ÖLÜMÜNÜN 103. YILDÖNÜMÜNDE JACK LONDON

Feza Kürkçüoğlu
22 Kasım 2019
SATIRBAŞLARI
Kırk yıllık kısa ömrüne elliden fazla kitap ve dünya edebiyatında yer edinmiş başyapıtlar sığdıran Jack London en az romanları kadar serüven dolu bir yaşam sürdü. Amerikan edebiyatında “proleter yazar” olarak ünlenmişti, kitapları hemen her dile çevrildi ve dünya çapında milyonlarca baskı yaptı. Ölüm yıldönümünde saygı ve sevgiyle anıyoruz…
Jack London eşi Charmian’la birlikte çıktığı Güney Pasifik seyahatinde, “Snark” isimli yelkenlisinde (1908)

Amerikan edebiyatının “proleter yazar” olarak ünlenen Jack London, 22 Kasım 1916’da Kaliforniya’da öldü. Ölümünün üstünden 103 yıl geçmesine rağmen hâlâ işçi sınıfının en çok okuduğu yazarlardan biri olmayı sürdürüyor. London’ın henüz 40 yaşındayken sonlanan yaşamı da romanları ve hikâyeleri gibi ilgi çekicidir. Küçükken kurduğu yazar olma hayalini gerçekleştiren London, kısa yaşamının ardında ellinin üzerinde kitap ve yüzlerce makale bıraktı. 1907’de çevrilen Deniz Kurdu filminden başlayarak eserleri yıllar boyunca sinemaya uyarlandı. Kitapları birçok ülkede ve dilde binlerce kez yayınlandı, hayatını anlatan kitaplar yayınlandı…

“İşçi sınıfının içinde doğdum” diyen Jack London, yoksulluğun içinde yetişti. Henüz  ilkokulda okurken sabah ve akşam postasında gazete dağıtmak, hafta sonları da bovling salonunda ve buz arabasında çalışmak zorunda kaldı. 13 yaşında okulu bırakarak günde 12 ile 18 saat arasında çalışılan bir konserve fabrikasında işçiliğe başladı. Gerçekten işçi sınıfı içinde doğmuştu. Neredeyse yapmadığı iş kalmamıştı. Dünyanın farklı yerlerinde icra ettiği meslekler arasında istiridye korsanlığı, hademelik, ütücülük, gemicilik, altın arayıcılığı, boksörlük, maden işçiliği, çiftçilik, savaş muhabirliği, gazetecilik ve nihayet yazarlık bulunuyordu…

“Denizciler, askerler, emekçiler. Hepsi de ağır çalışma, güçlükler ve kazalar sonucunda perişan olmuş, çarpılmış, şekli şemaili değişmiş ve efendileri tarafından yaşlı birer at gibi bir kenara fırlatılmış insanlar. Onlarla birlikte çöp tenekelerini karıştırdım, arka kapılardan kovuldum. Yük vagonlarında ve parklarda onlarla birlikte titreyerek uyudum. Onların Toplumsal Çukur’un en dibindeki mezbahalarda sona eren hayat öykülerini dinledim.”

Yazar, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Annesi Flora Wellman idi. Babasının astrolog William Chaney olduğu iddia edildi. “London” soyadını, sekiz aylıkken annesinin evlendiği John London’dan aldı. Jack’i annesi yerine önce sütannesi Jenny, sonra üvey ablası Eliza büyüttü. Üvey babası John birçok iş değiştirmiş, ancak ne yaptıysa tutunamamıştı. Amerika 1893 krizinin ve onu izleyen bunalımın etkisindeydi ve Jack’in çocukluğu yoksulluk ve yoksunluk içinde geçecekti…

Bir süre çalıştıktan sonra içindeki serüven duygusunun sesini dinleyip bir tekneyle istiridye korsanlığına başladı. Alaska’dan Japonya’ya dünyanın dört bir yanına seyahat etti. London’ın bütün dünyanın tanıdığı, okuduğu bir yazar olmasında on yaşından itibaren her boş zamanında gittiği Oakland Halk Kütüphanesi’nde okuduğu kitapların payı büyüktü. Sıkıntılar ve kesintilerle geçen eğitim hayatı, Kaliforniya Üniversitesi’ni parasızlıktan ilk yılın sonunda bırakmasına dek sürdü.

