Mersin Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi, kamu-özel işbirliğiyle şehir merkezinden uzağa kurulan sekiz hastaneden sadece biri. Yakın zamanda 13 şehir hastanesinin daha açılması planlanıyor. “Ne kadar hasta, o kadar kâr” şiarıyla işletilen bu dev kompleksler kamu bütçesinde karadelik açmakla kalmıyor, hastanelerde hastalar binbir güçlükle yüzleşiyor, hekimler nitelikli hizmet veremiyor, çalışanların örgütlenmesi köstekleniyor, ruh ve beden sağlıkları bozuluyor. Mersin Şehir Hastanesi’nin hekimlerinden, Mersin Tabipler Odası üyesi Uzman Doktor Ayşe Jini Güneş’le, halk sağlığını tehdit eden şehir hastanelerini mercek altına alıyoruz.
Ne zamandır hekimlik yapıyorsunuz?
Ayşe Jini Güneş: 18 yıllık hekimim. Tıp fakültesinde dahiliye ve nefroloji okudum. Kafamda idealize ettiğim hekimlikle pratikte yaşananların uyuşmadığını görünce sağlık politikalarıyla ilgilenmeye başladım. Öğrenciliğimden bu yana Türk Tabipler Birliği’nde örgütlüyüm.
Ekonomik kriz sağlık hizmetlerine nasıl yansıyor?
Kamusal ekonomi açısından bütün devletlerde sağlık her zaman negatif bilançodur. Türkiye’de de devlet bu gider ayağını üzerinden atmak ve sermayeye yeni birikim alanı açmak için sağlığı kâr amaçlayan bir metaya dönüştürdü. Bu politikaların temelleri mevcut iktidardan önce atılmıştı. AKP Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı (SDP) 2003’te uygulamaya koydu. Koruyucu değil, tedavi edici hekimlik ön plana çıkarıldı. “Ne kadar hasta, o kadar kâr” ve “paran kadar sağlık hizmeti” şiarı öne çıktı. Bu sistem hasta üretir. Koruyucu hekimlik tamamen ortadan kalktı. Bu da yoksulları, en çok da kadınları etkiledi. Çünkü toplum sağlığının üzerine oturduğu temel ayaklardan biri kadın sağlığıdır. Bir ülkenin sağlık politikasının ne kadar başarılı olduğunu anlamak için kadının nasıl bir hayat yaşadığı, sağlık durumu, çocuğuna ne kadar sağlıklı bir ortam sunabildiği ve onu ne kadar sağlıklı yetiştirebildiğiyle ilgili parametreler vardır.
Sağlığın metaya dönüştürülmesinin sonuçları neler?
Sağlık en temel insan haklarından biri. İşleyiş “paran kadar sağlık hizmeti”ne döndüğünde tedaviye ulaşımı kişinin ekonomisine bağlıyorsunuz. Bu başlı başına bir adaletsizlik. Böylece yoksulluk ve ekonomik kriz bir halk sağlığı sorunu haline gelir. Çünkü hem sağlıklı ortama hem de ihtiyaç duyduğunuzda sağlığınızı düzeltecek araçlara ulaşım hakkınız engellenir. Sağlık hane ekonomisinde tasarruf edilebilir bir alana dönüştüğünde bundan ilk etkilenen yine kadınlar olur. Mesela, devlet şu an yaşlı hastalar için nakdi bakım desteği veriyor. Çünkü devletin yapmadığı bakım hizmetini kadınlar evde veriyor. Bununla ilgili tanıklık ettiğim çok sert bir hikâye var: Bir genç kadının babasını yoğun bakıma yatırmıştım. Kadın her sabah yedide beni hastanenin kapısında karşılıyor ve bütün gün “Babam nasıl?” diye peşimden ayrılmıyordu. Başta kaygısını anlıyordum, fakat iki haftanın ardından biraz gerildim. “Beni bu şekilde takip etmene gerek yok” diye çıkıştım. Kadın ağlayarak engelli bir çocuğu olduğunu, eşinden ayrıldığını, babasına ve annesine baktığı için çalışamadığını, evin tüm gelirinin babasının maaşı ve bakım parasından ibaret olduğunu açıkladı. Bu çok vahşi bir varoluş. Kadın, babasının sağlığı için duyduğu kaygıdan ve onu kaybedecek olmanın vereceği acıdan ziyade ailesinin geçimini öncelemek zorunda bırakılıyor. Benzer başka bir örnek de Gaziantep’te öldürülen hekim arkadaşımız Ersin Arslan. Sorunun kaynağı yine aynı: Hastanın ailesi, bakım parasını alamayacaklarını öğrenince çok sinirleniyor.
Hekim olarak tedaviye karar verirken hastadan minimum giderle maksimum gelir elde etmenin hesabını yapmak zorunda bırakılıyoruz. Şehir hastanelerinde başhekimler bunu yönetiyor. Bu da hekimlerin sağlık hizmeti sunarken özerkliklerini kaybetmesi anlamına geliyor.
Merkez ilçelere otuz kilometre uzaklıkta, 374 bin metrekare kapalı alanlı, 1294 yataklı devasa Mersin Şehir Hastanesi’ne geçişiniz nasıl gerçekleşti?
