Bugün (23 Ocak) doğum günü. Anadolu’nun “Sarı Derviş”i, Salacak sahilinin “İhsan Baba”sı, “amansız tiyatro batırıcısı”, “Fırat’ın Cinleri”nin “cinbaz”ı, sayısız filmin oyuncusu, senaristi, yönetmeni… Yeşilçam’ın unutulmaz siması. Ardından söylenen tekerleme: “Salacak’ta gördüm yedi cüceyi, kim sevmez ki İhsan Yüce’yi!” Otuz yıl önce, 15 Mayıs 1991’de, 62 yaşında yitirdiğimiz o “sessiz fazilet”i “Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam: İhsan Yüce” kitabının yazarı Erhan Tuncer’den dinliyoruz. Express’in Güz 2020 sayısından naklen. Anısına saygıyla…
Yeşilçam’ın gölgede kalmış isimlerinden biri olan İhsan Yüce hakkında bir kitap yazmaya sizi götüren neydi?
Erhan Tuncer: Yeşilçam sinemasında hayatını merak ettiğim birkaç isimden biriydi. Sinemamıza kattığı güzelliklerin yanı sıra çok birikimli bir insan olduğunu hep duyuyor, onunla ilgili bir şeyler yapmak için heyecanlanıyordum. İnsanların hayatına dokunmayı seven biri olması, emeğin kutsallığına inanması beni motive etti. Bu kitabın sinemaya emek temelinde bakanlar için özel bir yere sahip olacağını düşünüyorum.
Kitabın ismi nereden geldi?
İsim babası Nemesis Kitap’ın sahibi Özgür Güvenç. Yaptığımız ilk toplantıda, yaklaşık 10 yıldır Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam adında bir İhsan Yüce kitabı yazılmasını hayal ettiğini söyledi. (gülüyor)
Kitaba başlarken İhsan Yüce’nin kendi yazdığı özgeçmişini buluyorsunuz. Nasıl ulaştınız bu biyografiye?
İhsan Yüce’nin hayatıyla ilgili araştırma yaparken öncelikle kendi arşivimdeki lobi kartlarına ve Ses, Saklambaç, Yelpaze gibi dönemin sanat ve magazin dergilerine bakmıştım. Bazı tiyatro haberlerinde ismi geçiyordu, ama bunlar ufak tefek şeylerdi. Yeşilçam oyuncularının hayat hikâyelerinin olduğu Ses Dergisi’nin Sanatçılar Ansiklopedisi ve Türk Sinema Sanatçıları Ansiklopedisi’nde de yeterli bir bilgi çıkmadı. Tiyatro arşivcisi arkadaşım Tekin Deniz bana 1983 tarihli TV’de 7 Gün dergisinde yayınlanan İhsan Yüce ile sinema üzerine yapılmış belki de tek sağlıklı söyleşiyi göndermişti. O bir sayfalık söyleşide belli başlı bilgiler vardı, ama boşluklar çoktu. Doğdu, boşluk, Anadolu’ya merak sarmış, boşluk… Neden arkeolojiye meraklıydı, neden Anadolu’yu bu kadar seviyordu, öğrenemiyordum. Kızı Aslı Yüce ile iletişime geçtim, “babanızın hayatıyla ilgili belge var mı” diye sordum. Aslı Yüce senaryo taslaklarını, sinema ve tiyatro geçmişine dair broşürleri, afişleri paylaştı. Bu belgeler önemli bir eksiği doldursa da bir biyografi yazmak için yeterli değildi. Çok canım sıkıldı. Moralimin bozuk olduğu bir gün Aslı Yüce’den bir mesaj geldi. “İnanamayacaksın, ilk defa gördüğüm bir zarf buldum, babam biyografisini yazmış” dedi. Oturdum ağladım…
Hayatını nasıl anlatmış, neleri vurgulamış?
