Barış Bildirisi ve Dev-Şirket’in “Yeni” Akademisi dizisine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çıkan kısmın özeti: İktidarı “yerelde doğaçlayanlar”, yeni akademide yönetişim ve çalışma acısı, “hoşnutsuz çalışan” kitlesi, Evrensel Hasım, rekabetçi verimlilik ve aciliyet kültü…
Akademinin “büyük dönüşüm” içindeki son kitlesel krizine ismini veren Bu Suça Ortak Olmayacağız! bildirisi ile akademide olağanüstü hal Temmuz 2016’nın öncesine çekilmiş oldu. Beş yüze yakın imzacının isminin bir geceyarısı KHK ek listelerine sokulduğu, ofislere ikna turları veya açık mobbing ile emekliliğe veya istifaya zorlandığı, bir o kadarının idari soruşturmalarla karşı karşıya kaldığı, tüm ulusal resmi akademik kurumlardan (TÜBİTAK projeleri, bilimsel dergi hakemliği, konferans/sunum davetleri vb.) dışlandığı, pasaportlarına el konularak rehin tutulduğu, basın açıklaması okuyanlarının ise ibret olsun diye hapishaneye tıkıldığı olağanüstü bir tablo bu.
Bu yük ise devlet/vakıf, metropol/taşra, genç/yaşlı akademisyen, sosyal-kültürel sermayesi yüksek uluslararasılaşmış ve sosyal-kültürel sermayesi düşük yerli-milli üniversite mensubu ve yabancı ülke vatandaşı/Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı imzacılar arasında çok eşitsiz dağıtıldı. Kesilmeye çalışılan ceza ve ödenen bedel açısından, imzacıların biyografileri, yani imzadan önce “tehlikeli/muhalif” addedilen işlere “bulaşıp bulaşmadıkları” üzerinden bir ayrışma yaşanmadı. Sınıfsal sonuçlara tercüme edilen başka paçal ayrımlar işledi.
Mesela, bitirdikten sonra görevli oldukları taşra üniversitesine dönmek üzere “muteber” bir metropol üniversitesinde, devlete senet karşılığı borçlanarak doktora yapan genç ÖYP’li (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı) imzacılar bir gecede kadrolu üniversitelerine geri yollandılar. Darbe girişimi sonrası bir gecede ise 15 bini, özetle “doktorayı bitir-atıl” anlamına gelen 50d statüsüne düşürüldü.
Mesela, muhafazakâr taşrada çalışan imzacıların resimleri ve isimleri hedef gösterilerek yerel basında yayınlandı, şehrin tek ana caddesinde ciplerden sarkan adamların küfürlerine ve açık saldırılarına hedef oldular, takip edilme korkusuyla yaşadılar, evlerinden toplanıp gözaltına alındılar.
Mesela, darbe girişimi öncesi ilk atılanlar vakıf üniversitesinde işçi statüsünde çalışanlar oldu, ta ki devlet en güvenceli statü olan 657’lik devlet memurlarını bir gecede “KHK ek listelerine sokma” formülü geliştirinceye kadar. Darbe girişimi sonrası toptan kapatılan 15 vakıf üniversitesinde de imzacılar vardı.
Mesela, metropollerdeki sosyokültürel sermayeleri yüksek, belli bir geleneği olan ve iç dengeleri itibarıyla “yerli-milli”yi aşan bir akademik itibar ve içeriye hesap verebilirlik kaygısı yaşayan bazı üniversitelerde imzacılara idari soruşturma bile açılmadan, ödeyecekleri bedel açılan ceza davasına kadar ertelendi.
Ezcümle, barış imzacılığı sürecinin bedeli, akademideki sınıfsal/statü katmanları dolaylanarak eşitsiz dağıtıldı. Bunun karşısında imzacıların içinde dayanışma gruplarının çabasıyla bu bedelin yükünü paylaştırmaya yönelik maddi, psikolojik, mobilite dağıtım ağları örülmesi sağlanabilse de, bu yapısal eşitsizlik tablosunu esaslı olarak değiştirebilmek mümkün olmadı. Tabii ki tüm bu farklılaşmalar, imzacılara ayrı ayrı açılmış davalar sürecinde, bu büyük bir baskıyla empoze edilmiş kader birliğine rağmen ve tam da onun varlığı nesnel bir olgu olduğundan farklı yönelimlere de yol açıyor. Bugün hukuki süreçte kısa vadede bireysel kariyerlere zeval getirmeme ve uzun vadede Bildiri’nin barış sözünün arkasında durup aydın/vatandaş öz-kimliğini ayakta tutabilme için ortak faydayı eksenine alan bir dava koordinasyonu zor ve ince dengelerle ilerleyen, hataya ve deneyime çok açık müthiş dinamik ve emek-yoğun bir dans arz ediyor.
