2022 İÇİN YARI YIL RAPORU

Ümit Akçay
4 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

2022’nin ilk yarısını tamamladık. Yıl başında küresel beklentiler iyimserdi. Pandeminin etkileri nihayet sonlanacak, iktisadi ve sosyal sorunlar nispeten de olsa azalacaktı. Ancak, 24 Şubat’ta başlayan Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ve pandeminin etkilerinin farklı ülkelerde faklı seviyelerde halen sürmesi 2022’nin ilk altı ayını yeni bir sorunlar yumağıyla geride bırakmamıza neden oldu.

Bu yumağı oluşturan ve çözülmesi gereken en önemli iki sorun alanı, 1) artan küresel enflasyon ve bununla nasıl başa çıkılacağı ve 2) savaşın ekonomik etkilerinin neler olacağı. Bu iki temel sorun alanı kısa dönemde küresel ekonomik yavaşlamayı getirebilir. Sorunlar yumağı giderek büyürken küresel düzeyde de geniş toplum kesimlerinin gidişata itirazları artıyor, sokaklar yeniden ısınmaya başlıyor. Bu yazıda, yukarıda kısaca özetlediğim sorunlar yumağını açacağım, ardından da 2023 seçimlerine bir kala Türkiye’yi bu tabloya yerleştirmeye çalışacağım.

Petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar

Sorunlar yumağını açmaya öncelikle en görünürde olan ipi çekerek başlayayım: Petrol fiyatlarından. 2020 yılı baharında Dünya Sağlık Örgütü Covid-19 salgınını ilan ettikten sonra alınan halk sağlığı önemleri nedeniyle ekonomilerin kapanması sonucunda, bu zamana kadar karşılaşmadığımız bazı gelişmeler yaşanmaya başladı. Örneğin, 2020 Mayıs’ında bazı petrol üreticileri çıkardıkları petrolü almaları için müşterilerine para ödemeyi teklif ettiler. Zira, ekonomiler bir anda durunca, ekonominin yakıtı olan petrol fiyatları sıfırlanmıştı.

Ancak, 2021’in sonunda ekonomilerin yeniden açılmasıyla, daha savaş gündemi başlamadan petrol 80 dolar civarını gördü. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi sonrasında petrol fiyatları artışı sürdü ve 110 dolar civarında şimdilik dengelendi. Kısacası, halen fosil-bazlı enerjilerin ekonominin temel girdisi olduğu bir düzende, petrol fiyatlarındaki bu değişim küresel enflasyonun gerisindeki en önemli dinamiklerden biri olarak görülebilir.

Tedarik zincirlerindeki darboğazlar

Bir diğer önemli dinamik, iki yıldır daha sıklıkla duymaya başladığımız tedarik zincirlerindeki aksamalar. Bilindiği gibi, tedarik zincirleri belirli bir malın üretilmesi için gerekli olan hammaddelerin ve üretimde kullanılan diğer ara malların akışını anlatmak için kullanılan bir lojistik terim. Ancak, “Ne oldu da tedarik zincirleri bu kadar önemli hale geldi?” sorusu için küresel ekonominin son kırk yıldaki serüvenine kuşbakışı da olsa göz atmak gerekiyor.

1970’lerde ABD ve Avrupa’da firma kârlılıklarının düşmeye başlamasına karşı kapitalistlerin geliştirdiği en önemli önlemlerden biri, sermayenin uluslararasılaşması stratejisidir. Bu sayede sadece sendikaların gücü kırılmış olmadı, aynı zamanda hem üretim maliyetlerin daha düşük olduğu coğrafyalara kaydırılabildi hem de tek bir metanın üretilmesinin farklı aşamaları parçalara ayrılarak üretim farklı coğrafyalara dağıtılabildi.

2022’nin ikinci yarısı, 2021’deki büyümenin yavaşladığı bir dönem olacak. Hatta, 2023 itibarıyla, küresel bir resesyon ihtimali giderek artmakta. Bunun yaşanması durumunda, 2023’e stagflasyonist bir kriz damgasını vurabilir.

