarıkız’a dua edilir, Baba Dağı’nda dua edilir. Türkmenler başka, Yörükler başka yaparlar, ama hepsi çıkarlar oraya. Kadınlar bir oraya bir buraya ziyarete giderler, sularını doldururlar, arada dolularını, rakı içerler, tabancalar çekilir, Türkmenler ellerini yüzlerini taşlara sürerler, Sarıkız’ın eteğinden attığı taşlardır bunlar… Ölüme inanmıyorlar. Rakı içenin mezarının yanına rakısını, suyunu getiriyorlar, yemek pişiriliyor. Birlikte yaşanıyor, yukarıda cılbah semah yapılıyor, sonra yoz semaha dönüşüyor, halk da katılıyor. “Horasan’dan getirdiğimiz âdetlerin çoğunu artık yapamıyoruz” diyorlar, “nerde ölünün kırkıncı gününde 60 tane at kesmek, bir keçi kesebiliyoruz.” Bu çocuklar gidip Köy Enstitüleri’nde okumuşlar. Çok önemli kuruluşlarmış Köy Enstitüleri. O da bir disiplin bilmem ne ama, birçok insanı yetiştiriyor, bir Mehmet Başaran, Talip Apaydın çıkıyor. Hayatında köyünden dışarı çıkamayacak bir çocuk keman dersi alıyor, saz da çalıyor, kendi yapısını yapıyor. Tonguç ve Hasan Ali Yücel, oradan çıkıp başka bir üniversite üzerine düşünüyorlar.

Stephen Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi’ndeki bazı bölümlerle Bedreddin’in Varidat’ının bazı bölümleri arasında ilginç paralellikler var…

Mümkündür. Tao Physics diye bir kitap var, bizim Bedreddin çalışmasında da o kitapla Varidat arasında ilişki kurmaya çabaladık, Sufi’yi, Tibet’i tanımaya, anlamaya, çalıştık. Bedreddin de büyük seyahatler yapıyor, Konya’ya, Kahire’ye gitmesi, Ahlati’nin ona şeyhliğini vermesi, birlikte Semerkant’a gitmeleri, bütün kitaplarını Nil’e atması… Varidat’ta iki şey gördüm: Kafasının iyi olduğu anlar ve olmadığı anlar. Kapanıyor, bir açılıyor ondan sonra, “yoktur cennet cehennem” diyor, “ölüler ayağa kalkmayacak.” “Bize bir mucize göster şıhım” dedikleri zaman, “gömüleceksin, toprak olacaksın, meyva olacaksın, daha nasıl mucize bekliyorsun” diyor. “Neye baksam kendimi görüyorum” diyor, “enel hakk” demenin başka bir şekli…
Göynük diye bir kasaba var. Feodalite değil de, atları üstünde gelen Osmanlı’nın göçer biçimleri. Ama hemen hamam yaptırıyor adam, bin üç yüz bilmem kaç yılında. Kim yapıyor o hamamı? Göçerin taşla ilişkisi ne? Dedeler, babalar var orada. Şemseddin Molla türbesi var. Fatih’in lalası, Fatih Sultan İstanbul’u aldıktan sonra niye oraya gidiyor? Bugün Şemseddin Molla’ya nasıl bakılıyor? Şemseddin Molla o gün neydi? Ahinin her şeyi yaşıyor hâlâ. Mudurnu’da mesela, oturarak çalışanlar ayakta, ayakta çalışanlar oturarak ahi duası yapıyorlar.

Berlin Festivali’nde Gina Lollobrigida’dan aldım ödülü. Çok severdim onu, defterlerimde resimleri vardı. Müthiş bir kadın. Masmavi bir elbise içinde bir kraliçe. Gina’yı öpmüş adamım yani.

Sıkkin Baba eliyle demir dövebilecek kadar kuvvetli bir adammış. Akşemseddin semaya girecekken bakıyorlar ki, Demirci Baba yok ortalıkta, ya kafayı çekiyor, ya başka bir şey. “Artık bunun üzerinden dervişlik tacını ve hırkasını almak gerek” demiş Akşemseddin. “Ateş bakalım beni mi yakacak, yoksa dervişlik tacıyla hırkasını mı” demiş Sıkkin Baba, girmiş ateşe ve çırılçıplak çıkmış. Türbesinde aynen böyle yazıyor. Gabbal Dede her gün öğle namazını kılmak için Mekke’ye gidermiş. Mekke’de Göynüklünün birisi kaybolmuş, “nasıl döneceğim” demiş, “merak etme, Göynüklü bir baba her öğlen buraya gelir, sen onun eteğine yapış” demişler. “Kapa gözlerini” demiş dede, pat diye Göynük’e inmişler ve dede kaybolmuş. Bir gün pazar yerinde “işte buydu” deyince adam, dede demiş ki, “benim zamanım geldi, suyumu ısıtın”, orada ölmüş. Aynen yazıyor. Bunlar tamamen pagan, tamamen şaman. Bambaşka adamlar. Bunlar mülhid.

