Burgazadalı bir denizadamı. Bir balıkadam, kelimenin düzden okunuşuyla da. Roberto Calich 1970’lerin sonunda Tophane’deki İtalyan Lisesi’ni bitirdiğinde, babası “memlekette anarşi kol geziyor” diyerek onu Atina’ya, 1964’te oraya göç etmek zorunda bırakılmış halasının yanına yolluyor. Marmara’da Roberto’nun kanına giren balıkadamlık sevdası gittikçe derinlere inerek Ege sularında devam ediyor. Yunanistan nefesle avlanma şampiyonluğunu üç defa kazanan, dünya şampiyonalarında Yunanistan milli takımıyla birçok başarıya imza atan Roberto Calich’in Prens Adaları’ndan Burgaz’da başlayan yolculuğunun izlerini, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Makedonya’ya da uzanarak, komşusu ve yakın aile dostu Murat Türker’in kılavuzluğunda sürüyoruz.
Daha dalacak yaşa gelmeden önce, çocukluğunda Burgazada’da iki dedenle olta avcılığına çıkıyormuşsun. Biri Sait Faik’le tavla oynamış, düziko (rakı) içmiş, adaşın Levanten deden, diğeri Makedonya’nın bir dağ köyünden İstanbul’a gelip en önemli mobilya imalatçılarından biri olan Stoyko Diamandi Elmasoğlu. Ailenin hikâyesi nasıl, iki kanadının da yolu nereden, nasıl Burgaz’a düşmüş?
Roberto Calich: Baba tarafından büyük dedem Giuseppe Calich, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Lloyd Vapur Şirketi’nin temsilcisi olarak Trieste’den Osmanlı başkenti İstanbul’a atanmış. Aslında onun kökeni, Adriyatik Denizi’nin kuzeyindeki, bugün Hırvatistan’a ait Lošinj adasının, bizim evde İtalyanca anıldığı şekliyle Lussinpiccolo limanından geliyor. Motor icat edilmeden önce, denizlere ve okyanuslara hâkim gemiler oradaki tersanelerde yapılır, en iyi kaptanlar oralardan çıkarmış. İstanbul’a uyum sağlamış Giuseppe, emekli olduktan sonra memleketine nedense hiç dönmemiş. Kendisi sefahat içinde yaşamış olmasına rağmen, üç oğlunu o zamanlar İngilizlerin İstanbul’a tanıttığı top oyununa, futbolcu olmaya yüreklendirmiş. Özellikle azınlık takımlarında çok top koşturmuşlar, biri Yunanistan’a transfer bile olmuş. Fakat hiçbiri ailesini topla geçindirmeyi başaramamış, zaten bu mevzu ayrı bir röportaj konusu olabilir. Eşi, büyük büyükannem Enrichetta, Macarmış, fakat soyadımızdaki belirgin Slavlığa rağmen, İstanbul’da doğup büyümüş olan dedem ve kardeşlerinin aralarında İtalyanca’nın Venedik şivesine benzer Trieste şivesiyle konuştuklarını ve İtalyanlıkları hususunda hiç kuşkuları olmadığını hatırlıyorum. Dedem Roberto Ege’nin Tinos ve Nissiros adasında kökleri olan büyükannem Maria Bonn ile İstanbul’da evlenmiş ve babamın çok ufaklığından itibaren Burgazada’da yaz tatillerini geçirmeyi âdet edinmişler.
Türkçe konuştuğum zaman adama Burgaz derim, ama Rumca konuştuğumda Antigoni derim. Cennetim. Orada serbestliği öğrendik. Ne olursa olsun hep dönerim oraya. Sonbaharda bulutlu bir karayel fırtınası varsa ve günübirlikçiler de gelmemişse, eski renklerini giyer Antigoni! Duygular, hatıralar, benden alınamayacak şey onlardır.