İletişim ve ulaştırma teknolojilerindeki gelişmelerin de yardımıyla üretimin farklı ülkeleri kapsayacak şekilde yaygınlaşmasının farklı sonuçları oldu. Bunlardan ilki, firmaların yüksek stokla çalışma zorunluluklarının ortadan kalkması, dolayısıyla depolama maliyetinin azalmasıydı. Lojistik ağların kurulması sayesinde sadece üretim için gerekli olan metaların stoklanması gereği azalmadı, aynı zamanda üretilen metaların realizasyon süresinin (pazarda satılmaları) kısalması sağlandı.

İşletme literatüründe Japon Toyota firmasının iş akışından esinlenilerek türetilen ve “tam zamanında üretim” (just in time manufacturing) olarak adlandırılan bu üretim tekniği sayesinde hem tüketici talebine daha duyarlı bir üretim planlaması hem de maliyetlerin daha çok düşürülebildiği bir üretim yapısı oluşacağı ileri sürüldü.

Ancak, bu yapının tekil firma stratejilerinden bir küresel ağa dönüşmesi Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girdiği 2000’lerin başından itibaren hayata geçti. Pandemi başladığında görüldü ki, maliyetleri düşürmek adına geliştirilen minimum stokla üretim stratejisiyle birlikte pek çok ülkede geniş toplum kesimlerinin en temel metalara erişimi bir anda olanaksız hale geldi. Bunun temel nedeni dünya genelinde üretimin Asya’ya kaymasıydı. Büyük çoğunluğu ABD, Avrupa ve Çin arasındaki üçgende oluşan lojistik ağlar üzerine kurulan küresel ekonomi pandemiyle karşılaştığında paramparça oldu.

Sürecin ilk başlarında lojistik sorunların pandemi sonrasında ortadan kalkacağı ve 1970’ler sonrası kurulan üretim yapısını değiştirecek herhangi bir neden olmadığı görüşü yaygındı. Ancak, süreç ilerlediğinde görüldü ki, tedarik zincirleri uzadıkça, herhangi bir nedenden oluşabilecek darboğazların yaratacağı riskler de artıyor. Buna ek olarak, yine son dönemde gelişen “kaynak milliyetçiliği” (resource nationalism) dinamiği, sürecin sadece üretim tekniğiyle ilgili olmayan yanına işaret ediyor. Başta ABD ve AB olmak üzere, çeşitli ülkelerde tedarik zincirlerinin kısalmasının, yerli üretim ya da bölgesel entegrasyon modellerinin daha yüksek sesle tartışıldığını, hatta bu yöndeki stratejilerin resmi metinlere girmeye başladığını görebiliyoruz.

Faiz artırarak ekonomik daralmayı tetikleme riskini almak mı, yoksa enflasyon pahasına istihdamı desteklemek mi gerekir? Fed başkanı Powell’ın açıklamalarından anlaşılan, resesyon yaratmayacak, ancak enflasyonu da dizginleyebilecek bir ince çizgide yürümeye karar verdikleri. Ancak, bu “yumuşak iniş” (soft landing) senaryosunun gerçekleşme ihtimali giderek azalıyor.

Elbette ABD ve AB’nin attığı bu adımları sadece geçici bir önlem olarak değil, bu ülkelerin Çin’in yükselişine karşı geliştirdikleri daha uzun vadeli stratejiler olarak da okumak gerekir. Burada Erdoğan yönetiminin pandeminin ilk günlerinden beri takip ettiği sanayide “kontak kapatmama” stratejisinin oturduğu zemini de görebiliyoruz.

Küresel üretim yapısındaki bu genel eğilimleri bir kenara koyarsak, tedarik zincirlerinde yaşanan darboğazların somut sonuçlarından biri ara malı ve emtia fiyatlarının artışı. Buna bir de 2022’nin bahar aylarında Çin’in uyguladığı “sıfır Covid-19” politikası nedeniyle halk sağlığı önlemlerini yeniden sıkılaştırmasının sonuçlarını da eklemeliyiz.

