TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA PANDEMİNİN SEYRİ

Söyleşi: İrfan Aktan
16 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin Avrupa ülkelerine kıyasla avantajı neydi, bu avantaj neden ve nasıl hızla tükeniyor? Sağlık Bakanlığı’nın açıklamaları niçin gerçeği yansıtmıyor? 3-15 Temmuz sayıları ne söylüyor? Test kriteri niye değiştirildi? New York ve Almanya nasıl başarılı oldu? Kitle bağışıklığı neden mümkün değil? Virüsün mutasyonu nelere delalet? Aşı çalışmaları hangi aşamada? Türkiye’de ve dünyada pandemi nasıl seyrediyor? İkinci, hatta üçüncü dalgalar niçin kapıda? Almanya Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi ve Dresden Tıp Fakültesi’nde görev yapan genetik bilimci Çağhan Kızıl’a bağlanıyoruz.
İllüstrasyon: Golden Cosmos

Sizi New York’ta yakalamışken oradaki vaziyeti konuşarak başlayalım. Yakın zamana kadar ikinci Wuhan olarak görülen New York’ta Covid-19 vakalarında ve ölümlerde epey düşüş yaşandığı görülüyor. Bu nasıl sağlandı?

Çağhan Kızıl: New York salgının gelişini önleyemedi, ama sonrasında akılcı bir planlamayla ilerledi. New York bir seyahat merkezi olduğu ve pek çok uçuşun aktarması buradan yapıldığı için salgın ABD’de ilk başta burayı vurdu. Öte yandan, tüm dünyada olduğu gibi burada da “Çin’de bir salgın var, ama bize gelmez” rahatlığının negatif sonuçları görüldü. Fakat New York valisi Andrew Cuomo’nun aldığı kararların bugünkü görece sakinleşen tabloda belirleyici olduğunu teslim etmeliyiz.

Cuomo ne tür kararlar aldı?

Çin veya Almanya’nın belli bölgelerindeki gibi sıkı karantina şartları uygulanmadı, ama buradaki çalışanların önemli bir kısmını oluşturan beyaz yakalıların evden çalışması sağlandı. Ayrıca, ABD’deki ilk sahra hastaneleri New York’ta kuruldu. Fuar merkezi hastaneye çevrildi. ABD’de sağlık hizmetleri ağırlıklı olarak özel sigortalara bağlı bir sistem. Dolayısıyla, halkın bu ölçekteki bir salgında ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistemden bahsedemiyoruz. Salgının başından itibaren bu eksiklikler giderilmeye çalışıldı. Cuomo bu yöndeki çabalarında kısmen başarılı oldu. Fakat ilk zamanda, testler ücretli olduğu için birçok kişi test yaptıramadı. Dolayısıyla, ilk başlarda vaka tespiti yapılamadığı için ölümlerdeki artış da hızlandı. Günde bine yakın kişinin öldüğü zamanlar yaşandı. Sonuçta, testler ücretsiz hale getirildi. Çeşitli modellemelere yapılarak tedbirler gözden geçirildi. Valilik, biraz da zorlamayla çeşitli işletmelerden ekipman aldı, ventilasyon aletleri getirdi. Tabii bu süreç boyunca insanlar da bilinçlenmeye, tedbir almaya başladı.

Çağhan Kızıl

New York eyaletinin nüfusu ne kadar?

Eyaletin nüfusu 19 milyon, şehrin nüfusu 8-9 milyon civarında. 19 milyonluk bir eyalette, günde bine yakın kişinin Covid-19’dan hayatını kaybetmesi korkunç bir rakam. Bunun yarattığı korku da insanların tedbir almasında etkili oldu. Tam bir karantina uygulanmasa da kalabalık mekânlar, parklar, okullar kapatıldı. İnsanlar gerçekten evlerinde kaldılar büyük oranda. Velhasıl, büyük bir şans eseri kapitalizmin merkezinden doğru bir ses çıktı ve vali hem önlemler konusunda titiz davrandı, hem de bilim insanlarının planlamasına göre hareket etti. Bunun tam tersini yapan, bilime pek de kulak vermeyen, tedbir almayan Texas, Arizona veya Florida eyaletlerinde ise salgının yükselişi devam ediyor.

İstanbul’da Covid-19 kaynaklı ölümler, aşağı yukarı aynı nüfusa sahip olan New York eyaletininkiyle mukayese edildiğinde, başından beri hep çok daha düşük. Örneğin, New York’ta 11 Nisan’da 970 kişi hayatını kaybederken, aynı gün Türkiye geneli için açıklanan ölüm sayısı 95’ti. Neredeyse 10’da 1’i. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Türkiye’nin paylaştığı rakamların gerçeği tümüyle yansıtmadığı kesin. Bu konuda New York da mükemmel bir iş yapmış değil, ama Türkiye’den çok daha iyi. İlk başlarda onlar da Türkiye gibi sadece testi pozitif çıkanların sayısını tuttu, ama bir süre sonra, testi yapılsın veya yapılmasın, klinik bulgusu olan herkesi vaka sayısına eklediler. Bakım evlerinde ölümler yaşanınca da, ölenlere otopsi yaparak onları da sayıya dahil ettiler. New York’ta, geçmiş yılların ölüm ortalamalarıyla bu yılkini karşılaştıran siteler, ortalamanın üstündeki ölümlerle açıklanan Covid-19 sebepli ölümlerin birbiriyle örtüştüğünü ortaya koyuyor. Yani yıllık ölüm ortalamalarıyla bu seneki Covid-19 sebepli ölümler mukayese edildiğinde, birbirine yakın sonuçlar çıkıyor.

