18 Mart’ta ilan edilen “Ekonomik İstikrar Kalkanı”nın mürekkebi kurumadan, BDDK 12 Nisan’da TL’deki değersizleşmeyi yumuşatmak, 18 Nisan’da ise kredi genişlemesi yönünde adımlar attı. Merkez Bankası da 22 Nisan’da faiz indirimine gitti. Bu hamleler ne anlama geliyor, otoriter konsolidasyon süreciyle nasıl bir ilişki içinde? Ümit Akçay’a bağlanıyoruz.
Erdoğan yönetimi zorlanıyor. Zorlandıkça da, her hafta yeni bir önlem paketi ya da müdahale görüyoruz. 18 Mart 2020 itibariyle açıklanan “Ekonomik İstikrar Kalkanı” paketine ek olarak, ekonomik krizin özellikle nisan ortasından itibaren Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) aracılığıyla yönetilmeye çalışıldığını görüyoruz. Farklı kurumlar tarafından atılan tüm adımların iki amacı var: TL’deki değersizleşmeyi yumuşatmak ve kredi genişlemesini sürdürmek.
Ekonomi yönetiminin bu stratejisi, “geleceğe kaçış 2.0” başlığı ile özetlenebilir. 2017’deki ilk uygulamayı, 1+1 Express’in 155. sayısında “Geleceğe Kaçış Planı” olarak adlandırmıştım. İktidar şimdi de tıpkı 2017’dekine benzer biçimde, ama bu sefer çok daha büyük bir adım atarak, finansal kapitalizmin sağladığı olanakları otoriter konsolidasyon için kullanılıyor.
Sermaye Batı’da 1970’lerdeki refah devletinin krizini, bir yandan işçi sınıfına parasal disiplin dayatırken, diğer yandan kredi ile geleceğe kaçarak yönetti. Kredi, şimdiki zamanda sömürü koşullarının azalmasını, gelecekteki potansiyel sömürünün şimdiden parasallaşması yoluyla aşılması amaçlı bir girişimdir. Geleceğe kaçışın özü buradadır.
Örtülü sermaye kontrolü
BDDK son dönemde pek çok düzenleme yaptı, ancak iki tanesini öne çıkarmak gerekiyor. İlki TL’deki değersizleşmeyi yumuşatmayla, ikincisi de daha çok kredi genişlemesi ile ilgili. 12 Nisan 2020’de aldığı karar ile BDDK, yurt dışındaki (offshore) TL piyasasını neredeyse tamamen kapatmış oldu. Türkiye’deki bankaların, yurt dışı yerleşiklerle TL alım yönünde gerçekleştirecekleri işlemler sınırlandırıldı.
Bu Türkiye’deki bağımlı finansallaşma modelinin tipik özelliklerinden biri olan mevduat dolarizasyonunun yarattığı dengesizliklerden kaynaklanan sorunların geçici olarak ileriye ertelenmesi anlamına geliyor. Mevduatın kabaca yarısı yabancı para (YP) olunca, bankalar döviz-TL takas işlemlerini daha sık kullanır oldular. 12 Nisan düzenlemesi, bu takas işleminin yurt dışında yapılmasının önüne geçmeyi hedefliyor.
Dolayısıyla, bu karar 2018’deki döviz krizi sırasında gündeme gelen, 2019’daki 31 Mart yerel seçimleri öncesinde daha da genişletilerek uygulanan örtülü sermaye kontrollerinin geliştirilmesinden ibaret. BDDK’nın bu kararının devamı olarak yaptığı düzenleme, bankaların yurt içindeki takas işlemlerindeki sınırın gevşetilmesi oldu. Böylelikle, bankaların Londra piyasası yerine yurt içi piyasaları kullanması teşvik edildi.
Zorla kredi olur mu?
BDDK’nın attığı ikinci ve daha önemli adım, 18 Nisan 2020 tarihinde çıkan “aktif rasyosu” düzenlemesi oldu. Bu düzenlemenin görebildiğim kadarıyla dört temel yansıması olabilir. İlki, bankaların YP mevduat tutmasını cezalandırmak olarak görülebilir. Bu adımla bir miktar YP mevduatın bozulması yoluyla TL’nin üzerindeki değersizleşme baskısının azaltılması gibi bir sonucun ortaya çıkması umulmuş olabilir.
Bu düzenlemenin ikinci yansıması, bankaların menkul kıymet alımlarına yönlendirilmesi oldu. Aktif rasyosunu tutturmaya çalışan bankalar için mevcut yollardan biri bilançolarındaki Hazine kağıtlarını artırmak. Bu ise Hazine’nin borçlanma maliyetini düşüren bir sonuç yaratıyor.