Bu önlemler özellikle limanlardaki hareketliliği önemli ölçüde yavaşlattı. Hatta yük boşaltmak ya da yeni kargo almak için Şangay limanının açıklarında kuyrukta bekleyen gemilerin oluşturduğu yoğunluk uluslararası basında yankı buldu. Çin’in durması, tam pandemi şartları geride bırakıldı derken yeni bir arz şokunun oluşması ve bunun etkilerinin küresel ekonomiye enflasyondaki artışın sürmesi olarak yansıması anlamına geliyor.

İşgal ve ekonomik savaş

2022’nin 24 Şubat sabahı, erken saatlerde Ukrayna’nın pek çok kentindeki stratejik hedeflerin vurulmasıyla Rusya’nın işgal girişimi başlamıştı. ABD ve AB’nin buna tepkisi Rusya’ya karşı bir “ekonomik savaş” ilan etmek oldu. Önce, Rusya uluslarararası ödemeler sisteminden çıkarıldı. Ardından, Rus merkez bankasının uluslararası rezervlerine el kondu. Üçüncü adım, Rusya’da faaliyet gösteren Batılı firmaların ülkeyi terk etmesiydi. Ve nihayetinde, Rusya’nın özellikle teknolojik ürünleri ve bazı kritik ara malları ithal etmesine kısıtlamalar getirildi. 

ABD ve AB’nin hedefi Rusya’yı Avrupa’daki Kuzey Kore haline getirmekti. Dahası, ekonomik yaptırımlar sonucunda ilk olarak Rusya parası rublenin sert değer kaybedeceği, ardından da Rus devletinin uluslararası yükümlülüklerini yerine getirememesi sonucunda iflas edeceği, sonrasında parasını bankalardan çekmek isteyenlerin neden olacağı banka hücumunun bankacılık sistemini kilitleyeceği ve nihayetinde de rublenin değersizleşmesi sonucunda enflasyonun patlayacağı öngörülüyordu. Yani Rus ekonomisinin çökertilmesi ve bu yolla işgal girişiminin durdurulması hedeflenmişti.

Zaten çok kötü olan gelir dağılımının giderek daha da bozulduğunu düşündüğümüzde, önümüzdeki dönemde dünyada yeni bir toplumsal kabarışın maddi temelinin oluştuğu ileri sürülebilir.

Mart başından itibaren yaşadıklarımız, ekonomik yaptırımların, en azından kısa dönemde, amaçladığı sonucu vermediğini gösteriyor. Dahası, Rusya’nın gaz ihracatının sürmesi ve buna karşın ithalatında keskin bir düşüş olması sonucunda Rusya tarihi cari fazlalar vermeye başladı. Rublenin ilk günlerdeki sert değersizleşmesi sermaye kontrollerinin getirilmesiyle kısmen engellendi ve ruble kısa sürede savaş öncesi seviyelere yaklaşmaya başladı. Batılı firmaların ülkeden çıkması sonrasında pek çok sektörde Sovyetler Birliği’nden kalan ve çoktan çürümeye terk edilmiş üretim altyapısı ve fabrikaların yeniden canlandırılmaya ve özellikle ithalatı yapılamayan bazı malların içeride üretilmesine yönelik çabaların başladığına tanık oluyoruz.

