2 Eylül’de dünya halkları bir esin perisini yitirdi. David Graeber ufuk açan bir antropolog, “Borç: İlk 5000 Yıl”, “Değer Teorisi –Antropolojik Bir Giriş”, “Kuralların Ütopyası –Teknoloji, Aptallık ve Bürokrasinin Gizli Zevkleri Üzerine”, “Zırva İşler” gibi evladiyelik kitapların yazarı olmasının yanısıra gözüpek, etkili bir eylemciydi. 1999 Seattle’ında, 2011 Wall Street’inde ve irili ufaklı birçok direnişte ön saflardaydı, Rojava’nın destekçilerindendi. Verdiği son mülâkatlardan biri 16 Mayıs’ta disenz.net’te yayınlanmıştı. Vefatından dört ay önce söylediklerine bağlanıyoruz. Anısına saygıyla…
Korona virüs salgınında ilerici ve muhafazakâr hükümetlerden IŞİD’e ve anarşistlere, sanki herkes aynı dili konuşuyor: evde kalın, ellerinizi yıkayın, başkalarıyla temastan kaçının… İnsanlar da çok fazla itiraz etmeden yetkilileri dinledi. Evde kaldılar ve yeni kuralları kabul ettiler. Uzun zamandır böyle bir şey görmedik. Ne oldu?
David Graeber: Bir pandemi sırasında, tıbbi tavsiyeleri görmezden gelecek denli çılgın insan pek yok. Bu akla 19. yüzyıl Fransız düşünürü Henri Saint-Simon’u getiriyor, ki kendisi devletin sönümlenmesi fikrini ilk ortaya atan kişi galiba. Söylediği şuydu: Eğer devlet bilimsel temelde yeniden inşa edilirse, baskıya yaslanmasına gerek kalmayacak ve bu nedenle çağdaş anlamda şiddet tekeline sahip bir devlet bile olmayacaktır.
Nasıl?
Aynı gerekçeyle, Saint-Simon “doktorun yazdığı ilaca sizi razı etmesi için dövmekle tehdit etmesi gerekmeyecek” diyordu. Sizin bilmediğiniz bir şeyi doktorun bildiğini bilirsiniz ve doktorun sizin çıkarınıza en uygun şekilde hareket ettiğini varsayarsınız. Saint-Simon devlet rasyonel-bilimsel ilkeler üzerine kurulursa, vatandaşların da aynı şekilde hareket edeceğini ve zorlayıcı uygulamanın gereksiz hale geleceğini savundu. Belki ilaçlarını almayı reddeden, ama fazla da bir etki yaratmayacak kaçıklar olacaktır.
Açıkçası, bunlar oldukça iyimser ve safiyane fikirlerdi; bu yüzden Marx Saint Simon gibileri “ütopik sosyalistler” olarak tanımlayıp defterlerini dürmüştü. Ancak, devletin rasyonel temelde faaliyet gösterdiğini hâlâ iddia edenler var.
2010’da İngiltere’deki öğrenci hareketi sırasında bu konuda çokça konuştuk, çoğunlukla anarşistlerdik, ancak bir kamusal sağlık sistemi ile kamu üniversitesi sistemine olan inancımızı koruduk. Buna ikiyüzlü bir tavır denir miydi? Bunu da tartıştık, ama hiçbirimiz öyle hissetmedik. Belki de sorun, devletlerin kontrolleri dışında kalan kamu kurumlarının (yani hem herkese açık hem de kâr amacı gütmeyen kurumların) varlığına izin vermemesidir. Ama bu şu demek değil: Bu kurumlar devletin yarattığı ordu veya hapishane sistemiyle tamamen aynı niteliktedir.
Amerikan Haklar Bildirgesi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü ile başlar. Uygulamada, bir şeyi protesto etmek için toplananlar, bir şey satmak için toplananlardan daha az meşru görülür. Bu dersi Wall Street İşgali sırasında öğrendik. Polisler Haklar Bildirgesi’ni, Amerikalıların övündükleri bu belgeyi yırtıp attıklarında orta sınıf Amerikalıların omuz silkmesini görmek şaşırtıcıydı.
Evet, tabii. Foucault, kendisini kabul ettirmek için şiddete ihtiyaç duymayan otoritenin en korkutucu otorite türü olduğunu söyleyecektir.
Elbette. Yine de Foucault herhangi bir hakikat söyleminin bir iktidar biçimi olduğunu ve her iktidar biçiminin de kendi içinde şiddetli ve kabul edilemez olduğunu varsaydığı için bu açıdan bence çoğu kez yanlış yorumlanmıştır. Doğru, Foucault bazen söylediği buymuş gibi konuşur. Ama özellikle itiraz edilirse, hep “hayır, hayır, tabii ki hayır” derdi.
Bilginin her zaman bir iktidar biçimi olduğu fikri, bilgiye çok, iktidara ise eser miktarda sahip olan akademisyenlerin gururunu okşamıştır, bu yüzden bu fikri bu denli sevmeleri pek de şaşırtıcı değil. Foucault’nun aciliyet arz eden meseleleri vardı; gençliğinde ona eşcinsel teşhisi konmuştu. En mahrem arzularının nasıl olup da bir hastalık muamelesi görüdüğnü anlamak istedi.
Ömrünü bilfiil bunu anlamaya adadı. Ancak, akademik soldan pek çok kişinin unuttuğu bir şey var: Bu türden “teşhisler” basit birer soyutlama değildir, nihayetinde hukukun gücüne, fiziksel şiddet tehdidine dayanır, doktor bizzat üzerinde silah taşımasa bile bu böyledir. Kaba bir Foucault’culuk türü onun tanımladığı kurumların çoğunun arkasında hâlâ ne kadar büyük bir güç tehdidinin gizlendiği olgusunu görmezden gelmemize neden oldu.
Panoptikon nihayetinde bir hapishaneydi. Normalde, herhangi bir anda birinin size gözlerini diktiğini hissettiğinizde başka bir yere gidersiniz. Aslında, Foucault’nun zamanından bu yana işler bu açıdan daha da kötüye gitti. Okullarda ve hastanelerde silahlı muhafızlar yoktu, şimdi birçok yerde var.
Dünyanın dört bir yanında birçok hükümet, demokratik toplumlarda birkaç ay öncesinde hayal edilemeyecek önlemleri hayata geçirmek için halk sağlığını kullanıyor. Örneğin Slovenya’da, hükümetin icraatlarını protesto edenler para cezasına çarptırılıyor. Elbette protesto ettikleri için değil, o demokratik olmazdı! Kesilen cezalar bulaşıcı hastalıklar yasası ihlâl edildiği için. Özgürce hareket etmesine izin verilen gruplar sadece polis, ordu ve politikacılar.
Bu beni şaşırtmıyor. Siyasi bir toplantıya ya da başka türlü bir etkinliğe devletinizin nasıl muamele ettiğine bakarak bu aygıta dair pek çok şey öğrenebilirsiniz.
Ne şekilde?
