“MERHABA CANIM”: BİR ARKADAŞ Z. ÖZGER BELGESELİ

Söyleşi: Anıl Olcan, Merve Erol
29 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI
“Zeki Müren’i seviniz” dediği gibi, biz hepimiz de onu severiz. Ama ne kadar tanırız? Devrimciliğinden hiç tavizi yoksa da 70’lerin iklimine hapsedilecek bir şair midir Arkadaş Z. Özger? İkinci Yeni’yle “toplumcu gerçekçilik” arasında nasıl bir edebiyat kurdu kendine? Şiirlerine de izleri düşen eşcinsel arayışlarını nasıl çelişkiler halinde yaşadı? 1973’te, 25 yaşında ölen Arkadaş, arkadaşlarında nasıl izler bıraktı? Ve nasıl öldü, bir sıkıyönetim gecesinin sabahında cansız bedeni niçin sokakta bulundu? Bugünün kuir edebiyatı nasıl bir okuma alanı açabilir Arkadaş’ın şiirine?.. Doğumundan ölümüne, Mülkiye ve edebiyat çevresinden arkadaşlarının anlattıklarının izinde Arkadaş Z. Özger’in aslına yakın bir portresini çıkarmaya çalışan “Merhaba Canım” belgeseli 29-30 Mayıs’ta ilk gösterimini 40. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda yapıyor. Filmin yönetmeni gazeteci Ulaş Tosun’la Arkadaş Z. Özger’i konuştuk…

Seni Arkadaş Zekai Özger’in izini sürmeye, arkadaşlarını bulmaya iten ne oldu?

Ulaş Tosun: Öğretmen bir ailenin çocuklarıydık. Arkadaş’ın kırmızı kapaklı Sevdadır kitabı bizim evde vardı. Sene 1989 filan, ben ilkokul öğrencisiydim daha. Kitabı açıp okumuyordum belki ama, üstündeki resimden, Arkadaş isminden belki, kapak aklımda hep kalmış. O yıllar Türkiye’nin daha karanlık –ya da şimdiki gibi– olduğu zamanlar. Abimler İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydi, birinin bir öğrenci eyleminde gözaltına alındığı haberi geldi. Bizim evde bir refleks olarak Arkadaş da dahil bütün kitaplar, Ruhi Su’nun, Zülfü Livaneli’nin kasetleri sobaya atıldı. 12 Eylül’ün ardından zaten her şeyi yakmışlar, kalan birkaç yılda toplananlar da “gelip evi basacaklar” diye gitti. Ben de kahrolsun filan demedim, çünkü bildiğimiz insanların başına işler gelmişti evlerinde şiir kitapları var diye, Ruhi Su’nun kasetleri var diye. Hapse atılan, işkence gören akrabalarımız vardı. Öyle bir refleksle ne var ne yok sobada yaktılar. Daha külleri soğumadan abimler bırakıldı, en nihayetinde bir öğrenci eyleminden gözaltına alınmışlardı. Yakılanlara üzülmedik, bunun normal olduğunu düşünmüştük.

Ulaş Tosun

Sonra ben de İstanbul Üniversitesi’ne girdim 90’ların sonlarında. Arkadaş’ın Sevdadır’ın kapağındaki resmi gibi resimler hiç eksik olmuyordu, Edebiyat Fakültesi’nin her tarafına benzer resimleri asılıyordu, öldürülen gençler, üniversiteliler, kahraman olarak görülen 68’liler, hepsi aynı kırmızı fonun üzerinde… O yıllarda protest müzik sanatçılarından Arkadaş’ı biraz tanımaya başladım. Rahmi Saltuk, Grup Yorum, Ahmet Kaya, Grup Ekin, Kutup Yıldızı… En çok da Ahmet Kaya’nın “Alnını dağ ateşiyle ısıtan dostum” diye başlayan şarkısından etkileniyordum: “Başını omuzuma yasla / Göğsümde taşıyayım seni / Gövdem gövdene can olsun…”

Yine de henüz çok şey bilmiyordum Arkadaş hakkında. Sevdadır kitabı bulunabiliyordu piyasada, ince bir kitaptı, ama açıp da okumuşluğum yoktu. Özgün müzik sanatçılarından tanıdığım kadarıyla kafamda bambaşka bir Arkadaş vardı.

Üniversite bitince hatıra diye bir sürü kitap almıştım TÜYAP’tan, aralarında Sevdadır da vardı. Kitapta ilk olarak o bildiğim şiirini aradım, bulamadım. Çünkü şiirin adı özgün müzik besteleyenlerin taktığı isimlerden hiçbiri değil. Ne Ahmet Kaya’nın dediği gibi “Alnında Dağ Ateşi” ne Grup Yorum’unki gibi “İsyan Olsun”. Şiirin adı “Aşkla Sana”. Peki niye isyana, dağ ateşine dönüşüyor bu aşk? Biraz düşündürücü gelmişti bu bana. Ardından “Merhaba Canım” şiirine rastlayınca, tanıdığımı düşündüğüm kişinin varolan kişiyle çok farklı olduğunu gördüm. Birçok şiirinde gördüm bunu, “Beyaz Ölüm Kuşları”nda, “Hüzün Mevsimi”nde, “Kurdeşen”de… Bana üniversitede sorsalardı Arkadaş Z. Özger kimdir diye, Dadaloğlu gibi birini anlatırdım, herhalde öyle biridir derdim. “Ferhat” diye bir şiirini bestelediler, dağları delmekten bahsediyor, dostu alnını dağ ateşiyle ısıtıyor… Veya Kutup Yıldızı’nın “Sevdadır”ından dinlediğimizde epik bir şair çıkıyor karşımıza. Ama şiirini bizzat kendisinden okumaya sıra gelince, başka birisi olduğunu veya Türkiye’nin sol siyasi dilinde en azından benim rastlamadığım bir imge dünyasının, dilinin olduğunu gördüm.

Belgeselde siyasal aidiyetine ilişkin pek bir bilgiye ulaşamadık. Fikir Kulüpleri Federasyonu üyesi olduğunu öğrendik. Dev-Genç’e evrilirken içinde yer aldı mı, almadı mı, bilemiyoruz.

Arkadaş Z. Özger’i protest müzik şarkılarından tanıdım. Bana üniversitede sorsalardı kimdir diye, Dadaloğlu gibi birini anlatırdım. Ama şiirini okuyunca, başka birisi olduğunu, Türkiye’nin sol siyasi dilinde en azından benim rastlamadığım bir imge dünyasının, dilinin olduğunu gördüm.