Jack London sekiz yaşında köpeği Rollo ile

7 Nisan 1900’de Bessie Maddern ile evlendi, Joan ve Becky isimli iki kızı oldu. 1904’de Bessie’den ayrılan London, bir yıl sonra yaşamının sonuna dek birlikte olacağı Charmian Kittredge ile evlendi. 1903’de Vahşetin Çağrısı, 1904’de Deniz Kurdu, 1906’da Beyaz Diş, 1907’de Adem’den Önce, 1908’de Demir Ökçe, 1909’da Martin Eden ve 1913’te Ay Vadisi kitaplarını yayımlayarak dünya edebiyatının ünlü yazarları arasına girdi. Uzun yıllar kendi deyimiyle “toplumsal çukur”un en dibindekilerle birlikte yaşayan London, lise öğrencisiyken Sosyalist Parti’ye katılmıştı. Yapıtları başka dillere en çok çevrilen Amerikan yazarlarının başında gelen, özellikle bir solukta okunan serüven romanlarıyla bütün dünyada tanınan, mektuplarını “devrim için” diye imzalayan yazarın sosyalist kimliği nedense öne çıkarılmadı, hâlâ da çıkarılmamakta…

Feleğin çemberinden geçmiş bir liseli

Jack London, 19 yaşında okula geri dönmeye karar verdi ve Oakland Lisesi’ne yazıldı. Ailesi Jack’i destekliyordu. Eliza okula gidip gelmesi için ona bir bisiklet vermişti. Lisede öğrenciliğin yanında yarım gün de hademelik yapıyor, her gün okul boşaldıktan sonra geç saatlere kadar temizlikle uğraşıyordu. Boş zamanlarını çocukluğundan beri vazgeçemediği Oakland Halk Kütüphanesi’nde geçiriyordu. Okumak ve yazmak onu bu hayatta diri tutan uğraşlardı. Okul dergisi Aegis’e hikâyeler yazmaya başlayan London, bu süreçte sosyalistlerle tanıştı. Toplantılara katılmaya, tartışmalarda konuşmaya başladı. 1903’te yayınlanan “Nasıl Sosyalist Oldum” başlıklı yazısında “kitapların yardımıyla bir sosyalist olduğunu keşfettiğini” söyledi. Marx-Engels’in Komünist Manifesto’sunu okuduktan sonra defterine şu satırları yazmıştı: “İnsanlık tarihi baştanbaşa sömürenlerle sömürülenlerin kavgasıyla dolu… Darwin’in incelemeleri nasıl insanoğlunun gelişimini gösteriyorsa, sınıflar arasındaki bu kavganın tarihi de, bizlere iktisadi uygarlığın gelişimini göstermektedir.”

Komünist Manifesto’yu okuduktan sonra defterine şu satırları yazmıştı: “İnsanlık tarihi baştanbaşa sömürenlerle sömürülenlerin kavgasıyla dolu… Darwin’in incelemeleri nasıl insanoğlunun gelişimini gösteriyorsa, sınıflar arasındaki bu kavganın tarihi de, bizlere iktisadi uygarlığın gelişimini göstermektedir.”

Jack, bir gün kendini City Hall Park’ta toplanmış olan kalabalığa seslenirken buldu. O günü, Dolu Dizgin Bir Denizci: Jack London kitabının yazarı Irving Stone’dan okuyalım: “Toplanmış olan kalabalığa, kapitalizmin örgütlü bir soygun sistemi olduğunu açıklayarak, bu düzenin, işçinin gırtlağına basıp meteliğine kadar aldığını anlatmaya başladı. On dakika ya konuşmuş ya konuşmamıştı ki Broadway’in ana caddesinde nal sesleri duyuldu, koyu renkli bir polis arabası gelip parkın kapısında durdu. İki polis Jack’in yakasına yapıştı. Onu kalabalığın ortasından geçirerek arabaya tıktılar; demir kapılarını sürgüleyerek Jack London’u Oakland sokaklarından geçirip, cezaevine attılar. Jack, itiraz edecek oldu; Amerika sınırları içinde herkesin açıkça konuşma hakkına sahip olduğunu, sosyalistliğin de suç sayılmadığını söyledi. Ama polisin cevabı şuydu: ‘Olabilir… Olabilir ama izinsiz konuşmak suçtur.’ Oakland gazeteleri haberi büyük başlıklarla verdiler, ‘sosyalist delikanlı’nın başına gelenleri anlattılar. Ve Jack London uzun yıllar bu adla anıldı.”