Liberal demokrasilerde, bir ülkenin hukuki yapısının bütün meşruiyeti, alışageldik şekliyle, insanın özgürlüğü ve bağımsızlığı idealidir. Amerikan Haklar Bildirgesi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü ile başlar. Uygulamada, bir şeyi protesto etmek için (ki Amerikalı olmanın özü budur) toplanan insanlar, bir şey satmak için toplanan insanlardan daha az meşru görülür.
Bu dersi biz Wall Street İşgali hareketi sırasında öğrendik. Polisler bizi kampımızdan çıkardıktan sonra Haklar Bildirgesi’ni, yani Amerikalıların övündükleri ve çocuklarına öğrettikleri bu belgeyi yırtıp attıklarında orta sınıf Amerikalıların buna omuz silkmesini görmek şaşırtıcıydı.
Kamusal bir alanı mı işgal etmeye çalışıyordunuz?
Herhangi bir alanı. Zuccotti Parkı’ndan çıkarıldıktan sonra, yeni bir kamp kurmaya çalıştık, çünkü herkesin bizim nerede olduğumuzu bilmesi çok önemliydi. İşgalin bu kadar etkili olmasının nedeni de buydu: Şehirde bu işgale katılmak istediğini düşünen herkes nereye gidebileceğini ve gittiğinde ortama ânında dahil olabileceğini biliyordu.
Bir paradoks var. İnsanlar anti-otoriter siyaseti her türlü entelektüel otoriteye muhalefetle, hatta paylaşılan herhangi bir hakikat, adalet ve hatta fiziksel gerçeklik kavramına muhalefetle bir tutuyor. Sanki herhangi bir hakikat formunda ısrar etmek faşizmle eşdeğermiş gibi. Ama tabii hakikat yoksa faşizm neden bir sorun olsun ki?
İlk başta Episkopal Kilisesi’ne ait, Wall Street’e de yakın epey büyük bir arsaya taşınabileceğimizi düşündük, kabul ettiler, ancak kilise hiyerarşisi üzerinde büyük bir baskı vardı ve sonunda geri adım attılar. Yine de, birkaç piskoposun önderliğinde o arsaya bir yürüyüş yaptık; polisler bizi dövdü ve medya da rahiplerin görüntülerini göstermedi, ama maske takan göstericileri şedit ve korkunç kişiler olarak sunmaktan geri kalmadı.
Sonra, geceleri açık olan bir parkı işgal ettik, polisler de parkın kurallarını değiştirdi. Ardından, bir mahkemeden kaldırımda uyuyabileceğimize dair bir karar çıkarttık. Bu karar bize kaldırımın ancak yarısını kullanma hakkı tanıyordu. Çok geçmeden, belediye Lower Manhattan’ın yargı kararlarını geçersiz kılan bir acil durum bölgesi olduğu yolunda bir yönetmelik çıkardı. Biz de bizatihi Haklar Bildirgesi‘nin imzalandığı binanın merdivenlerini işgal etmeye karar verdik. Burası tesadüfen Wall Street’in hemen yanında, ancak belediyenin yetki alanı dışında kalan bir yerdi. Hemen SWAT (Özel Kuvvetler) ekipleri tarafından kuşatıldık ve iki gün sonra zor kullanarak bizi oradan çıkardılar.
Yasal bir alternatif oluşturmak için her şeyi denedik. Ancak, devlet çocuklara okullarda öğrettiği ve onları Amerikalı olmaktan gururlandıran Haklar Bildirgesi’ni tamamen parçaladı. Dahası medya bunu haber bile yapmadı.
Apartman dairenizi bile terk etmenize izin verilmediği bir durumda nereyi işgal edebilirsiniz ki?
Her zaman yapılabilecek şeyler vardır. The Anonymous hareketi anlamlı ve etkili protestoların internet üzerinden yapılabileceğini gösterdi. Ve dünyanın her yerinden insanlar evlerinden protesto eylemi yapmanın yeni yollarını icat ediyor.
Ancak, sokağa çıkma kısıtlaması kalıcı olacak gibi görünmüyor. Aşılardan önce de bir dünyanın olduğunu kendimize hatırlatmamız lâzım, ayrıca insanların kolera, sarıhumma, grip gibi tehditlere karşı nasıl mücadele ettiklerini de: Hastalığı kimin yaydığını dikkatli bir şekilde izlersiniz, tecrit edersiniz ve karantinaya alırsınız; hijyene, sosyal mesafeye dikkat edersiniz, belirli türdeki ticaretlere kısıtlamalar koyarsınız… Viktorya Çağı’nda bunlar rutin hale gelen uygulamalardı.
Hâlâ panik evresindeyiz ve sorunu nasıl çözeceğimize dair yeni yollar bulmaya başlıyoruz. Virüsün sosyal ilişkilerimizi yok edeceğini düşünmek için henüz çok erken.
Peki ya ekonomik ilişkiler?
Şaşırtıcı olan bir şey var; dünyanın her yerinde hükümetler yıllardır, bugünlerde yaptıkları gibi bir şeyi yapamayacaklarını söylüyorlardı: Hemen hemen tüm ekonomik faaliyeti durdurmak, sınırları kapatmak ve küresel ölçekte bir olağanüstü hal ilan etmek. Üç ay önce, hemen herkes GSYİH’de yüzde 1’lik bir azalmanın bile tam anlamıyla bir felaket olacağını varsayıyordu, Godzilla’nın ekonomik muadilinin hepimizi ezip geçeceğini…
Ama olan bu değil miydi?
Hayır, başka bir şey oldu. Herkes evinde kaldı ve ekonomik faaliyet yalnızca üçte bir oranında düştü, ki bu da zaten çılgınca bir durum. Şunu düşünün: Herkes evde olduğunda ve hiçbir şey yapmadığında, ekonominin en az yüzde 80 düşmesi gerekir, üçte bir değil, öyle değil mi? Tam olarak neyi ölçtüklerini merak ediyor musunuz? Zaten “ekonomi” nedir ki? Peki ya iş? Pandemi nedeniyle bunları daha da net görmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum.
Biraz açar mısınız?
Öncelikle, hangi işlerin gerçekten gerekli olduğunu görebilirsiniz ve hangilerinin tamamen gereksiz olduğunu. Ama aynı zamanda, bazı kurumların gerçekte ne yaptığını görmemiz de kolaylaşıyor.
Kapitalist vaizler merkezi planlamanın serbest piyasa versiyonu olan küresel finans sisteminin çok daha etkin işlediği konusunda hep ısrar etti. Merkezi planlamada, örneğin, beş yıllık bir plan yapılır, gelecekteki üretimi optimize etmek için kaynakların nasıl tahsis edileceğine ve hangi yatırımların yapılacağına karar verilir. Bu da temel olarak, gelecekte insanların istediklerini elde etmelerini mümkün kılmak, uzun vadeli refah, mutluluk ve esenlik sağlamak içindir. Hayır, küresel finans sistemi bunu yapmaz.
Madagaskar’ın kırsal kesiminde, polisin ortadan yok olduğu bir yerde yaşamıştım. Bu durum neredeyse hiçbir fark yaratmamıştı. Mülk suçları arttı, azalan şey cinayetti. Mülkiyet farklılıklarının derin olduğu büyük bir şehrin orta yerinde polis ortadan kaybolduğunda, hırsızlık kesinlikle artıyor, ancak, şiddet suçu bundan hiç, ama hiç etkilenmiyor.