Eşitsiz dağıtılan “imzacılığın bedeli” deyince: Son yıllarda, eski mânâda kamunun görevi olan toplumsal sorunlara dair veri tutma işini gittikçe daha çok toplumdaki gönüllü platformlar üstlenmeye, hatta varlık nedenlerinin önemli bir kısmını bunun üzerine kurmaya başladılar. 2012’de tutulmaya başlanan “akademide hak ihlâlleri raporları”,[1] Barış Bildirisi süreciyle yepyeni niteliksel bir boyut kazandı. Bir çetelemiz daha olmuştu, Barış İçin Akademisyenlere Karşı Hak İhlâlleri Tablosu![2]
Bu tablo, ortaya serdiği vahameti taşıyabilecek hareketi bulamamış bir natürmort olarak duruyor. Bu hak ihlâli çetelesine Aralık 2017’den itibaren bir de duruşmalar çetelesi eklendi.[3] İş cinayetleri ve kadın cinayetleri raporları, kent suçları almanağı, barınma hakkı ihlâlleri, çocuk istismarı raporları, açık çatışma nedeniyle yerinden edilen sivillerin çeteleleri, kaybedilenler haritaları, mülteci ölümleri listeleri, çevre almanakları gibi, üzerine kolektif olarak gidilmedikçe toplumsal travmayı artıran “sayılmış olayların” yanında yerini buluyor.[4]
Çoğu zaman bu “kayıp/yıkım/enkaz belgeleme” çabasına “nöbetler” eşlik ediyor.[5] Tıpkı dört imzacı akademisyen 44 gün Bakırköy ve Silivri’de tutuklu kaldıklarında düzenli tutulan “cezaevi önü nöbetleri” gibi.
Barış İçin Akademisyenler: Kendi edip kendi bulan sorumsuzlar mı, hakikat söyleyicileri mi?
Karmaşık bir konuyu içeriden dışarıya değil de, “dışarıdan içeriye” doğru düşünmek daha kolay. Tüm Barış Bildirisi süreci epey karmaşık ve içinden halen “sıcak sıcak” geçilen bir konu. Diğerini beceremiyorsak, dışarıdan düşünmeye çalışalım:
Dışarıdan en görünür ve sonuçları elle tutulur saldırıda imzacılar, malûm, “hainler” ve “içerideki düşmanlar” olarak tanımlanmışlardı.[6] Gerçek toplumsal sorunların üstünün “yeni devlet güvenliği tehditleri” ile örtüldüğü, “evrensel hasım”ın yeniden, yeniden sahneye konduğu günümüzde, içerdeki düşmanın hem bir yabancı terörist hem de yerli bir “hoşnutsuz çalışan” olabileceğinden bahsetmiştik. Sahne ortak olunca, işyerlerinde emeğine ve işi üzerinden anlamlandırdığı onuruna sahip çıkan, bunun için sınıfsal olarak çatışmaya düşen her türlü faaliyet de uluslararası siyasetin mekânı belirsiz güvenlik senaryolarına dahil edilebiliyor böylelikle.
Barış imzacılığı sürecinin bedeli, akademideki sınıfsal/statü katmanları dolaylanarak eşitsiz dağıtıldı. Bunun karşısında imzacıların içinde dayanışma gruplarının çabasıyla bu bedelin yükünü paylaştırmaya yönelik maddi, psikolojik, mobilite dağıtım ağları örülmesi sağlanabilse de, bu yapısal eşitsizlik tablosunu esaslı olarak değiştirebilmek mümkün olmadı.
Bu basit popülist propagandanın, özellikle ayrıcalığı sembolize eden akademisyen cübbesinin başka bedenlerde sahnelendiği Saray’ın muhtar toplantılarında ifade edilmesi ideolojinin aktarım coğrafyasına dair çok şey söylüyor. Bu “adrese teslim” popülizm, var olan sınıf çelişkilerini görüngülere indirgemeyi beceriyor, kaynaklarını, faillerini karartıyor ve bunları “kültür savaşları” olarak başarıyla temsil edebiliyor, sahneleyebiliyor.