Anne tarafından dedem Stoyko çok küçükken babasının peşinden İstanbul’a, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Kastoria’nın hemen yakınındaki bir köyden gelmiş. Rum ustaların yanında mobilya imalatını öğrenmiş ve bazı tarihi kaynaklarda belirtildiği gibi, Türkiye’nin o zamanlar en iyi dört-beş mobilyacısından biri olmuş. Aslında, anadili Bulgarca veya onun Makedon versiyonu olarak bildiğimiz dili konuşur, arada bize de bazı kelimeler öğretmeye çalışırdı. Fakat Karadeniz Şile’den İstanbul’a göç etmiş bir ailenin kızı, diğer Rum büyükannemiz Eleni’nin otoriter yönetimi altındaki dede evinde Rumca konuşuldu ve bir dil böylece kayboldu. Büyükannemizin soyadının Palaologhou olmasının bunda payı var mıydı emin değilim. Fakat kesin olan bir şey varsa, onların da uzun yaz aylarını Burgaz’da geçirmeye alışkın oldukları. Annemle babam sanırım böylece adada tanışmışlar. Kısacası bizim için ada nesilden nesile aktarılmış, genlerimize işlemiş bir coğrafyaydı. Bu arada, bizim evde annemle Rumca, babam ve kardeşimle İtalyanca konuşurduk.
Çocukluğunun Burgaz’ı senin için nasıl bir yerdi, bugün Burgaz hayatında ne kadar, nasıl bir yer tutuyor? Neler değişti en çok adada?
Babam ve kardeşim yaz kış, annem, dayım, kuzenlerim yazlıkçı olarak halen aylarca kalıyor Burgaz’da. Senede bir kez, bütün ailenin çok sevdiği sonbaharda, cumhuriyet bayramı sezonunda adaya gelmeye devam ediyorum. Türkçe konuştuğum zaman adama Burgaz derim, ama Rumca konuştuğumda Antigoni derim. 18 sene yazlıkçı olarak yaşadığım yer. Cennetim. Orada serbestliği öğrendik. Ne olursa olsun hep dönerim oraya. İstanbul’u da çok severim. Ben İstanbulluyum, bunu kimse alamaz benden. Ben çocukken nostalji siyah-beyazdı. Ama gözlerimi kapatıp gevşeme egzersizleri yaptığım zaman, renkli film olarak gözümün önünden geçen, rıhtımda sıcak, huzurlu, rüzgârsız bir sabah, güneş Heybeli’den bir karış çıkmış, her yer tenha, tek başımayım ve beş yaşında bir çocuğum… Evler ahşap, kararmış, beton olanlar da şimdiki gibi çirkin değil. Kokular ve renkler capcanlı. Bugün çok bozuldu. Özellikle yangından sonra, sanki ufaldı. Ama sonuçta, yer aynı, mekân aynı. Hele hele sonbaharda bulutlu bir karayel fırtınası varsa ve günübirlikçiler de gelmemişse, eski renklerini giyer Antigoni! Duygular, hatıralar hiç değişmez. Benden alınamayacak şey onlardır.
Dedelerle balığa çıktığın o günlerden aklında en çok yer eden anlar, sahneler neler?
En eski anım kıyılardan ve iskelelerden lapin, çırçır, kayabalığı, isparoz, izmarit gibi balıklar tutmam. Yem olarak midye kullanırdım, bazen de izmarit ve isparoz tutmak için fırından hamur alırdım, ama denize varana kadar yarısını yemiş olurdum, mayanın o acımsı tadı hâlâ belleğimde… Sandalla ilk olarak adaşım olan dedemin beni bir yaz sonu gecesi lüfere götürmesi balıkçılıkla ve denizle ilişkimi çok etkilemiştir. O gece, dedemin piknik tüpüne bağlanan ışıklandırması, yani “lüks”ü yoktu. Karanlık o kadar koyuydu ki, sanki gözleri kamaştırıyordu, etraftaki öbür balıkçıların uzaktan gelen sesleri çok gizemliydi! Yön alabileceğimiz tek kerteriz adadan gelen loş ışıklardı. Bir lüfer tutmuştu dedem, ama oltasının misinası karışmıştı ve karanlığın içinde çözemediği için geri dönmüştük. 5-6 yaşımdaydım herhalde, çünkü dedem ben 7 yaşımdayken vefat etmişti.