2008 tarzı bir ekonomik felaketi önlemek için Wall Street’in kapatılıp kapatılmayacağı konusundaki tartışmalar sırasında, tek bir kişi dahi finans sisteminin bir ay ya da daha uzun bir süre kapalı kalmasının fiilen herhangi bir zararlı etki yaratmayacağını dile getirmedi. Wall Street, Wall Street için vardır, bu nedenle zengin insanlar daha da zenginleşmeye devam edebiliyor. Ancak, bunun kimseye hayrı yok. Özetle, finansal sistem hiçbir zaman devlet planlamasının yerini tutmadı, ki zaten devlet planlaması bir şekilde devam ediyor. Ayrıca, piyasa kendi kendini düzenleyen bir kurum değildir. Piyasa hep devlet tarafından regüle edilmiştir. “Regülasyon” ya da “deregülasyon” hakkında konuşulduğunda, gerçekte tartışılan şey bunun kimin adına olduğudur.
Salgın sonrasında sizce nasıl bir durum ortaya çıkacak? Kimileri sosyalizmin ikinci bir şans elde edebileceğini söylüyor, kimileri de, Macaristan’da olduğu gibi, devletin daha da otoriterleşmesinden endişe ediyor. Güçlü devletin özgürleştirici olabileceğine dair de bazı umutlar var: Çok güçlü hale gelmiş bazı endüstriler düzenlensin, kâra değil de insanlara öncelik verilsin deniyor.
Her şeyden önce, “pandemiyle mücadelede hangisi daha etkili olduğunu kanıtladı?” diye sorduğumuzda, yanlış ikilemlere –otoriter/ demokratik, sosyalist / kapitalist vb.– düşmemeye çok dikkat etmemiz gerekiyor. Otoriter devletlerin daha başarılı olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Açıktır ki, Çin bu çizgiyi zorluyor; IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından dayatılan neoliberal modele karşı tek geçerli alternatifi temsil ettiği yönünde, bilhassa son on beş-yirmi yılda Küresel Güney’de yaygın bir kanı var. Elbette Çin’in neoliberal reçeteye uymadığı, örneğin, finans sistemini serbestleştirmeyi reddettiği doğru. Yoksul bir ülkeyi nispeten zengin bir ülkeye dönüştürmenin sahici tek yolu olarak inşaat sektörüne yönelik “kanunsuz” kolay kredi ve benzer teşvikler Hindistan’da, Türkiye’de ve Latin Amerika’nın pek çok yerinde kabul gördü.
Ancak, Çin hükümetinin sosyal ve politik özgürlükleri feda etme konusunda topluma baskı yapması sayesinde bunların mümkün olduğu fikri tamamen asılsız, birinin diğerini zorunlu olarak doğurduğuna inanmak için hiçbir neden yok.
Geçenlerde otoriter ve otoriter olmayan rejimlerin salgını nasıl ele aldığını karşılaştıran çok ilginç bir çalışma okudum. Yazarların vardığı sonuç, pandemiyle mücadelede otoriterliğin pek de işe yaramayan bir faktör olduğu yönündeydi. Önemli olan, insanların hükümetin beyanlarına olan inancıydı, kamu kurumlarına, medyaya, bilimsel kuruluşlara ne kadar güvendikleriydi.
“Demokrasi” dedikleri şeyle kurumlara olan güven arasında sistematik bir ilişki yoktur. Britanya dünyanın en eski parlamenter demokrasilerinden biri, ancak politikacılar ve basın o kadar sistematik ve o kadar bariz yalan söylüyor ki, sanırım Avrupa medyası içinde İtalya ve İspanya’dan sonra en düşük güvene sahip ülke. Ama daha derinlerde yatan bir şey var. Gerçekten ihtiyacımız olan şey şu: Birçok yönden şaşırtıcı derecede sapkın bir politik ideoloji olan “merkezcilik” denen şeyin doğru bir analizini yapmak.
“Merkezcilik” derken?
Orta sınıftan insanlar –esasen merkezciliğin temel unsuru olan profesyonel-yönetici sınıfın üyeleri– ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda kendilerini “yaşam tarzında liberal, maliyede muhafazakâr” olarak tanımlamaya başladıklarında aslında ne demek istiyorlardı? Ilımlı solun toplumun üretiminden sorumlu olduğu, hastaneleri ve okulları onların yönettiği bir sosyal düzeni kabul ettikleri anlamına geliyor bu. Diğer taraftan, ılımlı sağ da petrol, giyim ve otoyol üretimini üstlenecekti. Solcu toplumsal hareketler CEO’ları ve ticaret anlaşmalarını, sağcı toplumsal hareketler ise eğitim veya sağlık sistemini yöneten kişilerin –öğretmenlerin ve bilim insanlarının– otoritesini hedef alıyor. Yaratılışçılığı, küresel ısınmayı ya da kürtajı düşünün.
Ama bir Gramsci’cinin de söyleyebileceği gibi, bu gerçekten umutsuz bir mevzi savaşı, iki taraf da kazanmayacak; radikal sağın Evanjelik kiliseleri toplumsal yeniden üretimden sorumlu tutması radikal solun Bechtel’i, Microsoft’u veya Monsanto’yu özyönetimci bir kolektif haline getirmesinden daha olası değil. Radikal sağın yapabileceği şey, uzmanlara olan inancı zayıflatmaktır ve tabii ki, ne kadar çok iktidar elde ederlerse, liyakat sahibi olmayanları otorite konumuna getirerek bunu o kadar çok yapabilirler. Bu şekilde her şey birbirini besliyor.
Anarşist bir duruma en yakın olduğunu bildiğim yerler salgın sırasında hiç de kötü sınav vermedi. Aklıma Meksika’daki Zapatista toplulukları ile Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt bölgesi Rojava geliyor.
Burada bir paradoks var. İnsanlar anti-otoriter siyaseti her türlü entelektüel otoriteye muhalefetle, hatta paylaşılan herhangi bir hakikat, adalet ve hatta fiziksel gerçeklik kavramına muhalefetle bir tutuyor. Sanki herhangi bir hakikat formunda ısrar etmek faşizmle eşdeğermiş gibi. Ama tabii hakikat yoksa faşizm neden bir sorun olsun ki? O durumda faşizme itiraz etme gerekçeniz ne olabilir, kişisel olarak bundan hoşlanmadığınız seçeneğini bir kenara koyarak soruyorum. Sizden farklı olarak, başkalarının faşizmden hoşlanması söz konusu olduğunda, bu pek de bir şey ifade etmez. Bu tür bir mutlak görecelik solda artık kaybolmaya yüz tutarken sağda agresif bir şekilde ele alınıyor.
Durum buysa, otoriterlik –en azından bunun popülist türü– büyük bir darbe almış demektir. Asıl çarpıcı olan, insanların daha önce hiç olmadığı kadar öz-örgütlenmeye yönelmeleri. Britanya’da salgın başladığında ortaya çıkan ilk şey şu oldu: Her mahalle kendisinin yardımlaşma grubunu kurarak kırılgan, muhtaç kişileri belirledi: akrabası olmayan ya da yardım alamayan bireyler, yaşlı insanlar… Bunlara, eski anarşist tabirle, “karşılıklı yardımlaşma” grupları deniyor. Sadece Londra’da bu gruplardan yüzlercesi var.
