Romanlarıyla ve Pierre Bourdieu üzerine yazdığı kitapla parlayan genç yazar Edouard Louis,[*] Sarı Yelekler hakkında ve onlar “için” yazmayı arzu ettiği metni bir türlü yazamayınca, düşünce ve duygularını twitter hesabından kelimelere döktü. Metinleştirerek paylaşıyoruz…
Birkaç gündür, Sarı Yelekler hakkında ve Sarı Yelekler için bir yazı yazmaya çalışıyorum. Ama olmuyor bir türlü. Bu harekete aşırı zorbalık ve sınıfsal horlamayla çullanmanın barındırdığı bir şey beni felç ediyor, bir şekilde, kişisel olarak hedef alındığım hissine kapılıyorum.
Sarı Yelekler’in sağda solda yayınlanan ilk görüntülerini gördüğümde üzerimde uyanan sarsıcı etkiyi tasvir etmekte zorlanıyorum. Yazılara eşlik eden fotoğraflarda, kamusal alana ve medyalara neredeyse hiç yansımayan bedenler gözüme çarpıyordu; acı çeken bedenler, çalışmaktan, yorgunluktan, kötü beslenmekten, egemenlerin ezilenleri daimi aşağılamasından, toplumsal ve coğrafi dışlanmışlıktan harap olmuş bedenler, bitap düşmüş bedenler görüyordum, yorgun eller, çökmüş sırtlar, takatsiz bakışlar.
Altüst olmamın nedeni toplumsal âlemin şiddetine ve eşitsizliklere duyduğum tiksintiydi elbette, ama aynı zamanda, ve belki de her şeyden önce, fotoğraflarda gördüğüm bedenler babamın bedenine, abimin, teyzemin bedenlerine benziyordu çünkü… Ailemin fertlerinin, çocukluğumda yaşadığım köydeki insanların bedenleri, yokluk ve sefalet yüzünden sağlığı harap olmuş o insanların bedenleri…
Fotoğraflarda gördüğüm bedenler babamın bedenine, abimin, teyzemin bedenlerine benziyordu… Ailemin, çocukluğumda yaşadığım köydeki insanların bedenleri, yokluk ve sefalet yüzünden sağlığı harap olmuş o insanların bedenleri…
Durmadan “biz zaten kimsenin umurunda değiliz, kimsenin bizi gördüğü yok ki” diye tekrarlayıp duran insanlar. Bu harekete hemen çullanan burjuvazinin şiddetinin ve horgörüsünün şahsen hedefinde olduğumu hissetmem bundan kaynaklanıyor olmalıydı. Çünkü benim için, benim benliğimde, Sarı Yelekler’e edilen her küfür, her hakaret babama ediliyordu.
Derhal, daha hareket doğar doğmaz, Sarı Yelekler’i ve vücuda getirdikleri isyanı küçümsemek, mahkûm etmek, alaya almak üzere medyalarda birtakım “uzmanlar”ın ve “siyasetçiler”in peydahlandığını gördük. Sosyal medya ağlarında “barbarlar”, “eblehler”, “hırbolar”, “şuursuzlar” gırla gidiyordu. Medyada Sarı Yelekler’in “homurtusu”ndan söz ediliyordu: Öyle ya, halk sınıfları isyan etmez, olsa olsa homurdanır. Hayvanlar gibi.
Bir araba ateşe verildiğinde, bir vitrinin camları kırıldığında, bir heykele zarar verildiğinde “hareketin zorbalığı”ndan bahsediliyordu. Şiddete dair, o çok tanıdık algıda seçicilik hadisesi: Siyaset ve medya dünyasının büyük bir kesimi binlerce canın perişan olması ve sefalete mahkûm edilmesinin şiddet olmadığına, birkaç arabanın yanmasınınsa şiddet olduğuna bizi inandırmak istiyordu. Bir tarihi anıtın üstüne yazılan yazının tedavi olabilme, yaşayabilme, yemek yiyebilme ya da ailesinin karnını doyurabilme imkânından yoksun olmaktan daha vahim olduğunu düşünebilmek için, hakikaten asla sefalet nedir bilmemiş olmak lâzım.
Sarı Yelekler açlıktan, güvencesizlikten, ölüm kalımdan bahsediyor. “Siyasetçiler” ve kimi gazeteciler karşılık veriyor: “Cumhuriyetimizin sembolleri zarar gördü.” Neden bahsediyor yahu bunlar? Nasıl cüret ediyorlar buna? Nerde yaşıyor bunlar?
Şiddete dair, o çok tanıdık algıda seçicilik hadisesi: Siyaset ve medya dünyasının büyük bir kesimi binlerce canın perişan olması ve sefalete mahkûm edilmesinin şiddet olmadığına, birkaç arabanın yanmasınınsa şiddet olduğuna bizi inandırmak istiyordu.
Medyada bir de Sarı Yelekler’in ırkçılığı ve homofobikliği ahkâmından geçilmiyor. Kiminle dalga geçiyorlar allah aşkına? Kendi kitaplarımdan söz etmek istemiyorum, ama romanlarımda çocukluğumun geçtiği köydeki ırkçılıktan ve homofobiden söz ettiğim için yoksul ve kırsal Fransa’yı aşağılayıp damgalamakla suçlandım her defasında. Halk sınıfları için hiçbir zaman kılını kıpırdatmamış gazeteciler öfkeye kapılıp birdenbire halk sınıflarının savunuculuğu rolüne soyunuverirdi.