Hüseyin Cevahir’le bir dergi projeleri var, Basın-Yayın öğrencisi ve bir edebiyatçı olarak o da toplantılara katılıyor. Dev-Genç ve sonrasında örgütlü olarak aktif olmasa bile, Kızıldere’ye giden yoldaki herkese aşina, kimiyle ahbap…

Belgeselde Tuğrul Eryılmaz biraz da bunu kastederek “biz Mahir Çayan taraftarlarıydık” diyor. Sempatizan da değil ama, taraftar… Oktay Etiman anlatıyordu galiba, Youtube’da olmalı, “altmış-yetmiş bin kişilik mitingler Dev-Genç silahlı mücadeleye evrilince beş-altı bine düştü” diye. Arkadaş o altmış-yetmiş binlik kitlenin içinde en azından.

Hüseyin Cevahir’le dostlukları var. Hüseyin Cevahir’i işler henüz çok kızışmamışken edebiyatla ilgilenen, öyküler yazan bir genç diye anlatıyorlar. Yordam dergisi çevresinde yer alan gençlerden biri ilk başlarda. Tuğrul Eryılmaz da onunla yakın dost, anlattığına göre Eryılmaz’ın farklılıklarından haberdar. O yüzden diyorlar “seni FKF’ye başkan seçmeyecekler”, “boşuna aday olma, seni üzerler” diye. Ben Hüseyin Cevahir’in biraz daha farklı bir figür olduğunu düşünüyorum. Belgeselde Mehmet Savaş Dizdar anlatıyor, Arkadaş’ın eşcinsel olduğu söylentisi üzerine tiyatroyu bırakması için bir ton şey yaptık, ötekileştirdik, dışladık diyor. Hüseyin Cevahir bu genel tabuya uygun davranmamış bence. Belki o kuşak içinde onun gibi başka isimler de vardır ama, Hüseyin Cevahir’in bu yönünü net olarak biliyoruz en azından. Belki bunun içinde Dersimli oluşunun, oradaki çokkültürlü yapıdan gelişinin, öyküyle ilgilenmesinin payı vardır.

Her yıl birkaç derginin Arkadaş Z. Özger’le ilgili bir sayısı olur, ama bunca yazılanın içinde aradığım sorulara yanıt bulamadım. Sorulması gereken soruların sorulmadığını, ortak anıların da sansür süzgecinden geçmiş haliyle anlatıldığını düşünüyorum bugün. Sevdadır’ın girişindeki yazılarda, eylemlere gitmezdi, biraz kırılgandı diye anlatılıyor veya çok üstü kapalı göndermeler var. Mesela Cavit Kürnek için dostu diyorlar, ama tırnak içinde kullanıyorlar “dost”u. Buna nasıl bir anlam vermek lâzım ki? Belgesele anılarını daha önce de anlatmış kişilerle başladık, fakat aklımdaki asıl soruları onlara soramadım. Sorduğum zaman da cevap alamadım.

Türkiye entelijensiyası “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”ndan bu yana Arkadaş Z. Özger’i ne yapacağına karar veremiyor. Ne yapacağız bu şiirleri, “Merhaba Canım”a ne diyeceğiz?

Neydi o sorular?

“Hüzün Mevsimi”nde bahsettiği yalnızlığın nedeni ne mesela. İnsanlar, bu zamana kadar yapılan çalışmalardaki gibi, “Arkadaş’ı anlamak 68 Kuşağı’nı, o siyasi iklimi anlamaya çalışmakla mümkündür” diye düşünmeye alışmışlar. Böylece, kendi girdikleri eylemleri merkeze alarak anlatıyorlar. Onları defalarca dinlesem de, Arkadaş’ın nasıl birisi olduğunu anlamıyorum veya şiirlerinde “anneme bahsedemedim, size söylüyorum” dediği şeyleri, farklılıktan, yargılanmaktan bahsettiği konuları göremiyorum. Onların anlattıklarında sadece protest müzikçilerin bestelediği Arkadaş’ı bulabiliyorum. Youtube’da “İsyan Olsun” şarkısının üzerine hakkında yazılar yazmışlar, “yaşadığı dönemin etkisiyle aşk ve cinsellik içerikli şiirler yazdı” diyorlar. Nasıl bir dönemmiş bu? Bize hep anlatıldığı gibi postalların giyildiği, ertesi sabah devrim beklenen dönem mi? Bir yalnızlığı var Özger’in. Kendine mahlas seçerken bile “Arkadaş” gibi bir isim buluyor. Müfreze, Dağların Şahanı falan değil de, Arkadaş…

Anlatılanların dışındaki Arkadaş’ı aramaya çalışmak çok zorladı bizi. Sosyal medyada filan açıkça “eşcinsel devrimci şair” deniyor ama, birçok kişiyle konuşamadım bunu. Öte yandan, Tuğrul Eryılmaz’ın dediği gibi, 25 yaşında ölmüş bir insandan bahsediyoruz. Yani, ne yaşamış olabilir ki? “Eşcinseldir, nokta”, böyle de denemez. Ayrıca benim derdim Arkadaş’ın cinsel kimliği de değil. Cinsel kimliğinin de dahil olduğu farklılıkların başına açtığı işler denebilir belki benim derdim için. Ve Arkadaş’ı Dadaloğlu gibi düşünmeme neden olan ve sonradan oluşturulan anlatı. Bu anlatıdaki sahiplenmenin ağır sonuçlarından biri de, şiirlerini çarpıtma, isimlerini değiştirme gibi uygulamalar. Çünkü kendilerine uyacak bir Arkadaş olması gerekiyor.

Arkadaş’ın bu kadar karşılık bulması da, ona karşı gürültü çıkması da siyasal evrimle ilgili. Ne yapacaklar? Arkadaş’ın hikâyesini elli yıl daha mı saklayacaklar? “Merhaba Canım’ı konuşmanın sırası değil” deniyor. O yıllarda sırası değilmiş, bugün de mi sırası değil? Anlama zahmetine girmemişler Arkadaş’ı. Tabii çok fazla kayıp da var o yıllara ilişkin. Her biri kendi dünyası olan nice insan… Yani insanın beyninde, hafızasında bir sızı kalıyor, ama onunla da baş etmek zorunda bir yanıyla. Ama artık “biz onu neden yaşatamadık” diye düşünmek gerekir. Belgeselde olgunlukla düşünen insanlar bu sorgulamayı kendi içlerinde yapıyorlar. “Biz de anlamamışız çocuğu, şiir bile yazdığını bilmezdik” diyorlar. Kızkardeşi de “bir şeylerle uğraşırdı, Zekai’nin şiir yazdığını pek bilmezdim” diyor.

