Bir görsel sanatçı, bir şair ve İstanbul’un sekiz mahallesi… Gezintiler, seyirler, “şehirle yüz yüze diyaloglar” sergiye dönüştü, 9 Mayıs’a kadar Studio-X İstanbul’da ilgilisini, meraklısını bekliyor. “Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz”ün yaratıcılarını, Memed Erdener ve Cihat Duman’ı dinliyoruz.
Bir şair ve görsel sanatçının birlikte sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Cihat Duman: Olma Borcu kitabımı yapıyorduk. Beraber bir masaya oturduk, yanlış yaptık ve bir daha dizdik. Aslında ilk mimari deneyimimiz mizanpaj üzerinden oldu. Yapmak, bozmak ve yeniden yapmak. Bu yapı tek ve aynı yüzeyde iki farklı özne tarafından deneyimlendiğinde sonraki hamlelerin ipucunu veriyor. O fikir de bu sergiydi. Yıllarca üzerinde çalıştığım ve tamamlayamadığım bir kitap projesi vardı. “Sarkastik ve ironik olanı sanatta nasıl ele alabiliriz?”, bunun peşine düşmüştüm. Bunun güncel sanatta karşılığını Memed’in sergilerinde gördüğüm nesnelerde fark ettim. O yansımayı almıştım daha önceden. Etkisi yapmak bozmak ve yeniden yapmak. Bir denklem gibi. Bu denklemi iki insanın arasına koyarsan bir şeyler olabilir.
Sergi metni oldukça yalın, ara ara başka yollara sapıyor, o incelikli yerlerden tekrar geri geliyor…
Duman: Genel olarak sergi metinlerinde her zaman Türkçeye yeni çevrilmiş yepyeni kelimeler vardır, en basiti ‘yapısöküm’. Metinlerin İngilizcesi ve Türkçesi olur. Türkçesine baktığımızda Latincedeki, Fransızcadaki, İngilizcedeki hallerini Türkçe söylemle görürüz. Kafamız karışır, anlamayabiliriz. O yüzden sergilerin tanıtım yazıları serginin böğründen sökülmüş kanlı bir parça gibi. Sergiyi tanıtan metin aslında bir tabeladır. Roman veya röportaj bir tabela değildir. Bizim serginin metnini ancak bir kitabın kapağındaki metin ile karşılaştırabiliriz.
“İstanbul nedir?” diye çok tartıştık. Bütün kusurlarına, şehri katledenlere inat, terkedilemez ve arkasından konuşulamaz, konuşulursa ancak yüz yüze konuşulur bir şehir olarak değerlendirdik. Kimi arkadaşların “şehir mahvoldu, çok kötüyüz” gibi bir romantizmle ortaya çıkmalarının nedeni çoktan bu şehri terk etmiş olmaları.
Memed Erdener’in ve Extramücadele’nin eski işlerinde metnin önemli bir işlevi olduğunu biliyoruz. Bir şair bu alana girdiğinde nasıl bir çarpışma yaşandı?
Duman: Biz sayıklıyoruz. Memed konuşmayı sevmeyen biri. Ben bir buçuk yıldır konuşmuyorum. Bomboş konuşma olursa konuşuyorum. Bir arada olduğumuzda konuşmuyoruz. Sayıklıyoruz. Bu sayıklamalardan bazen o bir şey yakalıyor, söylüyor ve not ediyoruz. Bazen ben yakalıyorum. Not ettikten sonra üç beş gün daha düşünüyoruz. Metne dahil olması gereken veya nesneleştirilmesi gereken bir cümle varsa beraber karar veriyoruz. Sanatın bireysel olduğunu düşünüyorum, ama bu iki kişilik durum şunu aklıma getiriyor. İnsan aslında bir arzu makinesidir, sürekli arzularının peşinden koşarken kendini bir makine gibi hisseder. Makinalar bozulur. Bozulmayan şeye makine diyemeyebiliriz. Tek bir arzu makinesi başka insanlara fetiş üreterek insanların ihtiyaçlarını karşılayabilir. Çift arzu makinesi karşılıklı bozulan ve yeniden yapılan ve tekrar bozulan bir makine. Çift arzu makinasının ortaya koyacağı şey merak konusuydu. Tek başıma yazdığımda çok dar da olsa onun bir alıcı kitlesi olduğunu biliyorum. Bunun bana bir alandaymışım ve etrafım sarılıymış gibi bir etkisi vardı. Ama iki kişi ürettiğinde o kitle yok oluyor. İki kişinin kesiştiği noktada bir kitle yok. Muhatap yok.
