Beştepe rejimiyle Osmanlı’nın son demindeki Yıldız rejimi arasındaki paralellikler malûm. Ama mesele mevcut “istibdat”la sınırlı değil, polis devletini pekiştirip kalıcı kılmaya dönük agresif dış politika ve eşlikçisi “milli silah” hamlesinin Osmanlı’nın son 40 yılına damgasını vuran silahlanma ve emperyal arzu ile bağı. Bu kritik bağa yakın plan…
Bizde “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı esnasında, İngiltere’deki pub ve müzikhollerde çok tutan bir şarkının nakaratı şöyleydi:
“Savaşmak istemiyoruz, ama Jingo adına eğer istersek / Gemilerimiz var, silahlarımız var, paramız da var / Ayı ile daha önce de savaştık ve biz gerçek Britonlar oldukça / Ruslar Konstantinopolis’i alamayacaklar.”
Savaş İngiliz kamuoyunu ikiye bölmüştü. Britanya’nın tarafsız kalmasını savunan hükümete karşı Rusya’nın (şarkının tabiriyle “ayı”nın) beklenmedik hızlı ilerleyişi karşısında tedirgin olan çevrelerde savaşa Osmanlı lehine müdahalede bulunulması gerektiği kanaati giderek yaygınlaşır. Anılan şarkı bu dönemde tam bir “hit” olur ve savaş taraftarlığının bir sembolü haline gelir. Öyle ki, Viktorya çağı müzikhollerinin “starı” olan ve “War Song”, nam-ı diğer “The Jingo Song”la ününe ün katan G.H. MacDerrmott gelecekte VII. Edward olarak tahta çıkacak Galler Prensi’nin huzurunda gerçekleştirilen özel bir dinletide bu şarkıyı seslendirir.
Şarkıdaki “Jingo adına” ifadesi “İsa (Jesus) adına” anlamına gelir. Şarkıyla özdeşleşen bu tabiri radikal gazeteci ve siyasetçi George Holyoaske Daily News gazetesine 13 Mart 1878’de yazdığı savaş aleyhtarı bir mektupta “jingoizm” olarak değiştirip bir siyasal niteleme haline getirir. O tarihten itibaren “jingoizm” aşırı milliyetçilik ve bilhassa savaş taraftarlığı ya da savaş kışkırtıcılığıyla eşanlamlı olarak kullanılmaya başlar. (İşçi kooperatifçiliği hareketinin temsilcilerinden Holyoaske’nin mucidi olduğu siyasal tabirler arasında “sekülarizmin” de olduğunu not edelim.)
Aslında “abartılı” yurtseverlik gösterileri, “aşırı” milliyetçilik, ulusal üstünlük iddiası ve savaş taraftarlığı için bizde İngiliz orijinli “jingoizm” değil, Fransız kökenli “şovenizm” tabiri kullanılıyor. İkinci tabir Napoléon ordusunda görev aldığı rivayet edilen ve ulusal davaya fanatikçe bağlılığıyla efsanevi bir karaktere dönüşen asker Nicolas Chauvin’in soyadından alınmış. TDK Büyük Sözlük, şovenizmi, “kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan ve bu yolda kışkırtmada bulunan aşırı akım” diye tanımlıyor.
Bu tanımdan hareketle şu son beş yılın askeri operasyonların birbirini takip ettiği militarist iklimini “şovenizm” diye adlandırmak ve böylece şu uzun girişten de kurtulmak mümkündü. Ancak kabul edelim, Erdoğan’ın Malazgirt Savaşı’nın 949. yıldönümünde yaptığı konuşmadaki “Türkiye Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de hakkı olanı alacaktır. Yaparız diyorsak yaparız ve bedelini de öderiz. Varsa bedel ödeme pahasına karşımıza çıkmak isteyen buyursun gelsin” sözlerinin düzeyi, “jingoizmi” doğuran şarkının “gemilerimiz de silahlarımız da paramız da var” dizelerindeki nobranlığı andırıyor.
Daha önce başka bağlamlarda dillendirilen “sen benim kalitemde, kıratımda değilsin” ya da “kaç bin kişiyle gelirse gelsin, geleceği varsa göreceği de var” gibi ifadelerin, “alırız, ezer geçeriz, kimse karışamaz” havasını, “sen kimsin ya” dayılanmasını, “masada oluruz” işbitiriciliğini Nicolas Chauvin’in katı “müfrit milliyetçiliğinden” ziyade, “agresif ve savaşçı dış politika biçimindeki aşırı milliyetçilik” anlamındaki “jingoizm” tabiri doğrusu daha iyi karşılıyor.