Belgeselde kronolojik akış esas olsa da, bu belli yerlerde kırılıyor. Aslında “Merhaba Canım” şiirinin epizodlarını takip ettik. “Zeki Müren’i seviniz” o şiirin son dizesi, ama belgeselde öyle değil. Yine de genellikle kronolojik ilerliyor film, en azından çocukluktan başlıyor, ölümüyle bitiyor.

Zekai Özger 1948 Bursa doğumlu. Şiirinde söylediği gibi, baba CHP nefretiyle dolu galiba.

Baba Menderesçi. Aslında Bektaşi bir aile, ama Merinos fabrikasında çalışıyor baba, “orada barınmasının başka yolu yoktu” diyor Arkadaş’ın bir arkadaşı. Bununla mı sınırlı, bilemiyorum. Arkadaş’ta sosyalist kimliğinden önce edebiyatçı, hümanist bir kimlik gelişiyor. Birçok şiirinde babasıyla bir çatışma halinde olduğu görülebilir. “Tamirat” şiiri tamamen bunun üzerine mesela. “İnandıramıyorum babama bir proleter olduğunu” diyor orada. Anne ise hep var şiirinde. “Beyaz Ölüm Kuşları”nda diyor ki: “çocuk yalnız annesine yaşar çocukken / anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken / bölüşür anneliği babanın kasığında / çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen / ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında / – ah baba… niye baba”… Neyi bölüşüyor annenin kasığında? Toplumla konuşamadığı şeyleri, tabu olan, fakat bizzat hissettiği her şeyi şiiriyle insanlara ulaştırmayı düşünen biri Arkadaş. Sadece kendi için bunları yazıyor denebilir, ama mümkün olduğu kadar yayınlatmış şiirlerini. Bu açıdan protest müziğe veya 68 Kuşağı anlatılarına sığacak bir tarafı yok Arkadaş’ın. Belgeselde de anlatıyorlar, o dönem şiirler ikiye ayrılıyor, toplumcu ve bireyci şiirler diye. Toplumcu şiirler baştacı, bireyci şiirler ise belgeselde de kullandığımız Ataol Behramoğlu’nun “Bir Gün Mutlaka” şiirindeki gibi: “ilençliyorum bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal almaya / ilençliyorum o laf kalabalıklarını, kurumuş yürekleri, bireyin kurtuluşunu filan, bağışlıyorum sonradan…” Bağışlanacak bir kusur sahibi yani bireyci şairler. (gülüyor)

Anlatılanların dışındaki Arkadaş’ı aramaya çalışmak çok zorladı bizi. Sosyal medyada filan açıkça “eşcinsel devrimci şair” deniyor ama, birçok kişiyle konuşamadım bunu.

Çocukken bütün hayatını belirleyecek bir hastalık da geçiriyor, değil mi? O yıllarda çocuk felci çok yaygın ve tedavisi de pek yok…

“Kurdeşen” şiirinde diyor ki: “sonrası mı. sonrası ostomyolit işte / bir çeşit kemik hastalığı / sağ bacağı ve sağ bacağa musallat olur / en çok sağ bacağa / sekiz buçuk musallat olur / yirmi birlere kadar birlikte büyürsünüz / sonra hep birlikte büyürsünüz / en çok o büyür siz küçülürsünüz”… 12-13 yaşlarında birbiri ardına ameliyatlar olduğunu, bu sırada annesiyle aylarca hastanede kaldığını anlatıyor kızkardeşi, aralarındaki bağlılığı buna da dayandırıyor. Gemlik’te bir kemik hastanesi varmış, her yılın üç-dört ayını orada geçiriyorlar.

Çok güzel bir şiir “Kurdeşen”. Bir defa, hikâyesi çok önemli. Şiiri Cavit Kürnek’e yazmış Arkadaş, 1970 yılında. Ama Cavit Kürnek şiiri 1996’da piyasaya çıkarıyor, İzmir’de Değil O da Değil diye bir fanzinde Arkadaş’ın el yazısıyla yayınlıyor. O tarihe kadar şiiri kimseyle paylaşmıyor. Şiirde bir hayli eşcinsel gönderme var. Fakat “sandalcıların hainliğini…” diyor şiirin bir yerinde, “ilk orda tanıdı…” Yayıncılar solcu ya, sandalcılar da proleter ya, “sandalcıların suçsuz hainliğini” diye yayınlıyorlar, araya kafalarına göre parça atıyorlar.

Arkadaş’ın hikâyesi biraz da öldükten sonra palazlanıyor ve ona makul bir kimlik yaratılmaya çalışılıyor. Bu yüzden mezartaşında Arkadaş yerine “TRT mensubu genç ozan Zekai Özger” yazıyor. Ama hayat garip işte, biri de gidip mezartaşına kurşun kalemle “A.” yazmış… Ayrıca, 25 sene TRT’de çalışsa dersin ki TRT mensubu, ama Arkadaş hepi topu bir sene çalışmış orada. “Beyaz Ölüm Kuşları”nda diyor ki, “bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını”. Öldükten sonra başkaları da kendilerine uymayan yanlarını koparıp tırpanlıyorlar. Belki de, Arkadaş’ın kendisinin gizlemeyi başaramadığı veya gizlemediği yönlerini ona bir hakaret gibi algılıyorlar. Arkadaş’la ilgili pek çok şey yapıldı, ama bu geveleme hali hep var.

Arkadaş Z. Özger arkadaşlarıyla, sağda önde

Sevdadır derlemesi yıllar içinde eklerle gelişti, farklı isimlerle çeşitli baskıları yapıldı. Kitaba daha ne eklenebilir, Arkadaş’tan daha neler kalmış olabilir?

Birçok kişiden duyduk ki Hüseyin Peker, Arkadaş’ın hayatında önemli bir figür. “Öperse sakalımı biralanmış bir berber / aşkımın civcivleri kanatlanmış merhaba” diyor bir şiirinde. Kimseyi bulamıyor. Hüseyin Peker’i bulmak ona altın gibi geliyor. En azından üniversite okumuş, edebiyatla ilgilenen biri. Peker, “Eşimden korktum, mektuplarını yaktım, içlerinde şiirler de vardı” diyor. Rahmetli Cavit Kürnek elinde daha başka mektuplar ve şiirler olduğunu, ama bunları yayınlamayacağını söyledi. Şimdi bunların peşine mi düşmek lâzım, yoksa bu karara saygı duymak mı? İkincisi olacaksa, bugün Kafka’yı okuyamazdık. Öte yandan, belgeselin çekimlerini durdurmak isteyen, Arkadaş’ın mirasına ihanet ettiğimizi söyleyen arkadaşları da oldu. Halbuki “Merhaba Canım”ı, “Hüzün Mevsimi”ni yazmak kendini saklamak isteyen bir insanın davranışı mıdır?