Öyleyse, anarşizmin düzeni kaosa sürükleyeceğine dair yaygın kanıya karşı, anarşizmin aslında kaosu düzene sokmaya yardımcı olabileceğini söyleyebilir miyiz?
“Polisten kurtulamayız, eğer polisten kurtulursak, ‘herkes’ birbirini öldürmeye başlayacak!” denmesini hep biraz komik bulmuşumdur! Dikkatinizi çekerim, kimse “‘ben’ öldürmeye başlardım” demiyor. Herkes bunu başka birinin yapacağını varsayıyor.
Aslında bir antropolog olarak, polis ortadan yok olduğunda nelerin olacağını biliyorum. Zamanında Madagaskar’ın kırsal kesiminde, oraya gidişimden birkaç yıl önce, polisin ortadan yok olduğu bir yerde yaşamıştım. Bu durum neredeyse hiçbir fark yaratmamıştı. Mülk suçları arttı, azalan şey cinayetti. Mülkiyet farklılıklarının derin olduğu büyük bir şehrin orta yerinde polis ortadan kaybolduğunda, hırsızlık kesinlikle artıyor, ancak şiddet suçu bundan hiç, ama hiç etkilenmiyor.
Düzen söz konusu olduğunda kendimize sormamız gereken şey şu: Niçin herhangi bir düzeni sürdürmek için insanları dövmekle, öldürmekle veya yıllarca pis bir odaya kilitlemekle tehdit etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Düzene pek inancı olmayan insanlar böyle düşünüyor, değil mi?
Bana öyle geliyor ki, şu anda pek çok insan, yukarıdan aşağıya askeri tarzdaki otoritelerden bağımsız olarak, ne kadar çok şey yapabileceğini öğreniyor. Acil durumlarda, bir çeşit kaba ve kullanıma hazır bir komünizm her zaman kabul görür: herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.
İnsanlar bunu basit verimlilik öngörüsüyle yapıyor: “Gerçekten işe yarayan tek şey bu.” Ancak, elbette kriz komünizmi otoriter sosyalizmin tam tersi olma eğiliminde. Komuta ve hiyerarşi sistemleri, tıpkı piyasanın mübadele sistemleri gibi, insanların karşılayamayacağı bir lüks haline gelir. Gene de bunlar genellikle krizin ikinci aşamasında, işler kolaylaşmaya başladığında, önceki konumuna geri döner. İlk aşamada bu Foucault’cu değil, daha ziyade Saint-Simon’cu türde bir yönetimdir: insanların tanıdığı tek otorite, gerçekten uzman bilgisine dayanan türde bir otoritedir. Doktorla tartışmaya girecek çok az kişi olacaktır, o doktor kırık bacağınızı tedavi etmeye çalışan bir doktorsa.
İktidar ve bilgiyi dengelediğini bildiğim son derece başarılı devrimci topluluklar, bilgiyi olabildiğince geniş bir şekilde yaymaya çalışıyorlar ve tam da bu nedenle, gerçekten uzmanlaşmış bilgiye sahip insanlara güven var. Anarşist bir duruma en yakın olduğunu bildiğim yerler salgın sırasında hiç de kötü sınav vermedi. Aklıma Meksika’daki Zapatista toplulukları ile Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt bölgesi Rojava geliyor.
Her iki örnek de devlet karşıtı ve derin bir şekilde anarşizmden etkilenmiştir. İkisi de salgına ânında tepki verdi; okulları kapatarak, koruyucu donanımlar oluşturarak, sağlık koşullarını iyileştirerek bir toplumsal seferberlik başlattı… Gösterdikleri çaba, sağlık çalışanlarını etkin bir şekilde koordine etmek için anarşist ilkelerin kullanılabileceğini kanıtlamıştır.
“Yüz yıl önce mutfağın neye benzediğini bir düşünün” diye başlayıp “onu bugünkü modern mutfaklarımızla karşılaştırın” diye devam eden bir argüman. Artık kimse bunu söylemiyor. Aslında mutfaklar bu bağlamda mükemmel bir örnek. Otuz yıl önce mikrodalga fırının piyasaya sürülmesinden bu yana kayda değer hiçbir değişiklik olmadı.
Yine de, hükümetler pandemiyle mücadelede gerçekten çok çaba sarf ediyor. Birçok hükümet, krizi atlatmamızı sağlamak için para dağıttıkları izlenimini yaratmaya çalışıyor.
Finansal sistemin gerçekte nasıl çalıştığı hakkında konuşmak zor, çünkü konunun etrafı fazlasıyla yanlış ve gizem katmanlarıyla çevrili. Birincisi, ekonomiye ve vatandaşlara yardım etmek için para “bulma” konusunda bir retorik var. Para bulunması, çıkarılması ya da üretilmesi gereken sınırlı türde bir mal değildir. Para, kelimenin tam anlamıyla, yoktan yaratılmaktadır.
Trump sahip olduğu bir şeyi vermiyor. Kelimenin gerçek manasıyla, parayı vererek onu üretiyor. Ancak bu, sistemi ayakta tutan birçok yanlış önermeden yalnızca biri. Yönetici sınıfların gözünde bu tür gizemleri sürdürmek çok önemli. Bana öyle geliyor ki, şu an itibariyle, kapitalizmi haklı çıkarmaya dönük hemen hemen tüm geleneksel argümanlar ortadan kalkmış durumda.
Ne gibi?
Üç büyük argüman vardı. Birincisi, şöyle deniyordu: “Tamam, elbette kapitalizm aşırı eşitsizliği ve her türlü bariz adaletsizliği yaratıyor. Ama buna değer, çünkü en fakirler bile çocuklarının kendilerinden daha iyi durumda olacağını biliyor.”
Zengin ülkelerdeki pek çok insanın buna hâlâ inandığını sanmıyorum. Belki Çin’de bazıları buna hâlâ inanıyor olabilir, ama ABD’de, Fransa’da, Mısır’da ya da Arjantin’de yaşıyorsanız durum hiç böyle değil. Yeni nesiller ebeveynlerinden çok daha kötü durumda. İşlerin daha iyiye değil, daha kötüye gittiğinin farkındalar.
İkincisi, teknolojik bir argümandı: Kapitalizm her daim hızlı bilimsel değişime yol açar. “Yüz yıl önce mutfağın neye benzediğini bir düşünün” diye başlayıp “onu bugünkü modern mutfaklarımızla karşılaştırın” diye devam eden bir argüman.
Artık kimse bunu söylemiyor. Aslında mutfaklar bu bağlamda mükemmel bir örnek. Otuz yıl önce mikrodalga fırının piyasaya sürülmesinden bu yana kayda değer hiçbir değişiklik olmadı. Bu, mutfak teknolojisinde günlük yaşamı gerçekten etkileyen son önemli yenilikti. Peşinden de ekonomik durgunluk geldi. Aynı şey yaşamın diğer alanları için de geçerli. Kapitalizmin teknolojik inovasyonu aslında bastırdığına dair elimizde artık daha fazla kanıt var, çünkü inovasyonda kısa vadeli kâr teşvikleri yok.