“Gemilerimiz de silahlarımız da paramız da var”
Jingoizme adını veren şarkıdaki “gemilerimiz de silahlarımız da var” böbürlenmesi bize çok tanıdık. “Yerli ve milli silahlar göğüs kabartıyor”, “İşte düşmana korku salan ‘Milli’ silahlarımız”, “Barış Pınarı Harekâtı’na ‘yerli ve milli’ damga”, “Türkiye’nin gururu yerli ve milli silahlar”, “İşte Türkiye’nin müthiş yerli silahları”, “Milli silah sanayi devrimi dünyayı büyüledi” gibi başlıklarla silahlanma bizde çoktan milliyetçi bir ajitasyon vesilesi haline getirilmiş durumda. Başta Erdoğan ve tüm devlet ricali için “milli” silah sanayii bir milliyetçi gurur nişanesi ve “büyük Türkiye’nin” müjdecisi olarak selamlanıyor.
Jingoizme adını veren şarkıdaki “gemilerimiz de silahlarımız da var” böbürlenmesi çok tanıdık. Silahlanma bizde çoktan milliyetçi bir ajitasyon vesilesi haline getirilmiş durumda. Başta Erdoğan ve tüm devlet ricali için “milli” silah sanayii bir milliyetçi gurur nişanesi ve “büyük Türkiye’nin” müjdecisi olarak selamlanıyor.
Bir hafta önce Erdoğan “Artık şöyle bir veya iki veya daha fazla uçak gemisi de inşa edelim. Herhalde yaparız değil mi? Çünkü denizlerde bu caydırıcılığa ihtiyacımız var” diyerek “sektörün öncülerine” birden fazla uçak gemisi inşası için çağrıda bulundu. Halihazırda yapımı devam eden ve tamamlandığında Deniz Kuvvetleri’nin amiral gemisi olacağı söylenen “TCG Anadolu”nun tam manasıyla bir “uçak gemisi” sayılıp sayılamayacağı tartışmasını bir kenara bırakalım (geminin hafif sınıf uçak gemisi gibi kullanılabilecek olmakla beraber, bir uçak gemisi sayılamayacağı söyleniyor). Kesin olan, Türkiye’nin büyük güçlere has askeri prestij ve üstünlük sembollerinden sayılan uçak gemisi edinmek hususunda “kararlı” oluşu. Daha 2015’te, Sabah gazetesi “Büyüyen Türkiye’yi hazmedemeyen dünya, ilk milli savaş gemimizi görünce tokat yemişe döndü. Psikolojik mücadele başladı. ABD ve İngiliz medyası, ‘dengeler değişecek’ diye korkuya kapıldı” yorumuyla Türkiye’nin uçak gemisine sahip olacağını müjdeliyordu.
“Milli uçak gemisi” hamaset ve fantezisini hafife almayalım. Uçak gemisi emperyal bir güç statüsüne erişmiş olmanın nişanesi günümüzde. Tıpkı bir yüzyıl önce, o zaman için dev boyutlara sahip çelikten birer zırhlı olan dretnotların denizlere, yani dünyaya hâkim olmanın bir sembolü olduğu gibi. O dönemde teknolojik üstünlüğün başlıca göstergesi olan dretnot 20. yüzyıl başındaki muazzam silahlanma yarışının da temel konusuydu. İlk dretnotun 1906’da İngilizler tarafından imal edilmesinin ardından bütün büyük güçler ve elbette onların küçük taklitçileri, dretnot inşasına devasa kaynaklar ayırmaya girişmişlerdi.
“Büyük güç” olma statüsünü fiilen yitirmiş olan, ancak hâlâ şanlı maziyi dirilterek yeniden bir emperyal güç olabileceği hayalindeki Osmanlı yönetici sınıfı da dretnot elde etmek için kolları sıvar. Dönemin bu en güçlü silahına sahip olarak dirilme hülyası birçok devlet yöneticisinin zihnine hâkim olur. Halktan güçlü bir donanma yaratmak adına iane toplayan Osmanlı Donanma Cemiyeti gibi kuruluşların da katkısıyla, “milli dretnot” sahibi olmak özellikle Balkan yenilgisi sonrasında popüler bir milliyetçi-militarist ajitasyon konusu olur.
İşte tam bu koşullarda, Osmanlı hükümetinin başrolünde olduğu ve günümüzdeki S-400 meselesini andıran bir ihtilaf baş gösterir. Osmanlıların Britanya’ya önceki yıllarda siparişini verdiği “Sultan Osman” ve “Sultan Reşat” dretnotlarının inşası bitmiş olmasına karşın 1914 Ağustos’u başında Britanya hükümeti bu iki dretnota el koyulduğunu ve bu gemilerin Almanya’ya karşı savaşta kullanılacağını açıklar. Bedeli ödenmiş olan bu gemilere el konması Osmanlı kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açar, hatta Britanya aleyhine gösteriler tertip edilir.