Üniversiteye hangi tarihte girmiş Arkadaş?

1965-1966’da girdiklerini söylüyor Eşber Yağmurdereli. Hatta ilk üniversite sınavı o yıl yapılmış, oradan aklında kalmış. Ankara Üniversitesi’ne, Basın-Yayın’a giriyor Arkadaş. Şiirle birlikte tiyatro var hayatında, Bursa’da başlıyor tiyatro yapmaya. Ablası Halkevleri’nin sahnesinde gişede çalışıyormuş, Arkadaş’ı da götürüyormuş. Bir oyunda da rol almış Arkadaş, Halil Ergun da var o oyunda. Ona ulaşmaya çok çalıştık, olmadı. Üniversitede devam ediyor tiyatroya, fakat işte, “Arkadaş’ı ötekileştirdik, dışladık” diyen Mehmet Dizdar onun tiyatrodan arkadaşı. Arkadaş’ın bu söylentiyle Ankara’ya geldiğini, Bursa’dan gelen arkadaşlarının bu söylentiyi beraberlerinde getirdiklerini, bu yüzden de tiyatroyu bırakması için ellerinden geleni yaptıklarını anlatıyor. “Merhaba Canım” şiirinde “ah canım aristophanes / barışı ve eşekarılarını hiç unutmuyorum” diyor. Barış ve Eşekarıları Aristophanes’in oyunları. Arkadaş’ın tiyatroda rolleri de var, bir sürü başka görevi de. Şiirden önce tiyatroda kullanıyor Arkadaş mahlasını. Lisedeyken Kent 16 diye bir edebiyat dergisi çıkarıyorlar, edebiyat hep sürüyor, ama anlatılanlara göre, tiyatrodan dışlanmasıyla birlikte edebiyat çevrelerine daha fazla yöneliyor. Tabii bunlar iç içe geçmiş kısa dönemler, bir-iki yıl içinde olan şeylerden bahsediyoruz. 1966’da üniversiteye girmiş, 1967’de dergilerde ilk şiiri yayınlanıyor.

Arkadaş’ın hikâyesi biraz da öldükten sonra palazlanıyor ve ona makul bir kimlik yaratılmaya çalışılıyor. Bu yüzden mezartaşında Arkadaş yerine “TRT mensubu genç ozan Zekai Özger” yazıyor. Ama hayat garip işte, biri de gidip mezartaşına kurşun kalemle “A.” yazmış…

Şiirleri Soyut, Yordam, Papirüs, Forum gibi dergilerde yayınlanıyor. İkinci Yeniciler 1920’lerde, 30’larda doğmuş bir kuşak, onlarla buluşması zor olsa da, kısa sürede kendi kuşağının şairleri arasına giriyor. “Uyarca”, “İlhanca” diye şiirler de yazmış ama.

Bu çok enteresan bir hikâye. Belgeselde bu boyut maalesef yok, çünkü bu şiirleri hatırlayanlar “siz Arkadaş’a eşcinsel mi demeye çalışıyorsunuz, asıl siz hepiniz eşcinselsiniz” diye bize kızanlar. (gülüyor) Kaybolan şiirleri arasında da “Uyarca” ve “İlhanca” benzeri şiirler olabilir. Bunlarda teorik bir şey yapmaya çalıştığından bahsediyorlar. Bu şiirlerin çok kolay tekrar edilebilir olduğunu ispatlamaya çalışıyor aslında Arkadaş. Ama dönemin kültürel, entelektüel ortamı buna hiç hazır değil. Sen kimsin ki Attilâ İlhan’la dalga geçeceksin veya onun şiirini masaya yatıracaksın gibi karşılanacak ve o kısa ömürde yarım kalmış denemeler bunlar. Çok kıymetli şeyler bence, ama kitaplarında bir tür hakir görerek şiir denemeleri başlığıyla veriyorlar bu şiirleri, asıl mirasından ayrı tutuyorlarmış gibi.

Bu denemeler aynı zamanda iyi bir şiir okuyucusu olduğunu, kendi şiiri üzerine de düşündüğünü gösteriyor. Nitekim Arkadaş Z. Özger’in şiirinde başından sonuna bir tutarlılık, kendi iç mantığına uygun dönüşümler görüyoruz…

Bir defa, dönemin pek çok şairi gibi siyasetin üzerine şiir yapmıyor. Merkezinde şiir var, insanlarla paylaşamadığı şeylerin aracısı şiir. Ama o dönem ona “bireyci şair” diyorlar.

“İlençliyorlar” yani.

(gülüyor) Şu önemli: “Aşkla Sana” ve “Sevdadır” Arkadaş öldükten sonra yayınlanan şiirleri. Öldükten sonra bir dergi bir sayı yapıyor, “bizde de şu şiirleri vardı” diye yayınlıyor. Yaşarken şiirleri çok kıymet gören bir insan değil.

Aristophanes’in oyun biletlerini satarken, ortada

Ama Hüseyin Cöntürk, Cemal Süreya gibi isimlerin dergilerinde çıkıyor şiirleri.

Orada bence Salim Şendil ve Dost dergisi önemli, “Merhaba Canım” gibi sıradışı şiirlerini basabildiği yer orası. O dergi için de “Amerikancı” filan diyorlar o yıllarda. Sina Akyol’un anlattığına göre o dönem birinci sınıf sayılan, merkezi tutan dergiler, İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun çıkardığı Halkın Dostları gibi yayınlar.

Sina Akyol’un Arkadaş’ı anlattığı Sevdadır’daki yazısına göre, şiir matineleri o yıllarda da yaygınmış. Fakat “hızlı” şiirler revaçta olduğu için, bir matineye Arkadaş’ı çağırmışlar, fakat ortama uygun olmadığı için şiir okutmamışlar. Yine de Arkadaş o gün çok sevinçliymiş…

Sina Akyol diyor ki, SBF yurdu baskınını anlattığı “Adak” şiiri yayınlanınca oh demiş herkes, Arkadaş nihayet yolunu buldu, en sonunda toplumcu şair oldu diye. (gülüyor)

Babayla, devletle ve tanrıyla net bir hesaplaşma söz konusu Arkadaş Z. Özger şiirlerinde. Bu yanıyla son derece devrimci. Şiirinin değerlendirilmesinde açık eşcinsellik göndermeleri mi etkili oluyor en çok?

“Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” mesela. Bize cesaret veren de bu. Zamanının bazı toplumcu şairleri, şimdi adını kimsenin bilmediği bazı insanlar sorduğumuz sorulardan dolayı bize hakaret etmeye çalışırken bizim güvencemiz, karşımızda kendini anlatan birinin olması. Onlara rağmen. Yaşarken zaten manipüle edilmiş, öldükten sonra eseri tırpanlanmış. Ama bugüne ulaşan şiirlerinde dahi kendini avaz avaz ifade eden bir insan var karşımızda.

Allah ile kediyi eş görmek… Bir leylekle solucanın sevişmesinden, farklılıkların sevgisinden bahsetmek… Bunlar gerçekten döneminin acı edebiyatının içinde büyük cesaretle yaptığı şeyler.

1968 dünya tarihinin kırılma anlarından biri. Getirdiği kazanımların başında, feminist hareketle beraber, cinsel özgürlük de geliyor. Fakat bu boyutun Türkiye soluna yansıması hayli geç oldu. O kuşağın pek çok ferdi için sadece eşcinsellik değil, genel olarak cinsellik ve hatta kadın özgürleşmesi tabu olarak kaldı galiba.

ODTÜ tayfası belki bir adım ileridedir diğerlerinden. Genel olarak “kadınlar bacımız, erkekler yoldaşımız” şekline ilerlemiş sonra iş. Özeleştiri verme gibi şeyler var ya solculukta, Arkadaş’ın o psikolojide şiirleri de var gibi geliyor bana. SBF abileri Ahmet İnam’ı “niye bu çocuğu getiriyorsun her seferinde” diye azarlıyor. Ama Hüseyin Cevahir gibi ona yakın olan pek çok başka insan da var.

Görüşmelerimizin hepsini belgeselde kullanamadık, anlatılanların bazılarını klipler haline getirdik. Ahmet İnam’ın bir anısı, bir gün Yordam toplantısında Hüseyin Cöntürk çıkışıyor Arkadaş’a, Ahmet İnam’ı göstererek diyor ki “bu adamın yanına git de sana biraz mantık anlatsın, modern mantık diye bir şey var, bunu kavra ki ona uygun şiirler yaz”. “Böyle bir şey olmadı tabii” dedi Ahmet İnam, “Arkadaş’a mantık filan anlatmadım. Ama anlatacak olsaydım, Arkadaş bir kâğıdı önüne çeker, ortasına ‘mantık’ yazar, kenarını kuşlarla, çiçeklerle süslerdi, onun mantığı böyle çalışıyordu. Bunun da bedelini çok ödedi. Devrimciydik ama, hepimiz o çoğunluğun içine girmek için yarışıyorduk…” Gerçek anlamda bir devrimciliğin Arkadaş’taki gibi bir çatışmadan çıkabileceğini söylüyor Ahmet İnam. Şiirindeki diziliş, figürler, anlatı da insanların o dönem çok alışık oldukları bir şey değil.

“biz üçyüz yurtseverdik / bir gün sularken çiçeklerimizi / üçbin kişilik düşman ordusu / ve onun paralı sivil askerleri / saldırdılar yurdumuza”: Ankara Üniversitesi SBF yurdu 24 Ocak 1971’de polis tarafından basılmış, öğrencilerin oda oda direnişi sekiz saat sürmüştü

Cinselliğini alenen yaşayamayışı, herkesin ilk bakışta farkedeceği bir sakatlığının oluşu Arkadaş’ın içine kapanmasına yol açmıyor, aksine kendini iyi ifade eden, dışadönük bir insan, en azından şiirlerinden anladığımız kadarıyla. Hüzün Mevsimi şiirlerindeki asli temalardan biri, fakat şiirlerinde aynı zamanda hep bir ironik dil, bir tür tercih edilmiş çocuksu mantık, bir muziplik var.

Arkadaş’ı anlatan herkes “tanıyorum bir ayağı topaldı, yüzü sivilceliydi” diyor, yirmi kişi de aynı lafı söylüyor. Ben bu tekrarın bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Ama depresif bir karakter değil. İnsanların anlattığı Arkadaş var bizim belgeselde, ama bir de fotoğrafları var. Çok mutlu olduğu anlar da var o fotoğraflarda, çok güldüğü anlar da var. Depresifliğe doğru adım adım gidiyor denebilir belki.

Türkiye de adım adım depresyona, 12 Mart’a, Balyoz Harekâtı’na gidiyordu aynı esnada. Ocak 1971’deki SBF baskını, orada yediği cop darbeleri hem şiirinde hem yaşamında dönüştürücü olmuş anlaşılan. Şiiri, şiirinin konusu da bundan sonra değişmeye başlıyor.

Her ne kadar toplumcu şiirleri de olduğu söylense de, onlar da Arkadaş’ın üslûbuyla, dünya görüşüyle yazılmış şiirler. “Aşkla Sana” ve “Sevdadır” birer toplumcu şiir örneği diye geçer, ama onlarda da Arkadaş’ın kendi dili merkezdedir. Daha hayati bir bağı var şiirle. Bazı insanlar müzik yapar mesela, ama müzik beş yıl sonra hayatından çıkar. Ama bazılarının da nefes almak gibi bir parçası olur. Bence Arkadaş’ın edebiyatla ilişkisi de böyle. Sert bir siyasal iklimde zayıf, çelimsiz birinin “ne yapayım, ben de şiir yazarak destek olayım” demesi gibi değil. Bu uğurda şiirinden taviz vermiyor. Örneğin özgün müzikçilerin bestelediği “Sevdadır” şiirini alalım, hapiste bir görüş gününü anlatıyor, ama anlatan yine kendisi: “Giyecek çamaşır getirdim sana / adettir diye değil, sevdim diyedir / bağışla, eski biraz / bedenim uygundur diye bedenine / elimle yıkadım, ütüledim / elma ağacında kuruttum…” Bu dizeleri nasıl yorumlamalıyız şimdi? Bir defa bir insan iç çamaşırlarını ancak kendi hemcinsiyle paylaşabilir. “Seni ben her yerinden öperim / beni unutma…” “Elimi tut / tuttururlar, o kadarına izin verirler / kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu / bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız…” Bunu iç çamaşırlı dizeleri dışarıda tutup bestelersen el ele tutuşma gardiyanlara bir serzeniş gibi olur. Ama şiiri o dizelerle birlikte okuduğun zaman oradaki erk diğer devrimci tutsaklar da olabilir. Ama işte Türkiye entelijensiyası “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”ndan bu yana Arkadaş Z. Özger’i ne yapacağına karar veremiyor. Ne yapacağız bu şiirleri, “Merhaba Canım”a ne diyeceğiz?