Kendi metinlerini kolaj olarak görmüş müydün hiç?
Duman: Yok ilk defa. Ben semtleri dolaştıktan sonra Memed’ten atak bekledim. Belki onun yapacağı şeye göre bir şey yazabilirdim. Ama o “sen yaz” dedi. Ortak yaptığımız sekiz işte genelde metinleri önce ben yazdım, sonra nesneler ortaya çıktı. Metni bu nesnelere nasıl iliştirebiliriz diye düşündüm. Ondan sonra mekânsallaştırmaları geliştirip daha farklı şeyler yaptık.
Sayıklama konusu açılmışken, sergi kataloğunda arasında geçen kısa bir diyalog var. Serginin ismini tartışıyorsunuz. O sayıklamalarda serginin ismi için “Namusumuzu Kurtarmak İçin Şerefsizlik!” önerisi çıkıyor…
Duman: Düşünsene tam o esnada Studio-X’in önünden bir taksici geçiyor. Mekânın cephesinde görüyor bunu. “Şerefsizlere bak, namussuzlara bak” diyor…
Memed Erdener: “Artık açık açık söylüyorlar” diyor…
“Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz” ismi oldukça doğrudan ve bir hedefe yöneliyor gibi. Bu yönden agresif bir isim diyebilir miyiz?
Duman: Tersini düşünsene. Birbirimizi hak etmeyecek kadar iyiyiz! Genel düşünce bu değil mi? Ben iyiyim ve sen beni hak etmiyorsun. Özne, sürekli kendisini iyiliğin tarafında gösteriyor. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” diye bir hadis var. “Kötüyseniz kötü yöneticiler gelir” gibi bir laf var. Bir yandan bununla alâkalı. Bir yandan insanların iyilik saplantısı ile alâkalı. Bir yanda da “birbirimizi hak edecek kadar kötüyüz” de gizlenmiş bir “iyiyiz aslında”, bizim kötülüğümüz birbirimizi hak edecek kadar. Varsa bir kötülüğümüz küçücük, o da birbirimizi hak ettiğimiz için. Bir yandan da çok masum bir cümle aslında.
Trump Tower’ın oradan Kuştepe’ye doğru indik. Oradan karşı yaka gözüküyor. Karşısı olduğu gibi bina. Çok hızlı yerleşilmiş oraya. Mecidiyeköy’de bir plan var, bir hareketin yavaşlaması var. Diğer tarafta çok hızlı bir hareket var. Oraya insanlar ittirilmiş. O hareketi görüyorsun.
Erdener: Bir de şehre söylenmiş hali var. Bir kişi şehre söylüyor bunu: “Senle ben birbirimizi hak edecek kadar kötüyüz”. “Sen kötü bir şehirsin ben de kötü bir insanım” der gibi. Ben romantik bir şekilde şehre söylenmiş halini seviyorum. Tevfik Fikret’in Sis şiirinin yüz elli sene sonra bir cümle olarak tekrar söylenmesi gibi.
Sergide fotoğraf kullanmamayı tercih etmişsiniz. İmgeye ve hafızaya yaptığınız bir atıf var. Bu tercihinizin nedeni nedir?
Erdener: Reprodüksiyon, aura, hafıza imge ile ilgili kavramlar. Fotoğraf başka bir şey. Bir yeri gezip döndükten sonra orası hakkında düşünmek başka bir şey. İkisi arasında fark var. Biz imgeyi seçelim dedik. Çektiğimiz fotoğraflar da vardı. O fotoğraflarla serginin bir kısmını yapma imkânı vardı elimizde. Onu tercih etmedik. Yağlı boya bir resmin kendisini görmekle, Instagram’da resmin jpeg halini görmek arasındaki farktan bahsedilebilir. Instagram’da aşağı doğru ittirirken karşımıza bir resim çıktığında “ne kadar güzelmiş” deriz ve paylaşırız. Bu hafızada ne kadar yer edebilir? Yirmi gün sonra hatırlar mısın böyle bir şey yaptığını? Kırk gün geçse? Hatırlamazsın, hafızaya yazılmaz. Önbellekte kalır gider. Ama bir resim, sergi salonu veya müzeyi ziyaret edip, resme yaklaşıp “Vay be buradaymış. Tahmin ettiğim kadar büyük değilmiş” dediğinde hafızanda kalır. Yirmi sene sonra hatırlar mısın? Hatırlarsın. Bu işte bir “aura” oluşturuyor. Fotoğrafta “aura” oluşmuyor haliyle. Temsil edilenlerin içinde bir kırpıntı görüntü. Hafızada yer etmeyince neredeyse yaşanmamış gibi bir şey oluyor. Bu yüzden hatırladıklarımızı ve aklımızda kalanları tercih ettik. Hatırladıklarımız yaşadıklarımızdır bir yandan.