Bizdeki adlarıyla Yavuz ve Midilli’nin, yani Alman yapımı Goeben ve Breslau’nun Osmanlı sularına girmesi ve bu iki savaş gemisinin Osmanlı hükümetince satın alınması bu koşullarda gerçekleşir. Bilindiği gibi, Yavuz ve Midilli’nin de dahil olduğu Osmanlı donanmasının 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı İmparatorluğu o zamanlar Büyük Savaş denen dünya çapındaki mezbahanın kapısından içeri giriverecektir. Sonrasındaki felaketler silsilesi malûm…
Olaylar elbette tekerrür etmez. S-400 ya da “milli uçak gemisi” Goeben ya da Breslau olmak zorunda değil. Ancak tekerrür yapının, yani esasen sermayenin ve devletin döngüsel doğasına ilişkindir: Bundan yüz küsur sene evvel, uluslararası sistemde tektonik bir kayma gerçekleşir ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”ta gölgeler uzamaya başlar, gerileyen Büyük Britanya’nın “küresel hegemon” tahtına oturma heveslisi yeni adaylar ortaya çıkar. İşte bu koşullarda Osmanlı ricalinin emperyalistler arasında artan rekabetten istifade ederek (dretnot örneğinde de olduğu üzere) silahlanma ve askeri oldubittiler yoluyla yeniden büyük güç statüsü edinme arayışı gerçek bir felaketle biter.
Bugün de emperyalistler arası rekabetin kızıştığı bir başka jeostratejik tektonik kaymanın göbeğinde izlenen “güç siyaseti” yüz yıl öncesinin tehlikelerini günümüze taşıyor. Türkiye ABD’nin göreli gerileyişi ve emperyalistler arası rekabetin yarattığı istikrarsızlık ve boşlukları kendi periferik emperyal özlemleri uğruna değerlendirmeye çalıştıkça daha “bağımsız” değil, bizzat bu rekabete ve onun asli öznelerinin çıkar ve hedeflerine daha bağımlı hale geliyor. Bu nedenle, tehlike tıpkı yüz sene evvel olduğu gibi büyüktür, ama bütün bunları boşverip, Stanley Kubrick’in 1964 tarihli meşhur filmine atıfla (Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb), endişelenmeyi bırakıp “bombayı” (S-400’ü ya da “milli uçak gemisini”) sevmeye başlamak da mümkün.
Tehlike tıpkı yüz sene evvel olduğu gibi büyüktür, ama bütün bunları boşverip, Stanley Kubrick’in meşhur filmine atıfla, endişelenmeyi bırakıp “bombayı” (S-400’ü ya da “milli uçak gemisini”) sevmeye başlamak da mümkün.
“Yaşasın tereyağ bitti!”
Neticede “büyük güç” olma heveslisi devletlûlarımız bugün dretnot değil de uçak gemisi (füze sistemi, denizaltı, bilmem kaçıncı nesil savaş uçağı vs.) sahibi olma derdine düşmüş. Sözün özü, “gemilerimiz de silahlarımız da paramız da var” işte, “Jingo adına”.
Para meselesi biraz karışık elbette. Türkiye’de son yıllarda en hızlı büyüyen şirketler savunma sanayii şirketleri ve bu şirketlerin çoğunun siyasi iktidarla organik bağı var. Bir ödemeler dengesi krizi ihtimali konuşulurken bütçe ödeneklerinde en fazla artırılan kalemler Milli Savunma, İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı. Tam teşekküllü bir iktisadi buhranın ortasında “savunma sanayii” palazlanıyor, “savunma sanayii”nin üretim ve ihracat kapasitesi ekonomik teşviklerle ve devlet politikalarıyla artırılıyor. Kriz dolayısıyla yeni birikim stratejisi arayışında askeri savunma giderek ön plana çıkıyor.
Nazi liderlerinden Hermann Göring İkinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce, kamu kaynaklarının büyük bölümünün silahlanmaya ayrılmasının yarattığı temel gıda maddesi darlığını eleştirenler için, “Demir her zaman güçlü uluslar yaratır, tereyağ ve domuz yağı ise halkları sadece şişmanlatır” demişti. Nazi karşıtı Alman sanatçı John Heartfield (Helmut Herzfeld olan ismini Alman şovenizmini protesto için değiştirmişti) bu açıklama üzerine, 1935’te bir fotomontaj çalışması yapar. “Yaşasın, tereyağ bitti!” (Hurrah, die Butter ist Alle) adlı çalışmada Hitler portresi altında masaya oturmuş bir Alman ailesinin iştah ve coşkuyla metal ve silah parçalarını yediğini görürüz. Anlaşılan, daha dün “tanzim satış mağazalarının” seçim kampanyası malzemesi haline geldiği koşullarda, bizim mutfaklarda da yerli ve milli silah menülerine yer açmanın zamanı çoktan geldi.
İç çatışmaya çözüm: emperyalizm
Silah deyip geçmemeli. Silahlanmadan bir milli mutabakat ve seferberlik, muhalefeti ve iktidarıyla bir kucaklaşma vesilesi çıkarmak hiç de olmayacak şey değil. Hem bunun için silahın illa “yerli ve milli” olmasına da gerek yok. Bizzat Süleyman Soylu “S-400 bir özgürlük ve bağımsızlık deklarasyonudur” dememiş miydi yakın zamanda? Bizde ne hikmetse Maymunlar Cehennemi diye çevrilen Planet of the Apes serisinin ikinci filminde (Beneath the Planet of the Apes, 1970) mutasyona uğramış insanların bir nükleer bombaya taptığını, tapmakla kalmayıp toplumsal bütünlüğünü bombaya borçlu olduğunu görmemiş miydik?