Bir buçuk sayfalık biyografisinde yalın cümlelerle, nokta atışı tarihlerle kendinden bahsetmiş. Sinema veya tiyatro anlayışından bahseden bir metin değil. Ama kitabın yapısını kurarken büyük yardımı oldu. Aslı Yüce “Babam herkese yardım ederdi, oradan bile bize yardım etti” demişti. (gülüyor)
Neden yazmış olabilir biyografisini?
Muhtemelen bir filmine destek istemek için Kültür Bakanlığı’na yazmıştı. Biyografisini yazacak biri değildi. Hatırlanmak veya unutulmak umurunda bile olmazdı. Melâmilikte “mahviyetkâr” diye bir tabir var, İhsan Yüce tam öyle bir insan. Hayatını tasavvufi anlamda mahvolmaya, yokluğa adamıştı. Dünyevi “nimetler”e ilgisi yoktu. Hiç ev sahibi olmamış mesela. Kızı “neden bizim evimiz yok” diye sorduğunda “bütün evler bizim” diyor. Oynadığı bazı filmleri para istemeden, “Aslı ve benim kalabileceğimiz iki kişilik oda ve akşamları güzel bir sofra” diyerek kabul etmiş biri. İlk Altın Portakal’ı kazandığında, ödül töreni için kıyafetini Behçet Nacar alıyor. İkinci defa Altın Portakal’ı aldığındaki kıyafetine bakın, herkes takım elbiseli, İhsan Yüce kot gömlekli, gömlek cebinde sigara paketi. (gülüyor)
Melâmilikte “mahviyetkâr” diye bir tabir var, İhsan Yüce tam öyle bir insan. Hayatını tasavvufi anlamda yokluğa adamıştı. Bir işin içinde devinmek, onun içinde erimek, yok olmak istiyor.
Kitapta “başlamayı sevdiğini” söylüyorsunuz. Başlamak onun için ne anlama geliyor?
Kitap için yaptığım söyleşilerde, bir arkadaşı onun için “amansız bir tiyatro batırıcısıdır” demişti. Ama tiyatro batırmayı başarısızlık olarak görmüyor. Hep yeni bir şeyler yapmak istiyor. Şehirlere, köylere, kasabalara tiyatro götürüyor. Bir şeye yeniden başlamadaki heyecan onu ayakta tutuyor. Belki de hayatının temel anlayışı “keşfetmek”. Keşfetmek sadece basit bir heyecan değil onun için. Bu heyecanın başkaları için de bir aydınlanma vesilesi olmasını istiyor. Tiyatro oyuncusu Gökhan Mete anlattı, Şalvar Davası’nın (Kartal Tibet,1983) çekimlerinde İznik’te bir otelde beraber kalıyorlarmış. İhsan Yüce yakınlardaki bir antik kentten getirdiği küçük taşları saatlerce inceliyormuş. Onun yaşam motivasyonu bu taşlara bakarken duyduğu haz. Bu yüzden “başarısızlık” kelimesinin lugatında olduğunu sanmıyorum. Birçok şey yapmaya çalıştı, denedi, yapamadı, tekrar denedi. Yeniden başlamak arzusu ona Anadolu’nun köylerine tiyatro götürme şevki veriyor. İhsan Yüce yolda olmayı seven biri, vardığı yerle anılmayı seven biri değil. Bir işin içinde devinmek, onun içinde erimek, yok olmak istiyor. 1971’de kızı dünyaya gelmese köy tiyatrolarında koşturmaya devam edecekti muhtemelen.
Anadolu’ya taşımaya çalıştığı politik tiyatro köylerde nasıl bir karşılık buluyor?
O dönemde tiyatroyu kırsalda yapmaya çalışmak ekonomik ve fizik olarak zor bir iş. Bazı köylerde politik olarak zorluklarla karşılaşıyorlar, mesela 1971’de, Antalya’da oynadıkları Cahit Atay’ın “Karaların Memetleri” adlı oyun sabote ediliyor. Eşi Zerrin Acuner de sahnede ve hamile. Elektrikleri kesiliyor, ama oynamaya devam ediyorlar. Tur otobüsleri taşlanınca tatları kaçıyor. İhsan Yüce o yıl baba olunca sinemaya ağırlık veriyor.