3 Temmuz öncesine kadar tanımlanan vakaların yüzde 63’ü 65 yaşın altında. 3 Temmuz’dan sonra toplam vakalarda 65 yaş altının oranı yüzde 90’a çıkmış durumda. 65 yaş üstündeki ölüm oranları yüzde 70 küsur. 25-65 yaş arasındaki hastalarda ölüm 3 Temmuz itibariyle üçte bir oranında; yani üç ölümden ikisi 65 yaş üstü.

İstanbul açısından tablo ne?

İstanbul’daki yıllık ölüm ortalamaları, açıklanan Covid-19 sebepli ölümlerle karşılaştırıldığında, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı sayıların gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Oysa sadece İstanbul’da, geçmiş yıllara göre, 2020 Mart ve Nisan’ında 4 bine yakın fazla ölüm vardı. Bunların ne kadarının Covid-19 bağlantılı ölüm olduğunu bilmiyoruz, ama yüzde 50’si bile bu nedenle gerçekleşmişse, maalesef sadece İstanbul’daki ölüm sayılarına 2 bini aşkın fazladan ekleme yapmak gerekecek. Öte yandan, New York şehrinin nüfusu 8-9 milyon olduğu halde, başta çalışanlar olmak üzere gün içinde şehre gelenlerle nüfusun 20-22 milyona çıktığı söyleniyor. İnanılmaz bir seyahat döngüsü var. Dolayısıyla New York’ta sayılar artmadan önce iki-üç haftalık bir periyod söz konusu. Tedbirler henüz alınmadan, milyonlarca insan hareket halinde birbirlerini enfekte ettiler. O yüzden de ilk başlarda vaka sayılarında çok hızlı bir artış yaşandı. İstanbul açısından durum neyse ki bu kadar vahim değildi. Nüfus 16-17 milyon, ama gün içinde bu sayı New York’takine benzer bir oranda artmıyor. Bu da İstanbul’a bir avantaj sağlamış olabilir. Keza nüfusunun genç olması da Türkiye açısından önemli bir şans. Ayrıca, Türkiye’den farklı olarak New York’ta sağlığa erişimi pek mümkün olmayan evraksızlar, Meksikalılar, göçmenler, evsizler arasında ölümlerin arttığı biliniyor.

Yani Türkiye’de vakaların korkulan düzeyde olmamasını, pandemi yönetimine bağlamıyor musunuz?

Hayır, ortada bir başarı öyküsü olduğuna dair elimizde herhangi bir bilimsel veri yok. Türkiye açısından şans belki hâlâ devam ediyor, ama bunun kredisi de giderek tüketiliyor.


John Crossley, In the Back, 2017

Türkiye’de sağlığa erişiminin ABD’ye ve bazı Avrupa ülkelerine kıyasla daha ucuz olması, Türkiye’nin COVID-19 vakalarına yönelik destekleyici tedaviye hastalığın çok başından başlaması belirleyici unsurlar değil mi?

İlk söylediğiniz, yani sağlığa erişimin kolaylığı ve ucuzluğu etkili olmuş olabilir, ama erken tedavinin bu hastalığı atlatmada belirleyici olduğuna dair bir bilimsel kanıt yok. Erken tedavinin belirleyici bir etken olduğunun söylenebilmesi için Sağlık Bakanlığı’nın bu konuda bilimsel bir yayın yapması gerekiyor. Nitekim, Sağlık Bakanı bunu yapacaklarını söyledi, bekliyoruz. Eğer gerçekten bu yöntemin belirleyici olduğu ortaya çıkarsa, bu deneyimden dünya da faydalanır. Ama Türkiye tedavi için sıtma ilacını erken aşamada kullandığını söylüyor. Ayrıca, Sağlık Bakanı ağır vakalar haricinde hastaları entübe etmediklerini söylemişti. Bunun iyi bir yöntem olduğu sonradan ortaya çıktı gerçekten. Çünkü bazı durumlarda entübasyon ölüme sebebiyet verebiliyor. Onun haricinde, Japonya’dan getirtilen, virüsün hücre içinde kendisini çoğaltmasını önlemeye yarayan Favipiravir adlı ilacın Türkiye’de kullanıldığı biliniyor. Tabii bu ilaç Türkiye’deki ölüm oranlarını belirleyecek bir güçte değil. Öte yandan, Türkiye’de 3 Temmuz öncesine kadar tanımlanan vakaların yüzde 63’ü 65 yaşın altında. 3 Temmuz’dan sonra toplam vakalarda 65 yaş altının oranı yüzde 90’a çıkmış durumda.