Deniz benim için balıklardır. Balıksız bir deniz deniz değildir! Hocamız Pelizzari der ki, tüple dalanlar, etrafı görmek için dalar. Nefesle dalanlar ise kendi içine bakıp yeni duygular keşfetmek için dalar.
Öbür dedemle de çok sene sonra, 16-17 yaşımdayken, sıcak, lodoslu ve mehtaplı bir Kasım gecesinde, Kaşıkadası’nın Burgaz’ın Medeni Bey burnuna bakan tarafında, arkadaşım Mehmet’in Cico isimli sandalıyla balığa çıkmıştık. Yem olarak sabahtan su iskelesinin önünde yaptığımız voliye yakalanan strongilos balıklarını kullanarak 40 küsur lüfer tutmuştuk. Livar taşmıştı neredeyse. Dönüşte lodos civarinalarının artması ve dedemin kilolu olması yüzünden rıhtıma varabilmek için küreklerde zorlandığımı hatırlıyorum. Eleni yayam bizi bekliyordu. Lüksü yakmadığımız için çok endişelenmişti. Ama balık curcunası o kadar yoğundu ki, lüks gerekmemişti, üstelik tam dolunay vardı! O lüferlerden yayam tuzlama bile yapmıştı.
1979’da Atina’ya göç ettiğimde, en başlarda oltacılıkla pek uğraşmadım. Çünkü hem sandalım yoktu hem de İstanbul’daki gibi lüfercilik yoktu, ki ben dedemler yüzünden lüferciliğin hastası olmuştum. Adada kalıpları malta taşından kendim imal ediyor, zokalarımı kendim üretip arkadaşlarıma da veriyordum. Ne zaman elimize “avcı” bir zoka düşse, hemen onun kalıbını açıyor ve akabinde zokayı üretiyordum. Çocukluktan âletlere çok meraklı olduğum için ellerimle beceremediğim hiçbir iş yoktu neredeyse. Kalıpların nasıl yapılacağını babam öğretmişti ve hâlâ manyaklar gibi eski viranelerde gezerken nerede bir malta plakası görsem, hemen araklarım. En son Milos adasından iki-üç tane bulup getirdim! Oltacılıkla daha sonraları kendi teknelerim olduğunda uğraştım, ama zokalarla değil. Özellikle uzun oltanın ucunda canlı zarganayla İstanbul’da lüfer, kofana ve eskiden sinarit tutulduğu gibi, Yunanistan çevresindeki denizlerde akya, sinarit ve orfoz çeşitleri avlamışlığım var. Ama oraya göç ettiğim zamanlardaki denizin bolluğu ve berraklığı daha çok sualtına yöneltti beni.
Eski İstanbul’da binlercesine rastladığımız, bugün esamisi okunmayan klasik kürekli Haliç sandallarına yetişmişsin. Livar, ıskarmoz, kürek gibi tekne aksamı sende nasıl duygular uyandırıyor?
Kaybolan bu kürekli sandal kültürüne âşığım! Küçükken babamla Eminönü’nden Karaköy’e, karşıya geçişlerimizi hatırlıyorum. Adadaki balıkçıların, lüfercilerin, nişancıların teknelerini hatırlıyorum. Boğaz kıyılarındaki açık ve kapalı kayıkhanelerdeki sandalları hatırlıyorum. Haliç, Kadıköy, Haydarpaşa’daki kayıkları hatırlıyorum. Kınalıada’da poyrazdan korunmak için yanyana çakıllara çekilen onlarca sandal hatırlıyorum. Unutamıyorum İstanbul’un o güzel zamanlarını. Evet, livar kokusu, sandal kokusu, ıskarmozların nemden şiştiği zaman zorla yerinden çıkarılması, adanın etrafını dolanırken kol ve bilek kaslarının şişmesi. İşte bütün bunlar ve daha neler neler… Tuzla’daki İsmail usta sağolsun, dedesi Pamuk ustanın 1944’te yaptığı 6 metrelik kürekli bir Boğaz sandalını onun atölyesinde görmüştüm. Aynısını yapabileceğine dair kendisinden söz alınca hiç tereddüt etmeden, şişme sürat botumu satıp hemen İsmail ustaya bir tane yaptırdım. Daha sonra ona, babamın hatıralarına dayanarak çizdiği Latin bir yelken de uydurdum. İşte o zaman anladım ki, bu sandalcılık kültürünün ötesinde, o devrin insanlarının denizcilik bilgisi ve kabiliyetleri çoktu.
