KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
13 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

Blasfem ne demek? Bugün laik toplumlarda neden gündeme geldi? Siyasi ilahiyat akademisyeni Anastasia Colosimo tahlil ediyor. Le Monde’dan naklen…
Speak no evil, Slim Dandy

Bu hafta Küresel Medya Gezintisi’nde çok sayıda ilginç konu, yazı, söyleşi, makale toplamıştım. Mesela, “Bir delikle nasıl seks yapılır?”, “91 yaşındaki Hugues Aufray ateşi yeniden yaktı”, “Ne zaman köfte yapsam, aklıma dedem gelir”, “Bob Woodward’ün kitabında gazeteci ve başkan iki ayrı evrenin insanları”, “Farklılığın sembolleri Rimbaud ile Verlaine Panthéon’a girecek mi?”, “Atlar, insan tahayyülünde neden hep hayranlık yaratmıştır?”, “Chauvet mağarasının ressamlarının metodu”, ”639 yıl sürecek konser”, “Brigitte Fontaine, Olympia’nın kapılarını yeniden açıyor”, “Marlon Brando’dan Kara Panterler’e: montlar neden deri?”, “John Cleese, okuyamadığı kitaplarının kendisiyle birlikte gömülmesini vasiyet etti”….

Ne var ki Anastasia Colomiso’nun söyleşisini okuduğumda, bu metni iki-üç paragrafla özetleyip geçmenin konuya haksızlık olabileceğini düşündüğüm için tüm metni çevirmeye karar verdim.

2015’teki Charlie Hebdo katliamı sanıklarının duruşmaları başlarken, derginin dava özel sayısında Muhammed karikatürlerini yeniden yayınlaması tartışmalara yol açtı.

Siyasetle din arasındaki ilişkiler, düşünce, ifade ve basın özgürlüğü, iktidarla cemaatler ya da bireyler arasındaki münasebetler, kutsallık, söylem/eylem ikilisi, yurttaşlık, demokrasi meseleleri yeniden masaya yatırıldı.

Le Monde gazetesinde yayınlanan bu söyleşide Virginie Larousse’un soruları ve Anastasia Colosimo’nun yanıtları bir yandan bazı önemli tespitler içeriyor, bir yandan da geniş ufuklar açmasının yanı sıra Türkiye gibi geçmişinde asırlarca padişah/halife iktidarını yaşamış, dini değerlerin toplumda, siyasette, dilde, günlük hayatta hâlâ önemli ağırlığı olan bir memlekette yapıcı gözlüklerle okunabilir.

Blasphème / Blasfem, en kısa tanımıyla “dini, kutsal değerleri eleştirmek, kınamak, aşağılamak” anlamını taşıyor. Türkçede, bir ihtimal uygulama eksikliğinden, tek bir sözcükle tam bir karşılığı yok. En yakını “küfr”, ama o da kifayetsiz kalıyor. Bu nedenle, okunduğu şekliyle, blasfem olarak bıraktım.

Blasphème en kısa tanımıyla “dini, kutsal değerleri eleştirmek, kınamak, aşağılamak” anlamını taşıyor. Türkçede, bir ihtimal uygulama eksikliğinden, tek bir sözcükle tam bir karşılığı yok. En yakını “küfr”, ama o da kifayetsiz kalıyor.

Le Monde’un girizgâhı şöyle:

En az dinler kadar eski olan blasfem, tanrıya ya da kutsal olana hakaret anlamına geliyor. Tek-tanrılı dinler bu konuda son derece hassas, ancak mesela Hinduizm gibi başka manevi geleneklerde de blasfem sorunu mevcut. “Dilin/ söylemin yarattığı günah” meselesinin sona erdiği sanılırken, blasfem son birkaç yıldır sık sık gündeme geliyor. Montrouge ve Hypercacher’de meydana gelen Charlie Hebdo katliamının sanıklarının duruşmaları, 2 Eylül’de Paris Özel Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlarken, blasfem yine tartışma konusu.

Blasfem’in bu ısrarını nasıl açıklamak gerekir? Kutsal metinler bu konuda ne diyor? Les Bûchers de la Liberté / Özgürlüğün Kundakçıları kitabının yazarı, konunun uzmanı Anastasia Colosimo[1] ile konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız…

Blasfem’i nasıl tanımlamak gerekir?