Kent merkezindeki Mersin Devlet Hastanesi’nden buraya geçtim. Seçim gündeminde, tamamlanmamış bir hastane için “bu hafta hemen taşınıyoruz” dediler. Oysa sözleşme süresinin tamamlanmasına daha çok vardı. İnşaat peyderpey devam ederken sağlık hizmeti vermeye, daha doğrusu verememeye başladık. Mersin Şehir Hastanesi, bütün şehir hastaneleri gibi şehir dışında. Personelin ve vatandaşın ulaşıma harcadığı süre çok arttı.
Şehir hastanelerinin ekonomik modeli nasıl?
Kamu-özel işbirliğine göre işliyorlar. Fakat bütün şehir hastaneleri aslında özel kurum. Kamuya ait tek şey, hizmeti alanlar ve nitelikli sağlık personeli. Vatandaş burada katılım payı hariç para ödemiyor gibi gözüküyor, ama aslında Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) özel işletmelere para aktarıyor. Yani giderler vergilerimizden ödeniyor.
Hastanenin yönetim biçimi nasıl, sağlık hizmetlerine nasıl etkileri var?
Sağlık personelinden sorumlu bir başhekimlik var. Bir de bütün hizmet alımları ve diğer personelin bağlı olduğu, özel sektör yönetimine bağlı taşeron firmaları var. Onlarla temasımız yok. Bir sıkıntımız olduğunda başhekimliğe bildiriyoruz, şirketle onlar görüşüyor. Özel sektör de neyi nasıl yapmak istediğini başhekimliğe, başhekimlik de bize bildiriyor. Başhekimliğin aslında inisiyatifi yok. Özel yönetimle hekimler arasında köprü kuran bir kadrodan ibaret. Bütün hizmetler taşeron firmalarca yürütüldüğü için hastalar müşteri haline geliyor. İşletme verimlilik ve kârlılık politikası güdüyor. Hekim olarak tedaviye karar verirken hastadan minimum giderle maksimum gelir elde etmenin hesabını yapmak zorunda bırakılıyoruz. Başhekimler bunu yönetiyor. Bu, hekimlerin sağlık hizmeti sunarken özerkliklerini kaybetmesi anlamına geliyor.
Özel şirketlere “yatan hasta sayısı yüzde 70’in altında kalsa bile sana yüzde 70 doluluk varmış gibi ücretlendirme yapacağım” deniyor. Ne kadar çok hasta yatarsa şirket o kadar para kazanıyor. Bu açıdan hastanelerin işleyişi üçüncü köprü gibi büyük rant projelerine benziyor.
Hizmetleri yürütme, sunma işi kamudayken hemşire ve yardımcı personel sayısı yatak başına, kliniklere göre dağıtılırdı. Ayrı bir yönetmelikle sayı belirlenirdi. Zaten tıp çok standartlaşmıştır ve istatistikler üzerinden ilerler. Duyulan ihtiyaca göre bir politika izlenir. Ama sağlık reformlarıyla birlikte, özellikle 2017’den sonra sayısal yeterlilikler kalktı. Şimdi hastanenin personel dağıtım cetveli var. Artık işi yüz kişiyle sağlık kriterlerine göre değil, o cetvele göre dağıtmak zorundayız. Yardımcı hizmetler yönetmeliğinde özel şirketin ihale edilen işi kaç çalışanla karşılayacağı belirtilmemiş, sadece hizmetleri karşılayacağı yazılmış. Yani “klinik olarak bu personel bana yetersiz” deme şansım yok. Hatta eğer “bu kadar kişiyle iş yürümüyor” dersem, “o zaman senin performans puanını düşürürüm” diyorlar. Tam bir kısır döngü. Bunun içinde hasta memnuniyeti, yani hastaya sunulan hizmetin hasta tarafından algılanan kısmı, ciddi bir puan teşkil ediyor. Halbuki toplum, sağlık hizmetinin yeterliliğini ölçemez. Bu ancak bilimsel verilerle ölçülebilir.
Bu yapıların çoğunun inşaatını uluslararası sermaye ortaklıkları yapıyor. İşletmeleri özel şirketlere ait. Devlet binanın kullanımı, hizmet birimleri için nasıl bir ödeme yapıyor?
Özel şirkete kiranın yanısıra sterilizasyon, temizlik, görüntüleme, diyaliz gibi hizmet birimleri karşılığında SGK tarafından para ödeniyor. Kamunun doğrudan yaptığı tek hizmet ödemesi hekimlerin ve hemşirelerin maaşları. Biz hâlâ 657 numaralı kanuna tabiyiz. Bu tablo ortaya korkunç bir israf çıkıyor. Özel şirket hizmetler üzerinden kâr yapıyor. Bu yüzden de şehir hastanelerinin hep daha çok hastaya ihtiyacı var. Devlet özele yüksek oranda doluluk garantisi veriyor. Normalde, nüfusa oranla, belirlenen kriterlere göre dünyanın her tarafında yüzde 50-60 arasında bir doluluk oranı öngörülür, ama bu aranmaz. Zaten bundan daha fazla yatma ihtiyacı duyan hasta varsa, bilin ki sağlık politikanızda bir bozukluk vardır.
Sağlık Bakanlığı, yüzde 70 doluluk garantisine itirazlara, “hasta değil, yüzde 70 hizmet birimi garantisi veriyoruz” diyor. Bu ikisi arasındaki fark ne?
