TEHDİT ALTINDA İNSAN HAKLARI SAVUNUCULUĞU

Söyleşi: İrfan Aktan
17 Ekim 2019
SATIRBAŞLARI
İnsan hakları ihlâlleri doludizgin, haliyle Eren Keskin de boy hedefi. “Haliyle”, zira insan hakları savunuculuğunun gür sesi, otuz yıldır yaptığı gibi, şartlar ne olursa olsun, sözünü esirgemiyor ve bu iklimde iktidar sözcüleri tehdit yağdırarak onu susturmayı görev biliyor. Eren Keskin de Eren Keskin olduğu için bunların hiçbirine pabuç bırakmıyor. Son günlerde gemi azıya alan hak ihlâllerini ve aldığı tehditleri kendisinden dinliyoruz.  

Hak ihlâllerinin yine zirve yaptığı dönemlerin birinden geçiyoruz. İnsan hakları savunucuları olarak bu zor zamanlarda ne tür tehditlerle karşılaşıyorsunuz?

Eren Keskin: 1990’larda da saldırı ve tehditlerle dolu bir dönem yaşamıştık. 1990’ların sonunda, özellikle Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği dönemde, sonra KCK operasyonları sırasında tehditler üst noktaya çıkmıştı. Şimdi de Suriye’ye dönük harekâtla bize yönelik saldırılar yeniden alevlendi. İnsan hakları savunucuları olarak her dönemde tehditler alıyoruz, ama hak ihlallerinin çok yoğunlaştığı dönemlerde bize yönelik tehditler de artıyor tabii.

Düşüncenizi açıkladığınız anda hakkınızda soruşturma açılıyor, ifade için savcılığa gittiğinizde de tutuklanıyorsunuz. Tutuklama kararlarının bu kadar kolay verilmesi bugüne özgü. İHD olarak, o kadar çok şube yöneticimiz ve üyemiz hapiste ki! Bu dönemde yargı bir tehdit aracı olarak kullanılıyor.

1990’lı yıllarla bugün arasında tehditlerin şekli ve içeriği açısından bir fark var mı?

Şöyle bir fark var: 1990’lı yıllarda mektup veya telefonla tehdit edilirdik. Silahlı saldırıya uğrayan, öldürülen arkadaşlarımız da oldu. Ben de o dönem, ilki 1996, ikincisi de 2001’de olmak üzere iki kere silahlı saldırıya uğradım. O zamanlar mektupla çok tehdit alıyordum. Zaten 2001’de, mektupla tehdit eden kişinin silahlı saldırısına maruz kaldık. Saldırıdan iki-üç ay öncesinde Yalnız Kurt imzasıyla bana sürekli tehdit mektubu gönderiliyordu. “Öldürüleceksin”, “sonun geldi” filan diye yazıyordu. Mektuplardan bir süre sonra, bir gün İnsan Hakları Derneği’nde otururken kapı çalındı. Kapı açılır açılmaz saldırgan ateş etmeye başladı. Kapıda duran üç arkadaşımızı yere yatırdı ve bulunduğumuz yönetim odasına yöneldi. Hem ateş ediyor hem de adımı söyleyerek “dışarı çık” diye bağırıyordu. Silahı bir ara tutukluk yapınca, 2011’de epilepsi krizi sonucu hayatını kaybeden arkadaşımız Şaban Dayanan, saldırganı arkadan yakalayarak tuttu. Bu şekilde kurtulduk o zaman. Saldırganın Yalnız Kurt rumuzuyla mektup yollayan kişi olduğu da yargılama aşamasında ortaya çıktı.

Tutuklandı mı peki?

Altı ay hapis yattı! Daha sonra, cezaevine mahkemeden güya yanlışlıkla gönderilen talimat nedeniyle serbest bırakıldı. Bu tür saldırılarda genelde anti-sosyal kişilik bozukluğu raporu olan kişiler kullanılır. Bize saldıran kişinin de böyle bir raporu vardı. Neticede, bizi öldürmeye gelen bu silahlı kişi altı ay sonra hapisten çıktı… Şimdi artık mektup yazma gereği duymuyorlar. Kendi adıma, sosyal medyadan çok tehdit alıyorum. Geçen hafta Nedim Şener’in televizyondan bana yönelik hakaretiyle tehditler tavan yaptı. Tehdit eden hesapları engellemeye saatler yetmiyor. Tabii tehditlerin şekilleri değişti, ama özellikle resmi ideoloji dışı düşüncelerin daha çok baskılandığı dönemlerde bize yönelik baskılar da artıyor. Tehdit altındayız.