Her ne kadar amaçlanan sonucu vermese de ekonomik yaptırımların, özellikle de merkez bankası rezervlerine el konmasının uluslararası ekonomik ve finansal düzen açısından çarpıcı sonuçları oldu. 1990’lı yıllarda Asya krizi pek çok ülkeyi etkilediğinde uluslararası finansal kurumlar ülkelere ani sermaye çıkışlarının yaratabileceği çöküşlere karşı önlem olarak daha fazla rezerv biriktirmelerini önermişti. Bu tarihten sonra, özellikle küresel parasal hiyerarşide alt basamaklarda olan ülkeler için, rezerv biriktirmek bir zorunluluk haline geldi. Ancak, oldukça maliyetli bir süreç sonucunda biriktirilen rezervlerin Batılı güçlerle yaşanacak bir husumetle bir anda buhar olabileceği örneği, bundan sonrası için, başta Çin olmak üzere, pek çok ülke için önemli bir ders oldu. Bunun uluslararası parasal ve finansal sistem açısından nasıl sonuçlar doğuracağını önümüzdeki dönemde izlemek gerekecek.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin ve Batılı ülkelerin verdikleri “ekonomik savaş” yanıtının uluslararası siyasal iktisat açısından ortaya çıkarabileceği iktisadi ve siyasi sonuçlardan bazılarını 1+1 Express’in web sayfalarındaki yedi bölümlük yazı dizisiyle özetlemeye çalışmıştım. O nedenle burada daha derine gitmeyeceğim. Bu yazı açısından önemli olan husus, mevcut savaş ortamının küresel düzeyde bir hayat pahalılığı krizini tetiklemesidir.

Hayat pahalılığı krizi

Pandeminin yarattığı etkiler, tedarik zincirlerinde yaşanan darboğazlar ve savaş ortamının yarattığı yeni riskler sonucunda ortaya çıkan küresel enflasyonun artışı, yani bir hayat pahalılığı krizidir. Dahası, enflasyon ülkeleri ve ülkeler içindeki toplumsal kesimleri benzer şekilde etkilemiyor. Zengin ülkelerdeki yoksullar ve yoksul ülkeler hayat pahalılığı krizini daha yakıcı bir şekilde hissediyor. Bunun en temel nedeni ise düşük gelir gruplarının tüketim sepetinde gıda ve enerji harcamalarının payının daha yüksek olmasıdır.

Ancak, 2022’de belirginleşen sorunlar yumağı nedeniyle önümüzdeki dönem için sorun sadece enflasyon değil. Gıda krizi boyutlarına varabilecek bir süreçten geçiyoruz. Özellikle Karadeniz limanlarının savaş nedeniyle kullanılamaması ve Ukrayna’dan yapılan buğday sevkiyatındaki aksaklıklar, bazı Afrika ve Ortadoğu ülkelerini doğrudan etkileyecek düzeye gelmiş durumda.

Resesyon riski artıyor

Sorunlar yumağını daha da karmaşıklaştıran, ABD merkez bankası Fed’in artan enflasyona karşı faiz artışı silahını çekmiş olması. Yukarıda kısaca özetlediğim enerji ve emtia fiyatlarının artışı, tedarik zincirlerinde yaşanan tıkanıklıklar ve savaş ortamının yarattığı etkiler nedeniyle artan enflasyona karşı faiz silahının etkili bir şekilde çalışmayacağı bir sır değil. Ancak, fiyat kontrolleri gibi araçların alet kutusundan atılması sonucunda ana-akım para politikasının elinde faiz artırmaktan başka bir çözüm bulunmuyor.

Buradaki faiz artışının mantığı ekonomiyi yavaşlatarak, hatta resesyona sokarak talebin düşmesini sağlamak ve fiyatların bu şekilde düşmesini ummaktan ibaret. Ne var ki, ülke içinde yaratılacak resesyonun savaş ve tedarik zincirlerindeki aksaklıklar nedeniyle ortaya çıkan fiyat artışlarını nasıl durdurabileceği konusu halen bir muamma.

Faizler pek çok ülkede halen negatif ve esasında ekonomik büyümeyi canlandırıcı yönde. Ancak, Fed’in yaptığı açıklamalardan anlaşılan, 2022’de birkaç faiz artışının daha olacağı. Örneğin, 4 Mayıs 2022 tarihli açıklamasında Fed politika faizini 50 baz puan artırdığını ilan etti. Fed başkanı Powell daha sonraki birkaç toplantıda da 50 baz puanlık artışın sürebileceğini beklediğini belirtti. Ancak, bu açıklamalardan 75 baz puanlık bir artışın söz konusu olmadığı anlaşıldı.