Fark yok. Özel şirketlere “Yatan hasta sayısı yüzde 70’in altında kalsa bile sana yüzde 70 doluluk varmış gibi ücretlendirme yapacağım” demek. Ne kadar çok hasta, şirket o kadar para kazanıyor. Bu açıdan hastanelerin işleyişi üçüncü köprü gibi büyük rant projelerine benziyor. Bu arada, Mersin Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde neredeyse tam dolulukla durmaksızın çalışıyoruz, ama gideri yakalayan bir gelir de üretmiyoruz.
Hasta ve yatak başına düşen sağlık personeli ve sağlık dışı personel sayısı ne kadar?
Her katta sadece bir ya da iki tane temizlik personeli var. Toplam 66 yataklı üç blokta hastaları bir yerden bir yere taşıyacak sadece iki sağlık personeli var. Nöbet koşullarında bu sayı bire, kimi zaman birden fazla kata tek personele düşüyor. Hemşirelik hizmetinde de sayı çok yetersiz. Şehir hastanesinde önemli bir sorun mekânın büyüklüğü. Bir hemşire gün içinde 22 hastanın tansiyonunu ölçmek zorundaysa, mekânı büyüterek onun harcayacağı zamanı artırıyorsunuz. Devlet hastaneleri için geçerli kriterler şehir hastanelerinde geçersiz. Vatandaşa yol göstermek için valeler var. Ancak hastane açıldığında her köşe başında gördüğünüz valelerin sayısı üç ay sonra masrafları kısmak için azaltıldı. Vatandaşlar sağlık hizmetine ulaşmak için çok çaba sarf ediyor, ulaştığında da kendisine hizmeti için ayrılan zaman çok azalmış oluyor.
Sorun hastaneye ulaşmakla bitmiyor. Hastane içi ulaşım da hem çalışan hem vatandaş için büyük bir sorun. Yoğun bakımdan polikliniğe dönmem bazen kırk dakika sürüyor. Acil çağrıldığımda hastalara yetişmem neredeyse imkânsız. Daha çok efor sarfediyor, fakat daha az kişiye hizmet verebiliyorum.
Doktorlara uygulanan performans sistemine şehir hastaneleri ne gibi sorunlar ekledi?
Aslında hekimlerin sabit bir mesaisi yoktur. Bir hastanız kötüleştiğinde mesainiz uzar. Fakat şehir hastanelerinde sağlık hizmetinin üretim biçimi baştan aşağı değişti. Eskiden hekimin tedavi planıyla, hastayı ne zaman göreceğiyle ilgili özerkliği vardı. Her klinik bunları iç disiplinine göre planlardı. Şehir hastaneleri ise verimliliği fabrika tipi tanımlayan ve niteliği de bu verimlilikle ölçen bir kurum. Sorun sadece hastaneye ulaşmakla bitmiyor. Hastane içi ulaşımın kendisi de hem çalışan hem vatandaş için bir sorun. Zamanın çoğu ulaşıma gidiyor. Hekimlerin hem yatan hem yoğun bakım hastaları var, hem de başka klinikler sizi konsültasyon için çağırıyor. Bu arada vermek zorunda olduğunuz poliklinik hizmeti de var. Yataktaki hastaya ziyaretim veya konsültasyonu yapıp polikliniğe dönmem kırk dakika sürüyor. O süre boyunca hastalarımı da bekletiyorum. Sistem bana “kalite değerlendirmesi için hastayı şu kadar sürede görmek zorundasın” diyor. Bunun kontrolü bilgisayara düştüğüm notlar üzerinden yapılıyor. Siz değerlendirmeyi girmedikçe cep telefonunuza yarım saatte bir “hastayı hâlâ değerlendirmediniz” mesajı geliyor. Buna taciz diyoruz biz. Acil olarak çağrıldığımda hastalara yetişmem neredeyse imkânsız. Eskiye oranla daha çok efor harcıyor, fakat daha az kişiye hizmet verebiliyorum. Bu da hem yorgunluk, gerginlik yaratıyor hem de muayeneye ayırdığımız süreyi çok kısaltıyor. Nitelik doğrudan düşüyor.
Sistemi kurgulayanlar aslında bu niteliksizliğin farkında olmalı. Çünkü “kalite yönetimi” için geliştirilmiş bir sanal hasta değerlendirme sistemi var. Bilgisayarda hastanın kendisi dışında hastaya dair bütün veriler karşınıza çıkıyor. Telefonun öbür ucunda o hastaya bakan hemşire eşliğinde değerlendirme yapıyorsunuz. Ardından sanal muayene sonuçlarınızı sisteme giriyorsunuz. Sağlıklı bir standart çıkarabilmek için kronometrelerle ölçüm yapmayı ve bu verileri planlamayı yapan bakanlığa göndermeyi yönetime önerdim. Sanırım bir günde baktığımız nitelikli hasta sayısının ihtiyaç duyulanın çok altında çıkacağı belli olduğu için yanaşmadılar. “Ne kadar çok hasta bakarsan o kadar iyi hekimsin” algısı topluma da işlendi. Bir hastaya “baktığım sekseninci hasta olmak ister misin?” diye sorduğumda “bana bak yeter” diyor. Doğal olarak “iki dakikada bir hasta bakamadın” tepkileriyle çok sık karşılaşıyoruz. Geçen gün poliklinikte bir hasta dolu olduğu için randevu alamamış. Kapının önü hıncahınç. İçeri girdi ve ben ona bakmadan çıkmayacağını söyledi. Zaman kaybına uğradığımı ifade ettiğimde “Çalışamayacaksan emekli ol!” diye çıkıştı. “Emeklilik yaşım gelmedi” dediğimde ise “Hiç belli etmiyorsun, suratına bak! Çok çirkinsin” dedi.