Egemenler için halk sınıfları, her şeyden önce, Pierre Bourdieu’nün deyişiyle söylersek, nesne-sınıfı temsil eder; söylemle manipüle edilebilir bir nesne: bir gün iyi yürekli otantik garibanlar, ertesi gün ırkçılar, homofobikler. Her iki durumda da altta yatan niyet aynıdır: Halk sınıflarının halk sınıflarına dair sözünün ortaya çıkmasına engel olmak. Akşamdan sabaha dediğinin tersini söylemek nahoş tabii, ama yeter ki sussunlar.
Sarı Yelekler’in içinde homofobik ve ırkçı söz ve davranışlar yok değil, elbette var, peki ama medya ve “siyasetçiler” ne zamandan beri ırkçılığı ve homofobiyi bu kadar dert eder oldu? Ne zamandan beri? Irkçılığa karşı ne yaptılar? Sahip oldukları iktidarı Adama Traoré’den ya da Adama Komitesi’nden söz etmek için hiç kullandılar mı?
Her gün Fransa’nın Siyahi ve Arap nüfusunun üzerine çullanan polis şiddetine karşı tek kelime ediyorlar mı? Herkese evlilik hakkı yasası gündemdeyken Frigide Barjot’ya ve bilmem-kaçıncı Monseigneur efendimize başköşede defalarca söz vermediler mi ve böyle yaparak homofobiyi televizyon stüdyolarında mümkün ve sıradan hale getirmediler mi?
Medyada Sarı Yelekler’in “homurtusu”ndan söz ediliyordu: Öyle ya, halk sınıfları isyan etmez, olsa olsa homurdanır. Hayvanlar gibi.
Egemen sınıflar ve kimi medyalar Sarı Yelekler hareketinin homofobikliği ve ırkçılığından söz ederken aslında ne homofobi ne de ırkçılık kastettikleri şey. Söyledikleri şu: “Fakirler, kapayın çenenizi!” Öte yandan, Sarı Yelekler henüz oluşum halinde bir hareket, kendi dilini bulmuş değil. Şayet Sarı Yelekler arasında homofobi ve ırkçılık varsa, bu dili dönüştürmek de bizim sorumluluğumuz.
“Mağdurum” demenin çeşitli biçimleri var. Bir toplumsal hareket, mağdurların “göçmenler yüzünden ve sosyal yardım alan komşum yüzünden mağdurum” demeyi bırakıp “İktidardakiler yüzünden mağdurum. Sınıflı sistem yüzünden mağdurum, Emmanuel Macron ve Edouard Philippe yüzünden mağdurum” diyebilmesinin önü açıldığı anda toplumsal hareket olur.
Toplumsal hareket dilin yıkıldığı andır, eski dillerin alaşağı edilebildiği andır. Bugün olmakta olan da bu: Birkaç gündür, Sarı Yelekler’in kelime dağarcığının yeniden şekillenmesine tanık oluyoruz. İlk başta sadece akaryakıttan bahsediliyordu ve zaman zaman “sosyal yardımla geçinenler” gibi kimi tatsız sözler çalınıyordu kulağımıza. Oysa bir süredir, eşitsizlik, ücret artışı, adaletsizlik gibi sözler duyar olduk.
Egemenler için halk sınıfları, her şeyden önce, Pierre Bourdieu’nün deyişiyle söylersek, nesne-sınıfı temsil eder; söylemle manipüle edilebilir bir nesne: bir gün iyi yürekli otantik garibanlar, ertesi gün ırkçılar, homofobikler.
Bu hareket devam etmeli, çünkü doğru, adil, acil, son derece radikal bir şeyi ete kemiğe büründürüyor, çünkü görünmezliğe mahkûm edilmiş yüzler ve sesler nihayet görünür, duyulur oluyor. Mücadele kolay olmayacak. Görüyoruz, burjuvazinin büyük bir kesimi açısından Sarı Yelekler Rorschach (mürekkep-algı) testi gibi.
Bu hareket onları normalde dolambaçlı bir şekilde, üstü kapalı ifade ettikleri zorbalıklarını ve sınıf horgörülerini açıkça dile getirmeye mecbur bırakıyor. Çevremde onca hayatı karartmış ve yıkıma sürüklemiş, gittikçe daha da fazlasını yıkıma sürüklemeye devam eden horgörü. Dile getirmek istediklerimi ifade etmeme, yazmayı arzu ettiğim metni yazmama engel olacak kadar beni felç eden, suskunluğa hapseden horgörü.
Ama kazanmalıyız: Bir kez daha solun, dolayısıyla mağdurların yenilgisine tahammülümüz yok diye içinden geçiren bizlerin sayısı hiç de az değil.
Çeviren: Siren İdemen
[*] Pierre Bourdieu –L’insoumission en héritage (Pierre Bourdieu –Boyun Eğmeme Mirası) adlı inceleme ve En finir avec Eddy Bellegueule (Eddy Bellegueule’den Kurtulmak), Histoire de la violence (Şiddetin Tarihi), Qui a tué mon père (Babamı Kim Öldürdü).