Adada Coni lakabıyla tanınan baban Giovanni’nin kotraya dönüştürülmüş isimsiz ilginç bir yelkenlisi vardı…
Ayvansaray’daki Hürrem ustanın sihirli ellerinden çıkma o sandalı babam yazları karpuzculuk, kışları da hale balık taşımacılığı yapan Proti’deki (Kınalı) bir adamdan almıştı. Balta baş, karpuz kıç, hiç abartılı olmayan ufak tefek bir kabin, bir direk ve turuncu branda yelken. O turuncu yelkenle Marmara’da meşhur oldu. Sonradan o stil çok taklit edildi. Biz denizciliği ve yelkeni o tekneyle öğrendik. Ne yazık ki, o tekne şimdi Burgaz’ın kooperatifinde çürüyor. Babam belki on senedir suya indirmedi. Bir ara Koç Müzesi’ne hediye edelim dedik. Geldiler, baktılar, ama o iş niye olmadı, öğrenemedik.
Baban sualtı avcılığının pek bilinmediği, hatta sualtı dünyasının pek az tanındığı bir çağda kendi kendini yetiştirmiş bir balıkadam. Seni onun yolundan gitmeye çeken neydi?
Babamın sualtı aktivitileriyle uğraşıyor olmasının, özellikle balık avlamasının, 5-6 yaşımdan itibaren beni yanına almasının, tuttuğu o koca balıkların ve istakozların beni etkilemiş olması gayet doğal. Ayrıca, o zamanların ekolojik hassasiyeti kapsamında bana doğa sevgisi ve saygısını da öğretti! Sualtı avcılığıyla uğraşmasaydım tabii çok daha mutlu olacaktı, çünkü tehlikeleri biliyordu ve hep temkinli olmamı tembih etti. Ama bence çok abartıyordu, çünkü tembihlerinin bende o yaşlarda yarattığı korku hayatım boyunca bazı durumlarda girişken olmamı engelledi, bu yüzden de gelişebileceğim kadar gelişemediğimi sanıyorum.
Youtube balık avcılığı “pornolarıyla” dolmuş vaziyette. Şimdiki avcılar gösteriş meraklısı, bütün dünyada! Mütevazi olanlar çoook az! Zıpkının üstüne vidalanan kameralar artık “must” olmuş! Adam yüzmesini bilmiyor, zıpkına ne kamera takacak derdinde.
Denizde, sualtında seni büyüleyen ne? Denizin içinde, sualtında olmak nasıl bir duygu?
Maskeyle daldığım zaman beni en çok deniz canlıları, özellikle balıklar ve memeliler büyülüyor. Onları kendi ortamlarında izlemek ve alışkanlılarından bilgiler edinmek en büyük hobim. Ve bu, ilk suya girdiğim devirlerden başlar. Evde Akdeniz Balıkları diye yedi ciltlik bir ansiklopedisi vardı babamın. Başka hangi ansiklopedi vardı diye sorarsanız cevabım, hiçbiri! Böylece saatlerce ve çok dikkatlice çalışırdım bu ansiklopedilerin üzerinde. Onları alıkoydum tabii ki göç edince. Şimdi bende onlar.
Ve bilmediğim Akdeniz balığı yoktur. Ama görmediğim kesin var. Özellikle çok derinde yaşayan cinsler. Ama onları da arasıra balıkçıların teknelerinde ve tezgâhlarda gördüğüm oluyor. Balıkhanelerde çok acıyorum bazı insanlara, çünkü onlara Okyanus balıkları satıyorlar! Ve artık bu çok sık oluyor! Anlayacağınız deniz benim için balıklardır. Balıksız bir deniz deniz değildir! Hocamız Pelizzari der ki, tüple dalanlar, etrafı görmek için dalar. Nefesle dalanlar ise kendi içine bakıp yeni duygular keşfetmek için dalar. Tabii ki bu özellikle yüksek performans gösteren sporcular için geçerli. Bu işin tek yolu budur. Balık avlayanlar ise etrafına bakıp avlarını görmeye mecburlar. Ben her ikisini de yaptığım için aradaki farkı biliyorum. Ama en sevdiğim, bana en çok haz veren zıpkınlı veya zıpkınsız dalıp denizlerin balıklarla dolu olduğunu görmektir.