Bu ne anlama geliyor?

Yani gençler daha fazla hastalanıyor, ama 65 yaş üstü ölüm oranları değişmiyor.

15 Temmuz rakamlarına bakalım: 12.788 aktif vaka, 1.206 yoğun bakım hastası. Bu rakamlar test yapma kriterlerini de gösteriyor. Türkiye ölüm riski olanları bulup tedavi etmek ve sadece o vakaları raporlara geçirmek istiyor. Örneğin, ABD çok daha fazla hastayı bulmaya çalışıyor, ki yayılım ortadan kalksın. Türkiye ise bunu yapmıyor.

Türkiye’de ölüm oranları nasıl?

65 yaş üstündeki ölüm oranları yüzde 70 küsur. 25-65 yaş arasındaki hastalarda ölüm, 3 Temmuz itibariyle üçte bir oranında. Yani üç ölümden ikisi 65 yaş üstü. Bu hastalık herkesi etkiliyor, ama belli bir risk grubu açısından daha ölümcül. Nedir bu risk grupları? Yüksek yaş, solunum yolları hastalıkları, kanser, bağışıklık sistemi hastalıkları, böbrek hastalıkları, diyabet, yüksek tansiyon, vs. Covid-19’un etkisini belirleyebilecek bazı risk faktörlerinin karşılaştırmalı analizi yapıldığında Türkiye’de özellikle kronik solunum yolları enfeksiyonunun risk oluşturduğunu, ama mesela diyabetin başka ülkelerdeki gibi bir risk oluşturmadığını görüyoruz. TTB de ikinci Covid raporunda buna değinmişti. Örneğin, yedi farklı değerlendirme kriterinde Almanya ve İtalya üçünde risk taşıyor. Türkiye’de faktör sayısı bir. Türkiye’nin bu nedenle de salgından görece daha az etkilenmesi söz konusu oluyor. Dediğim gibi, bu Türkiye’nin bir şansıydı ve keşke tüm ülkeler salgına bu şansla yakalanabilseydi. Türkiye’nin idari bir başarısı yok. Öte yandan, Türkiye’de sağlık emekçileri olağan dönemlerde de çok fazla hasta baktıkları için klinik pratikleri gelişmiş. Dolayısıyla, bir başarıdan bahsedeceksek, bu, sağlık emekçilerinin özverisinin ötesinde değildir.

Haziran’dan itibaren tedbirlerin kaldırılmasıyla vaka sayılarında da artış yaşandı. Bu artış öngörülen bir şey miydi?

Türkiye bu salgına belli bir krediyle yakalandı. Birincisi, genç nüfus fazla. İkincisi, Covid-19’un klinik etkisini ağırlaştıran bazı risk faktörleri (yaş, ikinci hastalıkların yaygınlığı vs.), salgının ağır yaşandığı bazı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında daha düşük. Üçüncüsü, salgının başladığı dönemde seyahatler düşüktü, turizm sezonu değildi. Tüm bunlar, salgının Türkiye’yi çok sert vurmamasını sağlayan unsurlardı. Ama artık Türkiye’nin kredisi tükeniyor. Bir kere enfekte kişilerin yaş ortalaması düşüyor. Bir genç, bir yaşlıya göre gündelik hayatta çok daha fazla dolaşıyor ve çok daha fazla insanla temas ediyor. Dolayısıyla, enfekte olanların yaş ortalaması düştükçe, salgının yayılma tehlikesi de artıyor. Türkiye’de nüfusun yüzde 8’i 65 yaş üstü ve yüzde 2’sinin bile hastalanması, on binlerce insanın hayatını kaybedeceği büyük bir felaket demek. Fakat hem sokağa çıkma kısıtlamalarının kaldırılması, hem toplumun genel olarak rehavete sürüklenmesi ve enfekte gençlerin önemli bir kısmının risk grubunda olan aile bireyleriyle birlikte yaşadıkları hatırlandığında, gelecek açısından epey karamsar bir tabloya işaret ediyor.

Testleme kriterinin değiştirilmesinin sebebi vaka sayısını olabildiğince minimum seviyede göstermek. Çünkü ülkenin ekonomisi kötü, turist çekebilmek için güvensiz bir ortam olmadığının gösterilmesi gerekiyor.

Yoğun bakımda tedavisi süren vakaların oranı nedir?

Yoğun bakımda yatan hasta sayısının toplam vakaya oranı, dünyanın çok az yerinde Türkiye’deki kadar yüksek. Dünyada, toplam vakalar içinde yoğun bakıma alınan hastaların oranı yüzde 5 iken, aynı anda toplam vaka içinde yoğun bakımda yatanların oranının ortalaması ise yüzde 1,2. Türkiye’de ise bu oran yüzde 9,4. Mesela 15 Temmuz rakamlarına bakalım: 12.788 aktif vaka, 1.206 yoğun bakım hastası var. Bu rakamlar test yapma kriterlerini de gösteriyor. Türkiye esasen ölüm riski olanları bulup tedavi etmek ve sadece o vakaları raporlara geçirmek istiyor. ABD’de günde 70 bin vaka çıkıyor, ama bunlar içinde yoğun bakım hastalarının aktif hastalara oranı yüzde 0,9. Çünkü ABD hastalığı hafif geçirenleri de bulma çabası içinde. Nüfusu bizimkinin dört katı olan ABD’de günde 700 bine yakın test yapılırken, bizde son bir haftada ortalama 46 bin test yapıldı. ABD çok daha fazla hastayı bulmaya çalışıyor, ki yayılım ortadan kalksın. Türkiye ise bunu yapmıyor.