Kendi çocukluğu nasıl geçiyor?
1929’da Cebrail Bey ve Efruze Hanım’ın oğlu olarak Elazığ’da doğuyor. Aile Elazığ’a Beyaz Rusya’dan göç ediyor. Bu göç esnasında Ermenilerden kalan köylerden birine yerleştiriyorlar. Zor bir çocukluk yaşıyor. Orada kalamayacağını anlıyor, kabuğunu kırmaya çalışıyor. Başka yerlere gitmeye çalışıyor.
Kabuğunu kırmaya çalıştığını nasıl anlıyoruz, gençliğinde neler yapıyor?
Babası Cebrail Bey iki arkadaşıyla Suriye’ye ticaret yapmaya gidiyor. Çok uzun süre geri dönmeyince aile endişeleniyor. İhsan Yüce 12-13 yaşlarında “ben babamı bulurum” diyerek Suriye’ye gidiyor. Babasını bir hastanede buluyor. O iki arkadaşından biri ölmüş, diğeri kör olmuş; Cebrail Bey olanları hatırlamıyor. Bu olay aile için bir muamma. İhsan Yüce’nin kendisini bilinmez bir yere atmasındaki motivasyonun sonraki hayatına yayıldığını düşünüyorum.
Oyunculuğa nasıl başlıyor?
1940’lı yılların sonunda bütün aile İzmir’e göçüyor. İlk yerleştiklerinde işportacılık, ayakkabı boyacılığı gibi birçok iş yapıyor. Halkevleri’nin kurslarına gidiyor, kendisini geliştiriyor. İlk sahne tecrübesini, heyecanını Halkevleri’nde tadıyor. Küçük piyesler sahneliyor. İlk ciddi tiyatro deneyimi 1957’de, Akın adlı oyunda oynuyor. 1961’de, İzmir turnesindeki Oraloğlu Tiyatrosu’nun ekibiyle tanışıyor, ahbaplık kuruyor. Lale Oraloğlu’nun kızı Alev Oraloğlu’nun bir portresini yapıp hediye ediyor, Lale Oraloğlu resme bayılıyor. İhsan Yüce çok maharetli, resim, ahşap oyma ve kostüm dikme gibi işlere eli yatkın. Oraloğlu Tiyatrosu’nun dekorlarını ve afişlerini yapmaya başlıyor. Kısa zamanda kendisini sevdiriyor ve Oraloğlu Tiyatrosu’nun kadrosuna giriyor.
O dönem tiyatro ortamı nasıl? Oraloğlu Tiyatrosu ne tür oyunlar sahneliyor?
1960’lar özel tiyatroların izleyiciyle aralarındaki bağın en kuvvetli olduğu yıllar. Metin And 60’ların tiyatro ortamının çok hareketli olduğunu, birçok tiyatronun kurulup battığını, yerlerine yenilerinin açıldığını anlatır. Oraloğlu Tiyatrosu genelde yabancı eserlerin uyarlamalarını sahneliyor. Kadınlar I-ıh Derse’yi uyarlıyorlar mesela. İhsan Yüce kendi tiyatrosunu kurmak için 1965-1966 sezonunda Oraloğlu Tiyatrosu’ndan ayrılıyor. İhsan Yüce feodalite karşıtı, halkın sömürülmesine ve bunun farkında olmamasına çok dertleniyor. Bu yüzden Balıkesir’de açtığı tiyatronun köylülere ulaşması için çaba veriyor. 1968’de Gen-Ar ve Arena-Ulvi Uraz Tiyatrosu’na katılıyor. Ömrü çok kısa olan Ankara Drama Sahnesi’ni kuruyor. 1969’da Direklerarası Kabare Tiyatrosu’nu kuruyor, ama o da tutmuyor.
