AZİZ NESİN İLE SİVAS KATLİAMI ÜZERİNE

Söyleşi: Faruk Kırtay
2 Temmuz 2023
Aziz Nesin Madımak Oteli'nde, önde Metin Altıok
SATIRBAŞLARI

Sivas Katliamı’nın gelişimini ve Madımak Oteli yangınının nasıl başladığını anlatır mısınız?

Aziz Nesin: 1Temmuz sabahı, şenlik bünyesinde Sivas valisi güzel bir konuşma yaptıktan sonra ben de bir konuşma yaptım. Konuşmalar büyük bir alkış toplamıştı. Ertesi sabah kültür merkezinde kurulan standda kitaplarımı imzalarken yanıma gelen TGRT muhabiri bizlere terbiyesizce sataştı. Kitaplarımı imzaladıktan sonra Madımak Oteli’ne gittik. O âna kadar hiçbir taşkınlık yoktu. Otelde bir süre dinlendikten sonra dışarıdan birtakım sesler duydum. Hiç umursamamıştım. Bir süre bağırır çağırır, sonra da çeker giderler diye düşünmüştüm. Çünkü ne de olsa iyi kötü bir devlet var, bunları bir süre sonra dağıtır demiştim. Ancak, çok geçmeden, yanıldığımızı gördük. Kalabalık gittikçe büyüyor, on bini aşkın insan “Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak”, Şeriat isteriz” sloganlarını atıyordu.

Bir süre bağırır çağırır, sonra da çeker giderler diye düşünmüştüm. Çünkü ne de olsa iyi kötü bir devlet var, bunları bir süre sonra dağıtır demiştim. Ancak, çok geçmeden, yanıldığımızı gördük. Kalabalık gittikçe büyüyor, on bini aşkın insan “Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak”, “Şeriat isteriz” sloganlarını atıyordu.

Dışarıya baktığımızda otelin hemen yanına yığılmış kaldırım taşlarını bizlere doğru attıklarını gördük. Durumu o zaman biraz ciddiye almaya başlamıştık. Otelde bulunan arkadaşlarımız kendilerini ve beni korumak için elbise askısı, sopa gibi uyduruk şeyleri ellerine almışlardı.

Yazar arkadaşlarım beni buradan kaçırarak hem beni hem kendilerini kurtarmak istemişlerdi. Çünkü atılan sloganlara göre hedef bendim. Etrafımız kuşatıldığından dolayı hiçbir yere çıkamıyorduk. Saat 14’te başlayan kalabalık geçen saatlere rağmen dağılmamış, daha da artmıştı. Azgınlaşan kalabalık binayı taş yağmuruna tutmaya başlamıştı. O âna kadar otelin yakılacağını ben de dahil hiç kimse düşünmemişti.

Aziz Nesin Madımak Oteli’nde bir odada, yanında Ozan Davud Sulari’nin kızı Edibe Sulari

Güvenlik kuvvetlerinden müdahale oldu mu? Sizler herhangi bir yardım talebinde bulundunuz mu?

Evet, otel henüz yakılmaya başlamadan önce dönemin başbakan yardımcısı ve SHP genel başkanı Erdal İnönü’yü, Sivas valisini, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nü oteldeki telefondan aradık, görüştük. Telefonda içinde bulunduğumuz durumu ve saldırıların giderek yoğunlaştığını defalarca anlattık. Müdahale edilmediği takdirde büyük olayların çıkacağını bizzat ben ilettim. Ancak bizlere verilen yanıtlar hep aynıydı: “Gereken önlemler alınacak. Valiye bilgi verdik, sizleri kurtaracaklar şeklinde cevaplar veriyorlardı. Baktık hiçbir önlem alınmamış, ulaşabildiğimiz her yere telefon etmeye başladık.

Bizleri de arayan oluyordu. Milletvekili Uluç Gürkan iki kez bizlere telefon ederek girişimlerde bulunduğunu söylüyordu. Ancak önlemlerde hiçbir ilerleme olmamıştı. O an Asım Bezirci, Lütfi Kaleli, Metin Altıok “otelde faks var diyerek yanıma geldiler. Hidayet Karakuş da yanımıza gelerek “basın açıklaması yapalım, durumumuzu anlatalım, basın bizlere yardım edebilir dediler. Basın açıklamasını yazdık, tam fakslayacaktık ki elektrikler, telefon hatları kesildi.

Dumandan boğularak yavaş yavaş ölmek bir işkenceydi. Ayağa kalktım, kendimi ateşin üstüne atarak bir an önce ölmek istedim. Tam kendimi atacaktım, Lütfi Kaleli elimden tuttu, adeta sürükledi.