“İç-dıştan” eleştiriler
Bir de gene dıştan, ama daha yakın dıştan, “iç-dıştan” gelen eleştiriler var. Onlara cevap yetiştirmek amacıyla değil, kaydedilmelerine kıymet verip bu yazıda yan yana getirmek, tasnif etmek istiyorum.
İlk grup birkaç kısa sosyal medya iması dışında çok yazılı iz bırakmayan, Barış Bildirisi’ni “bir grup sorumsuz” veya “tuzu kuru akademisyenin” kaleme aldığını, bedelini ise başkalarının ödediğini, bilerek ya da bilmeyerek “iktidarın eline liste sunarak” akademideki tasfiyeyi kolaylaştırdıklarını, bir adım sonra da bu bildirinin Türkiye’deki sol hareketin “Kürt hareketinin kuyruğuna takılmasının” bir göstergesi daha olduğunu savunanlar.
Bu “iç-dıştan” gelen eleştirinin en hafifinden sorumsuzluk, en ağırından “emperyalizmin kuyruğuna takılmak” gibi çıkarımları var. Bu eleştirinin alâmet-i farikası, yaşanan sürecin somut olay, kişi ve yerlerinden soyutlanmış, kelime kelime metin-odaklı ve ilkesel olarak yürütülüyor olması. Yapıldığı zaman (bine yakın akademisyen Ceza Mahkemeleri karşısında savunma vermek durumundayken) ve mecralar (yüzlerce akademisyen üniversitelerden sürgün edilmiş, onların isimlerini ihbar listeleri şeklinde iletenler hâlâ o üniversiteleri yönetirken / onlarla çalışılmaya devam edilirken) yüzünden bu eleştirinin ortak akıl yaratmak için kullanılması, yani gerçekten eleştiri olarak algılanması epey zor.
Daha çok sol içi ve akademi içi konum savaşlarının araçsallaştırılmasına, kutuplaştırıcı bir ezberin “bir de Barış Bildirisi’ne” uygulanmasına benziyor. Hâlâ işini koruyan, nispeten daha “kurumsal / prestijli” büyük üniversitelere, “yurtdışına kapağı atmışlara” diye gördüklerine karşı sıklıkla paçallaştırıcı bir öfke söylemi içeriyor. Bu yanıyla da öfkeyi ortak yaşanan baskının kaynağı olan otoriter Dev-Şirket ve yerel temsilcilerinden kaydırıp içe taşıyarak verimsiz, kutuplaştırıcı gerilimleri besliyor. Zira imzacılık sürecinin bedelinin eşitsiz dağıtılmasının kadim nedenlerinin ve nasıl bir “bütün” olunabileceğinin aranması çabalarına da ket vuruyor bu kişiselleştirici öfke patlamaları.
“Memuriyet, kariyerizm, aktivizm” ve ötesi
Bugünün akademisini eleştirirken Barış Bildirisi’ni ele alan başka yaklaşımlar da var. Tarihçi Oktay Özel, aslen bilim zanaatının araçsallaşması / vasıfsızlaşmasına dair yazısında, “memur kafalı veya rekabetçi kariyerist[7] akademisyen” modellerini eleştirirken, onunla aynı bağlamda doğduğundan bahsettiği “aktivist akademisyen” de bu eleştiriden payını alıyor:[8]
“Dönüşen üniversitenin yeni tür akademisyenini belirleyen bu üç temel motivasyona, yani memuriyet, kariyerizm ve aktivizme eşlik eden, bilime ve bilimsel etkinliğin doğasına yönelik ciddi bir ilginin, okumanın ve hassasiyetin, kısaca güçlü bir farkındalığın var olup olmadığını […]bilemiyoruz” diyor Özel.
Aktivizmin faaliyet alanına, konularına, üniversiteye has kurumsallaşmadan uzaklaşıp hangi toplumsal kesimlerle ve sorunlarla nasıl ilişkiler kurduğuna dair bir tanım yok. Yeteri kadar bilimsel olarak iyi olup olmadıkları tartışılmış. Bu “iyilik” ise okuma ve ilginin vektörü olarak tanımlanmış. Daha çok Barış Bildirisi imzacılarını epeyce homojence tanımlayan bir “yer tutan” gibi kullanılmış. Akademinin esas sorununu “bozulma / çözülme”ye “sükût ve sindirilmişlik” ile cevap vermesi olarak gören Özel, aktivist akademisyenlerin de, örneğin Kasım-Aralık 2015’te, özellikle evrim temalı TÜBİTAK kitaplarının bizzat TÜBİTAK tarafından toplatılıp imha edildiğinde tepki vermediklerinden yakınıyor.
