Önümüzde nasıl bir gelecek var? Bu soruya iyimser bir cevap verebilecek kimse yok. O halde felaketin gerçekleştiğini, “dünyanın sonu”nun geldiğini kabul ederek düşünmeye, eylemeye başlayabiliriz. Minneapolis’teki duvar yazısının dediği gibi, “dünyanın başka bir sonu mümkün”. Önümüzdeki ihtimallere yakın plan…
California’yı etkisi altına alan sıcak hava dalgası yüzünden sıcaklıklar rekor düzeylerde seyrederken, eylül ayının başında çok sayıda farklı noktada patlak veren yangınlar, 800 bin hektardan büyük bir alanda korkunç bir yıkıma yol açtı. Bölge tarihinin bu en büyük yangınlarının sebep olduğu kızıl bir gökyüzünün altında, San Francisco’nun boşalmış sokaklarını gösteren görüntüleri (hele bu görüntülerin üzerine Blade Runner 2049 filminin tema müziği çekilmiş versiyonunu) izlemiş olan birçok insan muhtemelen aynı şeyi düşündü: “Dünyanın” ya da hiç değilse “bildiğimiz dünyanın sonu”. Ama aslında, itiraf edelim, biz bu “filmi” yakın zamanlarda hem de birkaç defa zaten gördük.
Avustralya’da, Amazonlar’da, ABD’nin batısında ya da Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde yaşanan ve iklim değişikliğinin (daha kuru ve sıcak yazlar, kuraklık sonucu ölen belki yüz binlerce ağacın ve kuruyan otlakların yangın için ideal bir tutuşturucu halini alışı, beklenmedik şimşek fırtınaları) her şeyi yutan bir canavara dönüştürdüğü dev yangınlar, benzer apokaliptik görüntülere yol açmıştı.
Küresel ısınmanın olası kıldığı felaketler artık gündelik deneyimimizin bir parçası. Kıyamet senaryoları yapım aşamasını geçip gösterime girmeye çoktan başladı (iklim-bilimciler küresel ısınmanın yol açacağı süper yangınlara dair çok uzun yıllardır uyarılar yapıyordu). Pandemi nedeniyle ıssızlaşmış şehir meydanlarından Polatlı’daki kum fırtınasına, maruz kaldığımız apokaliptik imajlara hemen her gün bir yenisi ekleniyor. Ancak felaket görüntüleri birkaç gün iyi “gişe yapsa” da sonra alelacele unutulup gidiyor. Brezilya’da geçen sene (çoğu et ve tarım şirketlerinin eseri olan) yangınlar büyük bir uluslararası tepkiye neden olmuştu. Ancak durumda bir değişiklik yok, Amazon ve Pantanal yanmaya (daha doğrusu yakılmaya) devam ediyor. 2020’de Brezilya’da yangınlarla kaybedilen yağmur ormanlarının boyutu 2019 ile aynı.
Pandemi nedeniyle ıssızlaşmış şehir meydanlarından Polatlı’daki kum fırtınasına, apokaliptik imajlara hemen her gün bir yenisi ekleniyor. Felaketler birbirini takip ettikçe unutuyor, kanıksıyor, “normalimize” geri dönüveriyoruz. Susan Sontag bu durumu “küresel imha fikrine alışma eğilimi” olarak ifade ediyordu.
Felaketler birbirini takip ettikçe unutuyor, kanıksıyoruz. Çok çok Maymunlar Cehennemi (1968) filminin sonunda, karşısına kumlara gömülmüş harap ”Özgürlük Heykeli” çıkınca şempanze, goril ve orangutanların hâkim olduğu gezegenin Dünya olduğunu öğrenip kendisini yerden yere vuran astronot George Taylor misali, “Sonunda gerçekten yaptınız. Manyaklar! Onu yok ettiniz!” gibisinden ifadelerle sosyal medyada verip veriştiriyoruz. Sonra, unutuyoruz, “normalimize” geri dönüveriyoruz. Katastrofik bir iklim krizinin ortasında, Karadeniz’de bulunan doğal gaz rezervlerinin “aslında yetersiz” olduğu yorumlarıyla “muhalefet” filan yapıyoruz.