Otel yangını o an mı başladı?

Öyle diyebilirim, aşağıdan dumanlar gelmeye başlamıştı. Arkadaşlarım aşağıdaki arabaların parçalanarak yakıldığını söylüyordu. Duman kokusu tüm oteli sarmıştı. O an Lütfi Kaleli benim elimden tutarak yukarıya çıkalım dedi. Bizler yukarıya çıkarken yukarıdan aşağıya inmekte olan iki genç kızımızla karşılaştık, selamlaşıp konuştuktan sonra aşağıya indiler, tam bu sırada bir çığlık sesi duyduk, tarif edilemeyecek bir bağırmaydı. Evet, bir ölüm çığlığıydı. Yangın o an çıkmış ve iki genç kızımız yanmıştı…

Aşağıdakiler beni kurtarmak için değil, öldürmek için yukarı çıkıyordu. Bana birkaç defa vurdular, düşmemek için çaba sarfediyordum. Vuranlardan bir tanesi de itfaiye görevlisiydi. Ama o an ölümden geldiğim için hiçbir acı hissetmiyordum.

Hava kararmış, elektrikler de kesik olduğundan dolayı etrafımızı ancak yangın ateşiyle görebiliyorduk. Duman bizim bulunduğumuz katlara kadar ulaşmıştı. Dumandan bir türlü kaçamıyorduk. Koridorlar ateş içerisinde, camlar da erimek üzerindeydi. Odada sıkışıp kalmıştık. O an dumandan boğularak ölmenin ne kadar korkunç bir şey olduğunu düşünüyor, böyle bir ölümü hak etmediğimizi Lütfi Kaleli’ye söylüyordum. Tüm umutlarımı yitirmiştim. Yaşlı ve yorgun olduğumdan karanlıkta sık sık yere düşüyordum. Dayanamayacaktım. Dumandan boğularak yavaş yavaş ölmek bir işkenceydi. Ayağa kalktım, kendimi ateşin üstüne atarak bir an önce ölmek istedim. Bu düşüncemi Lütfi’ye söylemedim. Tam kendimi atacaktım, Lütfi elimden tutarak, adeta sürükleyerek beni cam kenarına sürükledi. Burada biraz hava alıyordum.

Burada şunu açıkça söyleyeyim ki, eğer yanımda Lütfi olmasaydı ben kesinlikle ölmüştüm. Lütfi cam kenarında sık sık imdat, imdat diye bağırıyordu, bizleri duyan olmamıştı. Biraz sonra itfaiyeyi gören Lütfi, “itfaiye, itfaiye diye bağırmaya başlamıştı. Tüm umudumuzu yitirmiştik ki, aşağıdan birisi “komiser yukarda, komiseri kurtarın diye bağırdı. Beni komiser sanmışlardı. İtfaiye komiserini, yani beni kurtarmak için bizim bulunduğumuz kata merdiveni yanaştırdı. İnmeye başladığım sırada da aşağıdakiler “Bu komiser değil, Aziz Nesin. Bunu öldürün, bu kâfirdir sesleri geliyordu.

O an Lütfi benimle beraber merdivenden aşağıya iniyordu. Aşağıdakiler de beni kurtarmak için değil, öldürmek için yukarı çıkıyordu. Bana birkaç defa vurdular, düşmemek için çaba sarfediyordum. Vuranlardan bir tanesi de itfaiye görevlisiydi. Ama o an ölümden geldiğim için hiçbir acı hissetmiyordum. Lütfi’yle beraber polis aracına bindirildim. Bu araçta da polisler tarafından dövüldüm, daha sonra beni hastaneye götürdüler, serum ve kalp ilaçları verdiler.

Ben Sivas’ta halkı sözde tahrik etmişim. Yalan söylüyorlar. Bu yalanı başbakan da, cumhurbaşkanı da söylüyor. Utanmadan oteli yakanları değil, yakılanları suçluyorlar.

O âna kadar otelde çıkan yangında yazar ve sanatçıların öldürüldüğünden haberiniz var mıydı?

Hayır, haberim yoktu. Bana hiçbir şey söylemediler. Askeri havaalanına götürdüklerinde bir askerden öğrendim. Kaç kişinin ve kimlerin öldüğünü öğrenememiştim. Orada İçişleri Bakanı’nın Sivas’a geldiğini ve beni suçladığını öğrendim. Ben Sivas’ta halkı sözde tahrik etmişim. Yalan söylüyorlar. Bu yalanı başbakan da, cumhurbaşkanı da söylüyor. Utanmadan oteli yakanları değil, yakılanları suçluyorlar.