Burgazadalı burjuvazinin çocukları genelde Avrupa veya Amerika’da okumak ister. Senin Atina’ya gitmeyi tercih etmenin nedeni neydi? Orada kendini yabancı gibi hissettin mi? Nasıl, neden koptun Burgaz’dan, İstanbul’dan?
Atina’ya göçümün en mühim ve pozitif unsuru denizlerdi. Cennet gibi denizler. Denizde okudum ben! Türkiyeli, İstanbullu olarak tabii ki yabancı sayıldım. Beni tek kurtaran “yabancı” ismimdi! Ancak seneler sonra asimile edildim. İstanbullu Rum şivesini çabuk attım üstümden, şu an dikkatli konuştuğumda çok zor anlaşılıyor yerli olmadığım! İstanbul’da doğup yaşamış birisi olarak Atina için fakir akraba gibi bir şey diyebilirim. Kolay bir şehir, 4 milyonu geçmez, mesafeler küçük, ama İstanbul’la kıyaslanamaz. Coğrafyadan anladığım için çabuk öğrendim ve Atina’yı severim. Ama yazları çok sıcak olabiliyor. İstanbul’a nazaran çok büyük bir avantajı var tabii ki, etrafındaki denizler çok temiz ve berrak. Faliro’da bile denizde yüzülüyor. Diyeceksin ki, eskiden Caddebostan’da, Moda’da, Salacak’ta da yüzülüyordu, ama Ege’nin berraklığı hiçbir zaman olmadı Marmara’da. Böylece Atina’da 18 yaşımda hayatımla yeni bir ilişki başlamış oldu, aile, deniz… Şimdi ise reset yapma zamanı geldi diyebilirim.
Yunanistan gibi binlerce adaya sahip, dünyanın en eski süngercilerinin hikâyelerinin destanlaştığı bir yerde denize, sualtına, dalgıçlığa dair neler keşfettin?
Ege adalarının güzelliği hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Eşsiz bir güzellik ve ortam. Ve tabii ki Girit, Batı’daki adalar ve bütün denizler muazzam. Kalymnos’un süngercileri de bu zengin denizlerin ortamında gelişmiş en antik sualtı gruplarına girer. İki sefer gittim Kalymnos’a. Deniz hakkında, derilerine tuz işlemiş insanlardan hikâyeler dinlersen günler geçer, farkına varmazsın.
Gelişme dediğimiz şeye son vermek lâzım. Gelişme gezegenimizi öldürüyor. Yeter o kadar gelişme! Şimdi gezegeni kurtarmak için çaba göstermek lâzım. Dünya çapında yeşil bir ihtilal ancak sorunu çözebilir.
Yıllar içinde balık avcılığında kendi geliştirdiğin birtakım teknikler oldu mu?
İstanbul’da ilk dalmaya başladığımda bir gün Kalpazankaya’da büyük bir karagöz sürüsüne denk gelmiştim, sene ‘76-‘77 olsa gerek. Hemen dalıp kovalamak istedim, civciv kovalayacakmışım gibi… Tabii ki balıklar tüydü. Akşam babama anlattım olayı. Ne yapmalıydım, ne yapayım, kafamı kurcalıyor… Israrım üzerine, daha çok da başından savmak için sanırım, bir daha rast gelirsen kovalama onları, dal ve önüne bir kayayı siper alarak onların sana gelmesini bekle demişti. Ertesi gün, aynı sürüden kocaman bir baltabaş karagözü akşam babama gösterince, “onu nasıl tuttun” sorusuna “senin tarif ettiğin gibi” diye cevap verdim. Gözleri yuvalarından fırladı, çünkü o bu tekniği yalnız levrekler için uygulardı. O gün bugündür bu en sevdiğim tekniktir, senelerce onu geliştirdim. Yunanistan’a geldiğimde bu teknik bilinmiyordu. Herkes kayaların kovuklarında orfoz, karagöz, eşkine gibi balıklar avlarken, ben sinarit, akya, levrek gibi açık sularda yaşayan balıklar avlıyordum. Bakma şimdi, Youtube balık avcılığı “pornolarıyla” dolmuş vaziyette. Şimdiki avcılar gösteriş meraklısı, bütün dünyada! Mütevazi olanlar çoook az! Zıpkının üstüne vidalanan kameralar artık “must” olmuş! Adam yüzmesini bilmiyor, zıpkına ne kamera takacak derdinde.