Susan Sontag yıllar önce bu durumu “küresel imha fikrine alışma eğilimi” olarak ifade ediyordu. Sontag’a göre, “Kıyametçi retorik enflasyonu” bir alarm zili işlevi görmek şöyle dursun, “felaketle hayali bir suç ortaklığı fikrini” güçlendirir. “İşte, sonu gelmeyen bir modern senaryo: Kıyamet yaklaşır… ve bir türlü gerçekleşmez. Ama yaklaşmaya devam etmektedir.”
Sontag şöyle devam ediyordu: “Kıyamet artık uzun süren bir televizyon dizisidir: ‘Kıyamet Şimdi’ değil, ‘Kıyamet Şu Andan İtibaren’. Kıyamet, artık, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen bir olay haline gelmiştir.” Kıyametin fiilen gerçekleşmekte olup olmadığını ya da yoksa zaten gerçekleşmiş mi olduğunu bir türlü bilemeyiz. “Modern hayat bizi korkunç, akla hayale gelmez (fakat bize oldukça ihtimal dahilinde olduğu söylenen) felaketlerin ara ara farkına vararak bir hayat sürmeye alıştırmaktadır.”[1]
“Dünyanın sonu” ya da “kıyamet”, eski zamanlarda İsrafil’in borusunu öttürmesiyle başlayıp bir defada olup bitecek tekil bir olaydı. Şimdiyse “seküler” kıyamet, yani “bizim dünyamızın sonu”, ağır çekimde gerçekleşiyor, alıştıra alıştıra geliyor.
Dünyanın sonu: Başka bir hayatın başlangıcı
1959 yılında yayımlanmaya başlayan The Twilight Zone serisinin en çok tanınan bölümlerinden biri olan “Time Enough at Last”ta (Nihayet Yeterli Zaman) bir kitap kurdu olan Henry Bemis’in (Burgess Meredith) kıyameti “fırsata çevirme”, cehennemde bir cennet yaratma çabasına tanık oluruz. Sıkı bir okur olduğu için alaya alınan, patronundan karısına hemen herkesin kitap okumasına türlü engeller çıkardığı, “normal” hayatın hay huyu arasında bir türlü istediği kadar okuyamayan Bay Bemis insanlığı yok eden bir nükleer savaşta hayatta kalan tek kişi olur.
Bemis önce intihara kalkışır, ancak, kütüphanenin kalıntıları arasında kitapların tahrip olmadığını görünce fikrini değiştirir. Ne de olsa artık dünyanın bütün kitaplarını okuyacak zamanı vardır ve ortada ona engel olabilecek kimse de yoktur. “Dünyanın sonu” Bemis için bambaşka bir hayatın, kendini gerçekleştirebileceği bir varoluşun kapısını aralamıştır.
Ancak Bemis’in bu nükleer kıyametin ortasındaki ütopyası yarım kalır. Kavanoz dibine benzeyen koca gözlükleri yere düşer ve bizim kitap kurdu, bir anlık dalgınlıkla gözlüklerin üzerine basarak onları tuzla buz eder. Bemis artık asla okuyamayacağı onca kitap arasında gözyaşlarına boğulur: “Şimdi zaman vardı. Nihayet ihtiyacım olan tüm zaman vardı. Bu hiç de adil değil, adil değil!”
“Dünyanın sonu” ya da “kıyamet” eski zamanlarda İsrafil’in borusunu öttürmesiyle başlayıp bir defada olup bitecek tekil bir olaydı. Şimdiyse “seküler” kıyamet, yani “bizim dünyamızın sonu”, ağır çekimde gerçekleşiyor, alıştıra alıştıra geliyor.
Bemis’in felaketin içinde (bireysel de olsa) yeni bir dünya kurma hayalinin boşa çıkması “dünyanın sonunu hayal edip kapitalizmin sonunu hayal edemeyen” günümüzün kolektif çaresizliğini hatırlatır. Bemis dünyanın sonunda bir başka dünya yaratmanın imkânını sezmiş, ama başarısızlığa uğramıştı. Bizse başka bir dünyaya dair umutları neredeyse bütünüyle ve daha baştan ıskartaya çıkarmış durumdayız.