Asıl suçlu olanlar parlamento ve hükümetlerdir. Çünkü oy almak uğruna gericiliğe her türlü tavizi verdiler. Bizler on yıl önce Sivas olayları yaşanabilir mi diye sorsaydık, hep bir ağızdan olmaz derdik. Ama oldu. Sivas’tan sonra aynı şeriatçılar Taksim’de bir araya geldiler. Böyle bir şeyin olacağını söyleseydik yine olmaz derlerdi. Ama o da oldu. Göreceksiniz, Türkiye’de daha çok Maraş’lar, daha çok Sivas’­lar, daha çok Taksim olayları yaşanacaktır. Yaşanacak, çünkü yıllardan beri gelen hükü­metler bu azgınlığı ortaya çıkarmak için gereken tüm yasaları çıkardılar.

Sivas Davası Ankara DGM’de basına kapalı olarak devam ediyor. Olaylara karıştıkları iddia edilen bazı sanıklar serbest bırakılıyor. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

TBMM’de Sivas Davası için oluşturulan komisyon olaylara karışanları aklamaya çalışıyor. İşte, mahkeme basına kapalı da olsa, durum ortada. Sanıklar tek tek serbest bırakılıyor. Cesaret alan bu gericiler daha da saldırganlaşıyor, işte hepimiz Taksim olaylarını yaşadık. Tüm bu olumsuz gelişmelerin suçlusu devlettir, devletin suça teşvik ettikleridir.

Olumsuz gelişmelere demokratik çevrelerce yeterli düzeyde tepki gösterildi mi?

Tepkiler hep yanlış yönlendirildi. Aydınlarımız ah vah edebiyatı yaparak sokaklarda “Türkiye İran olmayacak” sloganları attılar. Türkiye hiç İran, Cezayir olur mu? Türkiye, Türkiye olur, ama nasıl bir Türkiye olur, gerici bir Türkiye olur. İşin kaynağına inmek lâzım. Aydınlarımız katliama katılanların cezalandırılmasını istiyor sadece. Onlar cezalandırılırsa Türkiye kurtulacak mı? Asıl tepki gösterilecek olan yıllardan beri izlenen tavizkâr politikalar ve politikacılardır. Bizler düşünen bir toplum değiliz, o nedenle eğer bir çıkış yolu aranacaksa düşünmeyi öğrenmeli ve duyarlı olmalıyız. Ancak ne yazık ki şu âna kadar iyiye ve güzele yönelik hiçbir gelişme yok. Tüm bunlar ülkemizde daha onlarca Sivas, onlarca Maraş olayı yaşanacağının göstergesidir.

Express, sayı 23, 2 Temmuz 1994

AZİZ NESİN’İN SİVAS PİR SULTAN ŞENLİĞİ’NDEKİ KONUŞMASININ TAM METNİ

Pir Sultan halkın çoğunluğudur

Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. Onun 100. doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor Bakü’de. Nâzım Hikmet’i de çağırıyorlar elbette. O toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi yok. Resmi toplantıdan önce çağrılı yazarlar kendi aralarında konuşurken Nâzım sık sık Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için Kuli hakkında orada öğrendiği bilgileri anlatıyor. Fakat dinleyicilerden Kuli hakkında en can alıcı noktaları öğrendiği için onları söylüyor. Zaten daha önceden başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara aşağı yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece. Yalnız, yanlış bir şey yapıyor. Türkçede Mahdum adı olmadığı için konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahmut Kuli’nin, dünyada olmayan Mahdum Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor.

Şimdi ben Pir Sultan Abdal için buraya konuşmaya gelirken aynı durumdaydım. Elbette Pir Sultan Abdal’ı genel olarak, bir aydın olarak biliyorum tabii, ama bu konuşmaya hazırlıklı gelmem gerekirdi.

Ben programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka çarem yoktu, kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün, havaalanında, sağa sola bakarken kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, Pir Sultan Abdal kitabı, hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi.

Ben de Nâzım gibi, yalnız tabii Mahmut Kuli dememek koşuluyla, Pir Sultan Abdal hakkında onun kitabından öğrendiğimi kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu Abdal adı nereden geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak abdal sözü gezgin dervişlere verilen bir ad, ama çok aptal var, bizim öbür aptallar gibi değil, yüzde 60 aptallar gibi değil.