Tamam, o kadar uzağa gitmeyelim. Bizatihi Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinin önemli mobilizasyon kanallarından biri, yukarıda da anılan Donanma Cemiyeti değil miydi? 1909’da kurulan Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti donanmayı güçlendirmek, ama özellikle de dretnot satın alınabilmesini sağlamak üzere ulusal kimliğin formasyonunda önemli rol oynayacak yaygın bir kampanyanın öznesi olmamış mıydı?
Silahlar ve silahlanma ulusal bütünlüğü pekiştirmenin, hatta ulusal topluluğu inşa etmenin hiç de küçümsenmemesi gereken bir mecrası olabiliyor pekâlâ. Ancak, silahlanma ve aktif-agresif bir dış politikanın belki de en bildik, ananevi sayılabilecek siyasal işlevi içerideki sıkışmadan dışarıya kaçmak için türlü siyaset esnafına büyük fırsatlar tanıması. İçte siyasal ve özellikle sosyal reform basıncından kaçmak adına Almanya’yı “kan ve demirle” birleştirmeye soyunan Otto von Bismarck bu işin gerçek bir duayeniydi.
Britanya emperyalizminin küstah bir savunucusu olan ve bugünkü Zimbabve ve Zambia’ya tekabül eden toprakların “Rhodesia” adıya sömürgeleştirilmesinde büyük rol oynayan madencilik kodamanı Cecil Rhodes 1895’te, Londra’da öfkeli işsizlerin bir gösterisiyle karşılaşınca meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koymuştu: Ona göre emperyalizm “toplumsal sorunun çözümü”ydü. Britanya’da yaşayan 40 milyon insanın kanlı bir iç savaşa sürüklenmesini engellemenin yegâne yolu, yeni topraklar ve yeni pazarlar elde etmekti. İşte siyasal iktidar “İç savaştan kaçınmak için emperyalist olmalısınız” diyen Rhodes’u andırır biçimde kendi sürekliliğini hariciyeye kaçıp “emperyal” tınılı bir dış siyasa izleyerek garantilemek arayışında.
Nazi liderlerinden Hermann Göring İkinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce, kamu kaynaklarının büyük bölümünün silahlanmaya ayrılmasının yarattığı temel gıda maddesi darlığını eleştirenler için, “Demir her zaman güçlü uluslar yaratır, tereyağ ve domuz yağı ise halkları sadece şişmanlatır” demişti.
“Büyük güç” olma takıntısı mevcut iktidarın içinden çıkıp geldiği siyasal geleneğin mazlumluk ve mağduriyet anlatısının ayna yansısı olan narsisizme dönüşmesinden ibaret aslında. Bu bakımdan emperyal nostalji ve emperyal bir güç olmaya dönük arzu, sadece son yılların daha agresif dış politika girişimlerini meşrulaştırmaya dönük bir söylemden ibaret sayılmamalı. O, alternatif bir milli kimlik anlatısı, Nagehan Tokdoğan’ın Yeni Osmanlıcılık başlıklı çalışmasında vurguladığı gibi, “toplumsal tabanın arzularını, hırslarını, öfkelerini açığa çıkarıp, dönüştürüp onları harekete geçirici bir işlev gören yeni bir milli kimlik pathosu, bir tür milli duygu üretim mekanizması”dır.
Demagojik antiemperyalizm
Bu emperyal arzu zaman zaman kendisini güya antiemperyalist bir kisveye de büründürebiliyor. Milliyetçi muhafazakârlığın eski bir teması olan “İslâm dünyasının mürşid ve mürebbisi Türkiye” söyleminin güncellenmesi ve Türk ulusal kimliğine has beka kaygısının ajite edilmesi demagojik bir “antiemperyalizm” olarak geniş kitleleri Erdoğan etrafında konsolide eden bir mit yaratabiliyor.
“Dünyanın efendilerine” meydan okuyan, “one minute” diyebilen bir lider imajı iki savaş arasında kendi yayılmacı emellerini, devrin devletler arası mimarinin sözde eleştirisinin ardına gizleyen İtalyan faşizmini, hatta Üçüncü Reich’ın emperyalist revizyonizmini hatırlatan argümanlarla popüler kılınmaya çalışılıyor.
Oysa, olsa olsa muhayyel bir “Haçlı zihniyetinin” ya da “beynelmilel Yahudiliğin” Türkiye’yi kuşatma planlarına karşı teyakkuza çağıran bu demagojik “antiemperyalizmin” cilasını biraz kazıdığımızda karşımıza devletler arası hiyerarşide çiğ bir “sınıf atlama” isteğinden, eski tipte bir “machtpolitik”, yani güç siyasetinden başka bir şey çıkmıyor. Putin’in “tek patronlu, tek hükümdarlı”, yani tek kutuplu küresel sisteme dair eleştirileri nasıl aslında Rusya’nın uluslararası konumunda 1990’larda gerçekleşen gerileyişe bir reaksiyonsa, Erdoğan’ın da uluslararası sistemin örgütlenişine dönük zaman zaman dile getirdiği itirazları da (“dünya beşten büyüktür”) büyük güç konumuna erişme arayışını örten bir perdeden başka bir şey değil.