Sergi İstanbul’da sekiz mahalle civarında geziniyor. Bu mahalleleri seçme sebepleriniz nelerdi?
Erdener: Bir ayımızı bu sekiz yeri gezmeye ayırdık. Çoğunlukla Cihat önerdi yerleri. Cihat’ın gezdirmesi de hoşuma gitti. Ne güzel, flanör bir rehber buldum dedim. Sakin biriyim, biri beni gezdirmek istiyorsa gezerim. Bırakırım kendimi. İyi olacağını tahmin ediyordum. Ben de bir iki yer önerdim. Yer seçiminin çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Her şey herşeydedir cümlesini çok seviyorum. Bu cümleyi bilmiyorken bile böyle düşünürdüm. Hafif mistik bir gizem var içinde. Dinin boşalttığı alana böyle bir mistisizm ile yaklaşmak çok hoşuma gidiyor. Karım “sekiz yerin adlarını söylemeyin, İstanbul gibi bilinmez ve karışık kalsın” dedi. Mesela Luis Buñuel bir filminde anlaşılmaz bir sahne koyar ve bunu soran olduğunda “onun ne olduğunu biz de bilmiyorduk” der. Bunun gibi bir şey olduğunu düşündüm. Cihat’la düşündük ve “şu mahalleler gezildi” gibi bir şey yazmamaya karar verdik.
Genelde şehir tartışılırken küçük parçalar es geçilir, görülmez. Veya tamamen iktidar odaklı bir bakışla kent yorumlanır. Henri Lefebvre bu iki farklı yapının arasındaki ilişkiyi iyi kuruyor. Bu iki yapının birbiriyle ilişkisinden ve bir ritimden bahsediyor. Bu sergide de buna benzer bir hat görülüyor. Otobüs biletlerinden, Türkiye’de adalet sistemine kadar geniş bir hat…
Erdener: Gençliğimde en büyük hayalim gezen bir kumpanyanın grafik tasarımcısı olmaktı. Onlar bana diyeceklerdi ki “Adapazarı’na gidiyoruz, iki temsil yapacağız. Lütfen afişleri hazırla.” Bunu yapmak isterdim, ama olmadı öyle bir şey. Aslında bu o hayalin de bir parçası oldu. Mekânları gezdik, Cihat bir hafta sonra metinleri vermeye başladı. Sekiz metnin çoğu harika bence. O kağıtlarla beraber kalınca bu “hayal” aklıma geldi. Otobüste geziyormuşum gibi. Her tasarımcı bir başlangıç fiskesine ihtiyaç duyar. Benim için o metinler güzel bir fiskeydi. Rüyanın döndüğü yerdi.
Hafıza ile ilgili bağlantılı hale getireceksek… Ayvalık’taki kiliselere bakın. Camiye dönüştürülmüşler. Zaten kıbleleri yok. Yapılış tarihi 1936, 1945. Sanki o “cami” o tarihte yapılmış gibi. Yapının gerçek tarihi hiçbir yerde yazmıyor.
Duman: Şehrin bir ritmi var, ama merkezi yerlerde daha çok duyuluyor. Kaçlık bir ritim olduğunu oralarda tahmin edebiliyoruz. Biz burada sadece bir merkez yeri tercih ettik. Kalan yedi yer merkezi değildi, taşra diyebileceğimiz yerlerdi. İlk başta sergi fikri aklımıza geldiğinde bir delil aramaya çalışıyorduk. Bizi kötü yapan şey bir “suç”, bununla ilgili nasıl deliller var düşüncesiyle yola çıktığımız için genelde kriminal mahalleleri seçtim. En kriminal yere gittik, Karabayır’a. Suç oranı olarak hırsızlığın öne çıktığı bir yerdir. Genelde oradan çıkan çocukların başka mahallelerde hırsızlık yaptığını biliyoruz. Oraya gittiğimizde hırsızlıkla ilgili bir şey görmeyecektik, ama gördüğümüz başka bir şeyi hırsızlık üzerinden değerlendirebilecektik. Ama bambaşka şeyler gördük orada. Oraya gitme niyetimiz ters yüz oldu. Belki hırsızlık tutanağı şeklinde yazılacak metin makale olarak ortaya çıktı.