Üçüncü argüman ise kapitalizmin istikrar getirdiği.
Orta sınıflara mı?
Çok sayıda insanı orta sınıf seviyesine çıkaracak şekilde refahın genişlemesi ve orta sınıfın büyümesi demokratik istikrarı teşvik eder. Doğru. Ama bu olmadı. Bunun yerine, orta sınıftan atılanlar istikrarı bozmaya çalışan kişilere oy vermeye giderek daha istekli hale geliyor. Şu durumda elde sadece iki argüman var. Birincisi, alternatif yok: ya biz ya da Kuzey Kore. Diğeri de ahlâki argüman.
Ahlâki derken?
Sistemin yalnızca ahlâkla ayakta tutulduğuna giderek daha fazla inanıyorum. Çok garip ve çarpık bir ahlâk bu. Bu yüzden borcun ahlâkı ve iş ahlâkı üzerine bir kitap yazdım.
Ekonomik sistemimizin temelde saçma ve adaletsiz olduğunu çok iyi bilenler bile borçlarını ödemeyenlerin kötü insanlar olduğuna gerçekten inanıyor gibi görünüyor. Borcunu ödemeyenler sorumsuzdur ve eğer ortada bir suçlu varsa bu da kendileridir. Aynı şekilde, patronlarından nefret eden insanlar bile, borçlarını kaytaranların daha beter olduğunu düşünüyor gibi görünüyor: Pek hoşlanmadığınız bir şey için, dahası pek sevmediğiniz biri için arzu ettiğinizden fazla çalışmıyorsanız, kötü bir insansınız, asalaksınız ve kesinlikle kamusal yardım hak etmiyorsunuz.
İnsanlar çalışmanın kutsallığına gerçekten inanıyor gibi görünüyor. Sadece çalışmak değil, iş için de aynı şey geçerli. Herkes bir iş bulmalıdır. İşin gerçekten kimseye bir faydası olup olmadığı önemli değildir. Aslında, çalışan nüfusun en az üçte biri, yaptıkları iş olmazsa bunun hiçbir fark yaratmayacağı, hatta dünyanın o işlerin yokluğunda daha iyi bir yer olacağı kanaatinde. İşin kutsallığı, borcun kutsallığı, “piyasa”nın kutsallığı; bunların hepsi derinlemesine içselleştirilmiş ve hepsi de son derece sorunlu.
Sorunlu derken, yanlış anlamında mı?
Zengin insanlar borca inanmaz, en azından kendi borçlarına inanmaz. Borçlarını ödemenin namus meselesi olduğunu düşünmezler. Eski işverenlerimin yarısı, bir yolunu bulabilselerdi bana hiç ödeme yapmazlardı. Ama daha da önemlisi şu: Zayıf bir konumdaysanız, borç ahlâktır, güçlü bir konumdaysanız, borç güçtür. Bu yüzden borç üzerine yazdığım kitabıma eski bir atasözüyle başladım: “Bankaya yüz bin dolar borçlanırsanız, banka sizin sahibiniz olur. Bankaya yüz milyon dolar borçlanırsanız, siz bankanın sahibi olursunuz.”
Şu durumda elde sadece iki argüman var. Birincisi, alternatif yok: ya biz ya da Kuzey Kore. Diğeri de ahlâki argüman. Sistemin yalnızca ahlâkla ayakta tutulduğuna giderek daha fazla inanıyorum. Çok garip ve çarpık bir ahlâk bu. Bu yüzden borcun ahlâkı ve iş ahlâkı üzerine bir kitap yazdım.
Borcu sık sık vaatle kıyaslıyorsunuz. Fakat bir söz tutulmazsa, neden hâlâ bu söze saygı duyulsun ki?
Kesinlikle. Ancak güç önemlidir. Uluslararası ilişkilere bakın. Sierra Leone ABD’ye bir milyar dolar borçlandığında, Sierra Leone’nin başı dertte demektir. ABD Güney Kore’ye bir milyar dolar borçlandığında, bu sefer Güney Kore’nin başı dertte demektir.
Ancak, ahlâki dalavere çok tuhaf bir şekilde etkili olmakta. Saygın insanlar bir ülkenin aç çocuklarından yiyecek kaçırmanın tamamen haklı olduğunu düşünür, çünkü ülkenin eski diktatörü batık bir kredi almıştır.
Bu yüzden, “gayrimeşru borç” (“odious debt”) kavramını popüler hale getirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyoruz. Bu terim, ABD’nin Küba’yı İspanyol imparatorluğunun elinden almasının akabinde, bir ABD mahkemesi tarafından icat edildi. İspanyol hükümeti Küba hükümetinin İspanya’ya olan ödenmemiş borçlarından ABD’nin sorumlu olduğu konusunda ısrar etmişti. ABD mahkemeleri Küba’nın borcu olmadığına karar verdi, çünkü krediler adil olmayan koşullar altında alınmıştı. “Gayrimeşru borç” derken kastettikleri buydu: Kimsenin almayacağı, eğer kişi kendi çıkarına en uygun şekilde hareket eden gerçekten özgür bir kişiyse, asla almayacağı türden bir borç.
Çok sayıda kişisel borç için de bu tanım geçerli değil mi?
Evet, düşünce tam da bu. İnsanların diyelim yüksek faizli bir ipoteği (subprime mortgage) “gayrimeşru” bir borç olarak görmelerini nasıl sağlayabiliriz? Hepimize borçlarımızı ödemenin temel ahlâki bir yükümlülük olduğu öğretildi, çünkü büyük ölçüde ahlâki yükümlülük fikrimiz sanılanın aksine finansal yükümlülük üzerine modellenmiş durumda. Gayrimeşru borç düşüncesi bunu geriye döndürmenin bir yolu olabilir mi? Almaya çalışmanın bile ahlâka aykırı olduğu borçlar var mıdır? Aslında, Ortaçağ Avrupası’nda hukuk âlimlerinin sıklıkla tartıştığı türden bir sorundu bu; o dönemde muhtemelen temel hukuki sağduyunun zeminini oluşturuyordu.
Shakespeare’in Venedik Taciri’ndeki yarım kilo etle ilgili o meşhur tartışma mı?
Ya da hapishanedeki mahkûma verilen yumurta.
Yumurta mı?
Evet, Ortaçağ skolastikleri bu örneği sık sık kullanırdı. Hatırlayın, o zamanlar ekonomik meseleler, kilise hukukuna giren ahlâki meselelerdi, hepsi teolojinin bir dalıydı. Aslında ekonominin hâlâ teolojinin bir dalı olduğunu söyleyebilirim, ama bu artık pek kabul edilmiyor.