Bir arkadaşı “amansız bir tiyatro batırıcısıdır” demişti. Ama tiyatro batırmayı başarısızlık olarak görmüyor. Hep yeni bir şeyler yapmak istiyor. Birçok şey yapmayı denedi, yapamadı, tekrar denedi. Yeniden başlamak arzusu ona Anadolu’nun köylerine tiyatro götürme şevki veriyor.
Neden tutmuyor?
İlk olarak Rıfat Ilgaz’ın Çatal Matal oyununu sahneye koyuyorlar. Çatal Matal bir müzikal komedi ve politik bir taşlama. İkinci oyun Marquerite Duras’nın Hiroşima Sevgilim’i. Bu oyunların tarzları birbirinden çok farklı. İhsan Yüce bunları arka arkaya sahneliyor. Dönemin tiyatro eleştirmenleri bu üslubu eklektik buluyor. Bu eleştirilere hiç aldırmıyor, yılmadan yoluna devam ediyor.
Nasıl bir yol o?
Geleneksel kalıplar ona yeterli gelmiyor, onları zorluyor. Hem ilgi çekebileceğini hem de derdini daha iyi anlatabileceğini düşünerek Direklerarası Kabare’yi kuruyor. “Direklerarası” geleneksel Türk tiyatrosunu –ortaoyunu, kavuklu-pişekar– simgeliyor. “Kabare” ise yerli tiyatro geleneğine ait bir tarz değil. Direklerarası ile kabareyi birleştirmek, Hacivat ile Karagöz’ün çağdaş bir üslupla oynanmasına çabalıyor. Dönemi için hatırı sayılır bir yabancılaştırma denebilir bu tür için. Başlarda seyirci ilgisi oldukça iyi olmasına rağmen kısa bir süre sonra azalıyor. İhsan Yüce’nin yapmaya çalıştıklarına bugünden bakarsak “bağımsız tiyatro” olarak adlandırılabilir. 1960’larda, büyük prodüksiyonlu oyunların popüler olduğu bir dönemde, İhsan Yüce’nin yapmaya çalıştığı tiyatro rağbet görmüyor. Bir süre sonra ekonomik nedenlerden Direklerarası Kabare kapanıyor.
İhsan Yüce’nin siyasal dertlerinin olduğu anlaşılıyor. Hangi figürlerden etkileniyor?
İhsan Yüce Anadolu’yu karış karış gezmiş biri. Bu gezilerinde ezen-ezilen ilişkilerinin, sürgünlerin, yurtsuz bırakılmanın değişmediğini, hatta arttığını gözlemliyor. Lütfi Akad’ın Işıkla Karanlık Arasında kitabında “yarayı göstermek” diye bir ifade var. Yüce’nin temel derdi bu: “Yarayı göstermek”. Zapatista hareketine ilgisinin olduğunu biliyoruz. Elia Kazan’ın Viva Zapata’sı o dönem pek çok insanı etkilemiş. İhsan Yüce gibi devrimci damara sahip birinin Meksika devrimini takip etmemesi, öncü devrimcilerden etkilenmemesi garip olurdu.
Sinemaya adım atarken pek hevesli değil, ama Charlie Chaplin’e hayranlığı var.
Sahne Işıkları’ndaki Calvero karakteri onu çok etkiliyor. Calvero’nun bir palyaço olması, toplumu neşe ile uyarmayı seçmesi İhsan Yüce için önemli olmuş. Chaplin’in dünya sinemasında yaptığı İhsan Yüce’nin de yapmaya çalıştığı şey. Chaplin bunu makine dişlilerinin içine girerek yapıyor, İhsan Yüce de Kibar Feyzo’da duvara “Faşo Ağa” yazarak… 1960’larda sinemayı pek önemsemiyor. O yıllarda sinema onun için ev kirasını çıkarmayı sağlayan bir uğraş. Bir süre sonra etkilendiği toplumcu edebiyatçıların eserlerini senaryolaştırarak tiyatroda yapmaya çalıştığı şeyi sinemada yapmaya başlıyor. Metin Erksan’ın araladığı, Lütfi Akad’ın ittirdiği, Yılmaz Güney’in, tabiri caizse, tekmeyle açtığı “toplumcu gerçekçi” sinemanın kapısından İhsan Yüce de giriyor. İlk yaptığı işlerde o hevesle sinema deneyimsizliğini görmek mümkün. Ama tecrübe kazandıktan sonra Fırat’ın Cinleri, Kibar Feyzo gibi çok önemli filmler ortaya çıkarıyor. Özellikle Bebek (1979) bir bağımsız sinema başyapıtıdır.