Susan Sontag bir nükleer savaş ihtimalinin ortaya çıkmasından itibaren her insanın, sadece kendi sonu değil, bütün insanlığın sonu tehdidi ve bunun yol açtığı travmayla birlikte yaşamaya başladığını vurgular. Ancak, Sontag’a göre, bu kıyamet beklentisi 17. yüzyılda Sabatay Zevi’nin Mesih ilan edildiğine dair şayialar üzerine bir anda her şeylerini arkada bırakarak Filistin’e giden Doğu Avrupa Yahudileri örneğindeki gibi, mevcut toplumsal düzen ve konvansiyonları aşındıran bir işlev görmez. Dünyanın sonunun artık böyle “kurtuluşçu” imaları yoktur.
Tersine, felaket karşısında tam bir apati söz konusudur. Sontag bu durumu, 1945’te savaş artık sona ererken, savaşı kazanamadıkları ve dolayısıyla da var olmaya hakları olmadığı için Hitler’in kendilerini toplu olarak öldürmeye karar verdiği haberlerini duyan Berlinlilerin kayıtsızlığına benzetir.[2]
Geleceğin sonu
Alman felsefeci Günther Anders’in “kıyamet körlüğü” diye tanımladığı bu atalet ve apati günümüze yaklaştıkça iyice kanıksanmış, akut bir hal almıştır. Hans Magnus Enzensberger 1978 tarihli “Two Notes On the End of the World” (Dünyanın Sonuna Dair İki Not) başlıklı makalesinde, “dünyanın sonunun” bir kâbus olduğu kadar bir afrodizyak, kapitalizmin sonuna dair bir metafor, ama aynı zamanda da tüm diğer metalar gibi bir meta, eyleme geçmek için bir uyarı ya da boş zaman endüstrisinin bir ürünü olduğunu vurguluyordu. Yani “dünyanın sonu”, kayıtsızlığa çıkan bir yol olabileceği gibi, devrimci bir patikayı seçmenin nedeni ya da müşevviği olabilirdi.
“Dünyanın sonu” bugün bu çelişkili niteliğini kaybetmiş görünüyor. Artık afrodizyak da uyarıcı da eyleme geçirici de değildir. Alışıldık bir tema haline gelmiştir, şoke etme, sarsıp harekete geçirme hususiyetini yitirmiştir. Dünyanın sonunun kapitalizmin felaketli sonuna dair ütopik enerjileri açığa çıkartan bir metafor olmaktan çıkması, günümüzün kolektif takatsizliğinin bir ifadesi gibi yankılanır. Thatcher’ın meşhur TINA argümanının geçerli sayıldığı, yani kapitalizmin bir alternatifinin olmadığı bir devirde, dünyanın sonunun da bir alternatifi olmayacaktır.
Bilim kurgu yazarı Kim Stanley Robinson’un hatırlattığı gibi, distopik momenti ütopya takip etmezse “distopya onu denetimin ve ‘her şey aynı kalsın’cı siyasal dinginciliğin bir başka âleti yapar”. Ütopyasız distopya siyasal konformizmden başka sonuca yol açmaz ve böylece zamanımızda o “her şeyi kapsayan umutsuzluğumuzun bir parçası olur”.[3] Gerçekten de “dünyanın sonu” ütopyaya çıkabilecek bir patika sunmuyorsa, elde kalan, normallikle felaket arasındaki bildik fasit dairedir.
Enzensberger “dünyanın sonunun” bir kâbus olduğu kadar bir afrodizyak, kapitalizmin sonuna dair bir metafor, bir uyarı olduğunu vurguluyordu. “Dünyanın sonu” kayıtsızlığa çıkan bir yol olabileceği gibi, devrimci bir patikayı seçmenin nedeni olabilirdi. “Dünyanın sonu” bu niteliğini kaybetmiş görünüyor. Artık afrodizyak da uyarıcı da eyleme geçirici de değildir.
Cehennemde cennetin ipuçlarını, bugünün felaketinde yarının kurtuluşunun imkânlarını görme kapasitemizdeki erozyon bizi tarihin değil, “geleceğin sonu” ile karşı karşıya bırakır. Donatella Di Cesare’nin ifadesiyle, “Üçüncü binyılın şafağı, geleceği hayal etmede büyük bir zorlukla beliriyor. Ve en kötüsünden korkuluyor. Artık geleceğe dair herhangi bir beklenti veya öngörü yok. Gelecek kapalı görünüyor. En iyi ihtimal geçmişi yeniden üretmeye mahkûm ya da daha erken bir gelecek görünümü olan şimdide tekrar eden bir durumdayız.”[4] Kendini sürekli yineleyen geleceksiz bir şimdinin sonu, önlenemez, değiştirilemez, engel olunamaz sayılan kıyamettir.