Örneğe gelecek olursak, hapishanede yalnızca ekmek ve suyla beslenen bir adam var. Bu yüzden yavaş yavaş ölüyor. Yandaki hücrede bulunan mahkûmun birkaç arkadaşı var ve bunlar da adama yiyecek getiriyorlar. “Birkaç haşlanmış yumurtam var” diyor o mahkûm. “Sana yumurtalardan birini vereceğim, ama bir şartla: bana tüm mülkünün haklarını veren bu elimdeki belgeyi imzalarsan.” Adam da kabul ediyor, yumurtayı yiyor, hayatta kalıyor ve birkaç yıl sonra da hapisten çıkıyorlar. Böyle bir sözleşmenin uygulanabilir tarafı var mıdır?
Bugün var galiba.
Bugün buna cevabımız “evet”. Aslında tam da böyle bir şeyi yıllardır Küresel Güney’e yapıyoruz. Ancak çoğu Ortaçağ din âlimi şunu iddia ederdi: açıkçası hayır. Belgeyi imzalayan adam aslında özgür bir kişi olarak bunu imzalamadı. Küresel Güney örneğinde olduğu gibi, tüm yumurtalara sahip olan kişinin diğer mahkûm değil, gardiyan olması durumunda bu daha da doğru. Bu, soruna yepyeni bir boyut katıyor. Konu gayrimeşru borçla ilgili, hiç şüphe yok. Ancak “gayrimeşru” kelimesi demode kalıyor ve kulağa iyi gelmiyor.
Daha iyi bir ifade şekli bulmaya çalıştık. Belki de gangster kapitalizmi, mafya borcu gibi bir şey de olabilirdi. Mafya, gaspı borç olarak çerçeveleyerek bunu ahlâki gösterme konusunda herkesçe bilinen iyi bir örnek. Ama bu da bize pek doğru gelmedi. Tıpkı bazı işlerde kimsenin bunları yapmamasının daha hayırlı olacağı gibi, bazı borçların ödenmemesi gerektiği fikri karşı tarafa nasıl aktarılır?
Bu sizce gerçekçi mi?
Birçoğumuz büyüyü bozmanın bir yolunu bulmaya çalışıyoruz hâlâ. Belki de bu salgın “finans” dediğimiz şeyin her zaman sadece diğer insanların borçları olduğunu daha net görmemizi sağlayacak. Bu borçlar da kasıtlı olarak bir taraftan finans şirketleri ile hükümet arasında, diğer taraftan da güya kamu ve özel denen –ki gerçekte bunların birbirinden ayırt edilmesi giderek zorlaşmakta– kurumlar arasındaki gizli anlaşmalar yoluyla üretilmekte.
ABD’nin en büyük bankası olan J. P. Morgan Chase örneğini kullanmayı seviyorum. Tam rakamı hatırlamıyorum, ama banka kârlarının yüzde 76’sı harçlardan ve cezalardan geliyor. Düşünsenize, sizin bir işlem hatası yapmanız durumunda banka kâr ediyor. Bu yüzden, insanların yüzde şu kadarının bir işlem hatası yapacağından emin olacak kadar karmaşık bir sistem kurmaları gerekiyor. Diğer taraftan, kurdukları sistemin o kadar da karmaşık olmaması gerekiyor.
Giderek artan bir şekilde, tüm devlet aygıtı ve finans sistemi bizleri borca sürüklemek için tasarlanmış devasa bir hortumculuk faaliyetine dönüşüyor. Wall Street’te veya Nikkei endeksinde veya FOTSE’de takas edilen kârların çoğu endüstriden ziyade finanstan geldiği için kapitalizmi şu anda yönlendiren şey finanstır.
Borç: İlk 5000 Yıl’da, tüm borçların silindiği eski ritüellere dair de bilgiler veriyorsunuz. Bu türden borç iptallerinin gerçekleşebileceği toplumsal koşullar neler?
Borç iptalleri hâlâ yapılıyor. Biri Suudi Arabistan’daydı, Arap Baharı’nın hemen akabinde Kuveyt’te de başladı. Huzursuzluğu önlemek için herkesin borcunu iptal ettiler. Bunu bir “iptal etme” şeklinde yapmamaya büyük özen gösterdiler; taviz veriyor gibi görünmemek için bütün borçları petro-dolarla ödüyormuş gibi yaptılar. Hindistan’da da çiftçilerin borçlarını belli aralıklarla iptal ediyorlar, ama sessiz sedasız. Anlaşılan, hükümetlerin bunu yapacak güce sahip olduğunu kimsenin bilmemesi isteniyor.
Borçlar her zaman iptal edilir, ama bunun nasıl olacağı siyasi bir meseledir. En azından, borçları kutsal saymak zorunda olduğunuzu size güçlü bir şekilde hissettiren güçler var ve siz de bu borçları kendi yarattığınız parayla da olsa ödemektesiniz.
Borç fikri zorlama olmadan var olamaz mı diyorsunuz?
Şu anda Virgin Media’dan e-postalar alıyorum. Yakın zamanda eski evimden taşındım ve internet aboneliğimi iptal ettim. Ama iki aydır orada yaşamadığım halde nasıl oluyorsa benden hâlâ para kesiyorlar. Aralıksız tehdit içeren sevimsiz mektuplar gönderiyorlar, çünkü kendi taraflarında bir hukuk aygıtının olduğunun farkındalar. Boyun eğmeyi kabul etmediğinizde, konu bir noktada, sizi taciz edecek bir icra memuruna gidiyor. Eğer daha da diretirseniz ve tutar da yeterince büyükse, eşyalarınızı haciz etmeye başlıyorlar. Karşı koymaya çalıştığınızda da fiziksel güç tehditleri ortaya çıkıyor.
Tüm yasalarımızın arkasında şiddetli baskının yattığı gerçeğini kolayca unutabiliyoruz. Zarar verme gücü diye bir şey var. Fatura tahsildarı durumunda bu şey yüz adım ötede olabilir. Ama her zaman oradadır, çünkü aksi takdirde onu görmezden gelirsiniz. Ve son zamanlarda ilginç bulduğum bir bağlantı daha var.
Zenginler borca inanmaz, en azından kendi borçlarına inanmaz. Borçlarını ödemenin namus meselesi olduğunu düşünmezler. Zayıf bir konumdaysanız, borç ahlâktır, güçlü bir konumdaysanız, borç güçtür. Bu yüzden borç üzerine kitabıma eski bir atasözüyle başladım: “Bankaya yüz bin dolar borçlanırsanız, banka sizin sahibiniz olur. Yüz milyon dolar borçlanırsanız, siz bankanın sahibi olursunuz.”
Nedir o?
Sanırım durum şu: insanlara potansiyel olarak zarar verme kapasiteniz ne kadar fazlaysa o ölçüde maaş alıyorsunuz.
Ne demek istiyorsunuz?
Hep söylediğim bir şey var: Yaptığınız işin başkalarına ne kadar çok faydası dokunursa, muhtemelen tersine o kadar az maaş alırsınız. Geçenlerde birisi bunun tersini söyledi: Çalışmanız başkalarına ne kadar çok zarar verirse muhtemelen o kadar fazla maaş alırsınız. O anda aklıma Blair Fix adlı ekonomistin bir çalışması geldi. Çalışma şirketlerin gelir analizi üzerineydi ve gördüğüm şey şu oldu: Maaşın anahtarı, ekonomistlerin üzerine basa basa hep söylediği gibi “üretkenlik” değil, sadece güçtür. Emir-komuta hiyerarşisi içinde ne kadar yüksekte olursanız maaşınız da o kadar büyük olur. Haber değeri taşımayan bir bilgi bu. Ama Fix bunu rakamlarla gösteriyor. Yani her şey güçle ilgili.