Anastasia Colosimo: Blasfem konusuyla ilgilenen insanların ilk gözlemi bu kavramın dünyanın neredeyse bütün dil ve kültürlerinde mevcut olduğu yolunda. Ama blasfem’in tam tanımını yapmak için daha çalışmamız gerekiyor. İlk çıkışında, blasfem tanrıya hakaret anlamını taşıyor. Zaman içinde, anlam ve kavram genişledi, blasfem kutsal olan her şeye hakaret anlamını kazandı. Bu sözcük yine zaman içinde sekülerleşti.

Siz, blasfem tanım olarak/doğal olarak “mağduru olmayan bir suçtur” diyorsunuz. Ne anlama geliyor bu?

İlahiyat terimleriyle konuşacak olursak, blasfem’in mağduru vardır: Tanrı. Ama blasfem yargısal alana girdiğinde, yani mahkemede bir dava konusu olduğunda, bir mağdur olması lâzım ve mağdurun çıkıp şikâyetini hakimlere söylemesi lâzım. Mahkemede bir iddianamenin hazırlanması, sonra da savunmanın sahneye çıkması gerekir. Oysa, bir mahkemede, duruşma salonunda, tanrı mağdur olarak bulunamaz. İşte bu nedenle blasfem’e “mağdursuz suç” denir. Böyle bir durumda da mağdur siyasi olarak yaratılır, inşa edilir. Geçmişte, bu mağdur bütün toplumdu, bugün yanlış yönlendirilmiş bir sekülerleşmeyle mağdur hakarete uğramış dindar kişi oldu.

İnsanlar kendi benzerlerine doğrudan zarar vermeyen bir eylemi neden cezalandırma ihtiyacı hissetmiş olabilir?

Blasfem tanrı zarar görmüş olduğu için cezalandırılmıyor, blasfem’cinin toplumu felakete sürüklediği kanaatine varıldığı için cezalandırılıyor. Kurucu olarak kabul edilen gerçeğe karşı çıktığı için cezalandırılıyor. Burada tipik vaka, Socrates örneğidir: Socrates başkasının hakkına tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanıp mahkûm olmuştu. Böylelikle, mahkemenin gözünde Site’nin tanrılarını sorgulamıştı, yani Site’yi sorgulamıştı. Aynı şekilde, Yahudiler İsa’yı blasfem’le suçlarken, Romalılar İsa’yı isyana teşvikle, isyana kışkırtmayla suçlamıştı. Dolayısıyla, tanrı’ya hakaret etmekle Prens’e, ona bağlı olarak da Site’ye hakaret etmek arasında yakın bir ilişki ortaya çıkıyor. İsyan riskine karşı, blasfem’in yargılanıp mahkûm edilmesi, baskı altına alınması, birleştirici bir edim haline gelebiliyor, böylelikle cemaat ortak bir düşmana karşı birlik olabiliyor.

Tarihte ve gelenekçi toplumlarda siyasi meşruiyet manevi ya da ilahi bir otorite üzerine kurulurdu. Fransa’da Ancien Régime[2] döneminde, monarşi “ilahi hukuk” temelinde tanımlanmıştı. Buradan yola çıkarsak, tanrıya hakaret edilirse, bu aynı zamanda prense hakaret anlamına geliyor. Blasfem mahkûm edildiğinde, bu mahkûmiyet tanrı adına değil, bu gerçeğe inanan insanlar adına verilen bir hüküm.

Ne var ki, bu tahlil bizim çağımız için geçerli değil. Bugün blasfem’i mahkûm edenlerin gerekçelerinde, sanki tanrı insanlarınkine benzer bir hissiyat içindeymiş gibi ele alınıyor. Tanrıya ilişkin duygusal(cı) bir yaklaşım söz konusu burada ve onuru kurtarmak ön plana çıkıyor. Özellikle de radikal İslâm’da bu anlayış güçlü.

Humeyni’nin Salman Rüşdi’ye yönelik yayınladığı idam fetvasıyla bütün Batı dünyası potansiyel olarak dinsiz/günahkâr hale gelirken, her Müslüman da potansiyel birer cellat olarak algılanmaya başladı. Blasfem’in geri dönüşü, dinselin, özel olarak da siyasi ilahiyatın geri dönüşüne bağlıdır.