Yalnız bunun “Erdoğanizm”e has olmadığını, Türkiye’de demagojik antiemperyalizmin milliyetçi muhafazakâr ya da İslâmcı çevreler kadar Kemalist ve “cumhuriyetçi muhafazakâr” mahfillerde de eskiden beri pek sevilen bir tema olduğunu hatırlatmakta yarar var. Nâzım Hikmet’e Benerci Kendini Niçin Öldürdü?’de, kitabın “emperyalizm aleyhine” yazıldığını ve “emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenler” hakkında olduğunu ifade ederken şu dipnotu yazdıran tam da bu tip demagojik antiemperyalizmin yaygınlığı olmalıdır: “Yalnız şunu hatırlatmak isterim ki, Benerci emperyalizmi ve emperyalizm ile mücadeleyi, Neo-Hitlerist-Sosyal-Faşist-Sinyor-Fon Şevket Süreyya Bey gibi anlamıyordu.”[1]
“SİHA süper gücü”
Emperyalist zincirde yükselme ve “büyük güç” haline gelme hevesi, demagojik emperyalizm karşıtlığına rağmen sömürgeci-emperyal bir tınıyı ister istemez barındırıyor. Bu durum hiç de Erdoğan devrine has değil. Düvel-i Muazzama’ya hasetle hayranlık arasında kalmış geç dönem Osmanlı seçkinleri arasında da emperyalist bir zihniyetin tebarüz ettiği, imparatorluğun periferisini “medenileştirilecek” bir tür sömürge olarak düşünme eğiliminin güçlendiği söylenebilir. Bu dönemde Osmanlı seçkinleri kolonyalist düşünce kalıplarını giderek daha düşmanca gelen bir dünyada bir var kalma metodu olarak benimser.
Selim Deringil’in Rudyard Kipling’in meşhur şiirine atfen “fes giyen beyaz adamın yükü” diye tarif ettiği bu zihniyete bir tür geri dönüş sayılabilecek günümüzün emperyal nostaljisi/rövanşizmi bir “emperyal güç” gibi davranma eğilimini besliyor. Geç Osmanlı devrinin “ödünç alınmış emperyalizmi”, imparatorluğun var kalma savaşında düşmanın “silahını” kullanmaya dönük “savunmacı” bir tutumken bugünün emperyal rövanşizmi büyük güçler ligine sıçramaya dönük daha agresif bir yaklaşımı ifade ediyor.[2]
Türkiye’nin “büyük güçler”e has yeni nesil bir silah konusunda şaşırtıcı bir hızla gelişme kaydetmiş olması bu durumun bir örneği. Türkiye önce insansız hava aracı (İHA), yakın zamanda da silahlı insansız hava aracı (SİHA) üretiminde ve askeri harekâtlarda kullanımında oldukça mesafe katetmiş durumda. “Bahar Kalkanı” olarak adlandırılan ve İdlib’de yürütülen askeri operasyonlar sırasında TSK’ya bağlı SİHA’ların Suriye ordusuna ait çok sayıda hedefi imha etmesi yabancı basında “Türkiye ordusu bir drone süper gücü mü oluyor?” başlıklı yazıların yayınlanmasına neden olmuştu.[3] Bu durumun “Türk drone’ları pençelerini gösterdi” ya da “Türkiye 21. yüzyılın yeni savaş mantığını ortaya koydu” gibi başlıklarla milliyetçi bir böbürlenme vesilesi haline gelmesi hiç de şaşırtıcı olmadı elbette.
Emperyal nostalji ve emperyal güç olmaya dönük arzu sadece agresif dış politika girişimlerini meşrulaştırmaya dönük bir söylemden ibaret sayılmamalı. Nagehan Tokdoğan’ın vurguladığı gibi, “toplumsal tabanın arzularını, hırslarını, öfkelerini açığa çıkarıp, dönüştürüp onları harekete geçirici bir milli kimlik pathosu, milli duygu üretim mekanizması”.
Gerçekten de Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın bizzat öncülük ettiği silahlı drone üretimi ve bunların askeri harekâtlarda giderek daha yoğun bir biçimde kullanımı, SİHA’ları adeta milliyetçi bir simgeye dönüştürmüş durumda. Erdoğan İnsansız Uçak Sistemleri Üs Komutanlığı’na ziyaretinde TB2 model bir SİHA’ya imzasını atıyor, Selçuk Bayraktar ise Barış Pınarı Harekâtı’ndan önce SİHA’ların uçuş bilgisayarının içine gömülü yazılımda Enfal Suresi’nin 17. ayetinin yer aldığını duyuruyor (“Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı. Şüphesiz, Allah işitendir, bilendir”).