“Adrese teslim” popülizm, var olan sınıf çelişkilerini görüngülere indirgemeyi beceriyor, kaynaklarını, faillerini karartıyor ve bunları “kültür savaşları” olarak başarıyla temsil edebiliyor, sahneleyebiliyor.
Bir nevi “kendi hanesinin öz sorunlarına, üretim araçlarına sahip çıkmayıp ‘dışarılarda’ müdahil olan” bir profil çizilmiş; bir nevi gökteki yıldıza bakıp yerdeki çukuru göremeyen akademisyen “aktivist akademisyen”. Evet, kendi üretim ilişkilerindeki, üniversitesinde, akademik işkolunda baskıyı, adaletsizliği, fırsatçılığı, riyakârlıkları ele almadan, hatta bu tip ilişkileri derinleştirici rol oynayıp dışarıya karşı “muhalif akademisyenliğin” payelerini toplayan bir akademisyen tipi de var. Türkiye’nin her türlü sorununa dair sık sık sol medya veya popüler konferans ortamlarında arz-ı endam eden “kanaat teknisyeni veya önderi”nin temsil ettiği akademisyenin[9] bilimsel zanaat pratiklerini, ekip çalışmasını ve iş yapma vadelerini de bu tarz ile ikame etmekte olup olmadığı da tartışılmalı.
Fakat Özel,“aktivizm” olarak kodladığı bu konuma Barış Bildirisi imzacılarını da sokarak, bir başka önemli alanı, bilim-toplum ilişkisini tartışma dışında bırakıyor: Akademinin, savaş gibi, halk sağlığı gibi, çevresel yıkım gibi toplumsal sorunlarla kurduğu ilişkileri baştan akademinin “kendi” sorunları dışında (üretim araçları, sorunsal, kavram, metod, epistemoloji, ontoloji, akademik özgürlükler) tanımlayabilir miyiz?
Bugünün akademik üretimini evrensel ve zamansız zanaat ilkeleri mi belirliyor, bilimin bugünün toplumsal ilişkileri içinde aldığı kurumsal konumlar, hukuki ve finansal kurumsal modeller mi? Akademiye dair hayal kırıklığımız, müstakbel düzeni hakkında hayallerimiz olan toplumun bugününden değil, uzaktan ona bakan ve bir zamanlar parıl parıl parlayan halenin merkezinden kaydırılmaktan mı kaynaklanıyor?
Kendi nesnel dinamiklerine nesnelleştirici araçlarla bakma ihtiyaç ve alışkanlığı zayıf olan akademi, böylelikle gene baş özne olarak, göremeyen göz misali, kendisini nihai kerteriz olarak alırken soyutladığı, anlamaya çalıştığı beden, yani tarihi içinde toplum geri plana itiliyor. Örneğin yazı tüm bu “yozlaşma” sürecine tepki veremeyen vakıf üniversitelerinden bahsederken, belli ki aslen “burjuvaziden” demokratik bir tepki beklediğinden de yola çıkıyor.
O burjuva sermaye birikiminden beslenen vakıf üniversiteleridir ki, bir “idea” değil de, bir toplumsal örgüt olarak reel varlıkları kırk seneyi geçti. Bünyelerinde sermaye-devletin nasıl iç içe geçerek bilimsel özerkliğe ne gemler vurulduğunu,[10] ne gibi çalışma hakkı ihlâlleri, çalışma acısı, pragmatizme bağlı zanaat kaybı yaşandığını biz “hoşnutsuz çalışanlar” deneyimledik ve deneyimlemeye devam ediyoruz. Bu haliyle eleştiri de, daha çok “Barış Bildirisi imzacıları”nı tanımlamak için kullanılan aktivist kelimesi, akademik alan ve toplumda bugün yaşam ve haklar savunusunu iki ayrı alan olarak tanımladığı veya aralarındaki ilişkiyi hiç sorgulamadığı için epey eksikli.