Dönemin pek çok şairi gibi siyasetin üzerine şiir yapmıyor. Merkezinde şiir var, insanlarla paylaşamadığı şeylerin aracısı şiir. Ama o dönem ona “bireyci şair” diyorlar.

Hüseyin Peker’le dostluğu ne zaman başlıyor?

Ona bayağı tutkun, öyle anlatıyorlar… Yurt baskınında öldüresiye bir kaba dayak yiyor Arkadaş, bir gece de nezarette kalıyor. Azımsadığım için değil, ama bir kanatta “Arkadaş işkence tezgâhlarına çekildi”ye dönüşüyor bu. Hüseyin Peker “benimle arkadaşken henüz onları yaşamamıştı” diyor. Yani 1971 öncesi olması lâzım. “Hüzün Mevsimi” şiirinde “hü’yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün / size bir gün mutlaka hü’yü anlatmalıyım” diyor. O “hü” Hüseyin, şiirin yayınlandığı tarih Nisan 1969. Hüseyin Peker’le en fazla el ele tutuşmuş, başka bildiğimiz bir şey yok. O yüzden bizim belgeselde derdimizin “eşcinsel devrimci şair”i vurgulamak olmadığını söylüyorum.

Hüseyin Peker bu sahneyi anlatmaktan çekinmiyor. “Ama” diyor, “bir insan niçin sevildiğini nasıl bilebilir ki”… Beraber İzmir’de biraz vakit geçiriyorlar, ama Peker Arkadaş’ı Cavit Kürnek’in yanına bırakıp onu terk ediyor…

Hüseyin Peker “Arkadaş’ın durumunda olan Türkiye’de bir Cavit Kürnek vardı, bir de Zeki Müren” diye anlatıyor. “Arkadaş kendisiyle ilgili aradığı sorulara belki yanıt bulabilir diye, iyi anlaşacaklarını düşünerek onun yanına bıraktım” diyor.

Hüseyin Peker’le Büyükada’da bir yamaçta şarap içip el ele tutuşarak ağlaşmışlar. Arkadaş’ın SBF yurdundaki yatağının etrafında da hep boş şarap şişeleri olduğunu anlatıyorlar. Öğrenci hareketi 70’lerdeki sekterliğe çok da mahkûm değilmiş henüz…

1971’den sonra gelişen, cezaevi süreçleriyle birlikte daha da militaristleşen o kirli sakal, postal, parka tarzının çıkışı aslında Arkadaş’ın dönemi, ama sonradan olduğu kadar değil. Oraya sıkıştırılacak bir şair değil Arkadaş. “Allahı da kedileri da çok severim” diyor “Merhaba Canım” şiirinde: “hayat trajik bir homoseksüeldir bence / bütün homoseksüeller adonistir biraz / çünki bütün sarhoşluklar biraz / freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır…”

Şöyle yazıyor “Müfreze”de: “Kaçardı… çünki hiçkimse biafralı bir cenin kadar zayıf olan potansiyel gücünü kendi varoluş sorunu için kullanmasına izin vermezdi de ondan…” Biafra, Afrika’da küçük bir devrim yapan ve üç sene süren savaşın ardından yıkılan bir ülke, kendini ona benzetiyor. Ve devam ediyor: “vajinadan fışkıran bir bebeğin yanaklarını ilk kez annesi öperse başka kimse öpmez mi hadi vietnamlı insanlar savaş içinde sevişir diyelim, türkiyede hiç mi savaş yok yani, ben şimdi hangi yanağımı leyla halite uzatsam Türkiyeli gerillacılara vuruyorum…”

Arkadaş’ın yazdıklarını okumuyorlar. Protest müziğin, anlattığından çok daha farklı biri. “Yurt baskınını anlattığı Adak şiirine bak” diyorlar. Ama Arkadaş’ın başka şiirleri de var.

Arkadaş Z. Özger tiyatro sahnesinde

Arkadaş’ın ölü bedeni 5 Mayıs 1973 günü bulunuyor. Hüseyin Cevahir öldürülmüş, Kızıldere yaşanmış, Denizler asılmış, 12 Mart ve Balyoz Harekâtı devrimcilerin üzerinden silindir gibi geçmiş. Arkadaş’ın pek çok tanıdığı hapiste. Henüz ‘74 affı olmamış ve sonraki örgütlenmeleri görememiş. Hayatının son dönemlerini nasıl düşünebiliriz?

“Aşkla Sana” ve “Sevdadır” gibi en bilinen şiirlerini yazdığı dönemdir. Her ikisi de ölümünden sonra yayınlanıyor, ama Hüseyin Cevahir’den bahsettiği için ‘71’den sonra yazıldıklarını anlıyoruz. “Aşkla Sana”da toplumun suskunluğundan, sinmişlikten bahsediyor. Şiirin son mısrasında ise şimdi senin uzanıp yattığın otlarda / yarın yeni bir yeşillik büyüyecek” diyor. Yani devrimin olacağını söylüyor. Kendi deviniminde, “bunu da aşacağız, yarın tekrar filizlenecek her şey gibi” bir ruh hali. Bu dönem aynı zamanda Arkadaş’ın SBF kantininden çıktığı, üniversiteyi bitirdiği, TRT gibi birkaç sınav ve ağır GBT kontrolüyle alınan bir yere girebildiği, devrimci abilerle sınırlı bir çevre dışında insanlar tanıdığı, cebine az çok bir para giren bir dönem.

TRT’de ne yapıyor?

TRT’de çalıştığı dönem muğlak. Onunla aynı zamanlarda TRT’de çalışan Necla Zarakol anlattı, TRT o yıllarda iki adımlı sınav yapıyormuş, ilk sınavdan sonra altı-yedi ay eğitim alıyorsun, ikinci sınavı verdikten sonra asaletini kazanıp çalışmaya başlıyorsun… Arkadaş’ın kurgu departmanında çalıştığını biliyoruz. Ama ikinci sınavdan önce hayatını kaybediyor.

Arkadaş Zekai Özger’in ölüm sebebi için yıllarca SBF baskınında aldığı darbeler gösterildi, fakat bu olayla ölümü arasında iki yıl var. Ancak, sebep bu veya değil, genel çerçeve itibariyle ölümünün bir toplumsal cinayet olduğu söylenebilir.

Bazı arkadaşları yurt baskınında çok dayak yediğini, dayağın beyninde rahatsızlığa neden olduğunu söylüyor. Kafasına aldığı darbelerden dolayı, iki yıl sonra hastalığın nüksettiğini ve bundan dolayı öldüğünü iddia ediyorlar.