“Sosyalist delikanlı” konuşmaktan vazgeçmedi. Dinleyicileri gün geçtikçe çoğalıyordu. 16 Şubat 1896’da San Francisco Chronicle gazetesinde yayınlanan bir makale onu anlatıyordu. James L. Haley’in Jack London kitabından aktaralım: “Jack London, namı diğer Oakland’daki sosyalist çocuk, her gece Belediye Parkı’nı dolduran kalabalığa söylev veriyor. Daha bir sürü konuşmacı var burada, fakat London çevresine her zaman daha fazla sayıda insan toplayıp, sözlerini daha büyük bir saygı ve dikkatle dinletiyor… London çok genç; daha ancak 20’sinde. Fakat feleğin çemberinden geçmiş ve çok yer gezip çok şey görmüş… Henüz bir lise öğrencisi ve okulda hademelik yaparak geçiniyor. Şimdilerde, Kaliforniya Üniversitesi’ne gidip, toplum meseleleri üzerine uzmanlaşmaya hazırlanıyor… Bu delikanlı, samimiyeti belagatinin önünde giden, enfes bir konuşmacı; her bakımdan tam bir sosyalist, bir anarşist değil… London’a göre, şu ankinden daha iyi bir yönetim biçimi altında yaşamak için mücadele eden her insan, bir sosyalisttir aslında.”

Jack London’ın dokuz yıla sığdırdığı maceralardan üçü: 1893’te fok avı için gittiği Japonya’nın Yokohama şehrinde (solda); 1897’de “Altına Hücum” furyasına katıldığı Kanada’nın Klondike bölgesinde (ortada) ve 1902’de Londra’nın doğu yakasında

London, Nisan 1896’da Sosyalist İşçi Partisi’ne katıldı. 1897’de devrimci konuşmaları yüzünden tutuklandı. 1901’de Sosyalist İşçi Partisi’nden ayrılarak yeni kurulan Amerikan Sosyalist Partisi’ne üye oldu. 1901 ve 1905 yıllarında Oakland belediye başkanlığına adaylığını koydu, ancak seçilemedi. 1905’te sosyalizm üzerine makalelerinden derlediği The War of the Classes (Sınıflar Savaşı), 1910’da da Revolution, and other Essays (Devrim ve Diğer Makaleler) isimli kitapları yayınlandı.

“Nasıl sosyalist oldum?”

1970’lerin kültür-sanat dergisi Militan, Jack London’ın 100. doğum yılı olan Ocak 1976’da sayısını tamamen ona ayırmıştı. Dergideki yazılardan biri de London’ın “Nasıl Sosyalist Oldum” başlıklı makalesiydi. Celâl Üster’in çevirisinden birlikte okuyalım: “Denizciler, askerler, emekçiler. Hepsi de ağır çalışma, güçlükler ve kazalar sonucunda perişan olmuş, çarpılmış, şekli şemaili değişmiş ve efendileri tarafından yaşlı birer at gibi bir kenara fırlatılmış insanlar. Onlarla birlikte çöp tenekelerini karıştırdım, arka kapılardan kovuldum. Yük vagonlarında ve parklarda onlarla birlikte titreyerek uyudum. Onların benimki kadar, hattâ benimkinden de iyi başlayan ve orada gözlerimin önünde, Toplumsal Çukur’un en dibindeki mezbahalarda sona eren hayat öykülerini dinledim. Anladım ki, önceleri onların da son derece sağlıklı bir mideleri, çok güçlü bir gövdeleri vardı. Ve onları dinlerken kafam işlemeye başladı. Sokak kadınlarını ve köprü altı çocuklarını kendime çok daha yakın hissetmeye başladım. Toplumsal Çukur’u olanca somutluğuyla gördüm.”

Jack London şöyle devam ediyordu: “Geçirdiğim değişikliğe gelince. Sanırım, o kudurgan bireyciliğimin hayli etkili bir biçimde benden kopartıldığını ve onun yerine başka bir şeyin çakıldığını bütün açıklığıyla dile getirdim. Ama bir zamanlar nasıl bilinçsiz bir bireyci idiysem, bu kez de bilinçsiz bir sosyalist olmuştum. Yeniden doğmuş, ama yeniden kutsanmamıştım. Ne menem bir şey olduğumu anlamak için oradan oraya koşturup duruyordum. Hemen Kaliforniya’ya döndüm ve kitapların arasına daldım. İlk önce hangi kitaptan başladığımı hatırlamıyorum. Hem zaten bu önemsiz bir ayrıntı sayılır. Olmuştum; adına her ne deniyorsa, işte ondan olmuştum. Sonra kitapların yardımıyla, bir sosyalist olduğumu keşfettim. O günden bu yana bir yığın kitap okudum. Bu kitaplarda sosyalizmin iktisadî görüşleri anlatılıyor, sosyalizmin mantığı ve kaçınılmazlığı en açık bir biçimde ortaya konuluyordu. Ama bunların hiç birinden, hani o Toplumsal Çukur’un duvarlarının çevremde yükseldiğini gördüğüm, durmadan aşağılara, en dipteki mezbahalara doğru kaydığımı hissettiğim günkü kadar derinden ve inandırıcı bir biçimde etkilenmedim.”