Bugün Ege denizinde sualtı yaşamı ne vaziyette?
Ege’de büyük kentlere yakın sahiller deniz yaşamı açısından artık çok fakir. 30 metreden derine dalamayan ancak çırçır vurabiliyor. 2016’da Syros adasında organize edilen dünya şampiyonasında iyi puantaja giren zıpkıncılar 30 ile 60 metreler arasında avlanabilenlerdi. Bunu nefesle balık avının ne seviyelere vardığını anlaman için söylüyorum!
2016’da sualtı zıpkınla balık avı dünya şampiyonasını ilk defa kazanan Yunanistan milli takımının teknik direktörüydün. Nasıl oldu milli takım teknik direktörlüğüne gelmen ve o şampiyonluk?
O müsabakada zıpkıncılarımız dünya şampiyonluğunu kazandı. 20 yaşımdayken günlüğümün ilk sayfasına yazdığım cümleler gerçeğe dönüştü. Sualtı avcılığında gelişmeyi, milli şampiyonalara katılmayı ve –neden olmasın– bir gün dünya şampiyonu olmayı diliyordum, sonunda o rüya da gerçekleşti. Şampiyona Syros adasında oldu, zaten Syros’da nefesle sualtı avı çok popülerdir. 1984’ten itibaren Syros’a giderdim, iki senede bir yarışmalara katılmak için. Hatta 1990’da üçüncü Yunanistan şampiyonluğumu orada kazanmıştım. Böylece federasyonda beni milli takım direktörü olarak seçme fikri oybirliğiyle kabul edildi ve bu rakip takımlar arasında önemsenen bir olay haline de geldi. Bizim takımdaki yarışmacıların seviyesi çok yüksekti, şampiyonluğu kazanıp beni çok gururlandırdılar!
Şu anda esas olarak neyle uğraşıyorsun?
Nefesle serbest dalış kursları veriyorum, sualtı takımları satan dükkânım var. Kişisel olarak Masters yüzme yarışmalarına da katılıyorum ara sıra.
Dalmaya heves eden yeni başlayanlara ne gibi tavsiyelerde bulunursun?
Bugün bu faaliyete merak saran bir gencin neden merak sardığını araştırmak gerek ilk başta. Şayet önüne Youtube videoları düşmüşse ve orada gördükleri onu bu hobiye çekmişse, sorun var. Evde kanepede gevşek gevşek oturup seyrettiği kurgulanmış av videoları ona çok kolay bir şeymiş gibi gelebilir. Eğer öyleyse, başladığında, suya ilk daldığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Sualtı avcılığında başarılı olmak için inanamayacağın kadar çok faktör etkili. Birincisi, iyi bir yüzücü olmak. İkincisi, muhakkak serbest dalış kursundan geçmek. Diyelim ki bu ikisi oldu, devamı on kat daha zor: Balık çeşitlerini ve alışkanlıklarını bilmek, coğrafyaya hâkim olmak, harita okuyabilmek, meteoroloji bilgisi, ekoloji, zekâ… Say say bitmez. Denize her gün çıkan biri, her sefer yeni bir şey öğrenir. Bunun sonu yok. Videolardan balıkadamlığı öğrenebileceğini zanneden vapuru çoktan kaçırmıştır. Yok GPS’miş, yok efendim ecosounder’mış, şişme botmuş, yeni model dıştan takmaymış. Gerçek balıkadam en son araştırır bunları. Önce suda su gibi olmayı öğreneceksin, sonra yavaş yavaş o “binayı” inşa edeceksin. Uzun lafın kısası ya anadan babadan denizle uğraşanların soyundan olursun yahut da sabırla uzun zamanda tecrübe kazanarak, denize ve canlılarına saygı duyarak bu işe girer ve devam edersin!