Neşe Erdok, Koronavirüs, 2020


Türkiye’de toplam vaka içinde yoğun bakımda yatanların oranı yüzde 10, ama eğer çok sayıda test yapılarak daha fazla vaka bulunabilirse, bu oran da otomatik olarak düşer, değil mi?

Tabii. Klinik olarak, hastalığı hafif atlatacak olanı bulmak zorunda değilsiniz. Çünkü o nasıl olsa hastaneye yatma ihtiyacı duymayacak, belki de hastalandığının farkında bile olmayacak. Ama yayılımı azaltmak istiyorsanız, bu vakaları da tespit etmeniz gerekiyor. Türkiye’nin yapmadığı bu. İran da bunu yapmıyor ve o yüzden tespit edilen vakalar içinde yoğun bakımda yatanların oranı yüzde 13. İran’la aynı süreçte salgına yakalanan İtalya’da şu an bu oran yüzde 1, Almanya’da ise yüzde 4 civarında. Çünkü bu ülkeler, Türkiye’den farklı olarak sadece hastalığı ağır geçirenlerle değil, yayılımla da baş etmeye çalışıyorlar.

Bu salgın çok uzun vadeli bir sorun, zamana yayıldıkça normalleşiyor. Oysa dünya genelinde her hafta bir önceki haftaya göre yüzde 8 ila yüzde 12 arasında vaka artışı oluyor. Sadece geçen hafta 1,4 milyon yeni vaka ortaya çıktı. İlk başta bir milyon vakaya ulaşmamız yaklaşık 100 günü bulmuştu.

Türkiye neden yayılımı azaltmak için çalışmıyor?

Aslında YKS gibi merkezi sınavlardan önce bu yapılıyordu. Fakat sınavlara yakın bir zamanda testleme kriteri değiştirildi. Daha önce, Sağlık Bakanlığı’nın yönergesine göre, tespit edilen vakanın temas ettiklerine de test yapılıyordu. Hatta Sağlık Bakanı birkaç defa “benden çok sık duyacaksınız, Türkiye’nin başarısı filiasyon” demişti. Dolayısıyla, bulunan vakanın temas ettiklerinin takibinin önemini Fahrettin Koca da ifade ediyordu. Nitekim, Almanya’nın başarısı da büyük ölçüde bu yönteme bağlıydı. Fakat Türkiye’de bu da güdük yapılıyordu. Çünkü yapılan analizlerde bir insanın bir haftada temas ettiği kişi sayısı ortalama 6-7 kişi. Yani bir hastayla ilgili en az 6-7 kişiye test yapılması gerekiyor. Türkiye’de örneğin 10 bin vaka varken, 70 bin kişiye test yapılması gerekiyordu. Oysa rakamlara baktığımızda böyle bir oran söz konusu değil. 

Üstelik güdük uygulanan bu yöntem de rafa kaldırıldı, öyle mi?

Evet. Artık hastanın temas ettiği kişiler ancak semptom gösterirse teste tabi tutuluyor. Üstelik temas edilmiş kişi semptom gösterdiği halde, test yapılıp yapılmayacağına, önceden belirlenmiş doktorlar karar veriyor. Mesela kişi öksürüyor, ama ateşi çıkmıyorsa, test yapılmayabiliyor. Bu durumda kişi evine gönderiliyor ve durumu ağırlaşırsa test yapılıp tedaviye alınıyor. Ağırlaşmıyorsa, büyük ihtimalle hasta olduğu halde kayıtlara girmiyor.

Peki sizce neden yaygın testlemeden geri duruluyor?

Hem yaygın test yapma kapasitesi yok hem de o durumda fazla vaka ortaya çıkacak. Testleme kriterinin değiştirilmesinin sebebi zaten vaka sayısını olabildiğince minimum seviyede göstermek. Çünkü ülkenin ekonomisi kötü, turist çekebilmek için güvensiz bir ortam olmadığının gösterilmesi gerekiyor. Zaten başından itibaren sadece testi pozitif çıkanlar vakalara dahil ediliyordu. O yüzden, Türkiye aslında hiçbir zaman gerçek sayıları göstermedi. Oysa İspanya’da yapılan bir araştırmada, testi negatif çıkan ve semptom göstermemiş insanların yüzde 8’inde antikor bulundu. Bazı ülkeler buzdağının biraz daha altını görmeye çalışıyor, ama Türkiye buzdağının görünen kısmının bile sadece en ucunu göstermeye çalışıyor. Bu bir tedavi başarısı değil, olsa olsa algı yaratma, imajı kurtarma başarısıdır. Zaten bu süreçte pek çok ülkenin klinik çalışmaları üzerine yüzlerce bilimsel makale yayınlandığı halde Türkiye’den bu anlamda bir çalışma ortaya çıkmadı.

