AB-Türkiye mülteci anlaşması göçmenlerin hayatına nasıl etki etti? Bir göçmen kampında barınmaya çabalarken bir yandan da yükselen faşizmle baş etmeye uğraşmak nasıl bir şey? Bu zor şartlarda dünyanın dört bir yanından dayanışma için gelen insanlarla bir umut mekânı inşa etmek nasıl mümkün olur? Mitilini’ye bağlanıyor, göçmenlerin çetin mücadelesini yerinden dinliyoruz.
Ege’nin lacivert sularında pırıl pırıl denizi, zeytin ağaçları, büyüleyici koylarıyla bir Yunan adası. Uzo, mezeler ve rembetiko… Hayallerdeki bu Yunan adası klişesine tıpatıp uyan Midilli birçokları için dört tarafından suyla çevrili bir hapishaneye dönüşmüş durumda.
Adanın tek kenti ve idari merkezi Mitilini’de tekneden indiğinizde bir duvar yazısı çıkıyor karşınıza: “Borders are not vegan”, yani “Sınırlar vegan değildir”. Adada geçirdiğiniz her gün bu cümlenin anlamı da olgunlaşıyor. Denizi her seyre daldığınızda dalgaların hareketi ülkelerindeki savaştan canını kurtarmaya çalışan sayısız kadının, erkeğin, çocuğun bu sulara gömüldüğünü zihninize bir kez daha nakşediyor. Karaya ayak basmayı başaranlarsa hayatlarının geri kalanını bu yolculuğun kolay kolay kapanmayacak yaralarıyla yaşayacak. Bir umutla vardıkları hedef kısa sürede büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. AB ile Türkiye arasındaki göçmen anlaşmasından sonra Midilli’ye ulaşmaları iyice zorlaşan göçmenlerin çoğu, batıya doğru yollarına devam etme gayesiyle geldikleri bu adada çok uzun süre demir atacaklarından habersiz. Sayıları dokuz bini geçen göçmenlerin iltica başvurularının ardından, ortalama iki yıl sürecek yasal işlemleri başlıyor. Bu süreçte mülteci olarak kabul edilmek için iki mülakat hakları var. İlk mülakatta ret cevabı alanlar ikinci mülakata kadar adada yasal olarak kalmaya devam edebiliyor. Geçişleri için yeşil ışık ikinci mülakatta yanabilir, tabii başlarına gelen felaketler göç etmelerini gerektirecek yeterlilikte “çarpıcıysa”. Yok eğer mağduriyet hiyerarşisinin üst basamaklarında yer almıyorlarsa, Türkiye’ye geri gönderiliyorlar. Görüşmelerde hangi kriterlere göre karar verildiği ise ayrı bir tartışma konusu. Örneğin, aynı koşulları geride bırakarak buraya gelmiş, birebir aynı hikâyeye sahip iki kardeşten biri yoluna devam ederken diğeri beklemeye alınabiliyor.
İnsanlık dışı kamp şartları
Adada geçirilen iki yıl göçmenlerin sadece elini kolunu bağlamakla kalmıyor, onları neredeyse geride bıraktıkları savaş ve felaket koşullarıyla kıyaslanabilecek kötülükte hapishane-kamp ortamıyla başa çıkmak zorunda bırakıyor. Mitilini’ye 10 kilometre uzaklıktaki Moria kampının önünden geçmek bile durumun vahametini iliklerinize kadar hissetmenize yetiyor, sanki bütün savaşlara, acılara şahit oluyorsunuz.
AB ile Türkiye arasındaki göçmen anlaşmasından sonra Midilli’ye ulaşmaları iyice zorlaşan göçmenlerin çoğu, batıya doğru yollarına devam etme gayesiyle geldikleri bu adada çok uzun süre demir atacaklarından habersiz. Sayıları dokuz bini geçen göçmenlerin iltica başvurularının ardından, ortalama iki yıl sürecek yasal işlemleri başlıyor..
Görece huzurlu geçen kış aylarının ardından yaza doğru göçmenlere yönelik tavır giderek olumsuzlaşıyor, turizm sezonunda göçmenler gözden uzak tutulmak isteniyor. İlkini nisanda yaşadığımız mültecilere yönelik saldırılar tepki ve direnişlere rağmen devam ediyor. Bir yandan da “Moria 35” davası hâlâ gündemde. Geçtiğimiz yıl Moria kampında yapılan bir eylemin ardından rastgele tutuklanan ve dokuz ay boyunca Sakız Adası’ndaki hapishanede tutulan 35 Afrikalı göçmenden üçü geçtiğimiz günlerde sınırdışı edilerek Türkiye’ye gönderilirken, 23’ü serbest bırakıldı, dokuzu ise halen tutuklu.
