Parmak ısırtan bir kişilikti. Müstesna bir müzik insanı olmasının yanı sıra felsefe, tarih, mitoloji ve siyaset allâmesiydi. Dahası, bir bilgeydi. Beş yıl önce bugün, 21 Kasım’da aramızdan ayrıldı. 2001’de, aranjörlüğünü yaptığı Grup Gündoğarken albümü “İstanbul-Atina-İstanbul” münasebetiyle, hayat ve müzik yoldaşı Vassiliki Papageorgiou’yla birlikte Roll’un 51. sayısına konuk olmuştu. Anısı önünde saygıyla eğilerek naklediyoruz…
İstanbul-Atina-İstanbul keman taksimiyle başlıyor…
Nikiforos Metaxas: Hasan Esen! Hasan bir tarih. Sivaslı. Bağlama çalıyor önce, sonra o da benim gibi Niyazi Sayın’a tutuluyor. Onu bir gün radyoda duyuyor ve ailesini, çoluğunu, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşlerini alıp İstanbul’a göç ediyor, Niyazi Sayın’dan feyz almak için. Hasan’ın eviç makamında yazdığı bir Mevlevi ayini var. Uzun zamandır birlikte çalışıyoruz.
Niyazi Sayın’a nasıl tutulmuştun?
İstanbul’a gelmemin sebebi odur. Selanik’te geleneksel müzikler üzerine çalışıyordum, Bizans müziği, Yunan halk müziği… Bir gün biri bir kaset getirdi, bir bayatî Mevlevi ayini… Orada öyle bir ney taksimi vardı ki, kulaklarıma inanamamıştım. İstanbul’a onunla tanışmak için geldim ve kapısını çaldım. Knock, knock, knock, knocking on heaven’s door… (gülüyor) Çok güzel bir insan, beyaz saç, beyaz bıyık, fakat bıyıkları sararmış, Birinci sigarasından, feci tiryakiydi, zincirleme içerdi. 78’lik plaklar çalıyordu, Cemil bey, Yorgo Bacanos… Beylerbeyi’nde oturuyordu, ona yakın olmak için ben de Çengelköy’de ev tuttum. Hocam oldu, ustam oldu, dost olduk. Bana rakı içmeyi de o öğretti, şaraptan rakıya geçtim. İkisi başka kafalar. İlk dersimiz rakıydı, Niyazi Sayın ağır makinalıdır… Bir dakika, size bir şey göstereceğim. (Çantasından bir CD çıkarıyor.) Ne yazıyor? “Niyazi Sayın – Sufi Music of Turkish”. Gramer yanlışı resmen. “Sufi Music of Turkey” olması lâzım. Niyazi Sayın büyük usta, son büyük usta. Çok az kaydı var. Tamam, iyi bir iş yapmışlar, bir Niyazi Sayın CD’si hazırlamışlar. Ama şu yazdıklarına bakın. Önce özensizlikten zannettim, plak şirketine sitem ettim. Fakat meğer bilerek yanlış yazmışlar. Özürleri kabahatlerinden büyük: Turkey, İngilizcede hindi demek olduğu için, “Sufi Music of Turkey” demek istememişler. Bu nasıl bir komplekstir ya! Aklım almıyor.
Herkes ağlıyor burada, ezan bile. Herkes ağlıyor, yitirilmiş cennete, yitirilmiş sevgiliye… Gurbetin ve hasretin şehri İstanbul. Bir de, bekleyişin şehri. Bekleyişin ve ekstremin… Ve keşmekeşin.
Halbuki şahane bir hayvan, bayrak bile olur. Hele yabani hindi muhteşem; kuyruğu, tavuskuşuna parmak ısırtır…
Fransızların milli sembolü horoz, onlar horozla övünüyor, Türkler hindiden utanıyor. Bu nasıl bir kompleks, anlamıyorum. Bari “Turkish Sufi Music” yaz, onu da yapmıyorlar. Niyazi Sayın gibi bir adamın albümünü bu şekilde yayınlıyorlar.
“İstanbul-Atina-İstanbul”a kaldığımız yerden devam edelim mi? Sırayla gidelim, ilk şarkıyla başlayalım, “İstanbul Ağlıyor”la..
İSTANBUL AĞLIYOR
Otuz tane şarkı vardı aslında, Gündoğarken çok üretken bir grup. Otuz şarkıdan 14’ünü seçtik. İlhan (Şeşen) bunu istemedi, ama ben ısrar ettim.
Senin hoşuna giden ne o şarkıda?
Herkes ağlıyor burada, ezan bile ağlıyor. Gurbetin ve hasretin şehri İstanbul. Herkes ağlıyor, yitirilmiş cennete, yitirilmiş sevgiliye…
İstanbul deyince başka neler geliyor aklına?
Bekleyişin şehri İstanbul. Bekleyişin ve ekstremin… Ve keşmekeşin. İstiklal Caddesi’ni gözünüzün önüne getirin: Walt Disney tramvayı gidip geliyor. Keşmekeş ve bekleyiş…
Niye İstanbul’da yaşamayı seçtin?
O beni seçti. Ben Afrikalıyım, Zimbabweliyim. Annem, babam İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan’dan oraya göç etmişler. Zimbabwe’nin Rodezya olduğu zamanda doğdum, 20’li yaşlarıma kadar orada yaşadım. Beni İstanbul’a çeken ne, çok iyi biliyorum. Ekstrem durumları seviyorum, ekstrem aşk, ekstrem arzu… Tehlikeli yaşamayı sevmem, ama aşırılığı severim.
Kıbrıs Türkü bir arkadaşımız Güney Kıbrıs’ta yaşamayı seçti. Onun seçiminde bir protesto boyutu var, senin için de aynı şey geçerli mi?
Benimki protesto değil, talep. Talep ediyorum. Kendimi talep ediyorum. Beni ben yapan, birlikte olduğum insanlardır, dostlarımdır, dostlarımla birlikte yaptıklarımdır, onlarla paylaştığım şeylerdir, ortak tarihimizdir…
Ben Afrikalıyım, Zimbabweliyim. Zimbabwe’nin Rodezya olduğu zamanda doğdum, 20’li yaşlarıma kadar orada yaşadım. Beni İstanbul’a çeken ne, çok iyi biliyorum. Ekstrem durumları seviyorum, ekstrem aşk, ekstrem arzu…
Yunanistan kökenli bir Zimbabweli ya da Zimbabwe kökenli bir Yunanistanlı olarak ve İstanbullu olmayı seçmiş biri olarak, nasıl bir şey bu ortak tarih?