Erdener: Bu gezintileri yaparken Trump Tower’ın oradan Kuştepe’ye doğru indik. Oradan karşı yaka gözüküyor. Karşısı olduğu gibi bina. Çok hızlı yerleşilmiş oraya. Hareket farklılığı diye baktım ben de ona. Mecidiyeköy’de bir plan var, bir hareketin yavaşlaması var. Diğer tarafta çok hızlı bir hareket var. Oraya insanlar ittirilmiş. O hareketi görüyorsun. “Anadolu’dan aldık buraya yığdık”. “Kelleye ihtiyacımız var, nereye yığalım? Dere yatağına yığalım!” gibi bir durum var.
Duman: Turgut Çırpanlı serginin en iyi işini yaptı. Akbilleri boyadı, bayıldım. Akbilleri boyamak çok iyi fikir.
Erdener: Turgut Çırpanlı, serginin konuk sanatçısı. Gittiğimiz sekiz semt için sekiz farklı istanbulkart tasarladı, boyadı. Klişe görüntü, turistik olan, tarihi mekânlar gibi tanımlayabileceğimiz tanımlamaları sorgulayan sekiz istanbulkart.
Güncel sanat veya edebiyatın bazı örneklerinde “kadim kent ve nostalji” temalarının yoğunluğuna tanık oluyoruz. Bu tür bir bakış bizim mevcut şehir tecrübemizden oldukça farklı değil mi?
Duman: O dediğin insanlar şehrin arkasından konuşuyorlar. “Biz arkasından konuşulması mümkün olmayan bir şehirden bahsettik”, katalogdaki ilk cümle bu. Bahsettiğin kişiler kaçmak istiyordur. “İstanbul nedir?” diye çok tartıştık Memed’le. Bütün kusurlarına, yağmasına, talanına, şehri katledenlere inat, terkedilemez ve arkasından konuşulamaz, konuşulursa ancak yüz yüze konuşulur bir şehir olarak değerlendirdik. Sergide romantik bir durum ortaya çıktıysa ve bu “romantizm” gibi değilse sebebi odur. Kimi arkadaşların “şehir mahvoldu, çok kötüyüz” gibi bir romantizmle ortaya çıkmalarının nedeni çoktan bu şehri terk etmiş olmaları.
Erdener: Romantizm çok sevdiğim bir akım. Hayran olduğum bir anlama hali. Dün Şişli’de yürürken arabaların geçtiği yolun ortasından yürüyen 18-19 yaşlarında iki genç çingene kız gördüm. Birinde o büyük kâğıt toplama arabalarından vardı. Üzerlerinde çiçekli bir şal ve kolsuz yemeni. O kadar şık ve güzellerdi ki. Ben onlara bakınca ve onlar da güzel olduklarını bilince bir an için Şişli-Nişantaşı havzasındaki “güzellik” kavramı onlara teslim edildi. Onlar güzeli temsil ettiler. Arkadan gelen taksiciye “ne var lan, çekilmiyorum” bakışı attı. Çünkü artık ne korkacağı ne de çekineceği bir şey var. Yolun tam ortasından gidiyor. Onlara güzelliğin teslim edilmesi çok romantik bir şey. Aklın yolunun dışına çıkılması ve bunun sonucunda da onlarca eksinin bir araya gelip güzeli oluşturması. Bu harika bir şey.
Türk hakikate ihtiyaç duymaz. Makûl üzerinden ilerler. Çıkarı neredeyse oraya gider. Arsa var mı, kat çıkılacak mı? Hangi parti ile “kat” çıkılacaksa oradan ilerler.