Üçüncü yansıma krediler alanında bekleniyor. Esasında BDDK’nın yaptığı bu düzenleme, kamu bankaları öncülüğünde yürütülen kredi genişlemesi kampanyasına özel bankaların da katılmasını teşvik etmek, katılmayanları da cezalandırma amacını güdüyor. Ancak aktif rasyosu düzenlemesi ile kredi genişlemesinin bir anda gerçekleşebileceğini beklemek çok gerçekçi olmayabilir.
Geleceğe kaçış 2.0 stratejisi 2017’dekinin dayandığı unsurları barındırıyor. Bunlara ek olarak, sınırlı bir şekilde uygulanan doğrudan gelir destekleri ve ücretsiz izin ile kısmi çalışma ödeneği kolaylığı gibi, Covid-19 ile mücadele sonucunda ortaya çıkan çok yüksek işsizliği ve gelir kaybını bir ölçüde sınırlama yönünde önlemler alındı. Ancak 2020’deki stratejinin de özünü yine kredi genişlemesi oluşturuyor.
Dördüncü yansıma ise BDDK’nın 12 Nisan’da yaptığı takas düzenlemesini tamamlayıcı nitelikte. TL-döviz takas piyasasının, deyim yerindeyse, “millileştirilmesi”, bankaların bu işlemi TCMB ile yapmaları sonucunu doğuracak. Bunun TCMB açısından sonuçlarından biri, –ödünç de olsa– rezervlerin artması olabilir.
BDDK’nın bu müdahalesi sonrası ilk hafta sonuçlarına baktığımızda, özel bankaların kredi genişlemesi yerine tahvil alımına yöneldikleri, yani Hazine’yi fonladıkları görülmektedir. Yani zorla kredi genişlemesi olmuyor. Bunun sonuçlarından biri iki yıllık gösterge tahvil faizinin, bir haftada yüzde 10’dan 8.7 gerilemesi oldu.
Merkez Bankası’ndan faiz indirimi
Yukarıda kısaca özetlediğim BDDK düzenlemelerini tamamlayıcı bir karar, 22 Nisan 2020 tarihinde TCMB’den geldi. Para Politikası Kurulu üyeleri, politika faizinin yüzde 8,75’e indirilmesine karar verdi.
Hatırlanacak olursa, TCMB 2019’da 12 ayda 12 puan faiz indirebilmişti. Bunu mümkün kılan, küresel finansal döngünün genişleme aşamasına geçmiş olmasıydı. Tam bu döngünün yarattığı olanaklarının sınırına gelinmişken Covid-19 salgını kaynaklı ekonomik sorunların oluşturduğu yeni bir küresel kriz konjonktürüne girildi. Bu konjonktürün öncekilerden farkı, deflasyonist eğilimlerin ağır basması oldu. Deflasyonist küresel konjonktürün Türkiye ekonomisine doğrudan yansıması ise, TCMB’ye faiz indirimi için daha fazla alan açılması şeklinde gerçekleşti.
Bu eğilimler, TCMB’nin açıklama metnine de yansımış durumda. Metinde her ne kadar TL’nin değersizleşmesinden kaynaklanacak bir enflasyon baskısı yaşanacak olsa da, bunun emtia fiyatlarındaki düşüşle ve kriz nedeniyle iç talebin çökmesiyle ortadan kaldırılabileceği öngörülüyor. Bu durumda yapılan faiz indirimi, kredi genişlemesinin sürmesi yönünde bir çaba olarak görülebilir.
Finansal içerilme mekanizması
Özetlemek gerekirse, geleceğe kaçış 2.0 stratejisinin odağında TL’nin değersizleşmesini yumuşatmak ve kredi genişlemesini sürdürmek var. Kredi genişlemesi, özellikle krizlerde, sermayenin bir geleceğe kaçış stratejisi olarak görülebilir. Sermaye Batı’da 1970’lerdeki refah devletinin krizini, bir yandan işçi sınıfına parasal disiplin dayatırken, diğer yandan kredi ile geleceğe kaçarak yönetti. Kredi, bir yanıyla emeğin gelecekteki sömürüsü üzerinde hak iddiası anlamına gelir. Yani kredi, şimdiki zamanda sömürü koşullarının azalmasını, gelecekteki potansiyel sömürünün şimdiden parasallaşması yoluyla aşılması amaçlı bir girişimdir. Geleceğe kaçışın özü buradadır.