Eric Hobsbawm bundan kırk yıl önce, “Bir zamanlar, yani kabaca 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar, solun hareketleri –kendilerine sosyalist de komünist de sendikalist de deseler– ilerlemeye inanan herkes gibi nereye gitmek istediklerini ve oraya varmak için tarihin, stratejinin ve kendi çabalarının yardımıyla neye ihtiyaç duyduklarını biliyorlardı. Artık bilmiyorlar”[5] diye yazarken “geleceğin sonunun” ilk işaretlerini gündeme getiriyordu.
Başka bir gelecek tasarlayamıyorsak, her şey olduğu gibi kalırsa gerçekleşecek dünyanın sonuna dair de bir alternatifimiz yok demektir. Bemis felaketin ortasında ne yapacağını biliyordu. Bizlerse bugün, ne yapacağımız ne yöne gidebileceğimiz konusunda bir fikre dahi sahip değiliz.
Geleceği kurtarmak
Mesele Hobsbawm’ın ifadesiyle “sol hareketlerin” makûs talihinden ibaret değil elbette. “Dünyanın sonuna” alışmamız bizim bildiğimiz dünyanın belki de gerçekten sona ermiş olmasıyla da ilgilidir. Dünya zaten nihayete ermiştir ve dolayısıyla bunda artık şaşıracak bir şey de kalmamıştır. Dünyayı kurtarmak, felaketi önlemek muhtemelen artık mümkün değildir. Bildiğimiz “dünyanın sonu” gelmiştir; o dünyayı geri getirmek, felaketin sonuçlarını ortadan kaldırmak artık mümkün değildir. Kurtaracak bir şey kalmamıştır.
Başta jeologlar ve stratigrafi uzmanları olmak üzere bilim insanları arasında dünyanın “Antroposen” denen yeni bir jeolojik döneme girdiği konusunda bir konsensüs hâkim olmuş durumda. Dolayısıyla, tarımın ve kentlerin gelişimine olanak veren, son 12 bin yıldır bildiğimiz manada insan uygarlığının içerisinde şekillendiği, alışılmadık ölçüde istikrarlı iklim koşullarının hâkim olduğu “Holosen” dönemi, yani o bildiğimiz dünya yok artık.
İnsan etkisinin gezegen üzerinde asli değişim etmeni haline geldiği Antroposen devrinin dünyası, 56 milyon yıl önceki Paleosen Eosen Termal Maksimum dönemiyle kıyaslanan iklim kriziyle, “Altıncı Yokoluş” olarak tanımlanan soy yok oluşlarıyla karakterize olan bambaşka bir gezegen artık. Dolayısıyla, evet, “bildiğimiz dünya” zaten sona ermiştir.
Bugünün felaketleri, Mike Davis’in deyişiyle “Nuh gibi düşünmeye başlamamıza neden olmalıdır”. Geleceği kurtaracak, bir geleceği yeniden mümkün kılacak Nuh’un Gemisi elbette (çoğu bugün yanmakta olan) dev ağaçlardan değil, günümüzün mücadelelerinin sağladığı materyalle imal edilecek.
Peki kurtaracak hiçbir şey de kalmamış mıdır? Terry Gilliam’ın yönettiği 12 Monkeys (1995) filminde Bruce Willis’in canlandırdığı James Cole adlı karakter, bilimsel bir araştırmada yer almak için gönüllü olmuş bir mahkûmdur. Görevi 1990’lı yılların ortasında dünya nüfusunun büyük bölümünün ölümüne ve insanların yeraltına çekilmesine neden olacak virüsün tespiti için zamanda yolculuk yapmaktır. Bir husus bizim açımızdan çok önemli: Cole’un görevi virüsün yayılmasını önlemek değildir. Felaket yaşanmış, olan olmuştur. Virüs öncesinin dünyası sona ermiştir.