Bu süreç, aynı zamanda merkez bankalarının karşılaştığı ikilemi de gösteriyor: Faiz artırarak ekonomik daralmayı tetikleme riskini almak mı, yoksa enflasyon pahasına istihdamı desteklemek mi gerekir? Powell’ın açıklamalarından anlaşılan, resesyon yaratmayacak, ancak enflasyonu da dizginleyebilecek bir ince çizgide yürümeye karar verdikleri. Ancak, bu “yumuşak iniş” (soft landing) senaryosunun gerçekleşme ihtimali giderek azalıyor. Zira, Avrupa ekonomilerinin yavaşlaması ve Çin’den gelen durgunluk haberleri, ABD’deki faiz artışı döngüsünün çok geçmeden bir resesyonla karşılaşarak sonlanması ihtimalini güçlendiriyor.

Kısacası, 2022’nin ikinci yarısı, 2021’de görülen pandemi sonrası canlı ekonomik büyümenin yavaşladığı bir dönem olacak. Hatta, 2023 itibarıyla, küresel bir resesyon ihtimalinin giderek artmakta olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Bunun yaşanması durumunda, 2023’e stagflasyonist bir kriz (yani enflasyon ile aynı anda ekonomik daralmanın yaşanması ve işsizliğin artması) damgasını vurabilir. Bu durumda, bırakın faiz artırmayı, Fed’in yeniden faiz indirimine gitmesi sürpriz olmayacaktır.

Sokaklar ısınıyor

Tüm bu sorunlar yaşanırken çalışanlar cephesinde durum nedir diye sorduğumuzda, karamsarlığı nispeten de olsa dağıtan gelişmeler olduğuna işaret etmeliyiz. Geniş toplum kesimleri için uzun süredir temel gündem giderek artan toplumsal eşitsizlikler. 2008 küresel finansal krizi sonrasında, bizzat krize çözüm olarak geliştirilen politikalar eşitsizliklerin artmasında katalizör rolü oynamıştı. Merkez bankalarının miktarsal genişleme (quantitative easing) uygulamalarıyla krize müdahalesi, basitçe firma kâğıtlarını alarak ekonominin canlandırılmasına dayanıyordu. Dolayısıyla, parasal genişleme büyük ölçüde finansal devlere gitmiş oldu, varlık fiyatlarında şişmeler oluştu ve sonuçta gelir dağılımı adaleti daha da bozuldu.

2022’nin aralık ayında asgari ücret artışı ile başlayacak bir seçim kampanyasıyla, enflasyonun 2022’ye oranla kısmen gerilediği bir ortamda, 2023 baharında seçime gidebilmek Türkiye’de iktidarın stratejisi olarak görünüyor.

Pandemi dönemi boyunca uygulanan politikalar zaten bozulan gelir dağılımı üzerine geldi. Her ne kadar bazı ülkelerde doğrudan gelir destekleriyle çalışanların kayıpları azaltılmaya çalışılsa da, pandeminin ekonomik maliyeti büyük ölçüde çalışanların ve yoksulların üzerinde kaldı. Tedarik zincirlerinde yaşanan tıkanıklıkların enflasyonu daha da körüklediği, savaş ortamı nedeniyle pek çok küresel Güney ülkesinde gıda krizinin kapıda olduğu ve küresel ekonomide yeni bir krizin yaklaşmakta olduğu yönündeki emareleri bu tabloya eklediğimizde, 2022 ile başlayan dönemin yeni bir toplumsal hareket dalgası için işaret fişeği olabileceğini düşünebiliriz.

Uluslararası Para Fonu’nun yakınlarda yayınladığı toplumsal hoşnutsuzluk endeksi (social unrest) bu yönde işaretler veriyor. Dünya genelinde 130 ülkede, medyada görünen eylemlerin takip edildiği endekse göre, 2022’nin henüz ilk yarısı bitmemişken, küresel ölçekte eylemlerin sayısı pandemi öncesi döneme yaklaşmaya başlamış durumda. Yani, zaten çok kötü olan gelir dağılımının giderek daha da bozulduğunu düşündüğümüzde, önümüzdeki dönemde yeni bir toplumsal kabarışın maddi temelinin oluştuğu ileri sürülebilir.