Bir değil, birçok Pir Sultanlar

14 yaşında idim. Babam beni Kadıköy’deki Cafer Ağa Camii’ne götürdü. Bir cuma günü, demek 14 yaşında olduğuma göre, 64 yıl önce, orada imam, hutbeden sonra vaaz ederken, abdal konusuna değindi. Onun yorumuna göre, ki ben bugün katılmıyorum, ama bir yorumdur. Bilmiyorum, siz ne düşünüyorsunuz bu abdal sözü için, etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda. “Abdal” dedi, “Ab-ü Dil’dir, Ab-ü Dil, gönlü su gibi akan anlamına gelir. Oradan dağılmıştır, oradan yayılmıştır bu sözcük ya da deyim” demişti. Ben hâlâ ona da inanmıyorum. Gönlü su gibi akan Ab-ü Dil’den abdal olduğu lafına inanmıyorum. Tıpkı şey gibi, bu bizim maydanoz midenovazdan gelir, prasa pürhasadan gelir gibi kaynakları hep Arapçaya, Farsçaya bağlamaktan gelen bir yorum bu. Ama böyle, bugün de ben henüz bilmiyorum, tabii içinizde bilenler vardır niçin bu abdal sözcüğü giriyor, Ab-ü Dil doğru mudur, değil midir, bilemiyorum, ama doğruluğuna pek inanmıyorum.

Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği var. Asım’ın kitabında dört ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olması, ki Asım buna katılmıyor, ama bana göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin ve iyi bir yazarın başlıca özelliği, bulunduğu toplumun ve koşullarının propagandasını, ilerici propagandasını yapmasıdır. Ancak, bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir? Sanat ve estetik değeri ağır basan propaganda olursa. Yoksa salt propaganda olursa, o kupkuru bir şair demektir. Propaganda şairidir, çünkü Türkiye İşçi Partisi bile kuruluşundan sonraki ilk Meclis’e 15 milletvekili gönderdiği zamanki toplantılarında, ev toplantılarında, özel toplantılarında bile dörtlükleri “gelin dostlar bir olalım ve tevekkeltül taala Al­lah” diye biten şiirini okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl, Allah’a şu koşullarla gelin dostlar bir olalım, efendim, kılıç çalalım filan, o koşulda. Ne olursa olsun, yani sen eşeğini iyi bir yere bağla da sonra Allah’a güven, o anlamda bir tevekkül.

Propaganda, birinci şeyi, bence vasfı propaganda. Bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır, estet değeri olan propagandadır, öyle olması gerekir.

İkinci büyük yanı kavga şairi olmasıdır. Ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kavgalı, kavgacılığı sürmüştür, kendi ölümünden sonra da bugüne kadar sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok büyük etken olmuştur bu kavgacı şair.

Pir Sultan Abdal’ın bir özelliği, birçok Pir Sultan Abdallar olması. Asım’ın kitabında dört-beş tane filan gösteriliyor. Bana kalırsa, nereden seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandasının sürmesi birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu gösteriyor. Ölümünden sonra da, ölümünden önce de. Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl malı ol­mak, özellikle o dönemde, 15- 16. yüzyıllardaki bu anonim şairlerde güç buradan geliyor. Halk onu özümsüyor, halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor aynı adı taşıyan. Bu şu demektir: Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler. Buraya herhangi bir şair alınmaz, örneğin Nasreddin Hoca fıkralarına herhangi bir adamın fıkrası alınamaz. Ama Nasreddin Hoca, söylememiş, yazmamış bile olsa o doğrultuda, o felsefe doğrultusunda –ki fıkralar girebilir bana göre– Pir Sultan şiirleri de bizzat tarihsel Pir Sultan’ın, asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz, onlardan fazla, ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançla yazmış şairlerin şiirlerinden oluşur gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine, fakat bu Alevilik üzerine olan propaganda, aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum.

Aslında insancıllığının propagandasını yapmış, hoşgörünün propagandasını yapmış ve Alevilik ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviliğin Türkiye’de ve sürekli olarak hoşgörüyü ortaya çıkarmasının nedeni, bana göre, muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin, şirketlerde olduğu gibi, daima yüzde 50’den fazla şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye’de hiçbir zaman Aleviler iktidar olamamıştır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu* Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan hep doğruyu, kendine göre hep doğruyu söyler. Aleviler hep doğruyu söylemişlerdir, hoşgörüde yanılmışlardır.