Bir hastaya bana hakaret ettikten sonra ona iyi bakacağımdan nasıl emin olduğunu sorduğumda “çünkü bakmak zorundasın” dedi. Bu tam bir hiçleştirme. Karşınızdaki yaptığınız işin değerini, zorluğunu, gerektirdiği zamanı algılamıyor. Bir efendi-köle denklemi kuruyor.
Bir kadın hekim olarak cinsiyet ayrımına uğruyor musunuz?
Türk Tabipler Birliği’nde büyük emekle oluşturduğumuz bir kadın hekimlik kolumuz var. Hekimlikte “hepimizin sorunları aynı” diye üstbaşlıklar atılır. Halbuki kadın hekim olmanın birçok dezavantajı var. Eğer kadınsanız hekimliğin bakım, hizmet ya da bunlara daha yakın alanlarında çalışmanız, örneğin çocuk doktoru olmanız bekleniyor. Cerrahi, ortopedi branşları gibi teknik beceri isteyen alanlara yakıştırılmıyorsunuz. Hem eğitim hem de icra sürecinde sürekli vazgeçmeniz söyleniyor. Hasta ilişkilerinde de kadınların hep daha kırılgan olduğu varsayılır.
Israrcı kişi hakaretten sonra ne yaptı?
Hakareti edip gitse anlaşılır, ama o hâlâ ısrar ediyor. Bunca hakaretten sonra ona iyi bakacağımdan nasıl emin olduğunu sorduğumda ise “çünkü bakmak zorundasın” diyor. Bu tam bir hiçleştirme. Karşınızdaki yaptığınız işin değerini, zorluğunu, gerektirdiği zamanı algılamıyor. Bir efendi-köle denklemi kuruyor. Ayrıca bir erkek doktora “bana randevusuz bakacaksın!” dayatması yapamazlar. Biz kadın hekimler şiddete daha açık hale geliyoruz. Bunu yapan hasta erkek de, kadın da olabiliyor. Şu en sık karşılaştığımız söylemlerden biri: “Benim vergilerimle varsın, bana bakmak zorundasın!” Bunlar çok yıpratıyor, bir yerde kırılma yaşıyorsunuz. Performans sistemiyle başlamış bu sıkıştırılmıştık hali şehir hastaneleriyle korkunç bir boyuta ulaştı. Şehir hastaneleriyle birlikte sağlık çalışanları kendi polikliniklerine gömüldü. Kimse birbiriyle telefon dışında temas edecek, sohbet edecek vakit bulamıyor. Eskiden bir hastayı üç-beş hekim ortak değerlendirip tartışabilirken artık bu mümkün değil. Zaten sağlık personeline özel mekânlar ayrılmadığı için bir araya gelme gibi bir imkân yok. Burada ortak bir akıl, ortak bir çözüm çıkmasının zorluğu bir yana, sadece hemhal olmak, dertleşmek ve az biraz rahatlamak da mümkün değil.
2003’ten, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın uygulamaya konmasından bu yana hasta-hekim ilişkisi başka nasıl değişti?
Sanki sihirli bir değnek var, hekim onunla hastaya dokunduğu anda her şey çözülecek. Oysa bir hastaya tanı koymak ve onu tedavi etmek çetrefilli süreçler. Fakat hem hasta hastaneye ve hekime ulaşana kadar yılgınlık yaratan bir süreçten geçtiği, hem de hekimin çalışma koşulları ağırlaştığı için yaşanan gerilim şiddet ortamını iyice besliyor. Beyaz kod (şiddete dayalı acil durumlar için yönetim sistemi) oranlarının çok arttığını biliyoruz. Polikliniklerde neredeyse kavga dövüşsüz bir gün geçmiyor. Hepsinin kayıtlara geçilmemesi anlaşılır. Çünkü ifade vermek, karakola, mahkemeye gitmek, o süreçte poliklinikten uzak kalmak başka gerilimler yaratıyor. Dolayısıyla hekimlerin çoğu “olayı üstünü kapatayım, hastalara bakmaya devam edeyim” diyor. Hekimler, hemşireler olarak süreçleri artık yönetemiyoruz. Tabii ki sağlık çalışanının yaşadığı çilenin öteki ucunda hastanın yaşadığı çile var. Özellikle şehir hastanesine taşındığımız andan itibaren iki taraf için de şiddetsiz bir gün yok diyebilirim. Ortada yapısal bir sorun var. Sürekli dava veya şikâyet ihtimalinin yarattığı baskı kritik veya acil süreçlerde bağımsız karar almamızı da etkiliyor.
Şehir hastanelerinde sağlık çalışanları kendi polikliniklerine gömüldü. Kimse birbiriyle telefon dışında temas edecek, sohbet edecek vakit bulamıyor. Eskiden bir hastayı üç-beş hekim ortak değerlendirip tartışabilirken artık bu mümkün değil. Sağlık personeline özel mekânlar ayrılmadığı için bir araya gelme gibi bir imkân yok.
Özlük haklarınız ne durumda?