Rus-Japon Savaşı’nı izleyen savaş muhabiri Jack London, 1904’te Kore’de Japonlar tarafından gözaltına alınır

Her daim “tehlikeli yazar”

Jack London, henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da çiftliğinde son nefesini verdi. Ölüm sebebi rapora üremi olarak geçti. Uzun zamandır böbrek hastası olan Jack London, eşi Charmian’ın isteğine uyarak son iki yılını çiftliğinde geçirdi. Çocukluğundan başlayarak ağır işlerde çalışan, iskorbüt dahil çeşitli tropik hastalıklar geçiren London, üremi ve alkolizm ile boğuşmak zorunda kalmıştı. Böbrekleri iflas eden, acılarını dindirmek için bir süredir morfin kullan London’ın aşırı doz alarak intihar ettiği iddiası ölümünün ardından dile getirilmeye başladı.

Yapıtlarında intihar eden kahramanların çokluğu ve odasında bulunduğu söylenen bir defterde morfin dozu hesaplamalarının olduğu iddiaları, intihar söylentilerine dayanak oldu. Ancak London gerçekten intihar etmek isteseydi “neden morfin şişesinin tamamını değil de bir kısmını kullandığı” sorusunun yanıtı cevap bulamadı. James L. Haley’in Jack London kitabında yazarın ölümüne farklı bir yorum getirdi: “Büyük olasılıkla, kendine zarar vermeden alabileceği maksimum dozu hesaplamıştı; ancak, vücudundaki güçsüzlüğün, ilacın etkisini artıracağını hesaba katmamıştı.”

10 Mayıs 1933’te propaganda bakanı Joseph Goebbels’in çağrısına uyan Nazi Alman Öğrenci Birliği, “edebî arınma” için Alman-olmayan 25 binden fazla kitabı “törenle” yaktı. Yakılan kitaplar arasında Ernest Hemingway, Helen Keller, H.G. Wells’in yanı sıra Jack London’ın kitapları da vardı…

Jack London’ın cenaze töreni 26 Kasım 1916’da yapıldı. Vasiyeti üzere külleri, Kurt Evi’ne yakın bir tepeye gömülerek üstüne de bir kaya yerleştirildi. 1955’de ölen eşi Charmian’ın da külleri yanına gömüldü. California, Glen Ellen’da bulunan Kurt Evi ve arazisi Jack London Eyalet Tarih Parkı olarak korunmaktadır.

London’ın ölümünden sonra kitapları Amerika’da ve dünyanın birçok ülkesinde yayınlanmaya devam etti. 1920’lerdeki komünizm karşıtı dalga sırasında itibarı sarsılmaya çalışıldı. Federal Soruşturma Bürosu (FBI) yöneticisi J. Edgar Hoover’ın “Amerikan karşıtı görüşleri” bulunduğunu iddia ettiği London statükonun gözünde “tehlikeli” bir yazar olarak kabul edildi. 1950’lerde McCarthy döneminde yeniden gündeme geldi. Ancak Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu gibi kitapları, bu kitaplardan yola çıkarak çevrilen filmlerin beğenilmesi onu büsbütün yok saymalarını engelledi.

Jack London’ın 1908’de yayınlanan Demir Ökçe kitabında faşizmin ayak seslerini okura duyurmasının üstünden henüz 14 yıl geçmişti ki Benito Mussolini, İtalya’da iktidara geldi. Demir Ökçe, İtalya’da 1929’da basıldı ve birkaç ay sonra Jack London’ın bütün kitapları yasaklandı. Faşizm, Avrupa’da yükseliyordu… 10 Mayıs 1933’te propaganda bakanı Joseph Goebbels’in çağrısına uyan Nazi Alman Öğrenci Birliği, “edebî arınma” için Alman-olmayan 25 binden fazla kitabı “törenle” yaktı. Yakılan kitaplar arasında Ernest Hemingway, Helen Keller, H.G. Wells’in yanı sıra Jack London’ın kitapları da vardı…