Serginin hafızada kalanları önemsediği görülüyor. Uzun zamandır tanık olduğumuz şehir mekânlarının çok hızlı bir şekilde değişmesinde ötürü bir “unutkanlık hali” var. Bir hafıza kavgası yaşanıyor. Bunun çok sert şekilde yaşandığı yer Taksim mesela. AKM’nin yıkılması ve Taksim Cami’nin inşası bu kavganın önemli simgelerinden oldu…
Erdener: Tapınak yapıyorlar. Bu devirde tapınak yapan ender iktidarlardan biri. Nijerya’da varmış böyle bir örnek, yüz bin kişilik bir kilise yapılıyormuş. Fakir halk bu dev kiliselere geliyormuş, yemek dağıtılıyormuş oralarda. Bülent Arınç’ın “bilmem ne” macunu attığı gibi. Kilisede evi olan Nijerya zenginleri, gelen fakirlere yemek hibe ediyorlar. İktidarın başındaki “şefkat” gösteriyor. Seni öldürebilir de yaşatabilir de. Tayyip de aynı şeyi yapmak istiyor. ‘Şefkati de cezayı da ben veririm” demek istiyor. Tapınak yapmanın arkasında bu var aslında. Ucuz patates kuyrukları bir “şefkat” gösterisi. Zalimin bizi öldürmeyişinin aslında ne kadar “şefkatli” bir şey olduğunu anlatan yapılar onlar. Asla tanrı ile ilişki kurma mekânları değil.
Cihat Duman’ın metinlerinde mültecilere atıflar var. Mülteciler de şehir ritminin içinde…
Duman: Beyoğlu’nda nargilecilerin ve maçların gösterildiği sokakta yarısına kadar Arapça maç yayını var. Bir tanesi Türkçe açıyor. Orada da Türk nargileciler maç izliyor. Ama oraya kadar sokakta Arapça duyuyorsun maçları. Mephisto’dan çıktın, kültürlendin, üç beş tanıdık gördün iyice feyzin arttı. Arka sokaktaki bara gideceksin. Hava tam kararmadan iki tane bira içeceksin, Süveyş Kanalı’ndan geçiyorsun. Sonra Erol Dernek sokağa varıyorsun.
Erdener: Mesela Rumca maç seyredilebildiği bir televizyon kanalına varamadı Türkiye. İstanbullu Rumların yaşlıları ‘aç oğlum şu Rumca TRT’yi Fenerin maçlarını izlemek istiyorum’ diyemiyor. Bu duruşu gösteremedi Türkiye.
Millî ölmüş bir kavram, milliyetçilik ölmüş gitmiş bir ideoloji. Bunlara elektrik şoku veriyorlar, hareket eden cesetlere dönüşüyorlar. Çocuklarımız bunlarla uğraşmayacak, son bir kere biz uğraşıyoruz. Ölmüş olanı tekrar öldürmeye uğraşıyoruz.
Başka bir hafıza kavgası da şehrin duvarlarında sürüyor. Cihat Duman’ın haber videosunda görüyoruz bunu. Aktivistlerin duvarlara yazdığı yazıları “dönüştüren” bir belediye dili var galiba.
Duman: Çok büyük emek var orada. Zabıtalar geziyor ve yazılamalar hangi renklerle yapılmışsa o renklere uygun boya kullanıyorlar. (gülüyor) Zabıtanın ve polisin emeği var, mekân ve zemin var. Bir yandan militanlar diğer yandan zabıta ortak bir “iş” yapıyorlar.
Erdener: Aslı Çavuşoğlu’nun tam da bu konuyla ilgili “Devrim” isimli neon bir işi var. Onu da burada söyleyelim. Apo’yu neye çeviriyorlardı? Babo muydu?
Duman: Babo! (gülüyor) Eğer hafıza ile ilgili bağlantılı hale getireceksek bu durumu, Ayvalık’a gidip oradaki kiliselere bakın. Camiye dönüştürülmüşler. Zaten kıbleleri yok. Yapılış tarihi 1936, 1945. Sanki o “cami” o tarihte yapılmış gibi. Yapının gerçek tarihi hiçbir yerde yazmıyor.
Erdener: Türk hakikate ihtiyaç duymaz. Makûl üzerinden ilerler. Çıkarı neredeyse oraya gider. Arsa var mı, kat çıkılacak mı? Hangi parti ile “kat” çıkılacaksa oradan ilerler.