İlk deneyimi hangi film?
1971’de çektiği Hayat Cehennemi-Hiç. Filmin her yerinden iyimserlik ve tevazu akıyor, ama kamera kötü, ışık kötü, doğal olarak ortalama bir film çıkıyor. İyi gişe yapmıyor.
Yılmaz Güney’in “kapıyı tekmeyle açması”ndan sonra, “içerik devrimi” o dönem sinemacılar arasında çok tartışılıyor. İhsan Yüce bu tartışmaların neresinde duruyor?
Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi toplumcu gerçekçi sinemanın ilk örneğidir denebilir. Susuz Yaz ve Yılanların Öcü ile devam eden bu anlayışının en çarpıcı örneklerini Yılmaz Güney vermeye başlıyor. İhsan Yüce’nin sinemadaki öncülerden çok toplumcu gerçekçi edebiyattan etkilendiğini söylemek mümkün. Feodaliteyi odağına alan bir toplumcu gerçekçilik anlayışına sahip. Lütfi Akad örneğin, daha şehirli bir toplumcu gerçekçi bir kanatta. Köy hayatı o dönemde genelde melodramların konusu. Kırsaldaki yaşantıyı toplumcu gerçekçi bir anlayışla ele alan sinema güçlü değil o dönemde. İhsan Yüce’nin rol modelleri Yaşar Kemal, Bekir Yıldız, Osman Şahin, Muzaffer İzgü, Abbas Sayar gibi isimler.
70’ler avantür sinemanın yükseldiği bir dönem. Avantür sinemayla ilişkisi nasıl?
Mecburiyetten avantür film senaryoları yazıyor. Behçet Nacar’la olan dostluğu onu ucuz aksiyon ve erotik film yazmaya itiyor bir süre. Halit Refiğ “Gurbet Kuşları’nı çekebilmem için iş yapan beş film çekmem gerekiyordu. Filmografimde 70 film varsa kendim için çektiğim 10 film vardır” diyor. İhsan Yüce’nin de Fırat’ın Cinleri ve Kibar Feyzo arasında para kazanmak için çektiği bir sürü filmi var böyle.
İhsan Yüce Oğuz Atay’ın Günlük’te sözünü ettiği “sessiz fazilet”in canlı örneği. Müthiş erdemli, entelektüel bir insan. Öldüğünde gazeteler yazmaz, ama mahallesindeki beş kişi deli gibi ağlar. Böyle insanlar sessizce işlerini yapar ve bu dünyadan sessizce gider.
70’ler aynı zamanda toplumsal mücadelenin yükseldiği, buna karşılık devletin sinemaya yoğun bir müdahalesinin olduğu bir dönem. İhsan Yüce bu zorluklarla nasıl başa çıkıyor?
70’ler dendiğinde sol-sosyalist düşüncenin yükseldiği, erotik komedilerin yavaş yavaş ülkeye girmeye başladığı, televizyonun yaygınlaşmasıyla sinemanın seyircisinin azaldığı, ağır sansür koşullarının hüküm sürdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Dönemin tabiriyle, “patronlara karşı” bir cümle söyleyen filmler sansüre uğruyor. Yüce’nin senaryosunu yazdığı Fırat’ın Cinleri (Korhan Yurtsever, 1977) sansürden geçemiyor. İhsan Yüce o filmde cin çıkartan bir cinbazı oynuyor. Kürt, köy, işçi, cinci hoca gibi konulardan bahsedince sansürden geçemiyorsun. İhsan Yüce insanların zihninde ufacık bir kapı açma ihtimali varsa o ihtimalin üzerine giden biri. Has devrimci ve toplumcu gerçekçi sinema yapan bir insan. Sansürle, yoksullukla boğuşmuş, buna rağmen yazmaya devam etmiş biri.