Güç diyorsunuz, ne yapma gücü bu?
İşte mesele bu. Belki de konu gerçekten sadece zarar verme potansiyeliyle ilgilidir. Tıpkı Wall Street’in halka bir fayda sağlamaması, ancak çöktüğündeyse, bunun çok büyük zararları olabileceği gibi. Belki de kapitalizm, doğrudan doğruya feodal-askeri iktidar biçimlerinden türetilen özelleşmiş bir iktidar biçimi.
Şirketleri kapitalist iktidarın katedralleri olarak düşünün. Sahipleri mümkün olan tüm servete ve güce sahip. İsteyebileceğiniz tüm paraya ve zevke, tüm fahişelere ve kokaine zaten sahipsiniz. Geriye kalan tek şey ego ve narsisizm. Böyle insanlar kendilerini iyi hissedebilsinler diye gezegenimiz ölüyor. Muazzam ölçüde kaynakları yutarak dev kulelerini inşa ediyorlar ve içlerini de sadece egolarını tatmin edebilsinler diye işe yaramaz serserilerle dolduruyorlar. Zırva İşler’le (Bullshit Jobs) ilgili bilgi toplarken bu türden sayısız örnekle karşılaştım. Bütün bunlar birileri başkalarına hayatı zehir edecek konumda olduğu için oluyor. Ve elbette pandemi bunun diğer tarafını da göstermiş oldu: Çalışmanızın diğer insanlara ne kadar faydası dokunursa size o kadar az maaş ödenir.
Salgın sırasında sağlık ve bakım çalışanları, fabrika ve kamu hizmetleri çalışanları tebrik edildi. Günümüzün kahramanları olarak övüldüler. Ancak ücretlerinde bir artış olmadı, ayrıca bu kesimler kriz bittikten sonra işlerini kaybetme olasılığı en yüksek olan kesimler. Bu nasıl oluyor?
Oluyor, çünkü yaptıkları işlerin özü zarar vermeme üzerine kurulu. Sağlık sisteminin çökmemesi için hayatlarını tehlikeye atan acil servis ve bakım çalışanlarını düşünün. Teoride, işçilerin emekleri vazgeçilmezse o işçi hareketi en güçlü konumda olur ve bu güçle işçiler pazarlık gücü elde ederler. Dolayısıyla, eğer sağlık ve bakım çalışanları daha iyi koşullar ve daha yüksek ücretler için grev yapmaya karar verirlerse, şu an bunun için en iyi andır. Ancak gerçekte bu olmaz.
Niçin?
Bir bakıma çok fazla güçleri var. Aslında, bu bir çeşit paradoks. Başkalarını incitecek kadar güce sahipseniz, ânında kendi gücünüzün tutsağına dönüşürsünüz. Bu gücü kullanamazsınız, çünkü bunun muazzam yıkıcı sonuçları olur. Ancak, bir mafya ya da bir özel sermaye CEO’su size zarar verebilir, her ne kadar bunun aksini iddia etse de. Gücünü acımasızca kullanabilir. Feministlerin belirttiği gibi, bir bakım grevi son derece etkili olurdu, ama bakım çalışanları bunu yapmazlar, çünkü işi bırakır bırakmaz acı çekecek ve ölecek insanları çok, ama çok düşünüyorlar. Ama belki bugünkü kriz, hiçbir şeye değilse bile, gözlerimizi bu gerçeğe açacaktır. O gerçek şu: Ekonomi nihayetinde, tam da birbirimize karşılıklı bakım sunmakla ilgilidir, nihayetinde hakiki olan tek iş bakım işidir.
“Gayrimeşru borç” ABD’nin Küba’yı almasının akabinde bir ABD mahkemesi tarafından icat edildi. İspanyol hükümeti Küba hükümetinin İspanya’ya olan ödenmemiş borçlarından ABD’nin sorumlu olduğu konusunda ısrar etmişti. ABD mahkemeleri Küba’nın borcu olmadığına karar verdi, çünkü krediler adil olmayan koşullar altında alınmıştı. “Gayrimeşru borç” derken kastettikleri buydu.
Pandemi sırasında okul, iş ve sosyal etkinlikler için de iletişim araçlarını kullanmaya başladık. Artık iş seyahatleri ve yüz yüze toplantılar olmadan yaşayabileceğimizi görüyoruz. Bu değişiklikler kalıcı olacak mı?
Kesinlikle seyahat alışkanlıklarımızın değişmesi gerekecek, ayrıca bu durum ekonominin diğer alanlarını da etkileyecek. David Harvey 2008’den bugüne, ekonomideki toparlanmanın –gerçekten bir toparlanmanın olduğunu varsayarsak– tüketici ürünlerinden ziyade büyük ölçüde tüketici deneyimleri etrafında şekillendiğine dikkat çekti. On yıllar boyunca ekonomik büyümenin yakıtı somut bir şey üretmeye ve bunu satmaya dayalıydı. Arabalar. Akıllı telefonlar. Bize birkaç yıl içinde bozulacak arabaları ya da modası geçecek telefonları satarak işleri hızlandırabildiler. Ama şimdi ekonomik büyüme somut araba ya da akıllı telefon üretiminde olduğunun aksine, artık daha az somut nitelikte. Büyüme tüketici deneyimlerine dayanıyor; Bermuda’ya gitmek, dışarıda yemek yemek ya da aydınlanmış tüketicilerden biriyseniz bir şamanı ziyaret etmek için Amazon Yağmur Ormanı’na gitmek ve biraz da saykodelik maddeler kullanmak gibi deneyimlere.
Emekçi sınıflar da bu eğilimden istifade etti diye ekliyor David Harvey, çünkü orta sınıf dünya turu yapabilsin diye birçok yeni havaalanı, otel, turist konutu ve buna benzer altyapı yatırımları yapıldı. Seyahat ve konut sektörünün finansmanına katkısı olan Uber ve Airbnb gibi bütün o dijital platformlardan bahsetmiyorum bile.
Kuralların Ütopyası adlı kitabınızda, bütün sistemin herhangi bir iddialı düşünceyi imkânsız kılmak üzerine kurulduğunu öne sürüyorsunuz.
Evet, umutsuzluk mekanizması diyorum buna.
Bürokrasinin baskısı peki?
Bürokrasiler terfilerin liyakata dayalı olarak yapıldığı yerler değildir. Tersine, terfinin liyakata dayalı olduğu yalanını sürdürme isteğinize bağlı olan bir yerdir. Bu açıdan akademik ortama çok benziyor. Ne kadar akıllı olup olmadığınız pek önemli değildir. Tepede bulunan insanların orada olmalarının bazı nedenleri varmış gibi davranmak çok daha önemlidir, herkes durumun böyle olmadığını bilse dahi. En büyük günahsa, sırf öğretme veya araştırma konusunda gerçekten iyi olduğunuz için belirli bir akademik pozisyona hak kazandığınıza inanmanızdır.