Sokakta dolaşan birçok enfekte kişi var, vaka sayıları bilinenin çok üzerinde, bağışıklık az, ama ölüm oranları da düşük. Ölüm oranlarının düşüklüğünün olası sebepleri ise genç nüfus, risk oluşturan kronik hastalıkların çok yaygın olmaması ve tüm ölümlerin kayda geçirilmemesi.

Hem toplumda büyük bir gevşeme var hem de Sağlık Bakanı dışında koronavirüs konusunda neredeyse hiçbir açıklama yapılmıyor. Bu kayıtsızlık ne gibi sonuçlar yaratabilir?

Pek çok psikoloğun öngörüsü gerçekleşti. Bu salgın çok uzun vadeli bir sorun ve her konuda olduğu gibi, zamana yayıldıkça normalleşiyor. İnsanlar giderek bu virüsle yaşamaya alışıyor. Oysa dünya genelinde vaka sayıları her gün artıyor. Her hafta, bir önceki haftaya göre yüzde 8 ila yüzde 12 arasında vaka artışı oluyor. Sadece geçen hafta dünya genelinde 1,4 milyon yeni vaka ortaya çıktı. İlk başta bir milyon vakaya ulaşmamız yaklaşık 100 günü bulmuştu. Elbette hiçbirimiz böyle bir salgına hazır değildik ve haliyle insanların ilk yaptıkları, bilim insanlarının ve yöneticilerin sözlerine güvenmek oldu. Almanya’da Merkel başından itibaren halkı uyardı, riskleri ve yöntemleri anlattı, çeşitli ekonomik tedbirler aldı. Böylece insanların kendilerini korumasını da teşvik etti. Gelinen noktada görece başarı elde edildi.

Marc Scolan

Ama mesela şu anda dünyada en fazla vakanın çıktığı ve en fazla ölümlerin yaşandığı ABD ve Brezilya yönetimleri meseleyi ciddiye almayarak kendi toplumlarını rehavete sürükledi. Türkiye’de de önlemler gerektiği gibi alınmadı, bilim insanları, özellikle Türk Tabipleri Birliği sürece dahil edilmedi, veriler şeffaflıkla paylaşılmadı, vakalar gerektiği gibi tespit edilmedi. Bilim Kurulu’nun tavsiyelerinin ne kadarının dikkate alındığı da meçhul. Haliyle süreç, bilime uygun bir şekilde yürütülmedi, yürütülmüyor. Dahası, iktidar daha şimdiden “salgından başarıyla çıktık, dünyanın en başarılı ülkelerinden biriyiz” gibi beyanatlarda bulunuyor ve toplumu rehavete sürüklüyor. Cizre’ye, İstanbul’a baktığımızda bu politikanın sonuçlarını görüyoruz. İlk başlarda, Sağlık Bakanı’nın tabiriyle, İstanbul Türkiye’nin Wuhan’ıydı, ama hâlâ en çok vaka, en çok yoğun bakım hastası İstanbul’da çıkıyor. Dahası, İstanbul’a Ankara, Bursa gibi büyükşehirler de eklenmiş durumda. Ama iktidarın “başarılı olduk” söylemi nedeniyle, ilk başlarda sıkı tedbirler alan insanlar da artık bundan vazgeçmeye başladı.

Salgının daha başındayız. İspanya gibi salgını çok ağır yaşayan bir ülkede bile hâlâ yüzde 4 civarında bir bağışıklık oranı var. Bu sürecin devam etmesiyle fatura çok daha artacak. Öte yandan, “herkes hastalığa yakalansın ve kitle bağışıklığı sağlansın” görüşü dünyanın hiçbir yerinde dile getirilmiyor bile.

Dolayısıyla ikinci dalganın yakın olduğu söylenebilir mi?

Türkiye daha birinci dalganın içinde, ama ikinci ve üçüncü dalgalar da gelecek. İsrail neredeyse vakaları sıfırlamıştı, ama şimdi tekrar artış yaşanıyor. Avustralya’da da hakeza. Örneğin, Victoria eyaletinde vakalar arttığı için altı haftalık sokağa çıkma kısıtlaması başlatıldı. Victoria’da günde 300 vaka çıkıyor, bu çok yüksek, çünkü sıfırlanmıştı. Türkiye’de ise son bir aydır günde ortalama 1200 resmi vaka ortaya çıkıyor. Üstelik testleme sistemindeki değişiklik nedeniyle gerçek günlük vaka sayısının ne kadar olduğunu da bilmiyoruz.

Sağlık Bakanı 150 bin kişiye yaptıkları rastgele PCR testi sonucunda binde 2.8’lik bir oran çıktığını açıkladı. Bu oran yüksek mi?