Türkiye büyük dramlara sahne olmuş bir dörtyol ağzı. Hititler, Helenler, Roma, Bizans, Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlığı, Birinci Dünya savaşı, Cumhuriyet Türkiyesi… Doğudan son büyük istilanın yaşandığı yer burası. En sonuncusu, bir daha doğudan gelen bir istila olamaz. Şimdi tam tersi oluyor, batı doğuyu istila ediyor. Türkiye tarihsel olarak bu coğrafyanın trajedisine hapsolmuş durumda, ve bu trajediyi aşabilmek için tarihi kararlar alma noktasında. Nuri Yılmaz’dan (Diyanet İşleri Başkanı) ve diğer İslâmî otoritelerden orduya, meclise kadar hepsi, geleceğe dair dramatik tarihi kararlar almak durumunda: Bu mülkü nasıl daha değerli kılabiliriz, nasıl daha iyi yaşanır bir yer haline getirebiliriz? Tarihin bu moment’inde, bu dramanın içinde olmaktan memnunum, hatta kendimi talihli addediyorum. Burada insanların bu trajediye meydan okuduklarına tanık oluyorum ve ben de kendi payıma düşeni yapıyorum. Bir oy veriyorum, oyumu koyuyorum. Bir mozaik bu. Mozaik küçük küçük taşların bir araya gelmesidir, küçük taşlar bir araya gelir ve bir resim, bir ikon çıkar. Her bir küçük taşın önemi, ağırlığı var, her biri bir oy demek. Ben de kendi oyumu veriyorum. Birlikte bir resim yapıyoruz: Siz, ben, o, öbürü, hepimiz…
Peki ortaya çıkan ikon veya resim nasıl bir şey?
Führer değil tabii ki. (gülüyor) Ne olduğunu hissedebilirim ancak, tarif edemem. Bir imge, bir vizyon… Pir Sultan Abdal mesela! Onun imgesi, onun vizyonu: “Kaşlarının arasında mihrabımı görüyorum, Kıblemi görüyorum!” Resim o: Pir Sultan.
Pir Sultan ne ifade ediyor senin için?
Ben Afrikalıyım, ruhlara inanırım. Pir Sultan bir esin perisi, esin kaynağı. Âşık, müzisyen, folk şairi. En başta âşık. Şarkıları, nefesleri insanlık durdukça duracak. Evrensel bir zihin o. Erkek veya dişi değil, “o” sadece. Cinsiyeti yok. Ötekiyle nasıl dans edeceğiz? Zulmü nasıl aşabiliriz? Aşkı nasıl yaşayacağız? Pir Sultan duvarları yıkıyor, kapılar, yollar açıyor…
ELLERİMDE ÇİÇEKLER
Akorlar “Hotel California”. Gitarı Kleon (Antoniou) çalıyor. Hüzün var, ama “Hotel California” hüznü değil, alaturka hüzün. (mırıldanıyor) “Beni böyle çaresiz, beni böyle derbeder…” Country de var bu şarkıda. Albümün altyapısı, davul, bas, gitar, Yunanistan’ın en ilerici grubuna, Mode Plagal’a ait –ilerici derken müzikal gelişmişliği kastediyorum. 1993-94’ten beri Türkiye’ye geliyorlar. Türk müziğini, Balkanları, Bizans müziğini, Yunan halk müziğini, Trakya’yı, Karadeniz’i çok iyi biliyorlar. Yunanistan’da küçük, ama bilgili bir çevre içinde çok seviliyorlar.
Mode Plagal’in manası ne?
Mode Plagal Bizans müziğinde bir makamın adı. Bir yan makam, tevazularından ötürü o ismi almışlar.
Yaptıkları müzik nasıl adlandırılıyor?
Onları caz, rock, caz rock, country caz gibi etiketlerle anıyorlar. Caz ne demek ki zaten? İlerici kafaları var: Afrika, Güney Amerika ritmleriyle birlikte Türk ve Yunan müziğinin ritmlerini kullanıyorlar. Yaptıkları müziğe Trakya cazı denebilir. Ritm ve melodiler geleneksel Yunan müziğine dayanıyor.
“Hotel California”nın enteresan bir dizesi var: “You can check out any time but you can never leave” (İstediğin zaman ayrılabilirsin, ama hiçbir zaman terk edemezsin). Bir de Kavafis’in ünlü dizeleri tabii: “Bu şehir ardından gelecek…” Deminki İstanbul bahsine dönersek, İstanbul’un seni “seçme”sine…
Kavafis Samatyalıydı, o şiiri yazarken zihnindeki şehir, İskenderiye değil, İstanbul’du belki de… Geçen sene Apo mapo, Yunanistan-Türkiye ilişkileri gerginleşti. İşsiz kaldık. Yunanistan’da Türk müziği dinlemek istemiyorlardı, burada da Yunan müziği için aynı şey vardı. Biz de Afrika’ya gittik. Geri dönmek istemiyordum: Çok fazla nefret vardı iki tarafta da. İnsan üzülüyor, 15 sene sonra savaşa toslamak acı veriyor… Afrika’dayken depremi duydum, Zimbabwe televizyonunda, AIDS haberlerinin arasında. Üç gün zombi gibi dolaştım.
Vassiliki Papageorgiou: Telefon bağlantısı yok, kimseden haber alamıyoruz, ölenler arasında dostlarımız var mı, hiçbir şey öğrenemiyoruz. Öyle çaresizce oturup bekliyoruz. Bir kâbustu…
Nikiforos: İstanbul’un bizim için özel bir anlamı var. İstanbul Atina’nın alternatifidir. Yunan adalarının bazıları cennet gibi. Ama İstanbul, cennetin ta kendisi. Kim ne söylerse söylesin. Sizi Orta Asya’ya, bizi antik Yunan’a çekiştirmeye çalışsalar da, İstanbul trajik bir buluşma noktası. Daha Colombus Amerika’yı keşfetmeden önce varolan bir çatışma söz konusu. Bu çatışma Yunan geleneği ve Türk dünyası arasında, bunlar her ne anlama geliyorsa… Ama üçüncü bir boyut var: Ege ve Akdeniz faktörü. Anadolu öyle bir toprak ki… Okyanuslar arasında: Akdeniz’in bir ucu Atlas okyanusuna, öteki ucu Hint okyanusuna açılıyor. Ve Avrupa burada başlıyor. Haçlılar ne yapmaya geldiler? Sırlarımızı yağmalamaya… Haçlıların odak noktası Anadolu’ydu, Kudüs değil.