Mesai dışı diye bir kavram kalmadı. Örneğin görüntüleme yöntemleri size mesai dışı whatsapp üzerinden gönderiliyor veya eve iş götürmek zorunda kalıyorsunuz. Bir de icap nöbeti var. Nöbet tutmayan hekimler arandıkları anda hastaneye teşrif etmek zorunda. İcap nöbeti aslında acil durumlar için. Fakat tüm gece süren aramaların neredeyse hiçbiri acil değil. Vatandaşlarda “7/24 emre amade sağlık hizmeti” gibi bir algı oluştu. Vatandaş acile başvurduğu anda kendini acil addediyor. Mesela sızlayan bir nasırınız var, gece on birde acile gelmeye karar verdiniz. Hasta acilde “Beni bir uzman görecek!” diyor, talebi karşılanmayınca tartışma başlıyor. Sonunda bir olaya sebep vermemek için o uzman aranıyor, hatta bazen çağrılıyor. Biz hekimler buna karşı baştan sıkı mücadele vermeliydik. Kazancımızın performans sistemine bağlanmasına yeteri kadar ses çıkarmadık. Gece poliklinik hizmetleri verilmeye başlanması da buna bir örnek. Mesai dışı, gece on birlere kadar poliklinik hizmeti vermenin sağlık açısından hiçbir anlamı yok. Bu aslında sadece ekstra müşteri ve kazanç demek.
Kâr amacıyla hastalardan daha fazla tetkik, görüntüleme istemenizi talep etmeleri gibi, tasarruf amacıyla tetkikleri azaltmanızı istemeleri de bir sorun mu?
Evet. Zaten ileri, pahalı teknolojik yöntemlerle yapılan tetkiklerle özel işletmecinin kazancı artıyor. Biz hekimlerin “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” diye adlandırdığı bir durum söz konusu. “Hastanemize şu şu teknolojide cihazlar gelmiştir” diye tanıtım yapılıyor. Reklamları gören hastaneye koşuyor. Ya da check-up’ı ele alalım. Nüfus içinde belli gruplar için tanımlanmış rutin tarama programları, bu programları uygulayacak aile hekimlikleri vardır. Yani aslında check-up diye bir şey yok. Menopoz, kemik erimesi, yaşlılık gibi yaşamın doğal süreçleri bir tedavi olanağı varmış gibi gösteriliyor. Böylece hastalık olarak algılanmaları sağlanıyor. Artık toplum bize derdine deva bulmak için değil, zihninde ne uyandırıldıysa onu yaptırmak için geliyor. Hekimin kararlarının hiçbir önemi kalmıyor. Hatta gereksiz tetkik yapmak istemediğinizde toplumun gözünde bir engel, bazen de işini bilmeyen biri olarak nitelendirilebiliyorsunuz. Bunlar da şiddet ortamını besliyor.
Mersin Şehir Hastanesi’ne dair başka ne gibi sorunlar var?
Kreş yok. Bu son on yılın genel sorunu, ama kentten bu kadar uzakta bir hastanede kreş ihtiyacı daha da arttı. Bir başka önemli sorun da hekimlerin polikliniklerde sekretersiz ve hemşiresiz çalışmak zorunda bırakılması. Neredeyse temizliği de biz yapacağız. Tüm bunlar muayeneden çalınmış zamanlar. Hastanın yüzüne bakmadan bilgisayara veri giriyoruz. Bu yüzden aramızdaki iletişim hiç tatmin edici değil. Hasta kendini değersiz hissediyor ve buradan başka gerilimler doğuyor. Örneğin yine yaşadığım bir olay, serviste yatan hastalardan biri “doktor ve hemşireler bize bakmıyor, bilgisayarda oyun oynuyor” diye şikâyet etmiş. Bir yanıyla haklılar, çünkü vizite ve muayeneye ayırdığımız zamandan daha fazlasını bilgisayarlara veri, tedavi ve rapor girişi yapmak için harcıyoruz. Ayrıca tedavide yetersizlikler var.
Hekimler polikliniklerde sekretersiz ve hemşiresiz çalışmak zorunda bırakılıyor. Neredeyse temizliği de biz yapacağız. Tüm bunlar muayeneden çalınmış zamanlar. Hastanın yüzüne bakmadan bilgisayara veri giriyoruz. Hasta kendini değersiz hissediyor ve buradan başka gerilimler doğuyor.
Diyelim ki bir hastaya ilacının ikinci dozunu vermem gerekiyor. Öncelikle ilacı sisteme girmem gerekiyor. Bunun için bilgisayarda elli tane sorgulamadan geçiyorsunuz. Ardından hemşirenin onaylaması, eczanenin sistem üzerinden kabul etmesi ve sonunda personelin ilacı alıp getirmesi gerekiyor. İlacın gelmesi bir saati geçiyor. Sistemin asıl amacı ilaç tüketimini kontrol etmek; çünkü ilaç, hastanın tedavisi ya da yatışı için ödenen paraya dahil. Kısacası, çok ilaç yazarsam hastanenin kârını azaltmış oluyorum. Bu sistem özellikle acil müdahalelerde sıkıntı yaratıyor.
Şehir hastanelerinde ilaç nasıl tedarik ediliyor?