Nisan ayının 22’sinde Moria kampını ve özellikle buradaki sağlık koşullarını protesto etmek için Mitilini’nin merkezindeki Sapho Meydanı’nda oturma eylemi yapan Afgan göçmenler ve onlarla dayanışmak üzere toplanan kalabalık, aşırı sağcı grupların şiddetli saldırısına uğradı. Aralarında kadın, çocuk ve bebeklerin bulunduğu pasif eylemciler üzerlerine fırlatılan ateş topları ve kaldırım taşlarıyla ciddi biçimde yaralandı. Gece boyunca devam eden saldırının sonunda sabahın ilk ışıklarına kadar pasif biçimde direnen 120 Afgan ve iki Yunan öğrenci gözaltına alındı. Gözü dönmüş biçimde şiddet uygulayan ve büyük şans eseri can kaybına yol açmayan faşist grup ise elini kolunu sallayarak alandan uzaklaştı. Eylemin önceden organize edildiği, hatta grubun büyük kısmının Atina’dan geldiği ve gemilerle geri döndükleri söyleniyordu. Hakikaten de adalıların göçmen geçmişlerine, buradaki sosyal atmosfere, hayatın temposuna bakınca insan yerli nüfusun böylesi şiddet eylemlerine kalkışabileceğini düşünemiyor. Fakat bir yandan da aşırı sağ eğilimin adada yükseldiği de yadsınamaz bir gerçek.
Öte yandan, Moria kampındaki zor koşulların yarattığı gerginlik gelinen coğrafyadan taşınan öfkeyle birleşince sert olayların sayısı da artıyor. 25 Mayıs’ta, ağırlıklı olarak Afrin’den adaya iki ay önce gelen gruba yine Suriyeli bir başka grup demir çubuklarla saldırdı. 800 kadar Kürt Moria kampını terk etmek zorunda kaldı. Bunların bir kısmı Mitilini sınırları içinde, STK ve aktivistlerin el verdiği Pikpa isimli bağımsız kampa geçici olarak alınırken, büyük kısmı şehrin dışında, toplu taşımayla ulaşılması imkânsız, beslenme koşullarının yeterli olmadığı, içeriye girenin bir daha dışarı çıkamadığı, aksi takdirde Moria’ya dönmekle tehdit edildikleri yeni bir açık hapishane-kampa yerleştirildi. Pikpa’nın kapasitesinin sınırlılığı, çevre otellerden ve kurumlardan gelen kapatma tehditleri nedeniyle buradaki Kürtler, güvenlik koşulları garanti edilmemesine rağmen, Moria kampına döndü. Son olaylarla birlikte, adadaki Kürt göçmenlerin bir kısmı adeta kendi kendilerini sınırdışı etmek isteyecek raddede umutsuzluğa kapılmış halde. Özellikle Ezidiler büyük endişe ve hayal kırıklığı yaşıyor. Bir grup Ezidi koşullara dayanamayarak haziran ortasında Irak’a geri dönme kararı aldı.
Görece huzurlu geçen kış aylarının ardından yaza doğru göçmenlere yönelik tavır giderek olumsuzlaşıyor, turizm sezonunda göçmenler gözden uzak tutulmak isteniyor. İlkini nisanda yaşadığımız mültecilere yönelik saldırılar tepki ve direnişlere rağmen devam ediyor.
Moria’dan gelen gerilim ve şiddet haberleri bununla sınırlı değil. İnsanlık dışı koşulların yarattığı öfke her an patlamaya yol açabiliyor, yemek ya da tuvalet sırasıyla ilgili küçük bir atışma birden ulusal bir meseleye ve çatışmaya dönüşebiliyor. Gerilimin temelinde Moria yönetiminin ciddi ihmalleri, özensizliği ve hatalarının yattığını söylemek yanlış olmaz. Kampa mültecilerin yerleştirilmesinde Ortadoğu’daki güncel koşulların gözardı edilmesi, savaş halindeki toplumların üyelerinin aynı küçük konteynerlerde yaşamak zorunda bırakılması yangına körükle gidilmesi sonucu doğuruyor. Beş kişilik bir konteynere kapasitesinin iki katı insan sığdırmakla kalınmıyor, ne akla hizmetse, bu göçmenlerin beşi Ezidi, beşi radikal İslamcı olabiliyor.