Özellikle muteber olmayan bir sosyal çevreden geliyorsanız, seçkinlerin bir üyesi olarak kabul edilmenin mümkün olduğunu öğreneceksiniz, ama bir şartla: En büyük yaşam arzunuz onlar tarafından kabul edilmekmiş gibi davranmaya istekliyseniz –seçkinlerin orada olmak için gerçek nedenleri olsun ya da olmasın, fark etmez.
Bu da bizi Mark Fisher’a getiriyor. Yazılarının çoğunu sahtekâr sendromuna (impostor syndrome) adadı. İşçi sınıfından geldiği için akademiye ya da başka herhangi bir sosyal gruba ait olmadığını hissetti hep. Kendisini hep bir sahtekâr olarak hissetti.
Ben de işçi sınıfından geliyorum, ancak deneyimlerim biraz farklı. Ebeveynlerim dünyanın en akıllı insanı olduğumu söyleyerek yetiştirdiler beni. Geriye dönüp baktığımda bu biraz komik geliyor. Kimse o kadar akıllı olamaz! Akademide çalışmak için entelektüel meziyete sahip olmadığımı hissettiğim anlamında bir sahtekârlık sendromu yaşamadım. Ama sosyal bir yetişkin olmamakla ilgili sürekli bir sahtekârlık sendromu yaşıyorum. Bana hâlâ şu şekilde davranılıyor: Sen iyisin, akıllısın, ama gerçek bir yetişkin değilsin; sen gerçek bir insan değilsin, sadece numara yapıyorsun. Bu anlamda hep bir sahtekârmışım gibi hissettiriliyor ve bu da sizin kendinizle ilgili algınızı alttan alta etkiliyor.
Adeta kendi akademik disiplininizi yaratmanızın nedenlerinden biri de bu muydu?
Anarşist antropolojiyi mi kastediyorsunuz?
Evet.
Öyle bir şey yapmadım. Eski hocam Marshall Sahlins bir kitapçık dizisi başlatıyordu ve benim de Direct Action Network’te olduğumu biliyordu. “Antropolojik bir perspektiften anarşi meselesini nasıl düşünebiliriz” hakkındaki görüşlerime ilgi gösteriyordu. Konu hakkındaki çalışmamı, Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar’ı hipotetik bir alıştırma olarak yazdım; bir “anarşist antropoloji” neye benzer ve neden böyle bir antropoloji yok. Sorun şu ki, aslında kimse kitabı okumuyor. Başlığı okuyup geçiyorlar.
Yani, elbette, birisinin Marksist antropolog olması anlamında bir anarşist antropolog değilim. Marksizm, antropolojinin içinde var olan bütünlüklü bir teori. Anarşizmse, bir pratik bütünüdür ve toplumsal hareketler içinde yer alır. Bu anlamda bir anarşist antropoloji yoktur. Demek istediğim, elbette, özgürlükçü toplumsal hareketler için faydalı olacak şekilde antropoloji yapabilirsiniz, ama bu “anarşist antropoloji” ile aynı şey değil.
Sizce pandemiden sonra normale dönebilecek en korkunç şey nedir?
İyi şeyler hakkında konuşmak istiyorum. Şuna ne dersiniz? Tarihsel öznenin yeniden ortaya çıktığı eşiğe aniden girmiş bulunuyoruz. İnsanlık tarihin en büyük uyanış çağrısı denebilecek şeyi aldı. Bu, şimdiye kadar böyle bir ölçekte yaşanmadı; insanlığın büyükçe bir kısmı durdu ve dedi ki: eyvah, ne yapıyoruz? Esasen toplu intihara giden yolda olduğumuz için, bu şey kendi içinde harika bir haber.
Peki ya kötü olasılık?
Madalyonun öbür yüzünde kitlesel intihar var. Yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığından emin olarak kıyamete doğru yol alıyorduk. Beni korkutan şey şöyle diyebilmemiz: Vay be, şükürler olsun ki bitti, artık eski hayatımıza geri dönebiliriz.
Daha az seyahat edersek, daha az tüketirsek ve daha az üretirsek dünyanın sonunun gelmeyeceğini görmüş olduk Aslında, eğer aynı şekilde devam edersek, dünyanın, şu anda bildiğimiz haliyle sonu gelecek. Şu anda yapabileceğimiz en önemli şey bu kadar çok çalışmayı bırakmak olmalı ve bu konuda ahlâkçı bir kitleyi ikna etmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapmazsak, çok yakında, pandemiyi solda sıfırbırakan felaketler ve bilim kurgu bir çözüm –feci bir yanlış yola sapması muhtemel bir çözüm– arasında seçim yapmakla karşı karşıya kalacağız.
Tüm devlet aygıtı ve finans sistemi bizleri borca sürüklemek için tasarlanmış devasa bir hortumculuk faaliyetine dönüşüyor. Kârların çoğu endüstriden ziyade finanstan geldiği için kapitalizmi şu anda yönlendiren şey finanstır.
Nasıl bir “yanlış” yol?
Şöyle ki, küresel ısınmayı inkâr eden bir faşistten daha da korkutucu olan şey, küresel ısınma gerçeğini inkâr etmeyen bir faşisttir. Böyle bir kişinin hangi çözümleri bulacağını ancak tanrı bilir.
Tüm bu aptalca karbon üretimini durdurmazsak, beş veya on yıl içinde bizi bekleyen acil iklim durumunun faşist çözümünün hazırlık çalışması olarak nelerin yapıldığını bir şekilde görebilirsiniz: sınırları kapatmak, yabancıları suçlamak, nüfusu değerli ve değersizler olarak ayrıştırmak, otoriterliği normalleştirmek. Ardından tekno-düzeltmeyi deneyecekler: okyanusu kristallerle tohumlamak, eko-mühendislik…
Bütün bunlara rağmen, insanlığın tarihin en büyük uyanış çağrısına kulak verebileceğine dair hâlâ bir umudunuz var mı?
Konuyla ilgili okuduğum belki de en akıllıca şey bir fizikçinin söyledikleriydi: Asıl sorunumuz, doğanın bir parçası olduğumuz gerçeğini kabul etmiyor oluşumuzdur. 19. yüzyılda söylendiği gibi, eğer “doğanın öz-bilinci” olacaksak, belki de politikacıları defetmemizin zamanı gelmiştir, çünkü onlar son derece öz-bilinçsiz varlıklar.
İyi haber şu ki, yurttaş meclisleri deneyimleri bize şunu göstermiştir: rastgele seçilmiş sıradan yurttaşlar, onlara bilimsel olgular sunulduğunda, karar alma süreçlerinde seçilmiş temsilcilerinden hemen her zaman çok daha akıllıca davranmaktalar. İnsanları bir kitle olarak o kitlenin herhangi bir üyesinden daha aptal değil, daha yetenekli yapmak mümkündür. Bir bakıma anarşizm bununla ilgilidir, bunu yapmanın yollarını bulmaktır. Ama bunun için işe koyulmamız gerekecek.
Çeviri: Gencer Çakır