Bu durum Türkiye’ye özgü değil. Otoriter iktidarların finansal kapitalizmi nasıl kullanabileceğini göstermesi açısından da ilginç bir örnek. Belli ki, kritik sektörlerde istihdamın korunması sağlanabilirse, salgının etkileri azaldığında hızlı büyüme dönemine girileceği hesap ediliyor. Dahası, Türkiye’nin küresel hiyerarşide yukarıya doğru ilerleyebileceği umuluyor ve iktidar bunun için risk alıyor.
Sermayenin 1970’lerden beri aktif olarak kullandığı bu strateji, siyaseten de işlevlidir. Finansallaşma dalgasının Türkiye gibi ülkelere ulaştığı 2000’lerden itibaren kredi ile geleceğe kaçış stratejisi siyaseten de işlevli hale gelmiştir. Kredinin ya da bir başka ifadeyle finansal içerilme mekanizmasının AKP’nin 18 yıllık iktidarı için ne kadar önemli olduğunu daha önce belirtmiştim. Burada çok daha güncel bir duruma işaret ediyorum. İktidar en son 2017’de bu stratejiyi uyguladığında kredi genişleme hızı yüzde 40’ları aşmıştı (bkz. Grafik 1). 2017’deki strateji (i) kamu garantileri marifetiyle özel zararın sosyalleştirilmesi ve fiilen iflas etmiş firmaların kurtarılması; (ii) sıra dışı para politikası araçları kullanılarak TL’deki dalgalanmanın azaltmaya çalışılması, (iii) kredi genişlemesinin büyük bir hızda artırılmasına dayanıyordu.
Geleceğe kaçış 2.0 stratejisi de, özü itibariyle 2017’dekinin dayandığı unsurları barındırıyor. Bunlara ek olarak, sınırlı bir şekilde uygulanan doğrudan gelir destekleri ve ücretsiz izin ile kısmi çalışma ödeneği kolaylığı gibi, Covid-19 salgını ile mücadele sonucunda ortaya çıkan çok yüksek işsizliği ve gelir kaybını bir ölçüde sınırlama yönünde önlemler alındı. Ancak 2020’deki stratejinin de özünü yine kredi genişlemesi oluşturuyor. Bunu 200 milyar TL’ye ulaştığı ilan edilen destek paketinin büyük orada krediye dayanmasından anlıyoruz.
Aşağıdaki grafikte de görülebileceği gibi, Türkiye’de kredi genişleme hızı yüzde 60’lara varmış durumda ve bu artarak devam edecek.
İçinden geçmekte olduğumuz krizin büyüklüğünü düşündüğümüzde, iktidar geleceğe kaçış 2.0 stratejisinin daha etkin bir şekilde hayata geçmesini istiyorsa, özel bankaları bu stratejiye razı etmek, edemiyorsa zorlamak (yukarıda değindiğim “aktif rasyosu” düzenlemesi bu anlama geliyor), o da olmuyorsa ya olası zararı üstleneceğini ilan etmek ya da bankacılık sistemini kamulaştırmak zorunda kalabilir. Aksi halde özel bankaların sürece katılması oldukça zor.
Kısacası, mevcut durumda da, ana politika tepkisinin kredi genişlemesi olarak şekillenmesi, iktidarın kredi kanalını kendisini Covid-19 sonrası döneme taşıyacak bir köprü olarak görmesinden kaynaklanıyor. Üstelik bu durum, sadece Türkiye’ye ve AKP’ye özgü de değil. Bu bize otoriter iktidarların finansal kapitalizmin olanaklarını nasıl kullanabileceğini göstermesi açısından da ilginç bir örnek. Belli ki, kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin uygulaması ile kritik sektörlerde istihdamın korunması sağlanabilirse, salgının etkileri azaldığında bir hızlı büyüme dönemine girileceği hesap ediliyor. Dahası, Türkiye’nin küresel hiyerarşide yukarıya doğru ilerleyebileceği dahi umuluyor ve iktidar bunun için risk alıyor.
Dikkat ederseniz, şimdiye kadar Covid-19 salgını nedeniyle hayatını kaybedeceklerin sayısının en aza indirilmesi için alınabilecek etkin önlemlerin neler olabileceğine ya da bunların olası etkilerine değinmedim. Zira iktidarın gündeminde bunun öncelikli bir yer kaplamadığını düşünüyorum. Hele ki, kendisini bu konuda zorlayan bir muhalefet yokken, iktidarın stratejik önceliklerini değiştirmesini gerektirecek bir neden görülmüyor.
Son olarak şunun altını çizmek istiyorum: İktidarın mevcut stratejisinin kısmen de olsa hayata geçmesi, kapısı aralanan bir otoriter konsolidasyon sürecinde ileri doğru güçlü bir adım atması anlamına gelecek.