Diğer hastaneler kendi ekonomilerini kendileri döndürüyor. Mesela bir üniversite hastanesinin döner sermaye sistemi var. Bütün bütçesini SGK’dan alıyor ve alım-satımlarını kendi yapıyor. O yüzden de sistemi iyi yönetmek zorunda. Şehir hastanelerinin bütçesine ise sürekli bir para akışı var. Tüm açıklar kamu bütçesinden kapatılıyor. Çünkü en azından diğer şehir hastaneleri projeleri hayata geçene kadar modeli ayakta tutmak zorundalar. Öte yandan, hastanelerde üretilen hizmetin esası sağlık personeline aittir. Biz hiçbir şey yapmazsak sistem çöker. Bu çok önemli, ama kullanılmayan bir güç. Isparta Şehir Hastanesi hekimlerinin eylemi bu güce iyi bir örnek.
Ameliyathanelerin işletmesinin özel idarede olduğuna dair haberler doğru mu?
İşletmesi değil, ama ameliyat malzemelerinin sterilizasyonu –ki bu ameliyathane için neredeyse her şey demektir–, taşıma ve temizlik personeli özel hizmet alımıyla gerçekleşiyor. Devlet hastanelerinde sterilizasyon için ihtiyaca göre paket setleri oluştururduk. Şimdi o paketleri ihaleyi alan şirketler hazırlıyor. Paketlerin birim fiyatı çok yüksek. Bazen ameliyat ücretini aşan meblağlar ortaya çıkıyor. Özel şirkete idare amirliğimiz aracılığıyla “kamu kaynaklarını gereksiz harcıyoruz” diye bildirdiğimizde “sözleşme böyle” diyorlar. Asıl amaç sermayenin kâr marjını artırmak.
Mersin Şehir Hastanesi bünyesinde, Mersin Devlet Hastanesi, Mersin Kadın Doğum Hastanesi ve Mersin Çocuk Hastanesi birleştirildi. Şehir hastanesine niye “eğitim ve araştırma” hastanesi deniyor?
Yönetmelikle ismi değiştirilip “eğitim ve araştırma” hastanesi yapıldı, ama şu an akademik kadrolar boş. Böyle bir altyapı da yok. Acelenin sebebi muhtemelen ödeme sisteminin değiştirilmesi. Devlet hastanelerinde kamu sağlık harcamalarından ayrılan pay puanlama sistemiyle yapılıyor. Eğitim ve araştırma hastanelerinin puanlama kat sayısı fazla. Böylece kamudan daha çok para aktarılıyor.
Şehir hastanelerine yabancılar, sağlık turizmi yapan uluslararası kurumlar aracılığıyla geliyor. Türkiye’yi seçmelerinin önemli sebeplerinden biri iyi otelcilik ve personel hizmeti almak. Sağlık turizmi ile kâr amacı güden mercilerin teknik elemanlarına dönüştürülüyoruz.
Meslek örgütleri olarak merkezdeki devlet hastanelerinin kapanmaması gerektiğini her fırsatta söylüyorsunuz. Neden kapatılıyor bu hastaneler?
Şehir hastaneleri, kapatılan hastanelerin yatak sayısının toplamı kadar yatak kapasitesine sahip olmak zorunda. Dolayısıyla mevcut hastaneler varken yeni hastane açılamayacağı için merkezi tek bir hastane açılıyor. İstatistikler bir yana, çevredeki hastaneleri kapatmadan şehir hastanelerine hasta akışını sağlamaları mümkün değil. Kimse mahallesinde ilacını yazdırabileceği bir polikliniği varsa otuz kilometre uzaktaki hastaneye gitmez. Çok işlevsel olan semt poliklinikleri bile kapatıldı. Artık 85 yaşındaki bir kadın tansiyon ilacını alabilmek için otuz kilometre uzaktaki bir yere gelmek zorunda. Bu acımasızlık. Üç-beş yıldır takip ettiğim hastalarımla aramızda doğal bir bağ kuruldu. Bir gün kapıya bir hastanın oğlu geldi. “Annem çok kötü. Geçen sefer verdiğiniz ilaçtan verir misiniz” dedi. “Kötüyse buraya getireceksin. Görmeden bir şey yapamam” diye cevap verdim. “Hocam, çok kötü, bir şeyler verin toparlasın, sonra getireceğim” dedi. Muhtemelen acil başvurularının, yoğun bakım yatış sayısının, yatak ihtiyacının artması da bu koşullarla orantılı. Bir sebep de, eczanelerde reçete veya poliklinik muayenesi için kesilen katkı paylarının acilde daha düşük ücretlendirilmesi. Diğer yandan, takip edilmesi gereken hastaların gerçekten kötü bir noktaya gelmesi bekleniyor. Bir de üzerine kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi ekleniyor.
Türkiye sağlık sektörünün hedeflerinden biri de yabancı hastaları kâr döngüsüne katmak. Sağlık turizmiyle ilgili gözlem ve görüşleriniz neler?