Türkiye büyük dramlara sahne olmuş bir dörtyol ağzı. Doğudan son büyük istilanın yaşandığı yer. Türkiye tarihsel olarak bu coğrafyanın trajedisine hapsolmuş durumda ve bu trajediyi aşabilmek için geleceğe dair dramatik tarihi kararlar almak durumunda.
Haçlı şövalyeleri gelip Anadolu’dan altın değerinde fikirler aldılar, Anadolu’dan götürdükleriyle Avrupa’yı inşa ettiler. Notre Dame kilisesinin ve nicelerinin temelinde Anadolu’nun taş ustalığı vardır. Batı sanatını esinlendiren Anadolu medeniyetidir, Rönesans’ın harcında Anadolu kültürü vardır. Çalışan insanları, işçileri, zanaatkârları koruma fikri, loncaların, dayanışmacı örgütlenmelerin nüveleri Anadolu kökenlidir. 1307’de Fransa kralı Philippe Le Bel’e bayrak açan Jacques de Mollay –1314’te yakılarak idam edildi– bütün lonca fikriyatını Anadolu’nun Ahi geleneğinden almıştı. İlk enflasyonist politikanın mucidi Fransa Kralı Phillip Le Bel’in (Güzel Filip) aksine, Jacques de Mollay altının değerini sabit tutmak için mücadele ediyordu. Jacques de Mollay… (mırıldanıyor) “Frère Jacques, frère Jacques / Dormez vous? Dormez vous? Sonne le matine Sonne le matine ding dang dong…” O zamanlar, öncelik işçilerin esenliği ve güvencesiydi. Şimdi tam tersi…
Geçen sayıda, Meksika izlenimlerini aktaran arkadaşımız Orhan Esen, “İspanyol fatihler aslında fethedemediler, dillerini ve dinlerini verdiler, ama yerli kültürün içinde eridiler” yorumunun genel kabul gördüğünü söylüyordu. Anadolu’nun gerek Grekler, gerekse Türkler tarafından fethinde de benzeri bir durum var mı sence?
İspanyol istilasından bir farkı var Türklerin Anadolu’ya gelişlerinin: Türkler kurtarıcılar olarak geldi. Anadolu halkı, merkezi hükümetin, İstanbul’daki bürokratların cenderesi içinde yaşıyordu. Türklere sivil halkın direnişi olmadı. Milyonlarca Rum kendi dillerini terk edip Türkçeyi benimsedi. Aslında, bugünkü Türklerin, Anadolu halkının yüzde 60’ı Yunan asıllıdır… Grekler Anadolu’ya M.Ö. 700’de geldiler. Konuştukları Grekçe değildi, bir Afrika diliydi. Hitit imparatorluğu, Greklerin istilasıyla çöktü. Sonra Roma geldi, ardından Hıristiyanlık başladı. Fakat şu da var: Yunanlar hiçbir zaman bir ırk olduklarını iddia etmediler. Yunanlar bir ırk değil, bir kabileler federasyonudur, daha önemlisi, bir kültürdür. Bir kültürü kabul etmiş ve Yunanca konuşan bir halktır, Arnavutuyla, Slavıyla… O kültür, Romalıları kendi içinde eritti, Romalılar Grekleşti.
Vassiliki: Romalıları dramayla, pedagojik bir tarih anlayışıyla, pedagojik bir tanrı anlayışıyla tanıştıran Grekler oldu.
Nikiforos: Anadolu halkı Alparslan’ın mirasçısı değildir. Anadolu halkı Anadolu kültürünün mirasçısıdır.
Nasıl bir miras bu?
Temelinde Mevlevi ve Bektaşi düşüncesi olan bir maneviyattır bu miras. Anadolu maneviyatı, öteki İslâmiyet yorumlarından –Arap, Hint– farklıdır, çünkü harcında Mevlevilik ve Bektaşilik vardır.
Peki, tek tanrılı dinler öncesinden kalan bir kültürel miras da var mı?
Eski uygarlıklardan kalan miras orji geleneğidir. Şimdilerde orji denince grup seks anlaşılıyor. Orji öyle New York’ta, orda burda olduğu gibi soyunarak yapılacak bir şey değildir, insanlık durumunun, insanın kendi kendisine koyduğu sınırların aşılmasıdır. Dionisos ruhudur, bir aşkınlık, bir vecd halidir. Coşkulu bir aşktır, “öteki”yle “bir” olmaktır.
Vassiliki: Orji sadece zihne değil, bütün bedene dairdir. Bedenden kasıt cinsellik değil, bütün varoluş. Beden coşkunun içindedir. İnsanın bedeni de kutsaldır, ona yasak konamaz, ket vurulamaz. Orji sadece Dionisos değil, Kibele ruhudur. Mecazî bir şeydir, bütün sınırları aşmak anlamındadır.
Nikiforos: Bir komünyondur. Kilise ve resmî İslâm kurallar koyar, düzenler, ayırır, böler. Mevlevi felsefesinde “vahdet-i vücut” vardır; bu, insanlık durumunun aşılmasıdır. Öldürerek, katlederek değil, aşkla aşılır insanlık durumu. “Gelin canlar, bir olalım”ın manası budur.
BAĞLAR
Bu şarkının bir de Vassiliki’nin söylediği Yunanca versiyonu var, ama o albümde yer almadı.
Yunanca versiyonunda sözler nasıl?
Aşağı yukarı aynı, ama Vassiliki’nin versiyonunun adı “Narlar”… Nar müthiş bir imge.
Neyi sembolize ediyor?
(Kütüphanesine gidip kitapların arasından kurutulmuş bir nar getiriyor) Sihirli bir meyve bu. “Bir”in içindeki çokluk ve çokluğun “bir”liği. Cennet meyvesidir aynı zamanda.
Vassiliki: Bu şarkı, Anadolu geleneğiyle Latin Amerika sound’unu bir araya getiriyor. Sözler kalıp değil. “Bağlar bağlar / Beni anlar” kafiyeden ibaret değil. Bektaşi nefesleriyle ve türkülerle aynı duyguyu, aynı havayı taşıyor, ama o duyguyu modern bir tarzda ifade ediyor.