Sina Akyol diyor ki, SBF yurdu baskınını anlattığı “Adak” şiiri yayınlanınca oh demiş herkes, Arkadaş nihayet yolunu buldu, en sonunda toplumcu şair oldu diye.

Ama Eşber Yağmurdereli’ye göre bu imkânsız. Değil mi?

Evet. Başkaları da aynı şeyi söylüyor. Yurt baskını hikâyesinden dolayı öldüğüne inanan pek fazla arkadaşı yok. Ama “şu nedenle ölmüştür” diyebilecek kadar durumu bilen insan da yok. Çünkü Zekai Özger’ın SBF’den kopuşuyla birlikte arkadaşlıkları zayıflıyor. Sina Akyol son zamanlarda Arkadaş’la kırgın olduklarını anlatmıştı. Son dönemlerinde kendisiyle görüşen insanlar var. Belgeseli durdurmaya çalışanlar da onlardı. Sanki savcılık iddianamesi hazırlıyormuşum yada amacımızın 80nine merdiven dayamış insanların sırlarını ifşa etmek olduğu gibi bir paranoyaya kapılmışlardı.

Olasılıklar üzerine düşünelim. Hüseyin Peker filmde “inşaatçılar” diye bir iddia ortaya atıyor, en son onlarla buluşmuş, belki de onlar Arkadaş’ı bir çukura atmış…

Evet. Bu ihtimali Hüseyin Cöntürk’ten duyduğunu söylüyor. İnşaatçılar, İzmir’de kötülük imgesidir. İzmir’de büyümüş birisi olarak bu durumu biliyorum. Eskiden çocukları “seni inşaatçılara veririm” diye korkuturlardı. Hüseyin Peker de İzmirli… İzmir’e göçle gelen, inşaatlarda çalışan insanlara karşı önyargı vardı.

Bu imgeyi inşaat emekçileri gibi değil de, toplumdan yalıtılmış bir alanda toplaşmış bir grup erkek gibi düşünebiliriz. Diyelim bugünkü tabirle “koli bulmaya” çıkmış olsa, Arkadaş’ın “çark” ortamlarının diline, usûlüne henüz hâkim olmadığını da varsayabiliriz. Öte yandan, bu alanlar nefret cinayetlerine de çokça sahne oldu…

Gazeteci arkadaşımız Baki Koşar’ı analım bu vesileyle: 2006’da tanıştığı bir erkek tarafından yirmi bıçak darbesiyle öldürüldü. Olay kapandı gitti. Arkadaş için tahminde bulunmak güç. Hüseyin Peker’in iddialarını kavramsallaştırırsak nefret cinayeti olduğunu düşünebiliriz, bunu destekleyecek şeyler de var. Kızkardeşi “kimliğini yanına almayı unutmuş” demişti. Açık gri bir takım elbise diktirmiş, onu giymiş ve dışarı çıkarken kimliğini almayı unutmuş. Örfi idare yıllarında geceyarısı kimliğini yanına almadan nasıl sokağa çıkacaksın? Bedenini paylaşacak birini arıyorsun ve kimliğini gizlemek istiyorsun diyelim, ama bulabildiğin adaylar geceyarısı parkta ava çıkmış tipler. İnsanların yaşam deneyimleri de birbiriyle eş değil…

Sonuç olarak, sokakta ölü bulunuyor…

Meşrutiyet Caddesi’ndeki merdivenlerde bulunup hastaneye kaldırılıyor. Üç-dört gün komada kaldıktan sonra ölüyor. Ailesi Zekai Özger’i morgda buluyor, kimliği olmadığı için. Eniştesi, doktorun kendisiyle konuştuğunu söylüyor. Doktor “beyni kendi kendini yemiş” demiş. Ama “kendi kendini yiyen bir beyin” üniversite bitiriyor, sınavlara hazırlanıyor, şiirler yazabiliyor. SBF baskınında gördüğü şiddet darbe yüzünden öldüğünü düşünmek devrimciler açısından rahatlatıcı. Eniştesinin tabiple yaptığı bu görüşme zaman içinde “adli tıp raporu var” söylentisine dönüşüyor. Ama öyle bir rapor yok. O yıllarda zaten yaygın otopsi de yok.

Peki adli bir soruşturma oluyor mu?

Hiçbir şey olduğu yok. 68 Kuşağı’ndan Yaşar Ayaşlı Merhaba Canım’ın fragmanı yayınlandıktan sonra sendika.org’da bir yazı yazdı. “Eyvallah, belgesel gecikmiş bir tanışmayı yerine getiriyor. Ama bazı insanlara niye söz verilmiş, onu anlamadım” diyor. Yazısında Arkadaş’la ilgili “Eşcinsel olduğuyla ilgili söylentiler vardı. Üniversite yıllarında onunla yan yana görünmek istemiyorduk. Solcu diye yine saygıda kusur etmemeye çalışıyorduk, ama bize sokulmasına da izin vermiyorduk.” diyor. “Su testisi su yolunda kırıldı diye kapatmaya vicdanımın elvermediği bir ölüm” olduğunu söylüyor. Yani nefret cinayeti iddiasının üzerine gitmeyi anlamsız kılmayacak söylemler var.

Cavit Kürnek elinde daha başka mektuplar ve şiirler olduğunu, ama bunları yayınlamayacağını söyledi. Şimdi bunların peşine mi düşmek lâzım, yoksa bu karara saygı duymak mı? İkincisi olacaksa, bugün Kafka’yı okuyamazdık.

İntihar bir ihtimal mi?

“Merhaba Canım”da intihar eğilimine yorup yoramayacağımıza emin olmadığım dizeler var. “Ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde / ölümü tanrıya saklıyorum / ve bir gün hiç anlamayacaksınız…” Ölümden ve genç ölmekten bahseden dizeleri var. İntihara meyilli bir kişinin dizeleri midir bu? Bir ihtimal olarak intihar düşünülebilir tabii.

Öldüğü yerin topografyası yıllar içerisinde çok değişmiş. Bugün bir merdiven görünüyor belgeselde. O yıllarda merdivenlerin tutunma korkuluğu yokmuş. Aslında bir merdiven gibi de değilmiş, patika gibiymiş. Merdivenin etrafında boşluklar var, ama en yükseği üç metre. İnsan intihar etmek için üç metrelik yer seçer mi? Bir de kafasının üstüne düşmediği, dizlerinin üstüne düştüğünü söyleniyor. Yüzü tanınır haldeymiş. O kısım da çok karanlık. Eniştesinin anlattığı bir hikâye var, üç-dört gün komada olduğu sürede kendi çocuğunu arayan başka bir kadın “bu benim çocuğum” diye Zekai Özger’in başında beklemiş. Daha sonra kendi çocuğu çıkıp gelmiş ve başında beklediğinin kendi çocuğu olmadığını anlamış. Zorlama olur gerçi ama, bu hikâyeyi baz alırsak yüzünün tanınmaz halde olduğu anlamı çıkıyor. Yüzü tanınmaz haldeyse bir saldırı ihtimali kuvvetleniyor.