Havaların güzelleşmesiyle birlikte plajlar da mültecilerin diğer mültecilerle ve yerli halkla karşılaştığı mekânlar haline geldi. Mitilini merkezinden yürüyerek ulaşılabilen plajlarda bu karma nüfusun ortaya çıkardığı kültürel çarpışmalarla sık sık karşılaşıyoruz. Şöyle bir sahneye tanık oluyoruz mesela: Ellili yaşlarda Yunan bir kadın sahilde oturmuş denize girenleri seyreden üç Iraklı erkek göçmeni uyarıyor: “Biz kadınız ve denize girmek istiyoruz. Sizse girmiyorsunuz ve tuhaf tuhaf bakıyorsunuz. Ya denize girin ya da buradan gidin.” Kadın bunları üstten bakmadan, yumuşak, hatta nazik denebilecek bir üslûpla dile getiriyor. Bu tarz karşılaşmalar ve ufak sürtüşmeler kimi zaman olumlu ilişkilere dönüşebilse de, dört çocuğuyla plaja gelmiş Afrinli bir kadını “bu denize giremezsin, bu deniz bizim” diye sopayla kovalayan bir faşiste plajdaki diğer bir faşistin destek verdiğine de rastlayabiliyoruz.
Yaz başında belediye plajının kapısına Schengen vatandaşı olmayanların plaja pasaportsuz giremeyeceğini söyleyen bir tabela asılıyor. Sığınma başvurusunda bulunanların süreç devam ederken pasaportlarına el konduğunu düşünürsek, hakikaten “dahiyane” bir yöntem. Bu uygulamaya karşı çıkmak için yapılan eylem polis müdahalesiyle karşı karşıya kalsa da, eleştirilerin yaygınlaşması üzerine, tabela kaldırıldı. Bununla birlikte, “kural” hâlâ geçerliliğini koruyor gibi görünüyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen, barış içinde hep beraber yaşama arzumuzu paylaşabileceğimiz, bunun için birlikte mücadele edebileceğimiz insanlarla bir araya gelebileceğimiz adaya has mekânlar da yok değil.
İnsanlık dışı koşulların yarattığı öfke her an patlamaya yol açabiliyor, yemek ya da tuvalet sırasıyla ilgili küçük bir atışma birden ulusal bir meseleye ve çatışmaya dönüşebiliyor.
Umut örgütlenmesi: Mosaik
Bu mekânlardan biri Mosaik destek merkezi. Merkez, AB-Türkiye anlaşmasıyla adada kalış süreleri birkaç haftadan en az bir yıla uzayan, çoğu zaman iki yıla çıkan göçmenlerin kamp dışındaki vakitlerini anlamlı kılma amacını taşıyor. Düzenledikleri herkese açık ve ücretsiz etkinliklere bugüne kadar dört bini aşkın kişi katılmış. Mosaik’in gönüllüleri arasında adalılar, göçmenler ve dünyanın dört bir yanından dayanışmaya gelenler yer alıyor. Lesvos Solidarity (Lesvos Dayanışması) ve Borderline Europe (Sınırdaki Avrupa) tarafından kurulan merkez, bağımsız destekçilerin yardım ve bağışlarıyla ayakta kalıyor. Göçmenlerin maruz kaldığı felaketin sorumlusu olarak gördükleri AB fonlarına kapılarını kapamışlar.
Mosaik’teki Yunanca kurslarını adalı öğretmenler yürütüyor. Mülteci öğrencilerin hemen hepsi Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde belli bir süre geçirmiş. Anlatacak o kadar çok hikâyeleri var ki… Adıyaman’da berber, Mersin’de dönerci, Küçükçekmece’de kesimci, Aksaray’da derici olarak çalışmışlar. Patronlarından dert yanıyorlar. Emeklerinin karşılığını alamamış, büyük haksızlıklara uğramışlar. Hepsine bir yandan Avrupa’ya ulaşma hayali, diğer yandan Türkiye’ye geri gönderilme korkusu hâkim. Bu adada arafta bekliyorlar.