Willis, The Sixth Sense’deki (Altıncı His,1999) rolüne adeta hazırlık yaparcasına “tek gördüğüm ölü insanlar” derken bu durumu itiraf eder. Onun görevi virüsün mutasyona uğramamış bir versiyonunu geleceğe, aslında James Cole’un şimdiki zamanına götürüp bir aşının bulunmasına yardımcı olmaktır. Cole 2035 yılından 1990’a seyahat edince deli addedilip bir kuruma kapatılır. Burada kendisiyle görüşen psikiyatristlere “sizi nasıl kurtarabilirim ki” diye seslenir: “Bu çoktan oldu. Sizi kurtaramam. Kimse kurtaramaz.”
Neticede Cole başarısız olur, virüsü yayacak viroloğa engel olamaz ve öldürülür. Ancak filmin sonunda virüsü yaymak üzere uçağa binip adeta dünya turuna çıkartmış habis viroloğun yanına, 2030’lardan tanıdığımız bir bilim insanının oturduğunu görürüz. Cole “şimdiyi kurtarma” girişiminde mağlup olmuş, ama “geleceği kurtarma” yolundaki çabası boşa gitmemiş, belli ki sonuç vermiştir.[6]
Nuh’un gemisi
“Paradoksal, ama felaketi engellemenin yegâne yolu, onu kaçınılmaz kabul etmektir” diye yazan Slavoj Žižek tam da Cole’vari bir aktivist kötümserliğin gerekliliğine işaret eder:
“Önce felaketi kaderimiz gibi, kaçınılmaz bir olay olarak anlamamız ve bunu takiben de kendimizi bu kadere yerleştirerek, onun nokta-i nazarını kabul ederek geçmişe şamil olmak üzere onun geçmişine (geleceğin geçmişine) karşı-olgusal ihtimaller (‘şunu şunu yapsaydık, içinde bulunduğumuz felaket vuku bulmazdı’) eklememiz ve son olarak da, bugünden bu karşı-olgusal ihtimallere dayalı eylemler üretmemiz gerekir. İhtimaller seviyesinden bakıldığında, geleceğimizin yazgısı karadır, felaket vuku bulacaktır, kaderimizdir o –ancak bundan sonra, bu kabulün ön planında, bizzat bu kaderi değiştirecek aksiyon için seferber olmalı ve böylelikle geçmişe yeni bir ihtimal yerleştirmeliyiz.”[7]
Geleceği kurtarmak için geçmişe bir ihtimal yerleştireceksek, bugünün felaketleri, Mike Davis’in deyişiyle “Nuh gibi düşünmeye başlamamıza neden olmalıdır.”[8] Geleceği kurtaracak, bir geleceği yeniden mümkün kılacak Nuh’un Gemisi elbette (çoğu bugün yanmakta olan) dev ağaçlardan değil, günümüzün mücadelelerinin sağladığı materyalle imal edilecek.
O gemiyi bugünden inşa edebildiğimiz takdirde, “dünyanın sonu”, Enzensberger’in tabiriyle, “negatif de olsa bir ütopya” karakterini yeniden edinecek. O zaman, kıyamet sadece yıkım ve ümitsizlik değil, “intikam, adalet talebi, kurtuluş ve umut dürtülerini” de içerecek.[9]
Mayıs ayının son günlerinde Minneapolis isyanı sırasında duvarlarda görünüp yaygınlaşan “Another End of the World is Possible” (Dünyanın başka bir sonu mümkün) sloganı, tam da bu inanca dairdir, kıyameti yeniden ütopyayla birleştirmeye dönük bir çağrı.
Dünyanın başka bir sonu mümkün!
Yeni bir Nuh’un Gemisi inşası, “felaket komünizminin” belki de en iyi tanımıdır. Ancak dikkat: “Felaket komünizmi” felaketin radikal toplumsal dönüşüm için istenilir olduğu anlamına gelen bir “katastrofizm” (felaketçilik) anlamına elbette gelmez. Topyekûn yıkımın eninde sonunda komünizme giden yolu açacağı, kapitalist uygarlığın küllerinden yeni bir toplumun doğacağına dair böyle bir inancın en bildik örneği, Arjantinli Marksist J. Posadas’ın bir nükleer savaş ihtimaline dair görüşleridir. Posadas’a göre ne kadar ertelenirse ertelensin, bir nükleer savaşın patlak vermesi kaçınılmazdı. Kapitalist sınıf kendi iktidarını korumak için insanlığı yıkıma sürüklemekte tereddüt etmeyecekti.