Nikiforos: “Bağlar”ı amca (İlhan Şeşen) yazdı. Asmaların hayalini kuruyor; şarabın, orjinin, aşkın, esrikliğin, özgürlüğün… Bağlar bende de aynı duyguyu uyandıran bir imgeydi, Bağlarbaşı’nda tanık olduğum kazaya kadar. Çok soğuk bir kıştı, ‘87’ydi galiba, odun almaya gittim Bağlarbaşı’na. Yaşlı bir kadın karşıdan geçmeye çalışıyordu, bir araba geldi, pam vam… Bir hafta şokta kaldım. Bağlar gibi güzel bir söz ve böyle bir trajedi. Ne zaman bağlar dense, aklıma Bağlarbaşı’ndaki o olay gelir. Onun için “Narlar”ı, Vassiliki’nin versiyonunu daha çok seviyorum.
Pir Sultan bir esin perisi, esin kaynağı. Şarkıları, nefesleri insanlık durdukça duracak. Evrensel bir zihin o. Erkek veya dişi değil, “o” sadece. Ötekiyle nasıl dans edeceğiz? Zulmü nasıl aşabiliriz? Aşkı nasıl yaşayacağız? Pir Sultan duvarları yıkıyor, kapılar, yollar açıyor…
Niyazi Sayın’dan bahsederken, rakı kafasıyla şarap kafasının farklı olduğunu söyledin. Nasıl bir fark bu?
İskoçların Johnnie Walker’ı var, rakı da bizim Johnnie’miz… Rakı tasavvuftur, tasavvuf içeceğidir. Mevleviler, Bektaşiler rakıyı öyle langır lungur içmiyorlar. İçmeden önce dua ediyorlar, hu çekiyorlar… Rakının unutturma gücü var. Rakı beyazın duygusudur. Bütün günahlarınızı unutup yeniden başlayabilirsiniz. Beyaz başlangıçtır. Rakı damıtılır, şarap bekletilir.
Rakının unutturma gücüne karşılık, şarabın hatırlatma gücünden söz edilebilir mi?
Vassiliki: Şarap yavaş yavaş kafa yapar, tatlı tatlı. Rakı çarpıyor, vuruyor, çok direkt. Mücadeleci bir ruh veriyor. Şarap daha sakin.
Nikiforos: Doğru, rakı muharip bir ruh veriyor, şarap gevşetiyor, yatıştırıyor. Şarap daha barışık, daha sosyal, kadın erkek birlikte içilir. Rakı erkek içkisi, uzo da öyle. Şarap Yunanistan’da Fransa’dakinden farklıdır. Fransız şarabı degüstasyon olayıdır, peynirler filan. Yunan şarabı büyük tahta fıçılarda saklanır, onun kokusu siner, reçinelidir, ağır şaraptır, mezesi de yoksul yiyecekleridir…
Neler mesela?
Paça… Fasulye, nohut… Şarap gün ortasında içilir, siestadan önce. Dükkânlar kapanınca millet şaraphanelere gider. Uzo akşamın, gecenin içkisidir, sohbetin, müziğin, dansın… Şarap kıra aittir, halk müziğidir, ailecek içilir. Uzo daha şehirdir…
Vassiliki: Adalarda yemeklerden önce uzo içilir, aperitif olarak. Sonra şaraba geçilir. Şarap evde makbuldür, uzo dışarda, barda bir tek atıp çıkarsın, şarap aceleye gelmez, kendisine zaman verilmesini ister.
YANIMA GEL
Nikiforos: Balkan twisti… ‘60’larda, ‘70’lerde bir gezinti, doğu, batı… Biz doğulular olarak gevşeyip bu anılarla oynaşabilmeli, onların zevkine, tadına varabilmeliyiz… Bu şarkıda amcanın sesinin arkasında kalipso var. (mırıldanıyor) “Oh my island…” Balkan akordeonu ve bir twist
şarkısı… İlhan hatıralar arasında dolaşıyor, onlarla oynaşıyor.
Erkan Oğur “bestelemek hatırlamaktır” diyor, sizce de öyle mi?
Büyük ölçüde öyle… Erkan Oğur’u bütün gün dinleyebilirim. Tamam, bazen monotonlaşıyor, ama eşi benzeri yok, bu dünyanın bir incisi o. Çıkınında bütün gelenekleri taşıyor ve müthiş bir bilgisi var. Rock’n’roll’dan folka, hepsinin hakkını veriyor. Olduğu yerde çok rahat.
“Bestelemek hatırlamaktır”ın platonik –felsefi anlamda– bir tarafı yok mu? Yaratıcılığı devre dışı bırakan, besteciyi ezeli ebedi formları tekrarlayan bir kalıpçıya indirgeyen bir anlayış olmuyor mu?
Evet, öyle bir mesele var: Hareket nerede? Hayat nerede? O zaman türküler donup kalıyor, müzelik oluyor, bugünle, hayatla ilişki kuramıyor.
Vassiliki: Eski, köklü bir ağacı düşünelim. Toprağın dibinde çok güçlü kökleri olan bu ağaç yeni bir dal veriyor. Beste yapmak öyle bir şey, köklerden gelip yeni dallar vermek…
BİN DEFA DEDİM
Nikiforos: Bu şarkıda Anadolu var, adalar var, Ege var. 9/8’lik Yunan zeybeği bu, buzuki var burada. Demin tarih üzerine konuşuyorduk… Anadolu, adalar, Ege: Cevap orada. Nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu bilmemiz lâzım. Coğrafya ve tarih bilincinde bütün mesele. Balkanlar’daki asıl yangın yolda, daha başlamadı diye endişe ediyorum. Paranoya değil bu, endişe. Bence her Türkün ve Yunanın zihninin gerisinde bu endişe bulunmalı. Tarihimizin bilincinde olmazsak, sırtımıza daha fazla kompleksler, dehşetler, günahlar, suçluluklar yükleyecekler. Türkiye’nin çok büyük bir tarihi misyonu, sorumluluğu var. Yunanistan’ın pek o kadar yok; Osmanlı zamanında esir bir ülke, köle bir toplum olduğu için, fazla bir diyet ödemesi gerekmiyor. Türkiye öyle değil, sultanların diyeti var üzerinde. Eğer kendisine pozitif bir yön tayin etmezse, sonuç kötü olacak; Budizmden bir kavramla söylersek, kötü bir “karma” çıkacak. Tarihte her şeyin bedeli ödeniyor çünkü… Türkiye tarihi rolünü idrak etmek durumunda. Çünkü coğrafyamızda bir dram sahneleniyor.