Antikor testinin verdiği sonuca göre, Türkiye’nin yaklaşık yüzde 1’i hastalığı geçirmiş. Tüm bunlar şunu gösteriyor: Sokakta dolaşan birçok enfekte kişi var, vaka sayıları bilinenin çok üzerinde, bağışıklık az, ama ölüm oranları da düşük. Ölüm oranlarının düşüklüğünün olası sebepleri ise, az önce anlattığım gibi, genç nüfus, risk oluşturan kronik hastalıkların çok yaygın olmaması ve tüm ölümlerin kayda geçirilmemesi. Bilim Kurulu üyesi Prof. Alpay Azap, klinik bulguları Covid-19’u gösteren, ama testi negatif çıkan ve hayatını kaybeden insanların kaydının tutulduğunu, ama bunun ölüm oranlarına eklenmediğini ifade etmişti. Buna rağmen, bugün itibariyle 5.419 insanın hayatını kaybettiği kesin. Bu, nüfusa oranlandığında dünya ortalamasının biraz altında, ABD ve Brezilya dışındaki ülkelerin ortalamasının ise üzerinde.

Sizce ne yapmalı?

Test sayısının artırılması gerektiği kesin. Salgın artarken de, azalırken de test sayısı yüksek olmalı. Vaka takiplerini ve salgının yayılımını kontrol etmenin en önemli yolu bu. Ama test sayısı nisan ayına göre artsa da, vaka takibine ayrılan test sayısı oldukça azalmış durumda. Bunun dışında, maske kullanılması şart. Mesafe uygulamalarına dikkat edilmeli. Evde kalmaya özen gösterilmeli. Bunlar kişilerin yapabilecekleri. Ülkeyi yönetenlerin ise gerçek salgın tablosunu dürüstlükle açıklamaları ve gidişatı kendi haline ve şansa bırakmamaları gerekiyor. Bir kere “başarılıyız” algısını bir kenara bırakmak gerek. Gerçek başarı salgını tamamen durdurmak ve vaka çıkmamasıdır. Bu anlamda ne Türkiye’de ne de dünyada başarıdan söz etmek mümkün.

Yapılan antikor testlerine göre, Türkiye’de kitle bağışıklığı henüz yüzde 1 bile değil. Aradan beş ay geçtiği halde kitle bağışıklığı bu düzeydeyse, salgını durduracak düzeyde kitle bağışıklığının sağlanması yılları alacak demektir. Yani Türkiye 100 kilometrelik yolun daha ilk kilometresinde mi?

Evet, salgının daha çok başındayız. İspanya gibi salgını çok ağır yaşayan, çok büyük bedeller ödeyen bir ülkede bile hâlâ yüzde 4 civarında bir bağışıklık oranı var. Bu sürecin devam etmesiyle ne yazık ki fatura çok daha artacak. Öte yandan, “herkes hastalığa yakalansın ve kitle bağışıklığı sağlansın” gibi bir görüş dünyanın hiçbir yerinde dile getirilmiyor bile. 

Hastalığı geçiren bir insanın da uzun süreli bağışıklık kazanamadığı düşünülüyor. Dört ila sekiz ay arasında yüksek seviyede antikor olabildiği, ama sonra bunun düşeceği yönünde değerlendirmeler var. Dolayısıyla, aşının bile bizi ne kadar koruyacağı meçhul.

O halde aşı dışında bir çözüm yok, öyle mi?

Gelinen noktada, hastalığı geçiren bir insanın da uzun süreli bağışıklık kazanamadığı düşünülüyor. Dört ila sekiz ay arasında yüksek seviyede antikor olabildiği, ama sonra bunun düşeceği yönünde değerlendirmeler var. Dolayısıyla, aşının bile bizi ne kadar koruyacağı meçhul. Bununla birlikte, önceki koronavirüsleri geçiren insanlarda oluşmuş bağışıklık tepkilerinin şimdiki koronavirüse karşı pozitif bir etki yaratabileceği, ölüm oranlarını düşürebileceği yönünde bir hipotez de var. Bazı uzmanlar ise önceki koronavirüslere karşı yarattığımız bağışıklığın pozitif değil, negatif sonuçlar verebileceğini söylüyor.

Nasıl?

Çünkü bağışıklık sistemi çok hızlı tepki verebilir ve bu hastalığın ileri safhalarında gördüğümüz üzere, hızlı bağışıklık sistemi tepkisi ölümle sonuçlanabilir. Bilim dünyası bu olasılıkları şu anda hararetle tartışıyor. Fakat kesin olan şu ki, bir bağışıklık metodumuz, aşımız yok. Üstelik aşı olsa bile bunun bizi ne kadar koruyacağı belirsiz. Virüsün doğal süreci işliyor, enfeksiyon yayılıyor.

İsviçre’de graffiti

Virüsün mutasyona uğrayarak etkisini yitirebileceği veya artırabileceği yönünde de hipotezler var. Şu ana kadar elde edilen veriler neye işaret ediyor?