Dünyadaki canlı yaşamın önemli bir bölümü için yıkım anlamına gelecek bu seçenek, Posadas’a göre komünizmin kaçınılmaz zaferini gene de geciktiremeyecek, belki de hızlandıracaktı. “Atom savaşı kargaşa, korku ve şok yaratacak. Çok sayıda insan mantıklı düşünme yeteneğini yitirecek, ancak proletarya en az etkilenen olarak kalacak. Bu durumdan en çok etkilenen, daha şimdiden geleceksiz ve perspektifsiz kalmış, önünde ölümden başka bir şey görmeyen burjuvazi olacak. Burjuvazi geleceğini yerin altında 100 metre derinliğe gömülerek garantiye almayı ümit ediyor –orada kalacaklar.”[10]
Bugün tarihin “doğal” akışına dair böylesi bir iyimser güven, kadercilik dışında hiçbir sonuca yol açmaz. Felaketin kendiliğinden kapitalizmin sonuna yol açması mümkün değildir. Aslında tam tersi geçerlidir, çünkü kapitalizm metalar üretmekle kalmaz, düzenli olarak felaketler de üretir. İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından ve “sol komünist” hareketin tarihsel önderlerinden Amadeo Bordiga’ya göre, kapitalizmin “felaket ve yıkıma yırtıcı bir iştahı” vardır, felakete ihtiyaç duyar. Felaketin tahrip ettiği büyük yapılar, köprüler, yollar vs. hep “eski kristalleşmiş emeğin”, ölü emeğin ürünleridir. Bunlar inşa edilirken büyük kârlar elde edilir, ancak, bu sadece bir kez gerçekleşir. Tabii bunlar yok edilip bir daha üretilmeleri gerekmezse…
Felaketle birlikte “yok olan zenginlik geçmişe ait, çok eski emektir. Felaketin etkisini ortadan kaldırmak için devasa miktarda bugüne ait, yaşayan emeğe ihtiyaç vardır.” Dolayısıyla “modern sermayenin (…) ölü emeğin ürünlerinin olabildiğince kısa sürede kullanılmaz hale gelmesinde ve böylece canlı emekle, yani kâr ‘emebileceği’ tek emek tipiyle bunların yenilenmesinin dayatılmasında muazzam büyük çıkarı vardır. Bu nedenle, sermaye savaş çıktığında yedinci cennettedir ve felaket pratiğinde oldukça iyi eğitimlidir.”
Bordiga’ya göre sermayenin, “yaşayan emeği sömürebilmek için hâlâ yararlı olan ölü emeği yok etmesi gerekir. Genç kanı emmeyi sevdiğinden, cesetleri öldürür.” Yani “yaşayanlar üzerinde tahakküm kuran kapitalizm, aynı zamanda ölülerin de katilidir.”[11]
Modern tarih bir felaketler, o felaketlerin neden olduğu yıkıntılar yığınıdır ve bizim safımızda filan değil, yaşayanların da ölülerin de katili olan sermaye denen vampirin yanındadır. O nedenle Nuh’un Gemisi’ni bugünde inşa edenler, nasıl olsa gelecek güzel günlere dair kof bir imanla değil, başka bir geleceği kurtarmanın “hâlâ” mümkün olduğuna dair inançla hareket ederler.
Mayıs ayının son günlerinde Minneapolis isyanı sırasında duvarlarda görünüp yaygınlaşan “Another End of the World is Possible” (Dünyanın başka bir sonu mümkün) sloganı, tam da bu inanca dairdir, kıyameti yeniden ütopyayla birleştirmeye dönük bir çağrı. Ayça Çubukçu’nun deyişiyle, “Burada bir vaat yatmakta. Dünyanın başka bir sonunu yaratmak, başka bir role bürünmek, başka bir senaryo yazmak, başka bir umudu beslemek için vakit var.”[12]
Dünyanın sonu geldiyse, hayıflanmayı bırakıp o eski marşımızın sözlerini hatırlayarak yeniden terennüm etmekte fayda var: “Biz başka âlem isteriz!”