Türkiye’nin kritik dönemeci

Türkiye’yi bu sorunlar yumağı içine nasıl yerleştirebiliriz? Genelde Türkiye üzerine yapılan analizlerin sanki Türkiye bir başka gezegendeymişçesine yapılması bu işi zorlaştırıyor. Ancak, ülke gündeminin küresel gündemdeki temel eğilimlerden tamamen kopuk olduğunu söylemek mümkün değil. Önemli olan küresel gelişmeler içinde ulusal düzeyde ortaya çıkan özgünlükleri ve bunların nedenlerini mümkün olduğunca analize dahil edebilmek.

Böyle bakınca, değerlendirmeye 2013 sonrasında Türkiye kapitalizminin bir yapısal kriz konjonktüründe olduğu tespitiyle başlayabiliriz. Yapısal kriz, devlet krizi ile sermaye birikim rejimi krizinin özgün bileşiminden oluşuyor. 2013’ü dönüm noktası yapan bir yandan küresel finansal koşulların Türkiye gibi ülkelerin aleyhine dönmesi sonucunda sermaye girişlerinin yavaşlaması, diğer yandan da içeride bunun yarattığı sorunlara karşı otoriter konsolidasyon yoluna giren bir iktidar blokunun ortaya çıkmasıdır.

Özellikle ilk kez seçim kaybettiği 2015’ten bu yana, AKP’nin tek gündemi otoriter konsolidasyon, yani bir ucu faşizme açılan bir otoriter rejim tesis etmektir. Dış politikadaki ve ekonomideki zikzakları bu açıdan değerlendirdiğimizde kendi rasyonelinde ilerleyen pragmatik bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz.

İktidar bloku içindeki güç dengesi değişiminin bir yansıması olarak görülebilecek ekonomi politikasındaki yeni rota gereği, 2021’de Eylül-Aralık arası faiz indirimi adımları atıldığında, TL’nin hızlı değersizleşmesi ekonomi yönetimini olağanüstü tedbirler almaya yöneltti. Aralık dönemeci sonrası uygulanan kur korumalı mevduat hesapları ve rezerv satışlarına devam edilmesi yoluyla değeri nispeten sabitlenen TL ile enflasyonun kontrol altına alınabileceği düşüncesi, 2022’deki savaş ortamı nedeniyle artan enerji faturası sonucunda giderek altı boşalan bir öngörü haline geldi. 2022’nin geri kalanı için temel soru yeni bir kur şokunun gelip gelmeyeceğidir.

2022’nin aralık ayında asgari ücret artışı ile başlayacak bir seçim kampanyasıyla, enflasyonun 2022’ye oranla kısmen gerilediği bir ortamda, 2023 baharında seçime gidebilmek iktidarın mevcut stratejisi olarak görünüyor. Enflasyondaki patlamayla geliri enflasyon oranında artmayan geniş toplum kesimlerinin hızla yoksullaşmasını getiren hayat pahalılığı krizine karşın, sanayi üretimindeki canlılık, sanayi istihdamının artmayı sürdürmesi ve işsizliğin pandemi öncesi seviyelere gerilemesi, iktidarın dayanabileceği yegâne zemin olarak görünüyor. Daha öncekilerdeki gibi, önümüzdeki seçimlerde Türkiye bir kere daha kritik bir dönüm noktasına yaklaşıyor. Her şeye rağmen iktidarın kazanması durumunda, otoriter konsolidasyon sürecinin tamamlanmaya başlayacağı bir döneme girilecek. Muhalefetin öncelikli hedefi doğal olarak mevcut sürecin durdurulması. Ancak, otoriter konsolidasyon stratejisinin boşa düşürülmesi Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomik olarak düzlüğe çıkması için sadece bir ilk adım olacak. Gerisi geniş toplum kesimlerinin mücadelesiyle  orantılı olarak gelişecek.

^