Şehir hastanelerine yabancılar sağlık turizmi yapan uluslararası kurumlar aracılığıyla ve birtakım beklentilerle geliyor. Aslında her yerde tedavi olabilirler. Türkiye’deki hastaneleri seçmelerinin asıl sebeplerinden biri, iyi bir otelcilik ve personel hizmeti almak. Bu hastalar daha çok onkoloji, fizik tedavi hastaları. Yataklı tedavi alıyorlar. Onlara özel katlarda VIP odaları, birbirine bağlı hasta ve refakatçi odalarından oluşan süitler tahsis ediliyor. Bu katların hemşire, taşıyıcı gibi o kata mahsus doktor dışı personeli var. Taşerona bağlı çalışıyorlar. Ücretlendirilme ve özlük hakları VIP dışı çalışanlarla aynı, ama iş yükleri çok daha fazla. Çünkü her talebi doğrudan hastadan alıp yerine getirmek zorundalar. Bu noktada hizmet sektörüyle sağlık hizmeti veren personel birbirine karışıyor. VIP katlarından sorumlu idari kadro her şeyi organize ediyor. İlgili başhekim yardımcısı turizm şirketi tarafından bulunan hastaların yatışlarını yapıyor. Bizler, duruma göre, o hastalara bakmakla yükümlü olduğumuza dair aranıyoruz.
Kimse mahallesinde ilacını yazdırabileceği bir polikliniği varsa otuz kilometre uzaktaki hastaneye gitmez. Çok işlevsel olan semt poliklinikleri bile kapatıldı. Artık 85 yaşındaki bir kadın tansiyon ilacını alabilmek için otuz kilometre uzaktaki bir yere gelmek zorunda. Bu acımasızlık.
Normal koşullarda hastaları görür, yatarak tedaviye gerek olup olmadığına karar veririz. Ama sağlık turizminde bu özerkliğimiz elimizden alınıyor. Kâr amacı güden mercilerin teknik elemanlarına dönüştürülüyoruz. Konsültasyonları aciliyetine göre sıralama özerkliğimiz de elimizden alınıyor. Çünkü talep edildiği anda öncelikli olarak VIP hastalara bakmamız dayatılıyor. Elde edilen kâr bize yansıtılmıyor. Ayrıca bu hastaları yerlerinde görmek ve cihazlarla odalarına gitmek zorundayız. Bu yüzden yola harcanan zaman katlanıyor. Kamu kaynaklarına bir girdi de yok. Böylece Türkiye, uluslararası sermaye için bir pazar alanı, biz de onun ucuz iş gücü haline getiriliyoruz.
Şehir hastanelerinin AVM gibi tasarlandığı söyleniyor. Mersin Şehir Hastanesi’nin mimari yapısı nasıl?
Bu devasa kompleksleri yapabilmek için şehir dışında büyük alanlara ihtiyaç var. Böylece hastaneler kentle bağını koparıp kendi iç ekonomisini yaratıyor. Aslında cezaevleri de öyle. Tüm bu alanlar hep kamu-özel ortaklığı. Mersin Şehir Hastanesi’nin büyük marketleri var. Başka hiçbir yerden alışveriş yapmanız mümkün değil. Kampüsün içinde dizi dizi eczaneye, bankaya, kuaföre, giyime, yeme-içmeye ayrılan dükkânlar mevcut. Şu an, sanırım maliyetleri çok yüksek olduğu için henüz hepsi kiraya verilemedi. Devlet hastaneleri şehrin merkezindeyken, hastalar beklerken ekonomilerine göre karınlarını doyuracak bir yer bulabiliyordu. Artık yatan bir hasta iç çamaşırına ihtiyaç duyduğunda yakını kendi bütçesine göre bir yer bulamıyor. Hastanenin 20 bin araçlık otoparkı ücretsiz, ama şunu tam anlatamıyoruz: Evet, otopark ücretsiz, ama kamu otopark ihalesini alan şirkete araç sayısı garantisiyle para ödüyor.
Bu devasa yapıların mesleki örgütlenmenize etkileri nasıl?
Hekim örgütlülüğünün iyice zayıfladığı son dönemde şehir hastanelerinin devreye girmesiyle eylemsellik artabilir diyorduk. Ama mekân öyle tasarlanmış ki, birbirimizi görmeden aylar geçirebiliyoruz. Her branş hekimi kendini en dertli addediyor. Meslektaşlarının benzer dertlere sahip olduğunu onların dilinden, gözünden dinleyemiyor. Eskiden yemekhaneler buluşma yerleriydi. Şimdi her kulede ellişer kişilik iki tane yemekhane var. Herkes fırsat bulduğu anda hızla yemek yiyip işine dönüyor. Zorlamalar insanlarda her an işinden olma korkusu, köşeye sıkışmışlık hissi, hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği duygusu uyandırıyor. Aslında bir arada durmak tek çözüm. Ama iş yükünün artıp herkesin birbiriyle çatışır hale gelmesiyle iş barışının yok olması çok büyük bir problem yaratıyor. Meslek örgütleri olarak yerellerde elimizden geldiğince bir araya gelebileceğimiz alanlar yaratmaya çalışıyoruz.
Sağlık Bakanlığı, şehir hastaneleri için özel sektörle yaptığı sözleşmeler hakkında, ticari sır gerekçesiyle bilgi vermiyor. Mersin Tabipler Odası olarak Sağlık Bakanlığı’na sorduğunuz hangi sorulara cevap alamadınız?