Al Stewart Türkiye Yunanistan arasındaki çatışmayı Troya savaşının devamı olarak yorumluyor…
Bir bakıma öyle. Ama savaş Türklerle Yunanlar arasında değil. Taraflardan biri Amerika ve onun uzantısı olan İsrail. Ve maalesef Türkiye İsrail’in dümen suyunda. Türklerin kalbini kim kazanacak? Ben bir Yunanlı olarak bunu isterim. Rakı tasavvuf içeceğidir. Mevleviler, Bektaşiler rakıyı öyle langır lungur içmiyorlar. İçmeden önce hu çekiyorlar… Rakının unutturma gücü var. Rakı beyazın duygusudur. Bütün günahlarınızı unutup yeniden başlayabilirsiniz.
Rakı tasavvuf içeceğidir. Mevleviler, Bektaşiler rakıyı öyle langır lungur içmiyorlar. İçmeden önce hu çekiyorlar… Rakının unutturma gücü var. Rakı beyazın duygusudur. Bütün günahlarınızı unutup yeniden başlayabilirsiniz.
Türkiyeliler açısından bir de şu var: Ermenilerin kalbini kim kazanacak?
Troya savaşından çok, Habil’le Kabil’in hikâyesi. Promete Zeus’a, fırtına tanrısına sorar: İnsanlık durumu nedir? Neyim ben? Kutsal mıyım? Evrendeki yerim ne? Kardeşimle hep savaşmak zorunda mıyım? Zeus onu cezalandırır. Bir kayaya zincirler, ciğerini kartala gagalatır. Âşık Daimi ne diyor? “Bana eğilsin melekler.” Daimi büyük şair. Şer güçler bu gücü anlayamaz. Daimi, Promete’dir. Herkese meydan okur, Zeus’a, bütün tanrılara. “Ben insanım” der, “ben kutsalım; kardeşimi öldürmek istemiyorum”. Ne papazların, ne ordunun, ne de başka bir şeyin üzerimizde baskı kurmasını kabullenebiliriz. Bu bizim en temel, en vazgeçilmez hakkımızdır. Daimi’nin dediği gibi: “Madem ki ben bir insanım, bana eğilsin melekler…” Şimdi bizlerin önündeki tarihi sorumluluk şu: Çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl bir miras bırakacağız? Zihinlerdeki karanlığı nasıl aydınlığa kavuşturabiliriz?
SICAKLARDANDIR
Bu şarkıda da vokalde Firuz İsmailov var…
Firuz! Bir numara! Azeri. Savaştan sonra geldi. Cazcı. Sezen Aksu’ya aranjman yapıyor şimdi. Grup Gündoğarken buldu onu. Eski rock’çu. Mozambik’te konser verdi. (mırıldanıyor) “Mozambik, Mozambik, Mozambik…”
Bir de Bob Dylan’ın “Mozambique”i var.
Çok güzel şarkı o. Bugün, kaybettiğimi sandığım bir Dylan kasetini buldum, çok sevindim. “World Gone Wrong”. (Mırıldanıyor, teybin düğmesine basıyor, “World Gone Wrong”un sözlerine eşlik ediyor.) Bob Dylan ozan, âşık, şair. Bir numara.
Sence de World Gone Wrong mu, dünyanın çivisi çıktı mı?
Çıktı tabii. Barbarlar hükümdar oldu. Miloseviç değil sadece, o küçük bir maymun. Klonlanmış insan.
Vassiliki: Bir gazete klonlanan kuzuyla, Dolly‘yle Karamanlis’in resimlerini yan yana yayınlamıştı. Birbirlerine o kadar benziyorlar ki…
Nikiforos: Geçenlerde şöyle bir hayal kurdum: Demirel’i klonlamışlar, 60 milyon tane Demirel kopyalamışlar, her taraf Demirel kaynıyor. 60 milyon nüfuslu bir Demirelland. (gülüyor) Bu haftanın Time‘ında okudum, Afrika’da, AlDS’den ölenlerin sayısı 17 milyonu bulmuş. Kimsenin umurunda değil. (dergiyi açıp fotoğrafları gösteriyor) Size bir albüm dinleteyim. Oliver Mtukudzi diye Zimbabweli bir müzisyen bu. (CD’nin kapağını gösteriyor) Bir demo hazırlıyor, aranjörüne veriyor. Fakat albüm tamamlanamadan aranjör ve bütün müzisyenler AlDS’den ölüyor. Oliver da onların anısına o demoyu olduğu gibi yayınlamış. Albümün adı “Tuku Music”. (CD’yi player’a koyuyor, müziğe dansla eşlik ediyor)
Ne papazların, ne ordunun, ne de başka bir şeyin üzerimizde baskı kurmasını kabullenebiliriz. Bu bizim en temel, en vazgeçilmez hakkımızdır. Daimi’nin dediği gibi: “Madem ki ben bir insanım, bana eğilsin melekler…”
AŞK İÇİN
Arabesk mi, Latin mi, ne dersiniz? Iglesias’la arabesk arasında bir yerde. Ritmler “çıkıçak çıkıçak”. (şarkıya tempo tutuyor)
Arap müziğiyle aran nasıl?
Rai’ın enerjisi müthiş. Bağlamanın Arapçası. Daha doğrusu Akdenizcesi, doğu ve güney Akdenizcesi. Mısır müthiş bir ülke aslında, Cezayir, Tunus, Fas da öyle. Bu zenginlik kendisini gösteremedi daha.
“World music” fenomenine ne diyorsun?
Rai yapanlar için, rai world music değil ki, Cezayir müziği. Bizi etkilemesi de, “etnik” müzik olduğu için değil. Bizi etkiliyor, çünkü ortak tarihimizi, ortak deneyimimizi, ortak paydamızı dile getiriyor. Minibüs arabeskinden şikâyetçiysek, İbo’nun ve onun temsil ettiği tarzın bir dejenerasyon olduğunu düşünüyorsak, o zaman Cezayir’e, Mısır’a bakmamız lâzım…
Latin müziğinin etkisine ne diyorsun? Bu son rüzgârdan önce de Latin dönemleri olmuştu. Latinlerle bir ortak paydamız, deneyimiz yok halbuki. Yoksa var mı?