1998’de de Akın Birdal, İHD genel başkanıyken, dernek binasında silahlı saldırıya uğramıştı…

Akın Bey büyük şans eseri hayatta kaldı. Hâlâ o saldırının izlerini vücudunda taşıyor. O saldırganlar da kısa bir hapislikten sonra serbest bırakıldı. Bu tür saldırıları devletin gizli güçlerinin yaptığı ve korundukları çok açık. Akın Bey’le bizi aynı kişi tehdit ediyordu ve bir defasında birbirimize, tehditçimizin sesini dinletmiştik. Mekanik bir sesle arar ve sürekli tehdit ederlerdi.

Eskiden devlet birtakım suçları reddediyor, “biz yapmadık” diyordu. Şimdi ise açıkça “biz yaptık, dahasını da yapacağız” diyorlar. Sosyal medyada, açıkça savaş suçu olan görüntüler yayınlanıyor, altlarına da “iyi yaptınız, oh, ellerinize sağlık” gibi yorumlar yazılıyor.

Devlet yanlısı gazetecilerin saldırıları ne zamana dayanıyor?

O da çok eskiye dayanıyor. En bilinen saldırıyı Fatih Altaylı, sanırım 2001’de yapmıştı. Almanya’da kadına yönelik şiddet konulu bir toplantıya katılmıştım. O panelde, kendisini Kemalist feminist olarak tanımlayan Prof. Necla Arat da bulunuyordu. Benim konu başlığım, devlet kaynaklı cinsel şiddetti. 1990’lı yıllarda Kürdistan’da çok sayıda kadının askerlerin cinsel saldırısına maruz kaldığını, ancak bunu açıklamaktan korktuklarını söylediğimde, Necla Arat “ben askerime laf söyletmem” diyerek ayağa kalktı ve paneli terketti. Ondan sonra salon karıştı. Dönüşte de Arat ve dönemin Genelkurmay başkanı aleyhimde suç duyurusunda bulundular. Altaylı Radyo D’de “Eren Keskin’i gördüğüm ilk yerde tacizde bulunmazsam namerdim” gibi bir konuşma yaptı. Ben de onun hakkında hem suç duyurusunda bulundum hem de tazminat davası açtım. Yargılama Altaylı’ya değil, bana sanık muamelesi yapan bir kadın hâkim tarafından yapıldı. Neticede çok komik bir tazminata hükmedildi ve dosya o şekilde kapandı.

2015’ten beri hak ihlâlleri yine tırmanışta; bu döneme ilişkin tanıklığınızı nasıl özetlersiniz?

1990’lı yıllarınkiyle aynı devlet aklı, ama yöntemler farklı. O yıllarda kontrgerilla cinayetleri, gözaltında kayıplar vardı, dernek binalarımız bombalanıyordu. Fiziki saldırılar daha ön plandaydı. Ama o zaman hakkımızda bir soruşturma açıldığında ifade vermeye gider, savunmamızı rahatlıkla yapardık. Dava açılırdı, mahkeme ceza verirdi ve ancak Yargıtay’da kesinleşince tutuklanırdık. O günün fiziki saldırılarının yerini bugünün yargı yöntemleri aldı. Düşüncenizi açıkladığınız anda hakkınızda soruşturma açılıyor ve ifade için savcılığa gittiğinizde de tutuklanıyorsunuz. Tutuklama kararlarının bu kadar yaygın ve kolay verilmesi bugüne özgü. İHD olarak, o kadar çok şube yöneticimiz ve üyemiz hapiste ki! Benim de şu an 17 yıl 2 ay hapis ve 350 bin lira gibi bir para cezam var. Hapis cezalarından kesinleşen olmadı henüz, ama para cezalarını uluslararası dayanışmayla ödüyoruz. Yani bu dönemde insan hakları savunucularına karşı daha ziyade yargı bir tehdit aracı olarak kullanılıyor.