Hâlâ yıllık kira bedelini tam olarak bilmiyoruz. Bazı alt okumalarla, açılmış davalar üzerinden, Sayıştay raporlarıyla bir şeyler öğrenebildik. Personel talep ettiğimde yeterli sayıda personel yok deniyor. Şirketlerle sözleşmelerin içeriğini, sayıların hangi kriterlere göre belirlendiğini sorduğumuzda cevap alamıyoruz. Devlet hastanelerinde de bölüm bölüm özelleştirilmeye gidilmişti. Ama yönetim bizde olduğu için sözleşmeleri hastane olarak yapıyorduk. Kriterleri belirleme sürecine müdahildik. Şimdi sözleşme merkezde yapılıyor. 25 yılı kapsayan 6 bin sayfalık sözleşmelerden bahsediliyor. Örneğin taşeronla çalışan yardımcı sağlık personeline, bünyesinde çalıştığı birim eğitim veriyor. Zaten personel yetersiz. Bir bakıyoruz, eğitimi alan personel üç ay sonra başka bir birime transfer edilmiş.
Bir tek şehir hastanesinin yapılması için kamunun harcadığı parayla çok fazla yeni hastane açılabilir ya da varolan hastanelerin yenilenmesi sağlanabilir. Bir an önce bu politikadan vazgeçmemiz ve yeni şehir hastanelerinin açılmasını durdurmamız gerekiyor.
Sorunlar hakkında meslektaşlarınızı ve kamuoyunu bilgilendirmek istediğinizde ne gibi engellemelerle karşılaşıyorsunuz?
Dünya Tabipler Birliği tarafından belirlenmiş kriterlerden biri de politik özerklik. İşin uzmanları olarak karar mekanizmaları içinde yer almamız gerekiyor. Bir örnek vereyim. Mersin Tabip Odası olarak bir şiddet vakasıyla ilgili olarak hastanenin önünde bir basın açıklaması yapmak istedik. Buluşamadığımız için duyuruları whatsapp ve mail üzerinden yapıyoruz. Öğle arasında bir boşluk bulup el ilanlarıyla basın açıklamasına çağrı yapmak istediğimde güvenlik tarafından engellendim. Görevli bazı polikliniklere girişimi engellemeye çalıştı. Yaptığının hukuksuz olduğunu söylediğimde o amirini, amiri de başhekimliği aradı. Başhekimlik müdahale etmeyin, engellemeyin dememiş. Ertesi gün basın açıklamasına emniyetten sivil polisler geldi. “Burası özel mülk. Açıklamayı bahçe kapısının önünde yapacaksınız” dediler! Artık eylem çağrısı afişlerimiz başhekimlik onayından geçmeden asılamıyor. Sağlık reformuna en başından beri istikrarlı bir biçimde karşı çıkan hekimler, meslek örgütlenmesini zayıflatma teknikleriyle halkın gözünde marjinalize ediliyor. Zaten canı yanan kitlenin eyleme katılımı azalıyor. Hastanenin açılış yıldönümünde şehir hastaneleri ile ilgili halka yönelik bir panel planlamıştık, ancak valilik tarafından “sakıncalı” bulunup engellendi.
2020’ye kadar 13 şehir hastanesi daha açılacak. Sistem işlemez haline geldiğinde bizi nasıl bir tablo bekliyor?
Dediğim gibi, Sağlıkta Dönüşüm Programı mevcut iktidarın öncesinde temelleri atılmış uluslararası bir proje. Dolayısıyla iktidarın değişmesiyle ne kadar geriye döndürülebilir, emin değilim. Kamudan şirketlere yeterli kaynak aktarılamadığında, şirketler hedefledikleri kâr marjını sağlayamadıklarında –ki anlaşmalardan kendileri bile çekilebilir– zarar o kadar büyük olacak ki, geliştireceğiniz her politika yeni bir ekonomik yük haline gelecek. Oysa bir tek şehir hastanesinin yapılması için kamunun harcadığı parayla pek çok yeni hastane açılabilir ya da varolan hastanelerin yenilenmesi sağlanabilir. Bir an önce bu politikadan vazgeçmemiz ve yeni şehir hastanelerinin açılmasını durdurmamız gerekiyor. O yüzden merkezdeki hastanelerin kalması şart. Sağlıkta özelleştirme başka ülkelerde de var; 2017 yılında dünyanın en zengin altmış ülkesinde sağlık piyasası, altı yıl öncesine göre yüzde 4’ten yüzde 30’a yükseldi ve en hızlı büyüyen sektör oldu. İngiltere en önemli örneklerinden biriydi. Fakat şehir hastanesi uygulamasına başladıklarında, planladıklarının aksine, kamu bütçesinde çok ciddi bir açık oluştuğunu gördüler. Ama en önemlisi, sağlıktaki niteliksizleşmeyi tespit ettiler. Şimdi idealin kentin her yerine dağılmış, ulaşılabilir, 200-600 yataklı hastaneler olduğunu söylüyor ve bu sisteme dönüyorlar. Fakat bu kararı kendi ülkeleri için alıyorlar. Dolayısıyla başka bir ülkenin kendilerine pazar teşkil etmesinin önünde bir engel yok. Bir hekim olarak bir yandan özsaygımızı ve özerkliğimizi korumaya, mesleğimizi düzgün icra edebilmeye, insanca çalışma ve yaşama koşullarına sahip olmaya dair kaygılar taşıyoruz. Ama bir yandan da vatandaşların en temel hakkı olan sağlık hizmetini nasıl alacaklarına dair ciddi kaygılarımız var. Sonuçta Sağlıkta Dönüşüm Programı, şehir hastaneleri, yani sağlıkta özelleşme toplum sağlığına zararlıdır.