Bir başka eleştiri doğrudan imzacıların içinden geldi. Heretik Yayınevi’nin kurucularından sosyolog Levent Ünsaldı, Ankara Üniversitesi’nden tam 71 akademisyenin ihraç edildiği 7 Şubat 2017 KHK ek listesine ismi eklenmeden birkaç hafta önce Ankara DTCF’den istifa etti. O zamana kadar akademide yaşanan KHK’lere karşı kitlesel istifa, grev ya da boykotla tepki vermeyen (imzacı olan-olmayan) akademisyenleri “küçük koltuklarına yapışmakla itham etti” dersek abartmış olmayız.[11]
“İstifa edememe”, “çalıştığı kurumun çarkına çomak sokamama” bağlamında akademinin memurlaşması, kariyerizm, üçüncü dünyada teoriyi yurtdışından ithal eden ampirik malzeme tedarikçiliğine indirgenmiş sosyal bilimler, akademi içi üretilen üründen ve üretme koşullarından bağımsız oluşmuş hiyerarşik biat zincirlerinden bahsediyordu yazı ve mülâkatlarında Ünsaldı.
Evet, genel olarak muhalif/eleştirel kimlikli akademide ve özel olarak imzacıların da arasında, “çok dikkati çekmeden düşük profil göstererek kötü dalganın geçmesini bekleme, halen bir tanesinin içindeyse kurumunu koruma söylemine eklemlenme” psikolojisi ve/veya stratejisi epey yaygın. Fakat bu vasata yapılan bu yüksek sesli saldırı, eleştirenin gözünün, eksikliği ona batan görünende, görünürlükte ve çıkışlarda olduğunu sezdiriyor.
Sessiz sakin, aşağıdan ve yatay dayanışma
İşte bu zaviyeden bakınca imzacıların içindeki ekseriyetle “namsızlarının” tüm eksikleri ve hatalarıyla, sessiz sakin, aşağıdan ve yatay kurduğu “spektaküler olmayan” dayanışmayı sezmek, deneyimlemek, hele hele bir imkân olarak “akademide dayanışmaya” tevazuyla ve anonim bir şekilde katkı koymak imkânsız hale geliyor. Bu sessiz sedasız dayanışma, ekseriyetle emeğini anonimleştiren ve birbirini koruyan, bireysel çıkışlara örgütlenme modelinde fazla yer olmayan kadınlar ve kadınsı bir ilişkilenme şekli ile örülüyor.
Hâlâ Barış İçin Akademisyenler diye bir bütünlük olgusu ve/veya algısı varsa, hamuru budur dersek, az söylememiş oluruz. Dayanışma ve kolektivite dönüştürmenin olmazsa olmaz şartıyken, akademinin sınıf ve dönem itibarıyla organik parçalarından değiller. Bilimsel üretim ve onun günümüzde kurumsallaşma şekli olan akademide bir şey değiştirmek için yan yana yürüme sürecini örmek, denemek, deneyimlemek sessiz sedasız ve epey anonim yürüyen süreçler.
İşte o zaman, taş taş, iş iş üzerine koyarak örülen dayanışmanın, uzun vadede yukarıda ifade edilen akademinin yapısal sorunlarına da yeni yaklaşımlar, kolektif, yatay ve eleştirel beraber iş yapma tarzları getirebileceğine dair sabır ve umut uyanıyor. Beraber taşınınca “aslanın ininde bile” risk algısı ve korku azalıyor.
Bu yukarıdan gelecek spektaküler bireysel sorumluluğa yapılan vurgu, arzulanan dönüşümün kişisel kahramanlıklardan değil de kolektif olarak yolda olmanın örgütlenmesinden doğma ihtimali inancından da, kolektivitenin bir zaferin değil bir ihtimalin peşinden giden, beraber yas tutan, birliktelikleri oya oya örenler olabileceği anlayışından da epey uzak. “Kahraman adamların” dünyayı değiştirdiği tarihyazımı anlayışına, akademinin tarihi cari olarak yazılırken de bir mesafe koyabilsek?
Dışarıdan en görünür ve sonuçları elle tutulur saldırıda imzacılar, malûm, “hainler” ve “içerideki düşmanlar” olarak tanımlanmışlardı. Bir de gene dıştan, ama daha yakın dıştan, “iç-dıştan” gelen eleştiriler var. Bu “iç-dıştan” gelen eleştirinin en hafifinden sorumsuzluk, en ağırından “emperyalizmin kuyruğuna takılmak” gibi çıkarımları var.
Şimdiye kadar hangi “işkolu”, “işyeri” veya herhangi bir mahal kolektif emek olmadan kendiliğinden, kendisine atfedilen yüce değerlerle çeliştiği ortaya döküldü diye “alttakilerin lehine” değişti ki? 155 bin kişilik ve grev hakkı/gücü olmayan tek bir muhalif sendikaya sahip bir akademide en “kitlesel istifa ve ders boykotunun” bile sadece birkaç on, yüz kahraman yaratmak dışında, değinilen yapısal sorunlarla baş edecek bir potansiyel çıkarmasını nasıl bekleyebiliriz?