Bir çok mutasyon var ve bunların içinde biri oldukça ön plana çıktı. Virüsün yüzeyinde, hücreye girmek için kullandığı bir protein var. Buradaki bir yapı taşının değiştiğini biliyoruz. Şu anda dünyanın bir yarısında virüsün ilk hali, diğer yarısında da bahsettiğim mutasyona uğramış hali var. Özellikle Avrupa ve ABD’de virüsün değişen çeşidi daha yaygın. Bilim insanları salgının en çok görüldüğü Avrupa ve ABD’de, virüsün mutasyona uğramış halinin daha hızlı yayılma özelliği kazandığı yönünde bir hipotez sunuyor. Yapılan bir çalışma, bu mutasyon sayesinde virüsün kendisini daha fazla çoğaltma imkânı bulduğunu gösteriyor. Ama virüsün mutasyona uğramış versiyonunun daha güçlü veya daha öldürücü olduğunu ortaya koyan bir klinik çalışma henüz yok. Virüsün biyokimyasal yapısı elbette değişiyor, ama bu ona avantaj sağlayabileceği gibi dezavantaj da sağlayabilir.

Bilim insanları Avrupa ve ABD’de, virüsün mutasyona uğramış halinin daha hızlı yayılma özelliği kazandığı yönünde bir hipotez sunuyor. Yapılan bir çalışma, bu mutasyon sayesinde virüsün kendisini daha fazla çoğaltma imkânı bulduğunu gösteriyor. Ama virüsün mutasyona uğramış versiyonunun daha öldürücü olduğunu ortaya koyan bir klinik çalışma henüz yok.

Fakat 1918’deki virüsün genetik dizinini çıkartan ABD’li virolog Jeffery Taubenberger influenzanın mutasyona uğramış halinin daha etkili olduğu yönünde bir hipoteze sahip. 1918’deki salgının ilk dalgasında beş milyon insan hayatını kaybetti, ikinci dalgada bu sayı 25 milyona çıktı. Üçüncü dalgada da on milyon insan öldü. Dolayısıyla, virüsün giderek daha aktif hale geldiğine yönelik bir hipotez var. O yüzden Covid-19’un ilk başlarında, ABD Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü Direktörü immünolog Anthony Fauci, “virüse, kendini çoğaltma imkânı vermemeliyiz” diyordu. Çünkü virüs ne kadar fazla insana bulaşırsa, kendini dönüştürme ya da oluşan bağışıklık sisteminden kaçma imkânı da o kadar artar. Dolayısıyla, bir aşı geliştirsek bile virüs kendisini değiştirdiğinde, aşı etkili olamayacak. Ama ne yazık ki virüs oldukça fazla insana bulaştı ve dünyada henüz ilk dalga bitmiş değil.

Bölgelere, kıtalara göre salgının yayılma seyri ne yönde?

Mart başında dünyadaki günlük vakaların yüzde 97’si Çin’deydi. Nisan’da bu oranın yüzde 48’i Avrupa, yüzde 38’i Kuzey Amerika’da oldu. Mayıs’ta yüzde 29 Avrupa, yüzde 41 Kuzey Amerika, yüzde 15’er de Asya ve Güney Amerika oldu. Son birkaç haftada ise virüs Afrika’da yayılmaya başladı. Afrika’da 15 Temmuz’da 18 bin yeni vaka çıktı ve bunun 13 bini Güney Afrika Cumhuriyeti’nde. Mısır’da daha önce daha fazlaydı, şimdi Nijerya, Fas, Kamerun, Sudan gibi ülkelerde de vakalar artıyor. Nüfusa oranlandığında vaka sayısı oldukça yüksek. Örneğin Güney Afrika’da her bir milyon kişiden 5.200’ü enfekte olmuş durumda. İtalya’dan yüksek. Dünya genelinde vakaların yaklaşık yüzde 5’i Afrika kıtasında, ama orada henüz yeni başlıyor. Uzun vadede Avrupa’daki gibi bir yükseliş olacak. Napolyon “savaşı niye kaybediyoruz” diye sorunca “yüz neden sayarım” yanıtını alıyor. “Başla” diyor Napolyon. “Bir, kurşunumuz yok.” Napolyon bunun üzerine “tamam, gerisini saymana gerek yok” diyor. Afrika’da da oksijen tüpü yok, gerisini saymayalım. Dolayısıyla, Avrupa’da, Türkiye’de oksijen alarak kurtulabilecek vakalar Afrika’da maalesef kurtulamayacak. O yüzden virüs önümüzdeki aylarda Afrika’yı kasıp kavurabilir ne yazık ki. Dünya birinci dalgayı farklı zamanlarda yaşıyor ve maalesef bu uzun bir süre alacak. Açıkçası buna karşı insanlığın henüz bir çözümü de yok.

Aşı çalışmalarında ne tür gelişmeler var?

Şu anda dünyada 156 aşı çalışması var. Bunların 23’ü insanlarda, klinik çalışmada deneniyor. Bunların çoğu da sağlıklı insanlarda denenerek antikor üretiliyor mu, bu antikorlar kalıcı olabiliyor mu ona bakılıyor. Daha ileri aşamada, hastalığı önleyip önlemediğine bakılan aşı denemeleri ise dört tane. Bunlar da Britanya-Oxford, ABD, Çin ve Almanya’da geliştirilen çalışmalar. Şimdiye kadar sadece Çin’deki denemeye onay geldi ve onlar da kendi içlerinde, askerler üzerinde kullanılacak. Dördünden de iyi haberler geldi, ama açıkçası biraz daha beklemek gerekiyor. Çünkü bir aşının gerçekten bağışıklık yaratması zor. Nitekim, bazı bilim insanlarına göre böyle bir aşı zaten üretilemez.