Bu albümde dört Latin şarkısı var. Şapka çıkarıyorum Gündoğarken’e, Anadolu duyguları ve sözleriyle, Akdeniz ve Anadolu sembolizmiyle Latin sound’unu bir araya getirmeyi başardılar. Anadolu dans geleneği, 15/8’lik ritmler, inanılmaz bir şey. Anadolu bossa nova’sı… Bence tamamen bir evrim, buna inanmıyordum, ama ikna oldum, çünkü gerçekleştiğini gördüm. İlhan’ın bunu bilinçli olarak yaptığını sanmıyorum, “şimdi Türk müziğine bossa nova’yı, salsa’yı getiriyorum” diyerek yapmadı… Bence “Social Club” Türkiye’de de var, gizli bir arzu, bir eğilim olarak. Biliyorum, biraz uçuk gibi geliyor, fakat bir sürü genç insan bunu yapabiliyor.
TEMENNİ
“Rüzgâr”dan sonra ikinci defa İlhan Şeşen’le birlikte söylüyorsun. Niye “Temenni” de, bir başka şarkı değil?
Vassiliki: Özellikle sözlerinden ötürü… Sözler benim için çok önemli: Sözlerini sevdiğim bir şarkıyı, müziğini beğenmesem de söyleyebilirim, müziği bir şekilde halledilebilir, düzenlemeyle filan. Ama tersi olmaz: Müziği istediği kadar güzel olsun, sözleri bana güzel gelmezse söyleyemem. Söz uymazsa, olmaz. Şarkı konuşmuyorsa, bir şey söylemiyorsa, bana anlamlı gelmezse söyleyemem.
“Temenni”nin sözlerinde sana güzel gelen ne?
“Temelli bir temenni” çok güzel. Hem temeli olan bir temenni, hem de kalıcı olan bir temenni. Bir temenninin temelli olabilmesi için, temelinin olması lâzım. Bu bence çok önemli. İki anlamıyla da “temelli” olan bir temenniye güvenilebilir, yaslanılabilir. Böyle varolunabilir ve böyle mücadele edilebilir.
Albümdeki favori şarkıların hangileri?
“Bağlar” ve “Temenni”.
World music batının ağacın tepesindeki meyveleri toplamasıdır. Bizimkisi ağacın köklerine, yeraltına inen bir müzik. Gelenekseldir, etnik değildir. Etnik müzik gelenekleri sulandırır, asimile eder. World music kökleri bilmeden meyveleri toplayan şımarık çocuklara benziyor.
ÜÇ OTUZLUK AŞK
Nikiforos: Tam Beatle riff’i bu. Kosova akordeonu var, adalar var, Balkan var… Sözler amcanın; onun bakış açısı. Albümün bütününü çok evrimsel buluyorum. Batı müziği bombardımanı altındayız, yoğun Amerikan etkisi altındayız. Türk-Yunan müzikal deneyimi çok önemli.
Türkiye’de Yunan müziği sevilir, dinlenir. Bu aşkın Yunanistan’da karşılığı var mı?
Arkadaşım Takis Bourzikof buradaydı, iki bin tane plak aldı. Atina’da plakçı dükkânı var…
Neler var aralarında?
Niyazi Sayın, Neyzen Tevfik, Arif Sağ, Ali Ekber Çiçek, Erkan Oğur… Tabii ki Okay Temiz, Sezen Aksu da aldı.
Vassiliki: Yunanistan’da geleneksel Türk müziği sevilir, âşık ve Alevi müziği, Osmanlı müziği… İnsanlar doğal olarak köklerini seviyorlar.
“Türk faktörü” bir engel teşkil etmiyor mu?
Nikiforos: Türklerin şunu anlaması lâzım: Bizans Yunanistan’ın tarihi geçmişidir. Türklerin gelişiyle birlikte, Yunanlar yurt edindikleri, yurt olarak benimsedikleri Anadolu’dan sürülüyorlar. Osmanlılarla birlikte de bağımsızlıklarını kaybediyorlar, anayurtları fethediliyor, sömürge durumuna düşüyorlar. Kendinizi bir an için onların yerine koyun. Şunu da teslim etmek lâzım: Yunanlar Beyrut’ta, İskenderiye’de, Akdeniz’de başka halklarla karışmışlardır, başka halkları tamamlamışlardır. Belki İtalyanlarla değil ama, İtalya’nın doğusundaki bütün Akdeniz halklarıyla, Araplarla, Türklerle kaynaşmışlardır. Şimdi Yunan yarımadasına sıkıştık kaldık. Beyrut’tan, İskenderiye’den, İstanbul’dan, İzmir’den sürüldük. Yunanların hatası olmadı demiyorum –Pan Hellenizm, Megalo Idea gibi tuzaklara düştük, düşürüldük–, neticeyi söylüyorum: Bağlarımızı yitirdik. Mısır’la, Lübnan’la, Türkiye’yle, Karadeniz’le, Romanya’yla bağlarımız koptu. Yunanların da şunu anlaması lâzım: Yunanistan ancak başkalarıyla içiçe olursa nefes alabilir. Nefes alabilmek için o bağları yeniden tesis etmemiz lâzım. Bosphorus’la yapmaya çalıştığımız da bu: Bizans ve Osmanlı müziğini bugüne taşımak.
Bosphorus nasıl bir grup, kompozisyonu, çizgisi ne?
Türk ve Yunan müzisyenlerden oluşan bir topluluk. Ticari bir girişim değil. Çok ciddi bir grup. Osmanlı ve Mevlevi geleneğinden hareket ediyor. Bu gelenekler içinde Yunan geleneği hep vardır, Mevleviler arasında Yunanlar hep olmuştur. Aynı zamanda bir Akdeniz geleneğidir bu. Unutmayın, ney eski Mısır’da da çalınan bir alettir. Bosphorus, Yunanların bu müzik üzerinde söz hakkı olduğunun ifadesi.
Bosphorus ve bu yaklaşımı nasıl karşılanıyor Yunanistan’da?