1970’lerde örgütlü mücadelenin içinde yer alıyor mu?
Pek çok siyasal ve sendikal faaliyetin içinde. Sine-Sen üyesi. 1974 başında Bilge Olgaç, Talat Gözbak gibi oyuncu ve yönetmenlerin yer aldığı bir ekiple Türkiye Kültür Emekçileri Sendikası’nı (Kültür-İş) kuruyorlar. 1977’ye kadar gittikçe ağırlaşan bir sansür var. Sansür iyice dişini göstermeye başladığında yapımcısından yönetmenine, ışıkçısından kostümcüsüne, Ankara’ya bir yürüyüş başlatıyorlar. Kamer Sadık, Yadigâr Ejder, Süreyya Duru, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Necdet Kökeş… İhsan Yüce de orada tabii. Dönemin Milliyetçi Cephe hükümeti bu yürüyüşü “sinemacılar porno filmlerin oynatılması için yürüyüşe geçti” diyerek karalıyor. Yürüyüş üç gün sürüyor. Ankara’ya girmelerine izin verilmiyor, ama temsilciler Kültür Bakanlığı ile görüşmeler yapıyor. 1977’den 80’e dek sansürün hafiflediği söylenebilir. Sinema emekçilerinin günlük çalışma saatleri ilk kez bu dönemde belirleniyor ve düşürülüyor. Yürüyüş sansüre karşı başlasa da sinema emekçilerinin çalışma hayatına olumlu katkı sağlayan kararların alınmasına vesile oluyor.
Bu olumlu hava pek uzun sürmüyor, 12 Eylül 1980 darbesi geliyor. İhsan Yüce nasıl etkileniyor darbeden?
İhsan Yüce günü birlik yaşayan biri, ekonomik olarak da etkileniyor. Darbe dönemi Yüce için, yaşanan toplumsal travmaya ek olarak, “kirayı hiç ödeyemedim” dediği bir dönem. Geçim derdiyle türkücü filmleri yazmaya başlıyor. Bu dönemde Fazilet ve Öğretmen dışında övünebileceği bir senaryosu yok. Aslında 1980-1990 arası en çok film yönettiği dönem. Deliler Koğuşu, Bizim Sokak, İbişo gibi filmler yapıyor. Bu filmlerde gene kendi dertlerini anlatmaya çalışıyor, ama yapmak istediklerini tam olarak yapamıyor.
Darbeyle birlikte toplumun her kesimi devlet şiddetine hedef oluyor. İhsan Yüce bu dönemi nasıl geçiriyor?
Darbe sonrasında Sinematek başkanı olduğu gerekçesiyle Ahmet Sezerel hakkında yakalama kararı çıkarılıyor. Tuncer Necmioğlu da aranıyor o dönem. İhsan Yüce’nin devletten kaçanlara evini açmama ihtimali yok. İkisi de Yüce’nin evinde saklanıyor. (gülüyor) İhsan Yüce’nin evi dergâh gibi, 1970’lerden beri herkes onun evinde saklanıyor. Eşiyle kavga eden de, evi olmayan da İhsan Yüce’nin evinde kalıyor. Kırkambar dedikleri bir çorba yapıyorlar, içine bulabildikleri bütün sebzeleri koyuyorlar. Herkes o çorbadan içiyor. Mutfağında herkesi doyurmaya yetecek erzak olduğu söylenir. Şarabını, rakısını kapan Yüce’nin evine destursuz girebiliyor. Tarık Akan’ın Pehlivan filmini çalışmak için İhsan Yüce’de bir hafta kaldığı söylenir. Pehlivanlık müessesinin hiyerarşik ve folklorik ilişkilerini tartışmışlar. Sabahlara kadar muhabbet ediyorlar. Uzun muhabbetlerin olduğu Salacak’ta güneşi batırıp doğduran çok uzun muhabbetlerin olduğu masalar…
Neler konuşuluyor o masalarda?