Jack ve eşi Charmian London

Devrimci gençliğin favori romanları

Dünyada en çok okunan ve eserleri farklı dillere çevrilen Amerikan yazarların başında gelen Jack London’ın kitapları ülkemizde de 1930’lardan beri basılmakta. O yıllarda bütün dünyada âdet olduğu gibi, bizde de, önce hikâyeleri gazetelerde tefrika olarak yayınlandı. Sözgelimi, Vâlâ Nureddin’in 28 Haziran 1929 tarihli Akşam gazetesinde “Vâ-Nû” imzasıyla tefrika edilen hikâyede Jack London, İngiliz yazarı olarak duyuruluyordu: “Bugün dördüncü sahifemizde meşhur İngiliz muharriri Jack London’un ‘Vâ-Nû’ tarafından tercüme edilen Cellât Köpek (Köpeğin Kini) isimli eseri başladı.” Gazete ve dergilerde “kısaltılıp” tefrika edilen Jack London hikâyelerinden biri de Nâzım Hikmet’in çevirisidir. 30 Ocak 1931 tarihli Yeni Gün gazetesinde “Ben” imzası ve “Gemici Hikâyesi: Garba Doğru” ismiyle yayınlanır.

Aradan geçen bunca yılda çok sayıda yayınevi, farklı çevirmenlerin çevirdiği yüzlerce kitabı okurla buluştu, buluşmaya devam etmekte. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Jack London’ın kitapları arasındaki macera romanları öne çıktı. Yıllarca okurun keyifle okuduğu çeviri romanların yanı sıra, özensiz ve kötü çevirilerin ötesinde, “edebi yazından arındırılarak” sürükleyici serüven kitabına dönüştürülmüş, üstelik bir de kısaltılan kitaplar da yayınlandı. London’ın kitaplarının başına gelen bunlarla da kalmadı, “çok satan kitaplar” arasında olduğundan romanları ne yazık ki zaman içinde farklı isimlerle, hikâye kitaplarındaki hikâyeler de yeniden harmanlanarak tekrar tekrar basıldı.

“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyciydi, bense bir sosyalist. İşte bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu yüzden Martin Eden öldü…”

60’lı yıllardan başlayarak özellikle Demir Ökçe, Martin Eden, Ay Vadisi gibi romanlar, devrimci/sosyalist görüşte olanların okuduğu kitapların başında geldi. Jack London’ın 1908’de yayımlanan Demir Ökçe adlı eseri, modern distopya edebiyatının ilk örneklerinden sayılır. Amerika’da oligarşik diktatörlüğün işçi sınıfı üstündeki sömürü düzenini, faşizmin yükselişini ve dünyayı nasıl cehenneme çevireceğini, giderek faşizmle nasıl mücadele edileceğini anlattığı Demir Ökçe, Jack London’ın sosyalist görüşlerinin en açık biçimde yansıdığı bir roman olarak George Orwell’in 1984 romanına ilham vermiştir.

1909’da yayınlanan Martin Eden romanı ise yoksul, eğitimsiz, genç bir denizci olan Martin’in ünlü bir yazar olma hayali için mücadelesini ve şöhrete, paraya kavuştuktan sonra gelen aydınlanma ile burjuvazinin ikiyüzlülüğünden tiksinmesini konu edinir. Jack London’ın yaşam hikâyesini bilen okurların fark edeceği benzerlik yanıltıcıdır. Evet, Martin Eden, Jack London’dır. Ama Jack London, Martin Eden değildir. London, Martin Eden için yaptığı değerlendirmede şöyle der: “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyciydi, bense bir sosyalist. İşte bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu yüzden Martin Eden öldü… Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”

Jack London’ın Bana Göre Hayatın Anlamı kitabına adını veren makale Cosmopolitan dergisinin Mart 1906 sayısında yayınlanmıştı. Oradan birkaç satırla yazıyı noktalayalım: “İnsanların, midelerinden daha değerli ve yüce bir şeye ulaşacakları; onları eyleme geçirmek için midelerinden daha iyi bir güdüleyicinin bulunacağı zamanı iple çekiyorum. İnsanın asillik ve üstünlüğüne olan inancımı koruyorum. Ruhsal güzellik ve özverinin, günümüzdeki berbat oburluğu yeneceğine inanıyorum. Ve son olarak, işçi sınıfına güveniyorum. Bir Fransızın söylediği gibi: Zamanın merdiveninde her zaman, yukarı çıkan tahta ayakkabıların ve aşağı inen cilalı çizmelerin sesi yankılanır.”

^