Sonuç olarak, blasfem dini olmaktan çok siyasi bir kavram.

Evet, kesin olarak öyle. Ve başlangıcından bu yana, blasfem dini olanı marjinal olarak ilgilendiren siyasi bir kavram. 18. yüzyılda La Barre şövalyesi vakası bu gerçeği çok iyi gösterir. O dönemde, dini makamlar blasfem’cilik yapan genç şövalyenin serbest bırakılmasını talep ediyordu, ama mahkeme onu ölüm cezasına çarptırdı.

Fransa’da blasfem suçu 1791’de ilga edildi. Peki bugün laik ülkelerde bile bu kavramın geri dönmesi nasıl açıklanabilir?

Bazıları içinde yaşadığımız çağı “dinselin geri dönüş çağı” olarak niteliyor. Ve bunun da 1979’da, İran’da İslâm Devrimi’yle başladığını savunuyor. Blasfem konusunda ise kilit tarih 1989, Ayetullah Humeyni’nin Salman Rüşdi’ye yönelik yayınladığı idam fetvasının tarihi. Bu fetva ile bütün Batı dünyası potansiyel olarak dinsiz/günahkâr hale gelirken, her Müslüman da potansiyel birer cellat olarak algılanmaya başladı. Humeyni Müslümanların kendi içlerindeki savaşları devre dışı bırakarak bütün İslâm dünyasını ortak bir düşmana karşı birleştirmeye çalıştı. Dolayısıyla, blasfem’in geri dönüşü, dinselin geri dönüşüne bağlıdır, özel olarak da siyasi ilahiyatın geri dönüşüne. Bu söylediğim İran’ı ilgilendiriyor, ama mesela Rusya gibi, Müslüman olmayan ülkelerde de benzeri durumlar var. Rusya’daki Pussy Riot[3] hadisesi mesela.

Pussy Riot

Bunları belirttikten sonra şunu da eklemem gerekir, blasfem meselesi Avrupa’da hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı. Konu sekülerleştirildi. Zaten blasfem suçu da bütün kıtada henüz mevzuattan çıkarılmadı. Bazı ülkelerde bu suç halen mevcut. Fransa’da mesela, 1972’de Pleven Yasası’yla bir makyaj yapıldı. Böylelikle, söz konusu olan artık blasfem suçu değildi, ama “inananlara saygısızlık/ inananları incitmek” olarak formüle edildi. Bu yasa çok müsamahakâr olduğu ve toplumsal barışı tehlikeye sokabileceği iddiasıyla ifade özgürlüğüne bazı kısıtlamalar getirdi. Yasa metni bir dine, bir ulusa, bir ırka ya da etnik gruba mensubiyet ya da mensup olmama nedeniyle yapılan hakaret, iftira ve nefret kışkırtmayı yasaklıyor.

Britanya’da, blasfem suçu 2008’de yasadan çıkarıldı, ama Jeremy Corbyn bu yasanın yeniden mevzuata girme olasılığından söz etti. Charlie Hebdo katliamından sonra, mizah dergisinin blasfem’e başvurmaması gerektiği fikri hızlı bir şekilde yaygınlaştı ve geliştirildi. Burada bence bir çelişki var. Çünkü blasfem inananlara karşı bir hakaret haline getirildi, hatta kimi zaman blasfem, ırkçı bir hakaret olarak da algılandı ki, hiçbir ilgisi yok.  

Devlet bir cemaatle, cemaatlerle temasa geçmez, onlarla muhatap olmaz. Devlet yurttaşlarla ilişkidedir ve bu ilişkisinde yurttaşların sosyal, etnik ya da dini niteliklerini göz önünde bulundurmaz. Yasanın dogmaları ya da sembolleri korumak diye bir görevi yoktur, yasa bireyleri korur.

İslâmiyet’in blasfem konusunda özel olarak hassas olduğu görülüyor. Bu izlenim olguların tutkulardan uzak bir şekilde tahlil edilmesine direnç gösteriyor mu?