Yunanistan’daki avangard müzisyenler, klasikçilerden rock’çulara kadar genç müzisyenler Bosphorus dinliyorlar. Bosphorus gibi çalmıyorlar, ama dinliyorlar, esinleniyorlar. Fakat bu geleneği Yunanistan’a sunmak çok zor oldu, çünkü bir direnç var. Nedense çocuklara bunu öğretmek istemiyorlar, Türklerin hakimiyeti altında yaşadık filan diye. Ama bu bir olgu, 700 yıl silinip atılamaz, bunun adı faşizm olur. Bu yollardan geçtik, şimdi bu noktadayız, sükûnetle düşünelim. Arzuyla, ihtirasla değil, sükûnetle. Çocuklarımıza ne bırakabiliriz? Daha iyi bir hayat için, daha iyi yaşamaları, soluk alıp vermeleri, özgür olmaları, kendilerini ifade etmeleri, yaratıcı olmaları için onları teçhizatlandırmamız lâzım. Dolayısıyla bu geleneği öğrenmek, bilmek, aktarmak zorundayız. Biz batıya ait değiliz, Beethoven, Mozart, Wagner dev müzisyenler, ama bizim dünyamız başka. Bizde derviş geleneği vardır, bütün dünyaya seslenmek gibi bir iddiası yoktur bizim müziğimizin. Dönüşmek için, transformasyon için müzik yapılır.
“Pişman olmak” çok önemli meziyet. Pişman olmazsak maymun oluruz, evrilmek pişman olmakla mümkün. Pişman olma duygusunu kaybedersek, iflah olmayız. Pişmanlıklardır bizi pişiren.
Bosphorus’un müziği nasıl tanımlanıyor Yunanistan’da?
Radyolarda bizi etnik etiketi altında çalıyorlar. Halbuki etnik bir müzik değil bizimki. Bizim etnik müzik dünyasıyla, world music‘le hiçbir alakamız yok. Tepedeki meyveleri toplayan bir şey dünya müziği; bizimkisi ağacın köklerine inen, yeraltına, kayaların, taşların içine, arasına inen bir müzik. World music, batının ağaçtaki meyveleri toplamasıdır. Bosphorus ise ağacın kökleriyle, toprağın altındaki nehirlerle, yeraltı kaynaklarıyla iştigal eder. Gelenekseldir, etnik değildir. Etnik müzik gelenekleri sulandırır, asimile eder. World music, kökleri bilmeden meyveleri toplayan şımarık çocuklara benziyor.
Rai’ın da world music değil, Cezayir müziği olduğunu söylemiştin. Akdeniz’in bu tarafındakiler kendi geleneklerine biraz world music muamelesi yapıyor galiba…
Bazı Türk sanatçılar da Paris’te, orda burda Türk müziğini, hatta Mevlevi geleneğini etnik bir müzik olarak sunuyorlar. Feci dejenere bir şey bu. Sadece dejenerasyona yol açabilir. Biz canlı tutmaya çalışıyoruz bazı güçleri; hayat veren, can veren şeyleri korumaya çalışıyoruz. Bakın, orada bir ney var, Neyzen gibi çalamayabilirim, çok geç başladım. Ama o benim kalaşnikofum.
GÖRDÜĞÜME SEVİNDİM
Bu şarkı arabesk Bob Dylan. “Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me“… Dylan’ın arkasında koca bir tarih, bir gelenek var. Onu sırtlamış getiriyor bugüne. Etnik bir müzik mi yapıyor? Ağacın köklerine iniyor, yeraltı nehirlerine girip çıkıyor, oralardan getirdiklerini anlatıyor bize. Bizim de yapmaya çalıştığımız bu.
Bosphorus’un kaç albümü var?
Yunanistan’da 12. Türkiye’de altı tanesini korsan yayınladılar, resmen iki albümümüz var: Balkan Dreams ve Anadolu Feneri. Anadolu Feneri’ni Nesimi Çimen’in anısına yaptık. Korsan yayınlananlar konser albümleri. Korsan çıkmalarından çok da şikâyetçi değilim, hiç olmazsa insanlar Bosphorus’tan haberdar oldular. Çünkü bunlar geleneksel parçalar, kimsenin özel mülkiyeti değil, herkese ait şeyler. Fakat daha iyi bir sunuşla, fotoğraflarıyla, metinlerle yayınlanmasını isterim tabii. Herkesin ulaşabileceği bir şey olmalı, müzik öğrencilerinden sokaktaki adama.
Bosphorus’un Echoes From The Labyrinth’inin Yunanistan’da yayınlandığını duyduk…
Echoes From The Labyrinth’i 1997’de yapmıştık. Bir Yapı Kredi prodüksiyonuydu. Yapı Kredi’de müzik âşığı bir adam var, Hasan Özel, Bosphorus’un korsan baskılarını görmüş, onun üzerine teklif etmişti. Türkçe ve İngilizce konuşan dünyanın yayın hakları onlardaydı, diğer ülkelerinki ise bizdeydi. Bu, pratikte Yunanistan ve Avrupa anlamına geliyor. Echoes From The Labyrinth geçen ay Yunanistan’da yayınlandı. Türkiye’de çıkmadı, çıkacak gibi de görünmüyor. Nedenini bilmiyorum.
PİŞMANIM
Şanson bu. Şansonları çok severim. Brel, Léo Ferré, Barbara… Brassens ve Moustaki’yi de severim, ama bir numaram Barbara ve Brel. İnanılmaz bir kadın Barbara. Sahnede siyahlar giyerdi. “Mon père” çok güzel şarkıdır. “Pişmanım”da Iraklis Vavatsikas var, Yunanistan’ın en iyi akordeoncusu. Yunan müzisyenler onunla çalışmak istemiyorlar, fazla iyi çünkü… “Pişman olmak” çok önemli meziyet. Pişman olmazsak maymun oluruz, evrilmek pişman olmakla mümkün. Pişman olma duygusunu kaybedersek, iflah olmayız. Pişmanlıklardır bizi pişiren.
“Çiğ idim piştim” dedirten pişmanlıklar mı sence? Bugünlerde “hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım” kalıbı çok revaçta…
Onun için “world gone wrong“… Dünyanın çivisi çıktı, çünkü pişman olmamak barbarlıktır. Kendini hep haklı görmektir. Mutlak haklılık duygusudur. Bu dünyanın en kötü şeyidir. Ötekini ortadan kaldırmaya götüren bir duygudur. “Pişmanım” demezsek insan olamayız.