Dördüncü ihtimal, sarhoş oldu ve düştü…

Tuğrul Eryılmaz o dönemi “bırak geceyi, gündüz bile tek başımıza gezmezdik, çünkü sıkıyönetim vardı” diye anlatıyor. Hele hele kimliksiz bir şekilde gece dışarda olmak o zaman için tehlikeli bir şey. Yurt baskını hikâyesi herkese güzel gelmiş. Garip olan, başka bir şey de bulamıyorlar. Arkadaş protest müzisyenlerin anlattığı kişi olsa, polisle ilgili yüzlerce hikâyesi olması gerekir. Bilindiği kadarıyla Arkadaş’ın polisle yüz yüze geldiği tek hikâye yurt baskını.

Ahmed Arif’in şiirlerinin toplandığı Hasretinden Prangalar Eskittim de ipince bir kitap, fakat belki Kürt hareketinin de yükselişiyle birlikte popülaritesinden bir şey yitirmedi. Arkadaş Z. Özger için de benzer bir şey söylenebilir mi, eko-feminizmden kuir edebiyata yine solun içinden çıkan yeni okuma biçimleri şiirlerine bakışı değiştirebilir mi?

Arkadaş günümüzün siyasi düşüncelerinin anahatlarının oluştuğu bir dönemde yaşamış. Kendini dile getirme cesaretini gösterdiği için bir ton aksiliğe maruz kalmış ve 25 yaşında hayatını kaybetmiş. Eşber Yağmurdereli ve Sina Akyol, Arkadaş’ın tavrına “Nereden çıktı bu? Sırası mı Zeki Müren’den bahsetmenin? Biz toplumsal bir şey yapıyoruz” gibisinden yaklaşıldığını anlatıyorlar. Ağır bir devrimcilik ve bunun doğurduğu yalnızlık, iteklenme, kıyıda köşede bırakılma… Ama aslında Z. Özger’in yazdıkları karşılık buluyor bugün. Gezi’de ortodoks sol ile ortodoks entelektüel dünya şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Günleri AKM’ye daha büyük pankart asma yarışıyla geçiyordu, ama Gezi’nin içinde insanlar bostanlar kuruyordu, farklı oyunların gösterimini yapıyor, müzik üretiyorlardı, eczaneler kuruyorlardı. Bir yanıyla da, Tarlabaşı’nda şiddetli çatışmalar yaşandığı için Gezi’de o bostanlar da kurulabiliyordu… Arkadaş’a bakışları da biraz böyle. Tam itekleyemiyorlar, ama ne yapacaklarını da bilemiyorlar.

LGBTİ+ hareketini de kestiremiyorlar. Sınıf mücadelesine ters bir şey olarak görüyorlar. Dönemin bazı devrimcileri “Arkadaş eşcinselliğini kimseye çaktırmıyordu, neden şimdi bunu ön plana çıkarıyorsunuz” diyorlar. Bazı arkadaşları “eşcinselliğini ifade etmiyordu” diyor, ama kendisi açık açık yazıyor şiirinde. Arkadaş kuir edebiyatı dünyayla eş zamanlı, belki birçok yerden daha önce Türkiye’de filizlendiriyor.

Allah ile kediyi eş görmek… Bir leylekle solucanın sevişmesinden, farklılıkların sevgisinden bahsetmek… Bunlar gerçekten döneminin acı edebiyatının içinde büyük cesaretle yaptığı şeyler. Dönemin entelektüel çevresi “şuna biraz mantık anlatın, leylekle solucan arkadaş olur mu” diyor. Ama ne güzel anlatıyor, etkilenmemek çok zor. Şiirlerinin isimleri bile çok güzel. “Bir Gün Sevişmeyi Bana” mesela.

Depresif bir karakter değil. Çok mutlu olduğu anlar da var fotoğraflarında, çok güldüğü anlar da var. Depresifliğe doğru adım adım gidiyor denebilir belki.

Eşber Yağmurdereli, Zekai Özger’in “Arkadaş” mahlasını James Baldwin’den esinle aldığını söylüyor, bu doğru mu?

Diğer olasılıklara göre daha kuvvetli bir hikâye. James Baldwin, Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ın davetiyle Türkiye’ye geliyor. Düşenin Dostu diye kuir bir oyun oynuyorlar. Cezaevindeki eşcinsel ilişkiyi ve eşcinsel hiyerarşiyi, beden sömürüsünü anlatıyorlar. Oyun yasaklanıyor, ama halkın yoğun ilgisi nedeniyle tiyatroyu kapatamıyorlar, oyunu polis de gelip izliyor…

Arkadaş’ın iki şiirinde James Baldwin bahsi geçiyor. Magdalena Zaborowska’nın James Baldwin: Türkiye’de On Yıl diye bir kitabı var. Zaborowska ile mail’leştim. Ona “Eşcinsel literatüründe arkadaş kavramının partner gibi anlamları olduğu, bunun Baldwin edebiyatına da girdiği söyleniyor, siz böyle bir şeye rastladınız mı” diye sordum. “Evet, var” dedi. Ardından Ali Poyrazoğlu ile görüştüm, o da Düşenin Dostu zamanında ekibin içindeymiş. “Arkadaş sözü gerçekten bu kadar açık bir kod muydu? James Baldwin’de böyle bir durum var mıydı?” diye sordum. Poyrazoğlu “çok saçma, yok öyle bir şey” dedi.

“Beyaz Ölüm Kuşları” şiirinde şöyle diyor: “herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da / böylece lady chatterley de sevilir giovanni de / böylece lady chatterley ve giovanninin sevgilisi de…” James Baldwin’in Türkçeye de çevrilen meşhur hikâyesi Giovanni’nin Odası eşcinsel bir çifti anlatıyor.

Arkadaş James Baldwin’i takip ediyor. “Uyarca”da da James Baldwin’den, Giovanni’den bahsediyor: “şimdi Ankara’da bir hüzzam şarkı / ankara’da mı paris’te mi insan karıştırıyor / david türkçe bir şarkı söylüyor biraz mahzun / elleri ceplerinde elleri ceplerine sığmıyor / hey james bize kırmızı şarap getir / içinde sarı yağız bir kahkaha olsun…”

^