Bu kavram, yani blasfem aslında İslâm dünyasından geldi. Ayrıca, bugün sadece Müslüman ülkelerde blasfem’e ölüm cezası veriliyor. Bu ülkelerde, özgürlükler henüz çok kısıtlı, azınlıklarla ilişkiler de çok sorunlu. Blasfem burada bir kez daha karşımıza siyasi bir araç olarak çıkıyor: Blasfem sayesinde iktidarlara rahatsızlık veren dini azınlıklar baskı altına alınıyor. Avrupa’da da, demin söylediğim gibi, blasfem’le ilişkiler çelişkili. Fransa’da, inananlara yönelik hakaret davaları sadece Müslüman gruplarla sınırlı değil. Kenarda köşede kalmış bazı Katolik gruplar, mesela AGRIF (Irkçılığa Karşı ve Fransız, Hıristiyan Kimliğine Saygı için Genel İttifak) üyeleri kışkırtıcı buldukları bazı eser ve edimlere karşı hukuki bir seferberlik sürdürüyor.

Blasfem’in geri dönüşüyle halen içinden geçtiğimiz kimlik bunalımı arasında bir bağ var mı?

“Koru bizi Aziz Prezervatif”

1972 Pleven Yasası kimlikçilik ve mağdur olma arasında çok güçlü bir rekabet ortamı yarattı. 2001’de, İslâmiyet’i “en aptal din” olarak tanımlayan yazar Michel Houellebecq yargılandı, ama mahkûm olmadı. Ters örnekler de var: Bazı Katolik kuruluşlar, Aides Derneği’nin “Koru bizi Aziz Prezervatif” sloganlı afişini mahkemeye verdi ve davayı kazandı. Keza, Marithé+François Girbaud’nun gerçekleştirdiği İsa’nın Son Yemeği tablosunun değiştirilmiş bir versiyonuna[4] karşı açılan davayı da yine Katolik dernekler kazandı.

Bir ihtimal bu yargı kararlarını göz önünde bulunduran bazı Müslüman dernekler, Charlie Hebdo Muhammed karikatürlerini yayınladığında, bu siyasi-mizah dergisine karşı dava açıp kazanmayı bekliyordu, ama olmadı. Bu örneklerden yola çıkınca mesele anlaşılmaz hale geliyor. Blasfem inananlara yönelik bir hakaret kılığına girdiğinde, azınlıkların elinde, kendi kimliklerini bütün topluma empoze etmeye yönelik siyasi bir araç haline gelebiliyor. O zaman da azınlıklar arasında, bir cemaat olarak tanınma, kabul edilme talebiyle rekabete yol açıyor.

Bu durumun, sizce zararlı sonuçları nelerdir?

Pleven Yasası ırkçı hakaret ile bir dine yönelik saldırıyı aynı sepete koyarak, derneklere cemaat adına dava açma hakkı tanıyarak vahşi bir cemaatçilik ortamı yaratmış oldu. Halbuki Fransa, 1791’deki Chapelier Yasası’yla lonca ve benzeri yapıları ilga ederek cemaat ya da cemaatlere değil, bireye değer vermiştir.

Devlet hiçbir zaman bir cemaatle, cemaatlerle temasa geçmez, onlarla muhatap olmaz. Devlet yurttaşlarla ilişkidedir ve bu ilişkisinde yurttaşların sosyal, etnik ya da dini niteliklerini göz önünde bulundurmaz. Yasanın dogmaları ya da sembolleri korumak diye bir görevi yoktur, yasa bireyleri korur. Oysa ki, blasfem girişimleri artık potansiyel olarak nefreti ya da ayrımcılığı kışkırtmaya yönelik eylemler olarak algılanıyor. Bu nedenle Pleven Yasası sonuç olarak blasfem’i yasaklamaya izin veriyor. Bu, korkunç hatta ölümcül bir hatadır. Blasfem ancak ilahi bir gerçek üzerine kurulu toplumlarda tehlike yaratabilir. Demokrasiler ise uzunca bir süredir bu kategoriye girmiyor.

Blasfem suçunu topyekûn ilga etme girişimi, Fransız Devrimi sürecinde başlatılmıştı. Bu yolda sonuna kadar gidilememiş olduğunu nasıl açıklamak gerekir?

Antropolojik bir açıklaması olması gerek bu meselenin. Modernite galiba iktidarı kutsallıktan tam olarak arındıramadı, iktidarı din olmadan tasarlayamadı, tanrı ile ilişkisini bitiremedi, oysa ki ilişkide olduğu tanrı ölmüştü. Bizim dilimizde hâlâ kutsallığın belirli bir ağırlığı var. Dili değiştirmeden paradigmayı değiştirmek zordur. Bu konuda derin bir felsefi çalışma yapılmalı ve “söylemek yapmak mıdır?’’ sorusu yanıtlanmalı. Bütün toplumların kutsal bölgeleri olduğu farz edilir ve sözün de bu bölgeye zarar verebileceği düşünülür. İşte bu nedenle de bazı sözler yasaklanır.