Harika bir çocuk korosu var Mosaik’in. Gönüllüler mülteci çocukları kamplardan, adalılarsa çocuklarını okullarından alıp buraya getiriyor. Çocukların sesinden çok-dilli şarkılar yükseliyor. Geçtiğimiz ay Türkiye’den gelen KeKeÇa beden perküsyonu grubu ile çocuklardan ve yetişkinlerden oluşan koroyu buluşturan Mahabharabbit adlı çok-dilli bir gösteri düzenlendi. Koca belediye tiyatrosu salonu tıklım tıklım dolmuştu.
Dino adaya Boston’dan gelmiş. Her akşam bambaşka kültürlerden gelen bir gruba yoga dersi veriyor. 18-19 yaşlarındaki Afgan gençler altmışlarındaki Yunan kadınlarla birlikte yoga yapıyor. Ders çıkışlarında, arabası olan Yunan kadınlar gençleri kamplarına bırakıyor. Aslında Mosaik’in derslerine katılanlara gidiş-dönüş için iki otobüs bileti veriliyor. Fakat yoga dersleri geç saatte bittiğinden, mültecilerin kamplarına güvenli bir şekilde dönmeleri için ortaklaşa çözümler üretiliyor. Mosaik’in en alt katında sürekli işleyen mini bir tekstil atölyesi var. Mültecilerin adaya gelirken kullandıkları can yelekleri çöpe gitmiyor, geri dönüşüm atölyesinde çantaya dönüşüyor. Satılan çantalardan mültecilere mütevazı bir gelir elde ediliyor.
Afganistan’dan göçmeden önce bilişim sektöründe çalışan Hasip ilgilenenlere bilgisayar öğretiyor. Başka bazı göçmenlerse Arapça ve Farsça dersleri veriyor. Sınıflar dopdolu. Arapça öğretmeni Amal da yolu Mosaik’le kesiştiğinden beri öğrencilerinin burada verdiği derslerin müptelası olmuş. Amal’a göre, başka yerlerdeki dayanışma merkezlerinde göçmenler kendilerini her an göçmen hissetmeye devam ediyor. Mosaik’in farkı ise herkesi müşterek paydalarda birleştirmesi, farklılıkları ortadan kaldırması, göçmenlere göçmen olduklarını unutturması.
Beş kişilik bir konteynere kapasitesinin iki katı insan sığdırmakla kalınmıyor, ne akla hizmetse, bu göçmenlerin beşi Ezidi, beşi radikal İslamcı olabiliyor.
Amal’ın yolculuğu
Amal, Filistinli bir mülteci olarak Suriye’de doğmuş. Ailesi yetmiş yıl önce, İsrail’in kuruluşuyla birlikte Suriye’ye göç etmiş. Suriye’de yaşadığı süre boyunca Filistin pasaportu taşımak dışında kendini Suriye halkından farklı hissetmemiş. Eğitim hakkından herkes gibi yararlanabilmiş, sonrasında da Suriyelilerle eşit koşullarda, İngilizce öğretmeni olarak çalışabilmiş. Suriye halkından herhangi bir ayrımcılık görmemiş. Mültecilik statüsünün nasıl olumsuz tecrübeler yaşatabileceğini Suriye’den Türkiye’ye göç ettiğinde anlamış. Türkiye’de kaldığı sürede Filistinli mülteci olarak kabul edildiğinden Suriyelilerin elde ettiği haklardan dahi yararlanamamış. İstanbul’u düşündüğünde oradan oraya koşuşturup iş aradığı günler geliyor aklına. 47 yaşında hayatında ilk defa fabrika işçisi olarak çalışmanın zorluklarını anlatıyor. Üç farklı fabrikada çalışmış, hepsi kısa süreli olmuş. Son patronu üniversite diploması olduğunu öğrenince işten çıkartmış. Amal her ne kadar bu işe ihtiyacı olduğunu ve işi küçümsemediğini söylese de fayda etmemiş. İstanbul’daki yaşam koşullarına daha fazla dayanamamış ve sonunda kendini Mitilini’ye atmış. Yolculuğu, adaya gelebilmek için başından geçenleri anlatmak istemiyor. Tek başına göç etmiş bir kadın olarak Moria kampının güvensiz ortamı onu başlarda epey tedirgin etmiş. Fakat kısa zamanda, diğer mültecilere yardım etme telaşesine kaptırmış kendini. Amal’a göre dayanışma hâlâ yaşadığını, insan olduğunu, becerilerini paylaşabileceğini hatırlamanın bir yolu. Önce Moria’nın revirinde gönüllü tercümanlık yapmaya, sonra göçmenlere İngilizce dersleri vermeye başlamış. Ardından bazı sivil toplum kuruluşlarıyla iletişime girmiş. Nerdeyse her sivil toplum kuruluşunun en az bir defa Amal’a işi düşüyor, özellikle de Arapça konuşan kadınlar için tek başına bir köprü görevi üstleniyor. Öte yandan, göçmen meselesini bir fırsata dönüştürdükleri için çok kızgınlık duyduğu birçok kurum ve STK’yı şiddetle eleştirmekten de geri durmuyor. Ama Mosaik’in yerinin bambaşka olduğunu düşünüyor. Amal, Arapça öğretmeni arandığını duyunca hemen başvurmuş ve böylece Mosaik’in bir parçası olmuş. Yunan, İtalyan, Afgan, Fransız, Kamerunlu, Belçikalı ve Hollandalı öğrencileri var.