1990’ların devlet tarafından korunanları kimlerdi, bugün kimler?

1990’ların derin devleti hükümetlerden daha fazla söz sahibiydi. Bence çözüm sürecinin bozulmasından sonra, AKP’nin derin devletin en derin kanadıyla işbirliğine gitmiş olması bizi daha saldırgan bir yapıyla karşı karşıya bıraktı. Devlet güçlerine karşı her zaman cezasızlık söz konusuydu, ama şimdi artık bu cezasızlık yasal dayanaklara da kavuşturuldu. Eskiden devlet birtakım suçları reddediyor, “biz yapmadık” diyordu. Şimdi ise açıkça “biz yaptık, dahasını da yapacağız” diyorlar. Çeşitli Instagram hesaplarında, açıkça savaş suçu olan birtakım görüntüler yayınlanıyor ve altlarına da “iyi yaptınız, oh, ellerinize sağlık” gibi yorumlar yazılıyor. 1990’larda bile devlet eliyle şiddet bu kadar meşru görülmüyordu.

1997’den beri, devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye maruz kalan kadın ve trans kadınlara ücretsiz avukatlık yapıyoruz. Bugüne kadar bu bağlamda açılan hiçbir davada hiçbir devlet görevlisi cezalandırılmış değil.

Sosyal medya insan hakları savunucularını olumlu ve olumsuz olarak nasıl etkiliyor?

Sosyal medya şiddet görüntülerinin topluma daha hızlı ulaşmasına ve toplumun “şiddetsever” hale getirilmesine yol açıyor. 1990’larda bile toplumda şiddetseverlik bu kadar yaygın değildi. Elbette sosyal medya bir yanıyla iyi bir devrim, ama kötülük saçanlar açısından da olanaklar sağlıyor. Devlet de sosyal medyayı kullanıyor. Bakın, çocuğu dağda olan bir müvekkilim “Osmanlı Hatunu” isimli bir Instagram sayfasında yayınlanan bir görüntüde kafası kesilmiş çocuğunu teşhis etti. İnsanlar suç duyurusunda bulunmaya bile korkuyor.

AKP milletvekili Şirin Ünal’ın evinde çalıştırdığı Nadira Kadirova’nın, milletvekilinin silahıyla canına kıydığının iddia edildiği olayı yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Kadirova’nın yakınlarının da bu olayın peşini bırakmak istemediği, ama korktukları söyleniyor. Bu olayla ilgili soruşturmanın seyri ne yönde ilerliyor?

İHD Genel Merkezi Kadın Komisyonu adına olayın ilk gününden itibaren aileye ulaşmaya çalıştık. Daha sonra ailenin bir yakını bana ulaştı ve benimle çok şey paylaştı. Ailenin bir avukatı olduğu için benim bunları paylaşmam doğru değil, ama kendisi paylaşacak. Bana gönderilen bazı fotoğraflar çok çarpıcı. Şirin Ünal’ın TBMM’deki odasında Nadira son derece rahat fotoğraflar çektirmiş. Hasta eşine bakıcı olarak tuttuğu bir çalışan, niye milletvekilinin Meclis’teki odasına bu kadar rahat girebilsin ve bu kadar rahat pozlar versin? Bu, hayatın olağan akışına uygun değil. Abisinin çok çarpıcı beyanları var, ama bunları da mesleki saygıdan ötürü benim açıklamam doğru olmaz. Dediğim gibi, ailenin avukatı bunları açıklayacaktır. Öğrendiklerimizden, ulaştığımız bilgilerden çıkardığımız sonuç şu: Eğer bir cinayet değilse bile, intihara sürükleme kesinlikle söz konusu. Geçen hafta Şirin Ünal hakkında suç duyurusunda bulunduk ve bunun takipçisi olacağız. Çünkü ana dosyada Ünal, şüpheli olarak gözükmüyor.

Yargının ve idarenin bu olayla ilgili genel yaklaşımı ne yönde?