Tarih, felsefe, siyaset, film, şiir… Bektaşilik üzerine çok konuşulurmuş. Konuşulmayan tek şey Yeşilçam dedikodusu. Hiç sevmezmiş Yeşilçam dedikodusunu. Salacak’ta Arap’ın Yeri’nde Yılmaz Güney’ sineması üzerine konuşmaya başlıyorlar, laf dönüp dolaşıp Kürt meselesine, oradan Sümerlere kadar geliyor. İhsan Yüce’nin gözlük camları koyu renkli olduğundan uyuyup uyumadığı anlaşılmazmış. Muhabbet sırasından biraz kestiriyor. Yüce’nin uyuduğunu fark etmeyen bir arkadaşı “İhsan Baba, sen ne diyorsun bu konuda?” diye sorduğunda doğrulup “onların hepsi Kürttü” diyor. Uyurken bile muhabbetin içinde. (gülüyor)
O dönem Üsküdar nasıl bir yer?
İhsan Yüce 1971’de kızının doğumuyla birlikte “yerleşik” hayata geçiyor ve Üsküdar’da bir ev tutuyor. O dönem Üsküdar’ın Şemsi Paşa civarı sağcı, Salacak solcu. Mahalleler politik olarak ayrılmış durumda. Şu anda Kız Kulesi’nin karşısında Salacak Çay Evi vardır. Orası eski Salacak İskelesi’ydi. O iskelenin hemen yanında soğan ve domates ektikleri küçük bir bostanları var. Masalarını iskelenin en ucuna kuruyorlarmış. İskelenin biraz yukarısındaki Arap’ın Yeri’nden balıklar geliyor, bostandan da domatesler, soğanlar. Dünyanın en güzel günbatımında demleniyorlar. Mazlum Çimen türkü söylüyor, Rıfat Ilgaz şiir okuyor, Ahmed Arif “Dağlarının ardı nazlıdır…” diye başlıyor. Böyle bir atmosfer. İş toplantısı yapacakları zaman Arap’ın Yeri’ne gidiyorlar. Tarık Akan ve Kemal Sunal’la Arap’ın Yeri’nde buluşuyorlar. Salacak sahilinde kurdukları masa kamuya açık. Balıkçısından şarapçısına herkes orada. Münir Özkul da has bir akşamcı olduğu için iş konuşmak sahildeki masayı tercih edermiş. Bugün bile o iskelenin etrafındaki balıkçılara İhsan Yüce’yi sorduğunuzda tanıyanlar çıkıyor. Sait Faik öldüğünde Burgazada’ya gidip “burada çok önemli bir edebiyatçı yaşıyormuş” dediklerinde Burgazlılar “bizim adada öyle biri yok” dermiş. Çünkü herkes onu “şarapçı Sait” olarak biliyor. (gülüyor) İhsan Yüce de böyledir. Salacak’taki balıkçılar sinemacılığından çok, dostluğuyla bilirler onu. “İhsan Baba’yla sabahlara kadar muhabbet ederdik” diyorlar. Salacak sahilinden yol geçtikten sonra oraların büyüsü bozuluyor. Ama evlerde toplanmaya devam ediyorlar.
Can Yücel’in uzun yıllar Kuzguncuk’ta yaşadığı biliniyor. İhsan Yüce ile Can Yücel’in yolları kesişmiş mi?
Çok sıkı dostlar. Yüce’nin Ankara’da tiyatro yaptığı dönemden tanışıyorlar. Anadolu mitolojisi üzerine çok konuştukları söylenir. Can Yücel “Anadolu mitolojisini İhsan kadar bileni yoktur” dermiş. İhsan Yüce’nin cenaze namazından sonra Can Yücel kabristana gelmiyor. Nedenini soranlara “İnsan arkadaşını gömer mi yahu?” diyor. Can Yücel hiçbir arkadaşının defnine katılmamış. Cenaze namazından sonra İmrahor Birahanesi’ne gidiyor, birkaç tek atarak İhsan Yüce’yi anıyor.