Dino adaya Boston’dan gelmiş. Her akşam bambaşka kültürlerden gelen bir gruba yoga dersi veriyor. 18-19 yaşlarındaki Afgan gençler altmışlarındaki Yunan kadınlarla birlikte yoga yapıyor.
Dil dersleri dışında Mosaik’in okur-yazarlık, müzik, edebiyat, hikâye anlatıcılığı ve belgesel atölyeleri de var. Şiir buluşmasından söz etmezsek olmaz. Katılımcılar kendi yazdıkları ya da o gün içlerinden gelen bir şiiri kendi dillerinde okuyor, isteyen İngilizceye çeviriyor. Şiirler adadaki mülteci ve kamp yaşantısının güncesini de tutuyor. Yaşananları, hissedilenleri Farsça, Kürtçe, Arapça, Fransızca şiirler üzerinden dinleyerek paylaşmak paha biçilmez bir duygusal ortaklık yaratıyor. Şiir buluşmasına ilk katıldığım gün Amerikalı bir kadın bir Nâzım Hikmet şiiri seçmiş. Türkiye’den geldiğimi duyunca şiiri anadilinden de okumamı istedi:
“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın,
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”
Ve sonraki dizeler:
“insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde...”
Adada mültecilerin yanısıra, Şili’den Tayvan’a, Faroe Adaları’ndan Porto Riko’ya ve Avrupa’nın her noktasına uzanan dört bir yandan gelmiş anarşistlerden din misyonerlerine, gönüllü göçmenlere her alanda rastlamak mümkün. Gözlem ve kurtarma ekiplerinden yemek yapanlara, göçmenler için barınak inşa edenlerden yıllık iznini tıbbi destek için burada kullanan doktorlara kadar dayanışmanın binbir türü. Bu teknedeki herkes, içindeki ve dışındaki göçmenden bir şeyler öğreniyor.
Mültecilerin yanısıra, Şili’den Tayvan’a, Faroe Adaları’ndan Porto Riko’ya ve Avrupa’nın her noktasına uzanan dört bir yandan gelmiş anarşistlerden din misyonerlerine, gönüllü göçmenlere her alanda rastlamak mümkün. Gözlem ve kurtarma ekiplerinden yemek yapanlara, barınak inşa edenlerden tıbbi destek için yıllık iznini burada kullanan doktorlara kadar dayanışmanın binbir türü.
Amal mültecilik başvurusuna ilk mülakatta ret cevabı alıyor. Saçlarını örttüğü kurukafalı başörtüsünün hikâyesini gülerek anlatıyor: “Polisler ruh sağlığımdan şüphelenip sığınma talebimi kolaylaştırsın diye bu başörtüsüyle gittim görüşmeye, ama nafile.” Bir sonraki mülakat bir yıl bir ay sonra. O zamana kadar Suriye’de işlerin yoluna girmesini ve Şam’a geri dönmeyi umuyor. Bir yandan da yaşadığı tecrübenin ona zevk veren yanlarını anlatıyor. Midilli ile Suriye arasında hem coğrafi hem de kültürel açıdan çok sayıda benzerlik yakalamış. Adada keşfettiği bu kültürel mozaiğin bir parçası olmaksa onun için en önemli umut kaynağı.