İfade özgürlüğüne getirilebilecek yegâne kısıtlama bireysel düzeyde olmalıdır. Grup, cemaat mantığı yurttaşların olgunluğunu geliştirmez. Her grubun, her cemaatin kendisini her saldırıya uğradığını hissettiğinde mahkemeye gittiği bir toplum pek yaşanası bir toplum değildir.

Yine de bazı kesimler, birlikte yaşamayı korumak için, ifade özgürlüğüne bazı kısıtlamalar getirilmesine onay veriyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Roma Hukuku’nda ifade özgürlüğüne getirilen tek kısıtlama onura yönelik saldırılar alanında var. Yani sizin şanınız şöhretiniz kirletilmişse, yargıca gidip bunun düzeltilmesini talep edebilirsiniz. Ben bu yaklaşımdan yanayım. İfade özgürlüğüne getirilebilecek yegâne kısıtlama bireysel düzeyde olmalıdır. Grup, cemaat mantığı, yurttaşların olgunluğunu teşvik etmez, geliştirmez. Her bir grubun, her bir cemaatin kendisini her saldırıya uğradığını hissettiğinde mahkemeye gittiği bir toplum pek yaşanası bir toplum değildir.

Fransız tipi laiklik çoğu zaman saldırıya uğrar, çünkü pek iyi anlaşılmamış, kavranmamıştır. Halbuki, bu sistem mutlak özgürlüğü öngörür ve sizi sürekli olarak dini ya da başka alanlara ait olan mensubiyetinize gönderen sistemlerden daha hürriyetçidir.

Sizce aydınlar ya da siyasetçiler blasfem’in yakıcı niteliği yüzünden mi otosansür uygulanmasını öngörüyor?

Bence insanların otosansüre başvurmaması gerekir. Böyle bir durum, teröre boyun eğmek, totalitarizme teslim olmak anlamına gelir. Tabii bu da sabah akşam blasfem’e başvurmak anlamına gelmiyor. “Blasfem hakkı” gibi bir deyimden söz edilmesini saçma buluyorum. Ama blasfem hiçbir koşulda mahkûm edilmemeli, kaba saba olsa bile.

İyi de, bugünkü laik toplumlarda, blasfem entelektüel alanda ne gibi yapıcı bir rol oynayabilir? Çünkü dini otoritenin artık bir gücü, bir iktidarı yok ki…

Küreselleşme bağlamında, her ülke aynı zamanda başka ülkelerin saatinde de yaşıyor. Dolayısıyla, meselenin tüm boyutlarını hesaba katan dengeli bir söylem tutturmak gerekir. Yürütülmesi gereken bir mücadele var, o da çoğulculuk mücadelesi. İfade özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğünün temelindedir, din özgürlüğünün temeli de ifade özgürlüğüdür. Blasfem nedeniyle, orada ya da burada, hiç kimse öldürülmediği zaman, blasfem artık bir tartışma konusu, bir sorun olmaktan çıkar

[1] Siyasal teoriler uzmanı, Dr. Anastasia Colosimo, Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nda, İlahiyat Politikaları dersi veriyor. Doktorasını blasfem’in  tarihi üzerine yapan Dr. Colosimo’nun bu çalışması Özgürlüğün Kundakçıları (Stock, 2016) adıyla yayınlandı.
[2]Ancien Régime (Eski Rejim), Fransa’da 16. yüzyıl ile 1789 arasındaki döneme, yani Ortaçağ feodalitesi çağının bir bölümüne verilen isim.
[3] Pussy Riot, Rus feminist punk örgütü, 2012’de Ortodoks bir kilisede dine hakaret olarak nitelenen bir sergi açmışlardı.
[4] Bir reklam ajansının ilüstratörleri, İsa’nın 13 kişilik ünlü “Son Yemek” tablosunda 12 azizin tümünü kadın olarak resmederken, tek erkek olan İsa’yı da sırtı dönük olarak göstermişti.
^