İktidar olarak iktidar vermek zorundadır. Verebildiği ölçüde. Ama Aleviler hep muhalefette kaldığı için hep istemişlerdir. İstenen daha çok haklıdır. En az yüzde 51 hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi bana göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı, beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce, ama ne yapayım ki bu böyle, ben Ali ile Muaviye arasındaki bin yıl önceki çekişmenin bugün hâlâ sürmesini hiç anlayamıyorum…

Alevilik ve Türkiyelileşmek

Biz ilkokuldayken, ben Darüşşafaka’da okudum, dördüncü sınıfta Siyer-i Nebi ya da Siyer-i Enbiya denen bir ders vardı, din dersi vardı. Aslında din dersi değil de, peygamberler tarihi Siyer-i Nebi; peygamber nebi, Muhammed Peygamber’in hayatı. Siyer-i Enbiya peygamberler tarihi. Orada bu Muaviye ve Ali çatışması bize çok uzun ders olarak anlatılmıştı, öğretilmişti. Ve bu dersi veren hoca tabii Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur.

Orda bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helalarını Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helasının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok, Muaviye’ye hakaret etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam ediyor. Kahramanmaraş olaylarında bunu gördük, can almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli bir kız, öğretmen okulunu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi. Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de, bir Alevi delikanlıyı bir kızın sevmesi, bir Sünni kızın sevmesi. Oysa o delikanlı ne Aleviliği biliyordu ne de gerçek Aleviydi. O Sünni denilen kız da ne Sünni idi ne de Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı. Ve bu büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar, ama o tatlıya bağlandı, aileler dargın kalmak koşuluyla onlar evlendiler ve üç tane çocukları oldu. Bu bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir beni.

Bu şey hakkında, bu düşmanlık hakkında, doğrusu beni 12 imam da, bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni lütfen, çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim de bütün inanmış insanlara saygım olduğu gibi Alevilere biraz daha çoktur saygım. Neden, söyleyeyim. Çünkü, hangi tarihsel neden olursa olsun, en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz bir insan olarak, bu anlamda, Aleviliği tutmuyorum. İnsancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok değer ve önem veriyorum. Şiilik ile, ben onu da anımsıyorum, ve muharremler­ de, 10 muharrem mi ne öyle bir şeydir, matem günündeki Şiilik ile kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı da elbette vardır. Hatta şöyle diyebilirim, yanlış da olabilir, ama böyle bir düşünce var kafamda: Alevilik Şiiliğin Türkiyelileşmişidir. Türkiyelileşmişidir, çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına benzemiyorlar.

Türkiye, Müslümanlığı başka bir çizgiye sokmuştur genelde, bunu anlamak için “Cami-ül Ezher”in içine girmek bile yetiyor. Ben “Cami-ül Ezher”e birkaç kez girdim. Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin, caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca oynarlar ve entarili Arap yere yatmıştır, uyuyordur horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır, cinsel organı şişe şişe kabarmaktadır, onu ben gözümle gördüm. Türkiye’de camide böyle bir şey olmaz. İster Sünni olsun, ister başka şeyden olsun. Yani Türkiye, İslâmlığı Türkiyelileştirmiştir. Alevilik de, bana göre, Şiiliğin Türkiyelileştirilmişidir.

Türkleştirmiş demek istemiyorum, çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır, Kürt Aleviler vardır ama, Türkiyelileştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor sanıyorum. Bir de başka bir şey var, tabii ırk etkisini öne almayan bir insanım bildiğiniz gibi, ama en öz Türklerdir onlar. Nereden anlıyoruz, çünkü gelenekleri, Türk gelenekleri hâlâ sürmektedir. Gelenek ve görenekleri onlarda sürmektedir.

Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir, çok iyi karışmış ayrıca, ama Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır, daha çok toprak insanları oldukları için. Yani örneğin Bektaşiler gibi şehirleşmemiş, daha çok köy insanlarına dayandığı için, daha gelenekleri ile Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları.

Bir modernlik atılımı

Şimdi, bugün Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir? Ben düşüncemi söyleyeceğim. Önce, Musa idi galiba, bu saz çalan arkadaşınız, bu “kohmirem, kohmirem” diyen Sabir’in, yine Azerbaycanlı Sabir’in şiirini okudu, aslında kohiir, bu kohmirim filan falan… Hem de adam akıllı korhiir, çünkü şuradan belli, Sabir’in şiirini bozdu. “Nerede yıbaz görirem korhirem.” Öyle değil ki. “Harda Müselman görirem korhirem.” Korktu Müslüman görmekten korkmaktan. Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim vardır. “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için, Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman, ondan Türk halkı korkar. O deminki Sabir de, şiiri okunan Sabir de Şia mezhebinden.