Ben müziklerde asılları, tohumları hep ayinlerde buluyorum. Ayin ritmini bulduğum zaman hepsini görüyorum. Dağlarda kadınların ayinlerine katılıp Reyent’le (Bölükbaşı) orada, yukarda bir ayin yapmak istiyorum. Bir de şunu yapmak istiyorum: Deniz kenarında Akhilleus. Agamemnon ve Meneteus oturmuşlar, Moldovyalı ve Rus kızlarla rakı içiyorlar, aynen İlyada gibi başlıyor, bir ihtiyar yaklaşıyor, bir elinde incir, bir elinde üzüm sepeti, “alın bu kurtulmalıktan, kızımı verin bana” diyor. Agamemnon diyor ki: “Ne diyorsun, bas git. O gergefini işleyip yatağıma gide gele, yemeğimi pişirerek yaşayacak. Defol, gözüm görmesin.” O sırada elinde kamerayla içeri Reha Muhtar giriyor. “Ne dedi, ne dedi?” Bizimki “siktir git lan” diyor, “özel hayatıma karışamazsın.” “Ne demek karışamam, toplum merak ediyor, zelzele bölgesinde yaptığınız yerlerin nasıl yıkıldığını biliyorum.” Sonra tanrılar pazarlık yapıyorlar, yeni kurulacak site için… Böyle bir hayal işte.

Pink Floyd – Hey You (The Wall)

Biraz önce konuşuyorduk zaten. Pink Floyd. Onlar da başka şeyler buldu. İnsanoğlunun zenginliği derken bunu söylüyoruz işte. Bunlar çağın filozofları. İlk dinlediğimde fena oldum, inanamadım. Bir daha, bir daha dinledim, çözmeye başladım. Büyük bir çalışma. Fakat konsere gitmedim, boktan bir numara olduğunu hissetmiştim. Filme gittim ama; o zaman beğenmiştim, şimdi ne düşünürüm bilemiyorum.

Yılmaz Güney’in Duvar’ından bahsedelim mi biraz? Siz çocukları kollayan müşfik bir gardiyanı oynuyorsunuz…

Yılmaz’ın sinemasını çok seviyorum, inanılmaz bir şiir. Öylesine bir gerçekle karşı karşıyasın ki. Cezayirli, Tunuslu, Türkiyeli, Kürdü, Türkü, Çingenesi, batakhanelerden, gettolardan toplanmış çocuklardı onlar. Devamlı kumar, sigara vardı. Yılmaz onları disipline etmeye çalışıyordu. Kendi aralarında kavgalar vardı. Dünya güzeli çocuklar. Yılmaz çocuğa vurunca Fransızın kalbi fena halde cızladı ama, kendi çocuğuna yaptığı gaddarlığı, çocuğunun nasıl bir eğitim sistemi içinde yetiştirildiğini hiç düşünmez bile. “Burada bu gerçeği görmek istemiyorum” diyor, çünkü kendi gerçek yüzünü de görüyor orada. Nâzım “bu çölün ortasındaki kanlı gül, biraz da bizim kanımızla kızarmıyor mu” diyor İsviçre’ye. Ben de İsviçre’den ilk defa geçerken fena oldum, böyle bir haksızlık olamaz, bir cennetin içinden geçiyorsun. Köylüler köyünde, ama her şeyleri var. Şehir snobların. Saat 11’de hayat duruyor, lokantalar, barlar kapanıyor. LSD’nin, cankiliğin en yaygın olduğu yer, bu büyük baskı sonucu.