Extramücadele’nin değindiği konulardan biriydi “millîlik”. Bu sergide de bu kavramın izlerini görüyoruz. Zaman içinde bu tanımın parçaları değişti. Bu günlerde “millîlik” daha farklı bir içeriğe sahip. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Erdener: Bunlar ölü kavramlar. SSCB gibi. Bir şey öldüğünde estetik değer kazanıyor. Noktası konduğunda sanata dönüşüyor. Bir şair öldüğünde yapıtı bitiyor. “Bitti bu iş” dediğinde fotoğrafı çekiliyor ve hep öyle kalıyor. SSCB tişörtüyle sokağa çıkmak havalı bir şey, değil mi? Ama SSCB varken o tişörtle çıkmak başka bir şeydi. Millî de ölmüş bir kavram, milliyetçilik ölmüş gitmiş bir ideoloji. Bunlara elektrik şoku veriyorlar, hareket eden cesetlere dönüşüyorlar. “Millî” bir sıfat. Arkasına “müteahhitlik” koy “takım” koy, istediğini koy… Ölmüş, gebermiş şeyler. Çocuklarımız bunlarla uğraşmayacak, son bir kere biz uğraşıyoruz. Ölmüş olanı tekrar öldürmeye uğraşıyoruz. Millîlik içi boş bir şey, içini doldurabilirsin. Türk-İslâm olur, güçlü-kazanan olur. Mesela II. Dünya Savaşı sonrası Cumhuriyet gazetesi yazılarına bakarsan şunu görürsün. “Güçlüdür hak eden” diyor. O zaman millî oydu, mesela Türk olmana yetmezdi. Türk olup zayıf, güçsüz, hastalıklı veya sakatsan millî sayılmazsın. Neyin millî olduğu değişiyor sürekli.
Freud’un Totem ve Tabu’sunu okuyup, insanlığın bir adım bile atmış olmamasının verdiği komedi hissini cümlelerle yeniden yarattığınızda çok iyi bir “komik” ortaya çıkıyor. Ama diğer yandan kırılıyorlar. Çok kırılganlar. İslâmiyette havâs ve avam ayrımı var. Havâsın Allah’ı ve bazı tehlikeli şeyleri konuşma serbestisi var. Avama indiği andan itibaren suç.
Cihat’ın bazı şiirlerinde Allah sanki bir arkadaşmışçasına anlatılıyor. Allah’ın dünyevi bir alana çekiliyor oluşu önemli geliyor. Memed Erdener’in Rindler ve Allah serisinde de görülüyor bu durum. Ne dersiniz?
Duman: Tehdit almıyordum, ama geçen ay aldım. Şaşırıyordum tehdit almadığıma. Freud’un Totem ve Tabu’sunu okuyup, insanlığın bir adım bile atmış olmamasının verdiği komedi hissini cümlelerle yeniden yarattığınızda bir yandan çok iyi bir “komik” ortaya çıkıyor. Ama diğer yandan kırılıyorlar. Çok kırılganlar. Allah meselesinde örnek alınacak bir üstad varsa Hallâc-ı Mansûr bence. Hallâc-ı Mansûr çok yükselmiş ve demiş ki: “Ben size sevap kazandırmak istiyorum. Allah’ın her birimizin yüzünde aksettiğini söylemenin günah olduğunu düşünüyorsunuz. Ben bir günahkârım. Günahkâr öldürmek kitabınıza göre sevap, sevap kazanmanızı istiyorum.” İslâmiyette havâs ve avam ayrımı var. Havâs dışardakilerin duymaması kaydıyla birçok şeyi konuşabiliyor. Allah’ı ve bazı tehlikeli şeyleri kendi aralarında konuşma serbestisi var. Halka indiği andan itibaren suç oluyor. Hallâc-ı Mansûr inat ede ede “En-el Hak” diyor. Burada durarak ve onlara sevap kazandırmaya çalışarak kendini öldürtüyor. Benim yapmaya çalıştığım şey çok basit kalıyor. Bir kelime olarak yaklaştığımızda meseleye göstergebilimin sıkıştığı an tanrının da bir kelime ile ifade edilebiliyor olması sorunudur. Freud, Musa’dan önceki dinlerde de putları yasaklayıp yerine kelimeleri getiren kişiden bahseder. İnandığınız şeyi heykel haline getirmeyin, kelime haline getirin. Kelime de heykel bana göre. “Rabbim” diyorlar “sadece benim rabbim” der gibi. Bu çok tehlikeli. Ben Allah’tan bahsedecek olsam “rabbiniz” derdim.
Erdener: İnsan kendi iradesini hiç kimseye bırakamaz. İrademizi soyut bir varlığa bırakacaksak o zaman neden biz varız? Her zaman irademizin başında olmamız gerekiyor. “O yasak, yapamam”, “orada böyle yazıyor, ilerleyemem” denmez. Bazı meselelere turist gibi bakıyorum artık. Arsa çalıyorlar, sonra devletten yasayla o evi satacak yasa istiyorlar. O evi satıp paraları yiyorlar, “millî irade” diyorlar.