İçişleri Bakanı ilk gün “yakından takip ediyorum, açıklama yapacağım” dedi, ama hiçbir şey açıklamadı. Şirin Ünal ise Suriye harekâtının başlamasıyla birlikte bildik milliyetçi, militarist göndermelerle dolu bir konuşma yaptı. Aslına bakarsanız, olaya ilişkin asla konuşmuyorlar. Zaten bu bile olayın mahiyetine ilişkin açık bir gösterge. İstanbul Sözleşmesi imzacı devletlere kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda önemli yükümlülükler getiriyor. Bir kere, bu soruşturma kesinlikle İstanbul Sözleşmesi’ne uygun yapılmıyor. Burada Şirin Ünal’ın mutlaka şüpheli olarak gösterilmesi gerekiyordu. Çünkü olay bizzat onun silahıyla gerçekleştirilmiş. Silahtaki izler silinmiş olabilir, ama sonuçta bu kişinin silahı, bu kişinin evinde patlamış. Eski bir NATO askeri ve bir milletvekilinden söz ediyoruz. Evdeki bir çalışan bu kişinin silahına nasıl bu kadar kolay ulaşabilir? Ayrıca, dediğim gibi, abisinin çok önemli anlatımları var, ama şu anda açıklayamıyorum. Tabii bunları savcılığa sunacağız.

Fiziki işkencede bir dönem kısmen bir azalma yaşandıysa da, halihazırda 1990’lara döndük. İfade özgürlüğü ise o yıllardan daha kötü durumda. Cezaevlerindeki tablo korkunç. Hasta mahpuslar açısından bugün 1990’lardan da kötü.

Kadınlara yönelik devlet güçleri kaynaklı cinsel şiddetle ilgili davalardan genelde ne tür kararlar çıkıyor?

1997’den beri, devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye maruz kalan kadınlara ve trans kadınlara ücretsiz avukatlık yapıyoruz. Bugüne kadar bu bağlamda açılan hiçbir davada hiçbir devlet görevlisi cezalandırılmış değil.

AİHM’de de mi?

AİHM’de Türkiye ceza aldı, ama iç hukukta, bildiğim kadarıyla, bir tane bile ceza verilmiş değil. Çok sayıda işkence davası da var ve bu konuda korkunç bir cezasızlık politikası uygulanıyor. Tabii bu yeni bir sorun değil.

Türkiye, işkence başta olmak üzere temel hak ihlâllerinde nasıl bir yolda?

Gözaltında kaybetme ve kontrgerilla cinayetleri politikasına dönülmüş değil; tek fark bu. Ama fiziki işkencede bir dönem kısmen bir azalma yaşandıysa da, halihazırda 1990’lara döndük. İfade özgürlüğü ise o yıllardan daha kötü durumda. Cezaevlerindeki tablo korkunç. Hasta mahpuslar açısından bugün 1990’lardan da kötü. Böylesi bir tablo içinde insan hakları savunucularının da sürekli baskı ve tehdit altında olması şaşırtıcı değil.

Sizi televizyon ekranından hedef gösteren ve hakaretlerde bulunan Nedim Şener hakkında hukuki girişimde bulunacak mısınız?

Nedim Şener ve Ahmet Şık cezaevindeyken defalarca açıklamalar yaptık, onların hakkını savunduk. Beni hedef gösterdiği akşam, televizyondaki açıklamaları üzerine tamamen politik bir tespitte bulundum. İHD’nin Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu’ndayım ve bu konuyu sürekli takip ediyoruz. Canlı yayında o kadar kötü şeyler söyledi ki, ben de Nedim Şener’e “sen nasıl bir Kürt düşmanısın” dedim. Bu bir hakaret değil, politik bir tespit. Kaldı ki kendisinin bunu hakaret olarak da algılayacağını sanmıyorum. Canlı yayını izlerken, Nedim Şener’in, attığım tweet’i okuyup beni milyonların önünde hedef gösterdiğini gördüm. Birçok ölüm olayında medyanın nasıl kullanıldığını çok iyi biliyoruz ve bizim can güvenliğimiz yok. Şener’in beni hedef göstermesiyle beraber günlerdir binlerce tehdit alıyorum. Anneme, aileme kadar tehditler alıyorum. O nedenle Nedim Şener’in yaptığı affedilmez bir şey. Suç duyurusunda bulunacağım tabii.

^