Ben bizim din ataşeleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviliğin mezhep olmadığını söylü­ yorlar. Doğru, Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır, bilmiyorum, siz daha iyi biliyorsunuz elbette, ne olduğunu doğrusu Aleviliğin. Önemli, değerli bir şey olduğunu biliyorum. Ama tarikat desem tarikat değil, çünkü bir şeyhden şeyhe geçmiyor. Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh olmuyor, efendim, haa, mertebe o filan böyle şeyler, yani biraz somut olarak fiilen var, olan, ama adı mezhep olmayan, tarikat olmayan bir şeydir. Ve daha çok tabii, Aleviler daha çok başka yerlerde, tabii Arnavutluk, şurada burada var, ama daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe derseniz, ne derseniz deyin, ama adı bence pek konmamış gibi yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına, tarikat olmadığına göre, bünyesi bakımından olmadığına göre bir ad bulmak gerekir.

Mertebe uygunsa, mertebe denilebilir. Ama mertebe, cumhurbaşkanlığı da mertebe, Alevi değil, ama onun için, onlar başka bir şey vardır. Ya da vardır, belki ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır? Ben genelde, dört yüz yıl önceki ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlâna da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var. Ama 1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun, eskiyeceğine inanıyorum. Eskimiştir…

Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılmasıyla olabilir. Çağcıllaştırma, bugünkü çağa uyar hale getirebilirsek, o zaman ondaki nedir onlar, insancıllık başta olmak üzere, bir de haksızlığa karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yönüyle olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar, yeni demelerle, yeni deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir. Değişime aykırı bir olaydır.

Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek gerekir. Şimdi çok aykırı gelecek sizlere, zannediyorum ki aykırı gelecek, ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe, Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus zamanında bu saz böyle çalınıyordu, 770 yıl önce Pir Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu, bugün de böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle böyle çalarsak bu olmaz, hiçbir ilerleme olmamış demektir. Türkiye, bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak, şiirlerinde ve şarkılarında ve türkülerinde yaratabilirsek bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu güç işin altından kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugüne kadar.

Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum, hepsinin elinde bir siyah torba içinde saz. Düşünün ki bu saz hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor, olabilir mi böyle bir şey. Haa sazda yenilik yapanlar yok mu? Birkaç tane çok önemli yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık, yaşadık bunlarla. İşte öyle yenilikleri ya da başka yenilikleri getirmezsek saza, bu saz bizim kendimizin kendi ayak bağımız olacaktır gibi geliyor bana. Hiçbir çağcıl olay değildir bu. Tıpkı cami­ mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer. Kocatepe Camisi böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu camiler bir anıtsal ören olarak kalsa, yani cami kalmasa da diyelim ki bin yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsalar­, arkeologlar orayı kazıp çıkarsalar, bakacaklar bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi. Allah Allah, bu cami, diyecekler ki, yav Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası, hiç Türkler ilerlememiş mi? Bunu soracaklar. Sazda da böyle. Türküde de böyle, şiirde de böyle…

Biz nereye geldik, işte o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır, onun yoluna bağlı kalmış oluruz. Yoksa aynen yineleyerek değil.

Aynen yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir, tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin bu etkinlik dördüncüsüymüş galiba, burada görüyorum, 400 yıllık Pir Sultan’ın dördüncü kutlama töreni olabiliyor, Türkiye’deki ağır siyasi baskılardan dolayı.

Pir Sultan Abdal Derneği’nin başkanını kutluyorum, candan çok güzel ve çok değerli bir konuşma yaptı, sayın valimizi de kutluyorum. Ben valiyi kutlamaya alışık değilim, ama bu valiyi elbette kutlayacağım, böyle bir valiyi…

İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak, tekrarlamak istediğim şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir, Türk halkının büyük çoğunluğudur. O nereden belli, çünkü birçok Pir Sultan Abdallar vardır, onu benimsemişlerdir, onun felsefi doğrultusunda yazmışlardır şairler. Tıpkı bu şeye benzer: Market mahalle bakkallarını nasıl kaldırırsa, bir tane Pir Sultan Abdal çıkar, öbürlerinin, aynı yolda olanların adını siler. İşte bu bizim tarihimizde çok var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de, Pir Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılmalar yapmak zorundayız. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde 60 mı, yüzde 90 mı aptal oluruz, belli olmaz.

Sağolun, teşekkür ederim.

^