Meraklısı Afrin SİHA – Operasyon Zeytin Dalı adlı akıllı telefon oyununda bir SİHA’ya pilotluk ederek düşman hedeflerini bombalamanın “zevkini” tadabilir. SİHA’ların adeta milliyetçi bir külte dönüşmesi, bunlarla yürütülen askeri operasyonlarda söz konusu olan sivil kayıpların sorgulanmasını da önlüyor.[4]
Drone’lar askeri teknolojide “tarafsız”, basit bir ilerlemeden ibaret değil. Savaşı insansızlaştırması, onu adeta bir bilgisayar oyununa dönüştürerek fail ile kurbanı arasında her türlü teması ortadan kaldırması açısından teknoloji yoğun savaş fantezisinin doruk noktası. Üstelik bu fantezinin (tıpkı uçak gemisi örneğinde olduğu gibi) emperyalist saldırganlıkla, emperyal bir güç olma hevesiyle aşikâr bir bağı var. Emperyalist güçler açısından kolonyal dünyayı kontrol ve terbiye edecek askeri müdahalelerin riskte ve pahada “hafif” askeri operasyonlar olarak yürütülmesi daima bir tercih nedeniydi. Bu müdahaleler bir tür uluslararası polisiye operasyon, yani tedip ve disiplin mekanizması olarak kurgulanıyordu.
Kore Savaşı’nın ilk günlerinde, Başkan Truman’ın askeri müdahaleyi savaş değil de uluslararası bir “polisiye eylem” olarak tanımlaması bu hususta sıkça verilen bir örnek. Türkiye’de de son dönemde yürütülen askeri harekâtlara dair “savaş” tabirinin kullanılmasının neredeyse kriminalize edilmesi, bu tutumun tipik bir örneği. Hava bombardımanı, polisiye bir bastırma/pasifize etme harekâtı için biçilmiş kaftandı. SİHA’larsa bu emperyal tedip ve disiplin mekanizmasının zirve noktası.
Gökler fatihi Robur
En iyisi hikâyeyi baştan alalım: Hava bombardımanının küresel güneye dönük “polisiye operasyonlar” için biçilmiş kaftan sayılması için Wright biraderlerin ilk uçağı uçurdukları 1904 yılı dahi beklenmemiştir. Jules Verne’in 1886’da yayınlanan “Gökler Fatihi Robur” adlı hikâyesinde uçan dev makinaların “vahşi” topluluklara itaat ettirmek ve onlara “medeniyet ve barış” götürmekte etkin birer araç olabileceklerinin belki de ilk örneğiyle karşılaşırız.
1899’da, Britanya askeri kuvvetlerinin başındaki “Feldmareşal” Lord Wolseley “Balonlardan bomba atmak eğer mümkün olsaydı, Britanya gibi sadece küçük bir orduya sahip olan bir güç için bu çok büyük avantaj sağlayacaktı” diye hayıflanıyordu. Daha uçak icat edilmemişti, ama “üzerinde güneş batmayan imparatorlukta” asayişi temin yolunda kullanılacak görece masrafsız ve risksiz hava araçları, emperyal fantezi dünyasının parçası oluvermişti.
Uçağın keşfiyle hayal gerçek olur. Küresel polis olarak pilot ve onun copu olarak da bomba fikri emperyal siyaset esnafı arasında giderek popüler olur. R.P. Hearne belki de bu fikrin ilk tutarlı ve bütünlüklü savunucularındandır. Hearne 1910’da yayınlanan Airships in Peace and War adlı kitabında, sömürgelerde “cezalandırıcı” askeri seferlerin pahalı ve çok zaman alıcı olduğunu, hedefe ulaşmanın bazen aylar alabildiğini yazıyordu. Buna karşın “havadan cezalandırma” etkin, hızlı ve düşük maliyetliydi. “Vahşi ülkelerde böyle bir savaş aracının manevi etkisini tasavvur etmek imkânsızdır” diyordu Hearne, “hava gemisinin görünüşü bile kabileler arasında dehşete yol açacaktı.” Hearne’e göre bu “hava gemilerinin” bugün hayli önem taşıyan bir avantajı da “seferi faaliyet yüzünden beyaz askerlere rastlayan korkunç yaşam kaybını” engelleyecek olmasıydı.
Hearne’ün fikirleri uygulama sahası bulmakta gecikmez. 1911’de İtalyanlar Libya’da, 1912 ve 1913’te ise Fransızlar ve İspanyollar Fas’ta (elbette daha cılız sayılabilecek) hava akınlarını “cezalandırma” amaçlı kullanırlar. Ancak, hava kuvvetlerinin uçsuz bucaksız sömürge imparatorluklarında (ya da etki alanlarında) kullanımı I. Dünya Savaşı sonrasında yaygın ve yerleşik bir uygulama halini alır. Savaş sonrası yıllarda Mısır’da, İran’da, Ürdün’de, özellikle de Irak’ta Royal Air Force (RAF) “cezalandırıcı” hava akınları düzenler. Uçakların “işgal etmeden denetim” için biçilmiş kaftan olduğu görülür. Johannesburg’da yayımlanan Star gazetesinin 1922’de Bondelzwart kabilesinin ayaklanmasına dair bir haberde, gerçekleştirilen hava bombardımanlarını aktarırken “uçak, savaşı yerliler için imkânsız hale getirdi” diye yorumda bulunması boşuna değildi. Bu iş öyle rutin hale gelir ki, 1927’de Londra yakınlarındaki bir hava gösterisinde RAF kuvvetleri temsili “yerli köyüne” akın düzenler.
Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın öncülük ettiği silahlı drone üretimi ve bunların yoğun bir biçimde kullanımı SİHA’ları milliyetçi bir simgeye dönüştürmüş durumda. Erdoğan TB2 model bir SİHA’ya imzasını atıyor, Bayraktar ise Barış Pınarı Harekâtı’ndan önce SİHA’ların uçuş bilgisayarının içine gömülü yazılımda Enfal Suresi’nin 17. ayetinin yer aldığını duyuruyor.
Emperyal zincirde hızla üste tırmanan ABD de bu furyanın dışında kalamaz. ABD’nin havadan bombalama tarihi 1928’de ABD ordusunun Nikaragua’da havacılık tarihinin ilk pike bombardımanını gerçekleştirmesine kadar geri götürülebilir. ABD’nin uluslararası bir “terbiye” ve disiplin mekanizması olarak hava bombardımanı hususunda o zamandan bu yana bir hayli mesafe katettiğini herhalde söylemeye gerek yok. ABD’nin “Afpak”tan (Afganistan-Pakistan’dan) Yemen ve Somali’ye havadan tedip hareketlerini artık önemli ölçüde drone’lar, yani bizde “insansız hava aracı” denen uzaktan komuta edilen hava araçlarıyla yürüttüğü biliniyor.[5]
Drone’ların yürüttüğü savaşlar, daha doğrusu uluslararası polisiye operasyonlar, Wolseley ya da Hearne gibilerinin bir asır önce kurdukları hayalin mantıki uzantısı sayılabilir. ABD’nin siyasi ve askeri elitinin bu emperyal fantezisinin en açık ve en ürkütücü ifadesini, yeni versiyon (2014 yapımı) Robocop filminde bulmak mümkün. Filmde, yakın bir gelecekte, ABD dünyanın önemli bir bölümünü (sadece havada değil, karada da) drone’lar aracılığıyla denetlemektedir. Bir grup siyasetçi, sermayedar ve asker bu teknolojinin sadece sınırlar haricinde değil, ABD topraklarındaki polisiye faaliyetler için de kullanılması gerektiğini savunmaktadır.
Bu kampanyaya ilişkin bir haber programında önce ABD drone’larının Tahran sokaklarında (evet, Tahran sokaklarında) yürüttüğü rutin bir devriye ve arama-kimlik sorgulama faaliyetine canlı bağlantıyla tanık oluruz. Makineler sokaklarda devriye gezmekte ve şüphelilere kimlik sorup aramaktadırlar. Programa katılan komutan görüntüleri izledikten sonra drone’ların işlevi hususunda taşı gediğine koyar: “Vietnam, Irak, Afganistan… Bir daha asla! Askeri bir perspektiften buna paha biçilemez. Artık bütün hedeflerimizi Amerikan hayatlarını riske atmadan gerçekleştirebiliriz.”
“Yerlilerin” hava bombardımanıyla terbiye edilmesi devlet geleneğimize yabancı değil. 1938’de Dersim’de karşı yürütülen askeri harekâtta, uçakların “feodal geriliğin” bu “çıbanbaşına” karşı “medenileştirici” bir güç olarak seferber edildiği malûm. Sabiha Gökçen’in daha harekât sırasında bu tedip hareketinin bir simgesine dönüşmesi bu bakımdan bir tesadüf değil. “İlkel, dağlı ve cahil” Dersim’in “medenileştirilmeye” dönük bu kolonyal tedip harekâtı esnasında hava kuvvetleri uygarlığın gücünün yıkıcı bir biçimde sergilenmesinin aracı haline gelir. Ahmet Emin Yalman Tan gazetesinde şöyle yazar: “‘Kemal kuşları geliyor!’ Hava Kuvvetleri Tunceline varınca böyle bağrışıldı… Dersim’in 3000, 4000 metre yükseklikteki tepelerine sığınan cahil ve iptidai insanlardan her gün böyle haberler geliyor.”[6]
SİHA’lar bu geleneği izlemekle kalmıyor, günümüzün “büyük güç” olma hevesine uygun emperyal güç gösterilerini mümkün kılıyor. SİHA’ların askeri harekâtlarda kullanımı, tıpkı uçak gemisi edinme fantezisi gibi bir büyük güç haline gelmenin alamet-i farikası olarak önemseniyor.
Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık!
Yazının başında “jingoizm” tabiri için ta 93 Harbi’ne kadar geri gitmiştik. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı malûm, Osmanlı İmparatorluğu için tam bir felaket olmuştu. Rus orduları İstanbul’un önlerine kadar gelmiş, payitaht ancak diğer büyük güçlerin müdahalesiyle son anda kurtulabilmişti. Ancak, Osmanlı’ya dair “hasta adam” teşhisini adeta teyit eden ve İmparatorluk için ciddi toprak kayıplarına neden olan savaşın “içeride” başka bir siyasal işlevi de olmuştu.