40 sene sonra aynı yerlere dalıyorum, bütün kayalıkları, kovukları, sualtı patikalarını gözü kapalı bulabiliyorum. Halis bir Burgazlı balık avcısı olarak, herhangi bir anda karşıma çıkabilecek, babamın tarif ettiği o dev sinaritleri düşlüyorum.
Sualtı dünyasının tekrar canlanabilmesi için bir mıntıkanın sualtı parkı ilan edilip bir süre kendi halinde bırakılması gerekiyor. Sence denizlerimizi, hatta okyanusları kurtarmak için neler yapılmalı?
Devamlı kontrol altında tutulan deniz parkları, denizlerin canlanması için tek çare! Çok ufak bir misal, Prens Adaları’nın dar çevresi endüstriyel ava kapanınca deniz hemen canlandı ve bunu gözlerimizle gördük. İkinci önlem, yasadışı avcılığın çoook büyük cezalara tâbi tutulması. Ve deniz kirliliğine neden olan her şeye çareler bulunması. Bu konuda radikal düşünüyorum. Gelişme dediğimiz şeye son vermek lâzım. Gelişme gezegenimizi öldürüyor. Yeter o kadar gelişme! Şimdi gezegeni kurtarmak için çaba göstermek lâzım. Dünya çapında yeşil bir ihtilal ancak sorunu çözebilir. Dünyayı kirletenler o kadar egoist ki, kendilerini ölümsüz zannediyorlar. Marmara çok ender bir deniz. Dünyanın en zengin denizlerinden biriydi. Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık kitabını okursanız şaşırırsınız. Tamam, diyelim ki 20 milyonluk İstanbul ve Türkiye çok katı kanunlar çıkardı ve bunları sıkıca uygulayarak denize zarar veren zehirleri atmayı bıraktı –o zaman nereye atacağı da başka bir mesele!– Karadeniz’den Rusya ve Ukrayna’daki nehirler ve orta Avrupa ülkelerinin atıkları Tuna aracılığıyla eninde sonunda Marmara’ya, oradan da Ege’ye akmayacak mı? Onun için dünya kapsamında bir yeşil ihtilal gerekiyor. Tek bir bülbül baharı getiremez ne yazık ki!
Marmara’da hâlâ dalıyorsun, sualtının durumu bugün nasıl?
Sualtı değişti, ama taşlar, meralar yerlerinde. 40 sene sonra aynı yerlere dalıyorum, bütün kayalıkları, kovukları, sualtı patikalarını gözü kapalı bulabiliyorum. Halis bir Burgazlı balık avcısı olarak, herhangi bir anda karşıma çıkabilecek, babamın tarif ettiği o dev sinaritleri düşlüyorum. Zaten tutmak istediğin balıkları düşlemezsen, karşına çıktıkları zaman afallarsın ve bundan istifade eden balık o saniyede kaçar. Sen yine aynı yerlere gidersin, çünkü hatıralar seni oralara çeker ve hayat devam eder.
Geçen sene büyük yangın çıktığında Atina’nın yazlık bölgelerinden Mati’de yaşıyordun. Her şeyden önce, geçmiş olsun. Yangın nasıl etkiledi seni?
Çok ilginç, çok sevdiğim iki yer de yandı! Umarım üçüncü sefer yaşamam aynı şeyi. Burada kötü şeylerin üç sefer tekrarlandığını söylerler. 2003’te Burgaz yandı. 2018’de Mati yandı. Birincisinde çok ağladım. İkincisinde paçayı son dakikalarda kurtardım. Evden kaçtığımda yangın 30-40 metre yakındaydı ve hızla geliyordu. 4-5 dakika gecikmiş olsaydım bu söyleşiyi belki yapamıyor olacaktık. Belki de bu olanlar geçmişe, eski şeylere takılmamamız gerektiğini öğreten olaylardır. Ama Burgaz’ımı, cennetimi unutabilir miyim?