Yılmaz Güneye dönersek…

Gani Turanlı geçenlerde aradı, Atilla Dorsay’ın kitabını okumuş, çok kızmış, üzülmüş. Diyor ki, “Tuncelcim, Yılmaz’ın bir dönemini anlatırken bana niye hiçbir şey sormuyorlar? Yılmaz bana geldi ve dedi ki, ‘Ganicim, baba, başka bir sinemaya başlayacağız artık. Artık yeter, bitti bu iş, vur kır bitti’. Sonra baktım, vur kır yine başladı, benim surat ekşidi. ‘Ne oldu Gani abi’ dedi, valla Yılmaz, sen böyle böyle söyledin ama, bu iş iyi gitmiyor, gene aynı boku yiyoruz… O zaman sarıldı, böyle birdenbire film değişti. Seyit Han kovboy filmi gibi başlar, sanki Amerikan barında birden kovboy içeri girer, kötü adamlar, bir yumruk ona, bir tane buna, çat buna… Sonra iş değişti, artık sanat yapıyorduk…” Baba, Acı, Ağıt’ta da aynı şey. Yılmaz’ın güzelliği orada: Birdenbire gördüğü bir kuş yuvası ve yavrusu, “aman çekmeliyim bunu” diyor, çünkü o kuş yavrularının aczi, zavallılığı, ama güzelliği, başka bir şeyler getiriyordu. Yılmaz’ın yazılı senaryo olmadan da yapabildiği şeyler vardı. Yılmaz senaryoyu kafasında güzel kurabilen bir adamdı.

Duvar’da çalışıyoruz, eleştirdim bir gün, “yavaş yavaş gözyaşına doğru geliyoruz” dedim. “İhtiyar, korkma” dedi Yılmaz, “öyle şey olmayacak”. O idam sahnesinde harikulade bir kesme vardır. Şak diye keser orada. Sömürüye en müsait sahnedir halbuki. Yeni sinemamızda düğmelere basılıyor, burada gülünecek, burada ağlanacak…

Umut’ta yazılı senaryo var mıydı?

Yoktu. Umut’u yapacağı zaman çok az vakti vardı, yirmi gün kadar. Bana telefon etti, mutlaka geleceksin diye. Tamam dedim, geliyorum. Hikâyeyi anlattı: Ben onun karısına asılıyordum, hatta kenefte dikizliyordum. Mastürbasyon falan vardı. Birdenbire bütün bunlar gitti, bambaşka bir hikâye çıktı. Her gece yeniden yazdı. En sonunda da çok güzel bir sahneyi kesip attı mesela. Sonra da “keşke o sahneleri kesmeseydik” dedi. Bir tanesi mesela benim güreş sahnemdi. İşletmeciler bu sahneyi katiyen istemedi. Soygun sahnemizi de istemediler. Soygun sahnesinde Amerikalı zenci bir tekme atıyor, korkarak kaçıp gidiyoruz. İşletmeciler “bu film tutmaz, iş yapmaz” dediler. Yılmaz benim için bir şairdir. Erken geldi, erken gitti. Biraz daha zamanı olabilseydi, belki çok şey değişecekti. Duvar’da çalışıyoruz, eleştirdim bir gün, “yavaş yavaş gözyaşına doğru geliyoruz” dedim. “İhtiyar, korkma” dedi, “öyle şey olmayacak”. O idam sahnesinde harikulade bir kesme vardır. Şak diye keser orada. Sömürüye en müsait sahnedir, biliyor musun? Evlenmeye hazırlanıyor adam, tam evlenirken gelip alıyorlar. İdam sehpasında adama nutuk attırdın mı, ağlama başlar, bizim Eşkıya filminde olduğu gibi. Yeni sinemamızda düğmelere basılıyor, burada gülünecek, burada ağlanacak… O günün sineması zaten başka bir durum.

Semih Evin çok iyi sinema bilirdi, beş-altı günde film yapan bir abimizdi. “Nerede girecek film” derdi, Lale sinemasında, “tamam, aile filmi demek”, yani, adam karısı ve çocuklarıyla gelecek, onu böyle şıııışşştt diye yapardı.

 

Georges Mitsakis — Zeibekiko Dance (The Best of Bouzoukia)

(Müzik başlar başlamaz kalkıyor, zeybek oynuyor) Herkes kendi zeybeğini oynar, bireye büyük önem veren bir olaydır, çünkü asla aynı değildir zeybek. Birdenbire çıkarsın, oynarsın ve o artık senin zeybeğindir. San Torino’daydım, boktan bir filmde çalışıyordum, çorba içeyim dedim. (Sert bir sesle) “Where are you from?” “I am from İstanbul”. “Türkçe konuşsana!” Haydaa! “Akşam gel seni bir yere götüreyim.” Allah allaah! Tophaneli. Beni bir yere götürdü, bir zeybek oynadık sabaha kadar…
Ege, Aphrodisias dediğimiz yer. Bu insanlar yaşamışlar, Troya’yla beraber. Troya bir Hitit şehri, Anadolu şehri. Onun için dokuz defa yok edilmiş. Avrupa da bakıyor şimdi ne oluyor diye. Bu kadar fazla ören nerede bulunuyor? Yunanistan’da bu kadar yok, gelmişler, bütün örenlerini burada yapmışlar. Burada bir temel vardı çünkü. Hâlâ o insanların yüzlerini görebilirsin Ege’de. Toprakla çok güzel uğraşmasını bilir, ellerinde bereket vardır, zeytin ağacına, asmaya dokunur, inanılmaz bir yeteneği vardır. Kadının saçları siyahtır da aradan kırçıllar çıkar, kaşları büyüktür, ben hep öyle görürüm. Bunlar buranın insanları. Gerçek Mystia’dır bunlar, ışık insanları. Hep talan edilmişler tabii.