Tahta önce Sultan Abdülaziz’i, sonra da Sultan V. Murad’ı ekarte eden bir “saray darbeleri” zincirinin neticesinde 1876’da çıkabilen Abdülhamid savaş sayesinde kendi gücünü sınırlayan tüm aktörleri devre dışı bırakabilmiş ve “istibdat” diye anılacak gerçek anlamda bir “tek adam” rejimi kurabilmişti. Savaş Abdülhamid’i Meclis-i Mebusan ve Kanun-i Esasi’den kurtarmıştı. Sultan savaş dolayısıyla Midhat Paşa gibi “tehlikeli” olabilecek nüfuz sahibi şahsiyetleri sindirebilmiş, kendini iktidara taşımış olanları saf dışı bırakabilmişti. Bâbıâli, ordu ve ulema gibi odakların gücü kırılmış, devletin kurumsal mimarisi “sarayı” (yani Yıldız’ı) merkeze alan bir şekilde yeniden düzenlenmiş ve böylece Abdülhamid muhtemelen çoğu selefinin asla sahip olmadığı genişlikte, adeta mutlak bir iktidara savaş sayesinde kavuşmuştu. Tarihin tekerrürden ibaret olmadığını umalım…
Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği adlı eserinde Emmanuel Goldstein, “yalnızca bir sahtekârlık” halini almış modern savaşın uluslararası bir mesele olmaktan çıktığını ve aslında “hiyerarşik bir toplum için gerekli olan ruhsal havayı sürdürmeye” yaradığını belirtir. Bu nedenle savaş artık “ülke içi bir sorun” haline gelmiştir. Süreklileşmiş savaş, halkın “korku, kin, yaltaklanma ve aşırı coşkulanma özellikleri olan tinsel bir yapı” ile donatılmasının temel yoludur. Bu anlamda savaş, artık “uluslar arasında değil, baştaki yöneticilerle yönetilenler arasında” cereyan etmektedir. Dolayısıyla savaşın amacı, “ülkenin ele geçirilmesine engel olmak değil, toplumun yapısını”, yani belli bir siyasal ve toplumsal düzeni mümkün kılmak, onu “korumak ve sürdürmektir.”
Hearne 1910’da sömürgelerde “cezalandırıcı” askeri seferlerin pahalı ve çok zaman alıcı olduğunu, hedefe ulaşmanın bazen aylar alabildiğini yazıyordu. Buna karşın “havadan cezalandırma” etkin, hızlı ve düşük maliyetliydi. “Vahşi ülkelerde böyle bir savaş aracının manevi etkisini tasavvur etmek imkânsızdır” diyordu Hearne, “hava gemisinin görünüşü bile kabileler arasında dehşete yol açacaktı”.
“Gerçekte” Goldstein diye biri yok elbette. Bu “muhalif yazar”, George Orwell tarafından 1984 romanı için muhtemelen Lev Troçki’den ilhamla yaratılmış ve totaliter “İngsos” rejimine bayrak açmış bir kurgu karakterden ibaret. Ama roman deyip geçmeyelim. Mevcut siyasal rejimin süreğenleşmesi (“otoriter konsolidasyon”) ancak savaşla, savaşın sürüp gitmesinin neden olduğu kolektif panik atak ve travmalarla mümkün oluyor. Tam da bu nedenle savaşın Goldstein’ın deyimiyle bir “sahtekârlık” olduğu anlaşılmaz ve toplum savaşa alışır, savaşla terbiye olursa bugün çok muhalif geçinenlerin dahi sonunun romandaki Winston’un akıbetine benzemesi pekâlâ mümkün.
En iyisi hatırlatmak: 1984’ün sonunda, muhalif tutumu nedeniyle “Sevgi Bakanlığı”nda işkence-“terapi” görmüş Winston bir lokalde oturmaktadır. Aklı, sürüp giden savaşta Afrika cephesindeki kritik gelişmelerdedir. Birden tele-ekranda Avrasya ordularına karşı (hayali olduğu aşikâr) görkemli bir zafer kazanıldığı duyurulur:
“Masanın altında Winston’ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Birader’in posterine baktı. Tüm dünyaya hükmeden bir anıt! On dakika önce –evet, on dakika önce– yüreğinde sonucun yenilgi mi, yoksa zafer mi olacağına dair kuşkular taşıdığını düşündü. Bu, yok olan Avrasya ordusundan da ötede bir olaydı. Sevgi Bakanlığı’na götürüldüğü ilk günden beri içinde çok şey değişmişti, ama son, kaçınılmaz, onu tümden iyi eden değişiklik işte o anda oldu! (…) Başını kaldırıp o koskocaman yüze baktı.
O siyah bıyığın altındaki gülümsemenin ne anlama geldiğini öğrenmesi kırk yılını almıştı. Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık! Ah! Kendisini koruyan o şefkatli kucaktan kovulan inatçı kafa! İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Birader’i seviyordu.”