Anadolu ile kurduğu yoğun bağın nedeni ne sizce?
Anadolu İhsan Yüce için kendisini aradığı bir yer. İnsan hikâyeleriyle yoğurulmayı seviyor. Kürtlerin, Ermenilerin, Türklerin yüzyıllar boyu yaşadıkları İhsan Yüce’yi pişirmiş. “Dinliyor” aslında. O kadar ki karpuzun büyürken çıkardığı “kırt” sesinin bile ne olduğunu biliyor. İhsan Yüce anlattığı konuların bizzat yaşayanı da. Anadolu’da geçen birçok aşiret hikâyesi anlatılmıştır, ama İhsan Yüce bizzat o insanlarla konuşmuş ve derin tanışıklıklar kurmuş. Aslı Yüce’nin sakladığı İhsan Yüce’ye ait yazıların çoğu Anadolu ile ilgili. Anadolu’nun bir yerinde gördüğü bir mezarın krokisini bile çizmiş. Filmlerinde sıklıkla değindiği feodalite gerçekliğini 1940’lardan beri biliyor. Bir sürü köy ağası görmüş, çoğuyla tanışmış. Bir köyü ziyareti sırasında onun geldiğini duyan köy ağası “Vay, sarı derviş gelmiş!” diyor, İhsan Yüce ile mırra içmek istiyor. Anadolu’nun ağalarını, beyleri çok yakından tanıyor. Kibar Feyzo’daki meşhur “Faşo Ağa” duvar yazısını bir köy gezisinde görmüş. Bu gezilerde şahit olduğu toplumsal olguları ve topladığı bilgileri insanlara anlatmak istiyor.
Şiirle arası var mı?
Toplumcu gerçekçi şairleri seviyor. İkinci Yeni ile arası yok. (gülüyor) Masalarda doğaçlama olarak yazdığı “Felsefe” ve “Ekmek, Şarap, Sen ve Ben” isimli iki şiiri var. Mazlum Çimen bu iki şiiri birleştirip besteliyor. O masalarda oturan pek çok kişi bu şiiri bilir. Bir de eşi Zerrin Acuner için Çikitam isimli matrak bir şiir yazdığı söyleniyor. Çok aramamıza rağmen Çikitam’ı bulamadık.
Anadolu heterodoksisiyle çok ilgili olduğu görülüyor. Bu ilginin kaynağında neler var?
Hiçbir inançla doğrudan alâkası yok. İnandığı tek şey sevgi. Aslı Yüce bir gün ona “tanrı nedir” diye soruyor, “tanrı sevgidir” diyor. İlla bir inanç sistemi ile bağdaştırmamız gerekirse, Bektaşi olduğunu söyleyebiliriz. Bektaşiliğe inandığı için değil, sevginin kutsallığına inandığı için. Yunus Emre konusunda çok derin bilgisi var. 1974’te çekilen Yunus Emre Gönüller Fatihi‘nin senaryosuna danışmanlık yapmak için yönetmen Özdemir Birsel’le bir görüşme yapıyor. Birsel İhsan Yüce’nin Yunus Emre hakkındaki bilgisini görünce hayretler içinde kalıyor. İhsan Yüce Oğuz Atay’ın Günlük’te sözünü ettiği “sessiz fazilet”in canlı örneği. Müthiş erdemli, entelektüel bir insan. Kimsenin farkında olmadığı, ama etrafındaki herkesin hayatına dokunmuş biri. Öldüğünde gazeteler yazmaz, ama mahallesindeki beş kişi deli gibi ağlar. Böyle insanlar sessizce işlerini yapar ve bu dünyadan sessizce gider.
Express, sayı 173, Güz 2020