Gözümüze çarpan son içten eleştiri, Demir Küçükaydın’ın, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabına dair mülakatını[12] eleştirirken Barış İçin Akademisyenler’e getirdiği “tersinden milliyetçilik” tespiti. Küçükaydın, ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesine dayalı olarak tanımladığı Kürt demokratik ulusçuluğunu desteklemeyi “Türklük Sözleşmesi”nin dışına çıkmak olarak tanımladığını aktardığı Ünlü şahsında tüm imzacıları eleştiriyor:
“Aynı şekilde, Barış İçin Akademisyenler’in yaptığının da, ne genel olarak milliyetçilikle ne de özel olarak Türk milliyetçiliği ile çelişen bir yanı yoktur. Onların hiçbirisinin, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini sorgulaması ve uluslara karşı insanları savaşa çağırması diye bir sorunu yoktur. Onların hiçbirisinin ulusun Türklükle tanımlanmasını reddetme diye bir sorunu da yoktur. […] Ama aynı imzacılar, sosyolojik olarak, Orta Asya’ya ve ırka dayanan Türk milliyetçiliğinden kültürel bir Türk milliyetçiliğine geçişin ifadesi olarak görülebilirler.[13]
Ulusçuluğu, dini ve etnik nitelikleri özel alana atfeden ve politiği burada tanımlamayan evrenselci aydınlanmaya yapılmış bir karşı-devrim olarak tanımlayan Küçükaydın’a göre, İsmail Beşikçi’nin çizgisi de, ortaya döktüğü olgulardan bağımsız olarak Barış Bildirisi de, tersinden “azınlık milliyetçisi” olmaktan masun değildir.
2015 sonu dönemde Kürt illerinde ve bugün Suriye Kürt Bölgesi’ndeki Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun inisiyatifi ile yaratılan sıcak savaş koşulları dikkate alındığında, savaş karşıtı bir toplumsallık çağrısının bir bildiri birliği oluşturması ötesinde, sanki bir siyasi parti programı gibi, homojenmiş gibi eleştirilmesi epey soyut kaçıyor. Eleştirilen Türklük sözleşmesi, milliyetçilik/demokratik ulusçuluk gibi tartışmalar, Barış Bildirisi sürecinin ve akademik alanın iç dengeleri ve dinamikleri dikkate alınarak inceltilirse, imzacılar arasında bile kavramları henüz yerli yerine oturtulamamış tartışmanın verimli bir zeminde oluşmasına yardımı dokunabilir.
Barış Bildirisi’ne içerden gelen bu çeşitli (“ilkesel, araçsal, metinsel, teorik, ideolojik, kurumsal vs.) eleştirilerin, gene metnin kelime kelime özcü bir savunusu ve barış sözünün arkasında olan “hakikat söyleyicileri” duruşu ile karşılanabileceğine de inanmıyorum. Hakikatin[14] ve metnin özünün ne olduğu yerine, sürecin ortaya döktüğü akademideki kadim sorun ve farklar, kolektifliği yaratma mesaisinin, örgütlenme modeli geliştirmenin elzem olduğu bir zamanda dayanışmanın nasıl örüldüğü ve bu “savunma pozisyonundan” göle verilebilecek mayalar hakkında konuşmak çok daha anlamlı geliyor. Barış Bildirisi imza listesi, birbirinden habersiz yüzlerce akademisyenin imzasıyla belli bir konjonktürde bir araya geldi. Akademideki geleceksizlik hissi, kamusal aydın kimliğinde açılan derin yaralar, Gezi’yi ve HDP’nin haziran seçimindeki başarısını ortaya çıkaran sosyal dinamizm ve umudu parçalayan seçim iptali, suikastler, dağılma ve rejimin restorasyonu sürecinin yarattığı hayal kırıklığı ciddi sayıda insanı spontane bir şekilde bir “çığlıkta” bir araya getirdi. Bu listeyi “devletin eline verilen bir tasfiye listesi olarak” değil, zaten akademiye de gelecek tasfiyeden önce “yangında ilk kurtarılacak ve yangından sonra hayat kuracaklara” delalet eden bir örgütlenme listesi olarak ele almak mümkün.