2020 ölüm-açlık kıskacında geçti. Hız kesmeyen anti-hukuk, anti-demokrasi cabası. Olup bitenler hepimize, her gün “sözün bittiği yer” klişesini tekrarlatıyor. Peki, bu sıkışma, bu enerji birikimi daha ne kadar durduğu yerde durabilir? Express’in Meram’ına bağlanıyoruz, kış sayısından naklen…
Bir Whatsapp mesajı: “İnanılmaz bir şey oldu, sokakta gencecik bir delikanlı ‘Açım, yardım edin’ diye haykırıyor şu an! Bir yerini kesmişler gibi acı acı bağırıyor. Pencerelerden para, ekmek atıldı.”
Bir film sahnesi olsa abartı gelebilir. Yer Şişli, tarih 6 Aralık 2020. Bu bir yazı değil, tweet olsa, “söyleyeceklerim bu kadar” kalıbıyla bitebilirdi. Peki, bir yazı nasıl anlatabilir, söz gerçeğe ne kadar yaklaşabilir? Her gün tanık olduğumuz onca sosyal facia, onların müsebbibi siyasal-ekonomik zulüm, hangimize şu klişeyi tekrarlatmıyor: “Sözün bittiği yer”.
Herkes biliyor, öyle bir yer yok. Ama bunu söyleten bir yer var. İçeriğin sözü aştığı, sözün içeriğe yetmediği bir yer. Oradayız.
O Whatsapp mesajına gelen bir karşılık: “Haftada bir-iki, ikinci-üçüncü halka yakın çevreden intihar haberi duyuyorum. Ve çok gençler genelde, 25-35 arası insanlar. Özellikle Facebook’ta, sürekli birtakım genç insanlara taziye… Biraz araştırınca mutlaka intihar çıkıyor.”
Dört gün sonra, 10 Aralık’ta, medyaya düşen sarsıcı bir haber: “Samsun’da, Metin Irmak adlı mobilya işçisi bir eline iş, öbürüne aş yazıp kendisini astı. Irmak’ın kanser hastası eşine solunum cihazı alamadığı için intihar ettiği…”
12 Aralık, TBMM Genel Kurulu. Kürsüde Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı. Muhalefet sıralarından Metin Irmak ve aş-iş hakkında gelen sorulara bakanın dolaylı cevabı: “Yoksulluk, artık Türkiye için sorun olmaktan kalktı.” Sözün bittiği yer? Pişkinliğin dibi? Acele etmeyelim.
Metin Irmak’ın intiharından aylar önce, salgının birinci dalgasında, tır şoförü Malik Baran Yılmaz “beni bu virüs değil, senin düzenin öldürür” deyince, önce gözaltına alındı, ardından işsizliğe mahkûm edildi. “Kartel devlet” rejiminde sıradan bir gün.
14 Aralık, TBMM Genel Kurulu. CHP vekili Engin Altay: “Millet aç deyince hoplamayın arkadaşlar. Millet aç, perişan. Midesine kuru ekmek giriyor.” AKP vekili, MÜSİAD Denizli Şube Başkanı Şahin Tin: “O zaman aç değil demek ki.” Sözün bittiği yer?
Onlar için öyle. Çoktandır sözleri bittiği için “gerçeklik-ötesi”ndeler. Ar ve hayanın olmadığı yerde. Haliyle, yalanın bini bir para. Her konuda. Covid’den enflasyon rakamlarına, akla gelen ne varsa.
Sağlık Bakanı korona yalanlarını itiraf etmek zorunda kaldı. TÜİK yalanlarını da kurumun eski başkanı Birol Aydemir: “Veriler önce Albayrak’a gitti. Yıllarca rakamlarla oynadılar.”
Oynayamadıkları rakamlar var. Sözün başladığı yer: Asgari ücret 2.324 TL. Yılın başında 391 dolar demekti, 13 Aralık’ta 298 dolar. Erime bir yılda 100 dolardan fazla, ayda 10 dolar civarında.
Ya yoksulluk sınırı? Asgari ücretin üç buçuk katı: 8.115 TL. Evet, “yoksulluk artık sorun olmaktan kalktı”, artık sorun açlık. Açlık sınırı asgari ücretin üstünde: 2.482 TL. “Keyif çayı için.” Görmeyen var mı: “Eve ekmek götüremiyoruz” diyen Malatya Minibüsçüler Odası Başkanı Mesut İnce’ye CB bu cevabı verdi 26 Ekim’de.
Metin Irmak’ın intiharından aylar önce, salgının birinci dalgasında, tır şoförü Malik Baran Yılmaz “beni bu virüs değil, senin düzenin öldürür” deyince, önce gözaltına alındı, ardından işsizliğe mahkûm edildi. “Kartel devlet” rejiminde sıradan bir gün.
Çarklar kimin için dönüyor?
“Kartel”in 2021 bütçesindeki milyar TL’lerin adreslerine bakalım: Patronlara destek için ayrılan kaynak 50.6. İşverenlerin SGK’ye ödemesi gereken işveren primi (27.7) İşsizlik Sigortası Fonu’ndan, yani işçilerin cebinden karşılanacak. Sağlık Bakanlığı bütçesi 77.4, şehir hastanelerine ayrılan kaynak 33. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi (12.977) yedi bakanlığa bedel. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesinin (3.378) yaklaşık dört, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı bütçesinin (2.085) altı katı.