Herkes kendi zeybeğini oynar, bireye büyük önem veren bir olaydır, çünkü asla aynı değildir zeybek. Birdenbire çıkarsın, oynarsın ve o artık senin zeybeğindir.

Zeybekle sirtaki arasında nasıl bir ilişki var?

Sirto toplu oynanan bir oyun, o da bir ayin. Zeybek, Dionysos’tan gelen, Midas’ta, Frigya’da olan bir oyun. O da bir ayin ama, rotaya giren bir ayin değil, bireysel bir yanı var. Kendi dansın, kendi heyecanın. Girit’te belden aşağısı Ege, belden yukarısında Laz havası var, kıyafetler öyle, çalgılar da kemençeyle ud. Babam da çok severdi zeybeği, bizim ailenin bütün erkekleri zeybek oynar. Herkesin kendi tavrı var. Kalkıyor adam, öyle ustalıklarla öyle uçmalar yapıyor ki, kartal gibi. Deve güreşi oluyor, meyhanede otururken köylü çıkıyor, oynuyor. Estetik filan arama, ama oynuyor. Rakı nasıl geliyor biliyor musun, kolilerle. Ne bu? Dionysos ayini. Kızışmış develer de güreşiyorlar. Aydın eli burası. “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, onbin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın…” Saydıkları da yeterli değil, çok başka milletler var, Çingeneler mesela.

Börklüce Mustafa dedik, Torlak Kemal’den de bahsetsek…

Torlak Kemal Yahudi. Burhan Oğuz’un Türk ve Yahudi halklarının kökenleri üzerine bir araştırması var. Daha İsa’nın çarmıha gerilmesiyle diaspora başlıyor. Diasporanın gidiş yolu İzmir. Balıkçı’da da ufak bir şey var, Müze müdürü Bektaşi dede kadınlarının mezarlarını anlatırken “burada bildiklerimi söylesem, beni asarlar” diyor. Yahudi kadın hahamlar, Bektaşi kadın dedeler var, mührüsüleyman var orta yerde, taşıyor onu. Şeyh Bedreddin biraz da oradaki hahamdan öğreniyor paylaşmayı; senin malın benim, benim malım senin malındır, kadınlar hariç her şey ortaktır… Bunlar kaynaşmış iyice. Cavlaklar, dervişler var, çıplak geziyorlar, kubar torbası yanında, dans ediyor. Burası ne? Tam Dionysos. Torlak Kemal’in yeri. Dionysos bu toprağın tanrısı, hatta İran’dan, Sibirya ovalarından geldiği söyleniyor, Frigya davullarıyla, Likya kavallarıyla. Bir bakıyorsun, Kakmus, Pentius’un babası, kâhinle beraber leopar postları takınıyorlar, elleri çam kozalakları –fallus alâmetleri–, Dionysos’un peşine gidiyorlar. Robert Grave’in iddiasına göre bu ayinlerde çok önemli mantarlar yenirmiş, otlar içilirmiş, defne yaprakları çiğnenirmiş, tam bir transa geçerlermiş.

Ödülle bitirelim: Kuzunun Gülümseyişi filmiyle 1987’de Berlin Film Festivali’nde “en iyi aktör” ödülünü almıştınız…

Filmi de biraz harcadılar aslında. Çok önemli bir filmdi. Festivaldeki işimi bitirip Frankfurt’a gitmiştim. Bir telefon geldi, allah allah dedim, bu da mı gelecekti başıma? İnsanın hoşuna da gidiyor ama. Herhalde Umut, Sürü gibi filmler yüzünden, “sırası geldi, bu herife de verelim” diye verdiler. Ama hakikaten büyük bir rol oynuyordum, adamın gençliğini, orta yaşlılığını, yaşlılığını, birinci babasını, ikinci babasını oynuyorum. Gina Lollobrigida’dan aldım ödülü. Çok severdim onu, defterlerimde resimleri vardı. Müthiş bir kadın. Çok güzeldi. Masmavi bir elbise içinde bir kraliçe. Gina’yı öpmüş adamım yani. (gülüyor)

Roll, sayı 55, Temmuz 2001

^