MUCİZE
Nikiforos: Kleon’un gitarı bu. The Wall esintisi ve çocukluk anıları. Burhan’ın şarkısı. Okuldan eve gelişi anlatıyor. Biraz country rock da var. Grup Yorum gibi politik bir grup değil Gündoğarken… Ama böyle bir albüm yapmak başlı başına politik bir tavır. Çok cesur bir iş: Kalktılar Atina’ya gittiler, Yunan müzisyenlerle birlikte bir albüm yaptılar, bir çok yeni şey denediler, kendilerine yeni ufuklar açtılar. Ve evrildiler; insanın kendisini yenilemesi çok cesaret isteyen bir şey. Ben de siyasi bir insan değilim. Ama benim Türkiye’de yaşıyor olmam başlı başına siyasal bir eylemdir. Bir ideolojinin kampanyasını yapmıyorum, şarkıların kampanyasını yapıyorum, çünkü şarkılardır bizi biz yapan. Mucizevi şeylerdir şarkılar. Magic, man!
Bir aranjörün bu sihirdeki payı nedir?
Eskiden aranjörler biraz şaman, biraz sıhhi tesisatçı gibiydi. Üstlerinde tulumları, ellerinde alet çantaları, bütün güçleri bir araya getiren insanlardı. Yeni kuşak aranjörler çok acayip bir tür. Kravatlı ceketli Wall Street tipleri, ataşe çantalı küçük komputerleri filan… Yaratıcı müzisyenlerle, ruhu olan müzisyenlerle çalışmak istemiyorlar. Ruhsuz, ikinci, üçüncü sınıf müzisyenleri tercih ediyorlar. Hep kendini tekrar eden bir sound istiyorlar. Her şey bilgisayarda, bir maket üstünde yapılıyor, sonra şarkıcı geliyor. Müzisyenleri görmemiş bile, hiç göz teması yok, eros yok, aşk yok. Göz teması olmazsa, aşk olabilir mi? Göz teması olmazsa, müzik olmaz. Ve çocuklarımızın kulaklarını, kalplerini, ruhlarını bu pezevenk maketlere emanet ediyoruz.
Herkes Dylan olamaz, tamam, ama şarkıyazarlarının omuzlarında büyük bir sorumluluk var. Türk şarkıyazarlarının çok büyük sorumluluğu var. Anadolu’nun bütün erdemlerini, âşıkların bilgeliğini bugüne taşımaları, getirmeleri gerekiyor.
Peki sen sıhhi tesisatçı bir şaman olarak geçinme mucizesini nasıl gerçekleştiriyorsun?
Zor oluyor. Ama, bir tercih yapmak gerekiyor. Her şeye sahip olamazsın. Hafta sonu atlayıp Paris’e gitmeyi, birkaç kitap alıp gelmeyi isterdim. Ama işadamı gibi, tüccar gibi düşünmeye başlarsam, en önemli vasfımı kaybederim. Esin perisi terk eder beni. Hayatımın en büyük armağanı düzenlediğim albümler oldu. O sayede Anadolu’nun en güzide geleneklerinin temsilcisi olan sanatçılarla çalıştım: Hurşit Ulgay, Erol Deran, Mutlu Torun, Abdi Coşkun, Necdet Yaşar… Niyazi Sayın hocam oldu. Bu insanlar omuzlarında bütün bir Anadolu geleneğini taşıyorlar. Benim cennetim o insanlar. Eğer o Wall Street tiplerinden biri olsaydım, Abdi Baba çalışmazdı benimle, “hadi ordan pezevenk” derdi, “kimbilir ne haltlar karıştırıyorsun”.
Dİ GEL YANIMA
Latin… Latinesk Türk folk müziği. Bence İlhan başardı bunu. İlhan bir şarkıyazarı. Bir âşık gibi; âşık geleneğinin devamı. Âşık Veysel değil tabii. Artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Köy köy dolaşan âşıklar yok; başka bir zamandayız. Dünyayla temas etmemiz lâzım. Genç insanlar dans etmek, bedenlerini hareket ettirmek istiyorlar. Şarkı yazmak çok önemli bir iş. Herkes Bob Dylan olamaz, tamam, ama şarkıyazarlarının omuzlarında büyük bir sorumluluk var. Türk şarkıyazarlarının çok büyük sorumluluğu var. Anadolu’nun bütün erdemlerini, âşıkların bilgeliğini bugüne taşımaları, getirmeleri gerekiyor. Şarkıyazarı egoist bir insan olmamalı, olamaz. Kendi rahatını, yaşamını düşünemez. Sorumluluğu var çünkü. Afrika’dan Yunanistan’a geldiğimde anayurdum hakkında pek bir şey bilmiyordum. Yunan kızlarına, Yunanistan’ın gökyüzüne âşık olmamın sebebi şarkılardır. Şarkılar sayesinde âşık oluyor insan, komşu kızına, sabah rüzgarına, hayata…
Türkiye’deki popçular arasında özellikle beğendiğin biri var mı?
Çok tuzağa düşüyorlar. Kliklere hapsoluyorlar. Beğendiklerim var, ama “hah işte” diyebileceğim biri henüz yok. Bütün pozitif güçleri kendisinde, şarkılarında birleştiren, basit şarkılarla mutluluk veren, geleceğe olumlu bakan, umut veren biri görünürde yok daha. Aksu hoş bir kadın, ama şeytanla satranç oynuyor, âşık müziği satranç oynamaz. Yeni dünyaya, Türkiye’nin yeni dünyasına ve geleceğe inancı olan biri çıkacak. Nasıl bir şey olacağını bilmiyorum, duyduğumda “evet bu” diyebilirim. Görebildiğim kadarıyla müthiş bir güvensizlik var pop dünyasında, gündelik sıkıntılar, para, ekonomi, devlet… Kendini tamamen halkına adayan, eski âşıklar gibi, Veysel gibi, Nesimi gibi birinin gelmesini bekliyorum. Bugünün Pir Sultan’ını yani… Theodorakis, Hacidakis öyledirler demiyorum, ama çok yaklaştılar. Hacidakis çok şişman oldu, yemeden içmeden, sefahatten… Theodorakis ise Almanlardan daha Alman oldu, son işleri Alman senfonileri gibi. Asıl Pir Sultan, Nikos Gatsos’du. Bütün ömrünü halkına adadı. Onu Türkçeye çevirmek lâzım! Âşık o. Tam âşık… Niye şarkı yazılıyor ki? Çocuklara ip uzatmak için buradayız, bütün yaptığımız bu. Şarkı yazarının umudu olmalı, yanan ateşi olması lâzım, bütün güçleri birleştirebilmeli…
Roll, sayı 51, Mart 2001