Öldüren düzenin çarkları böyle yağlanıyor, bileniyor. Ve o çarklar salgın koşullarında bile kesintisiz dönsün diye büyük suçlar işleniyor, insanlık suçları.
18 Mart’ta Ekonomik İstikrar Kalkanı adlı önlemler paketi açıklanırken neşesini gizlemeyen, bu nedenle CB’nin “bakıyorum yüzün gülüyor” hitabına mazhar olan TOBB başkanı, 7 Aralık’ta, salgının ikinci ve büyük dalgasında, aynı neşeyle şu duyuruyu yapıyor: “Sanayi işletmelerimizde yaşanan sıkıntıları çözmek üzere, Sağlık Bakanlığı yakın temasta 14 günlük karantina süresini 10 güne indirdi. PCR testi negatif çıkar ve semptom gelişmezse, yedinci günün sonunda karantina bitirilebilecek ve sekizinci günde işe dönüş sağlanabilecek.”
Salgın katliama dönüşüyor. Ve herkes biliyor: Bu katliam en çok emekçileri vuruyor. 8 Aralık’ta, İSİG’in tweeti: “Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığıdır. İşçi sınıfının tüm kesimleri ölüm ve açlık kıskacı altında.”
Herkes biliyor: 14 günlük karantina Dünya Sağlık Örgütü’nün koyduğu koşul. PCR testleri güvenilir değil. Semptomsuz taşıyıcılık Covid-19’un özelliklerinden. Ama ne gam, çarklar dönmeli, dönüyor. Döndükçe de salgın katliama dönüşüyor. Ve herkes biliyor: Bu katliam en çok emekçileri vuruyor.
8 Aralık’ta, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi / İSİG’in tweeti: “Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığıdır. Kasım ayında hayatını kaybeden 294 işçi arkadaşımızdan 160’ını Covid-19 nedenli kaybettik.” Ve devam tweet’i: “Salgınla beraber işçi sınıfının tüm kesimleri ölüm ve açlık kıskacı altında. Yılın ilk 11 ayında ise en az 2032 işçi hayatını kaybetti.”
Covid-19’un işçi sınıfı hastalığı haline gelmesi, pandemide işçi sınıfının tüm kesimlerinin ölüm ve açlık kıskacında olması, Türkiye’ye özgü değil. Neoliberal kapitalizmin hüküm sürdüğü birçok yerde –değişen ölçeklerle– durum öyle.
Atan sigortalar
“Yeni normal” açlığı gösterip koronaya razı ediyor. “Eski normal” açlığı gösterip yoksulluğa razı ediyordu. Şişli’deki facianın anlatıldığı Whatsapp grubunda, söz dönüp dolaşıp Sarı Yelekliler belgeseli Güneş İstiyorum!’a (J’veux du soleil!, 2019) geldi. François Ruffin’in bir G-7 ülkesi olan Fransa’daki iç paralayıcı yoksulluğu ilk elden anlatan, öfkeyle kahreden filminin linki paylaşıldı.
Ertesi gün, bir arkadaşımızın mesajı: “Belgesele başladım dün, daha en baştan gözüm doldu, bıraktım. Ağlak oldum, çok acayip. İyi bir şey görüyorum, içim eziliyor, kötü bir şey görüyorum, gene içim eziliyor. 35 sene ağlamadığımı son beş senede ağlamışımdır, net.”
Ona “yalnız değilsin” demekle kalmamak ve bunun yaygın bir durum olduğunu belirtmek için, yazar Naim Dilmener’in çok paylaşılan tweet’ini bulmak üzere arama motoruna müracaat ediyoruz. “Durup dururken ağlıyorum” yazınca binlerce tweet çıkıyor karşımıza… Ve nihayet Dilmener’inki:
“Bir süredir, durup dururken ağlamaya başlıyorum; öylesine, kendiliğinden… Beynimin bütün sigortaları atmış gibi, engel olamıyor buna. Bu ve benzer her konuda kendimi suçlamaya meyilliyim, ama bu sefer HAYIR! Sorumlu ben değilim.”
Bu mesajlaşmanın birkaç gün öncesinde, Žižek’in Berliner Zeitung’a söyledikleri BirGün’de nakledildi. Şu sözüne katılmamak ne mümkün: “Üçüncü dalga bir akıl hastalığı dalgası olacak… Toplum iğrenç bir barbarlığa sürükleniyor.”
Ve tabii akla peşpeşe Ulrike Meinhof’un ve Rosa Luxemburg’un ünlü sözleri geliyor: “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” ve “Ya sosyalizm ya barbarlık!”
Keskin sirke küpüne zarar verir, o da geliyor akla. Peki, bu sıkışma, bu enerji birikimi daha ne kadar durduğu yerde durabilir? Kendisine bir çıkış bulamaması metafizik olur. Ama, o çıkış karanlık bir yöne de gidebilir. Tarihteki örnekler malûm.
Sosyalizm ise uzun, engebeli bir yol, o da malûm. Ama sözün başladığı yer orası…
Express, sayı 174, Kış (Aralık 2020 – Şubat 2021)