İlaç şirketleri arasında aşıyı ilk bulan olma konusunda büyük bir savaş yaşanıyor. Fakat aşı yarışının bir kazananı olmayabilir. Bazı virüslere karşı hiçbir zaman aşı üretilemedi. 35 milyon insanı öldüren HIV için hâlâ bir aşımız yok mesela. Ebola’ya karşı da bir aşımız yok. Covid-19’a karşı da bir aşı üretilemeyebilir.

Neden?

Bir kere, önceki koronavirüslere karşı aşı üretilemedi. İkincisi, virüsün yapısındaki proteinin termodinamiğinden kaynaklanıyor. Virüsün antijenik bölgeleri değişken olabiliyor. Ayrıca, kimyasal olarak bir antikor üretip buna bağlanmasını sağlamak kolay değil. Virüsün evrimi de böyle oluyor. Yani virüs, kendisini öldürecek mekanizmalardan kaçmak üzere kendini değiştiren bir yapıya sahip. Bu söylediğim pesimist bakış. Ama iyimser bir yaklaşım olduğunu da söylemeliyim. Mesela, Oxford aşısının ortağı AstraZeneca, yıl sonuna kadar yarım milyar aşı üretebileceğini söylüyor. Bu tabii bir pazarlama tekniği de olabilir. Sonuçta, ilaç şirketleri arasında aşıyı ilk bulan olma konusunda büyük bir savaş yaşanıyor. Fakat aşı yarışının bir kazananı olmayabilir. Dünyada farklı aşılar bulunup denenebilir ve tüm bunların etkileşimleri sonucu farklı bir tedavi ortaya çıkabilir. Bazı virüslere karşı hiçbir zaman aşı üretilemedi. Bunun bir sebebi, çok yaygın olmadığı için kâr getirmeyecek aşılar üzerinde çalışılmaması, ama bir diğer sebebi de bazı virüslere karşı çok çalışıldığı halde aşı üretilememesi. 35 milyon insanı öldüren HIV için hâlâ bir aşımız yok mesela. Ebola’ya karşı da bir aşımız yok. Covid-19’a karşı da bir aşı üretilemeyebilir.

Aşı bulunamazsa, örneğin kronik hastalığı olan veya 65 yaş üstü insanlar ne yapacak? Risk grubundaki insanlar yıllarca evlerinde mi kalacak?

Hayır, kesinlikle öyle olmayacak. Salgın çok yüksekken, insanların bir süre, radikal bir biçimde özgürlüklerinden feragat edip eve kapanması gerekiyor. Bu, salgının yükseldiği dönemlerde yayılımı azaltmanın ilk aşaması. Ama bunun da tek başına yeterli olmadığını İtalya’da gördük. Öte yandan, fiziksel mesafeyi korumak ve maske kullanmak son derece etkili. Bir metre mesafeyle, iki maskesiz insan konuştuğunda birbirlerini enfekte etme ihtimalleri yüzde 60’ın üstünde. Fakat bu iki insan, mesafeyi iki metreye çıkarıp maske de kullanıyorsa, birbirlerini enfekte etme olasılıkları yüzde 1’e düşüyor. Aşıyla bile bu oranı sağlayamazsınız. Ama ne yazık ki, toplu taşıma kullanmak, kapalı mekânda iç içe çalışmak, seyahat etmek zorunda insanlar var. Bu nedenle de kesin bir çözümümüz yok. Öte yandan, normal yaşama geçerken Türkiye’deki gibi bir anda eskiye dönülmesi çok yanlış ve bunun kötü sonuçlarını da görüyoruz. Atılacak her küçük adımı iyi hesaplamak, nasıl bir sonuç yarattığını çok iyi takip altında tutmak gerekiyor. 65 yaş üstünü korumak için eve kapatıyoruz, ama Türkiye’de 65 yaş üstü kişilerin yarısı, en az bir gençle aynı haneyi paylaşıyor. Dolayısıyla, her gün o evden işe giden ve akşam dönen, bu süreçte toplu taşıma kullanan, fabrikada iç içe çalışan insanlar var. Bu da 65 yaş üstünü evde tutmanızı anlamsız kılıyor. Vatandaştan ricada bulunmak bir pandemi yönetimi olamaz. Bir planınızın olması ve o planın olabildiğince kusursuz işletilmesi gerekiyor. Almanya bunu başarıyla yapıyor, New York, Japonya hakeza. Ama Türkiye’de maalesef bu yapılmadı, yapılmıyor. Eğitim-Sen, okulların açılması konusunda yaptıkları çalışmaları Milli Eğitim Bakanlığı’yla paylaşmak istediğini, ama seslerine kulak verilmediğini açıkladı. Pandemi konusunda TTB de dışlanmıştı. Bir ülkede ortak akıl dışlanarak pandemi yönetilmez.

^