FİKRİ TAKİP / “REDDET, DİREN, ÖRGÜTLEN” FORUMUNUN ARDINDAN –1

Söyleşi: Yücel Göktürk
2 Ekim 2018
SATIRBAŞLARI

30 Eylül’de, Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde, “Reddet, Diren, Örgütlen” başlıklı bir forum düzenlendi. Çok sayıda direnişçi işçinin, mücadeleci sendikanın katıldığı forumun öncesinde, çağrıcı Umut-Sen’in örgütlenme koordinatörü Başaran Aksu’dan “Reddet, Diren, Örgütlen”in sebebini ve muradını dinlemiştik. Forum sonrasında fikri takip yaptık, öne çıkan başlıkları, tartışmaları ve ortamı-iklimi irdeledik.   

 

30 Eylül’deki “Reddet, Diren, Örgütlen” forumunu öncelikle katılım açısından değerlendirir misiniz? Forumdan basın ve sosyal medya vasıtasıyla haberdar olanlara –ve hiç duymayanlara– ortamı ve temsiliyeti nasıl tarif edersiniz?

Başaran Aksu

Başaran Aksu: Forumun moderasyonunu Gizem Balcı, Atilla Özsever ve Mustafa Görkem Doğan yürüttü. Real & Uyum-Makro işçileri ve Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, gün içinde iki ayrı eylemleri olduğu için ilk konuşmayı yapıp ayrılmak zorunda kaldı. Küçükosmanoğlu solun direnişe uzaklığından söz etti ve ‘89 baharı döneminde İstanbul İşçi Sendikaları Platformu deneyimini anlattı. “Platformun gücü, etkinliği işçi sınıfı içinde öyle bir noktaya geldi ki, Türk-İş Başkanlar Kurulu aldığımız tüm kararları tanımaya başladı. Bugün ihtiyaç böyle bir şey, ama bunu gerçekleştirmek çok zor, çünkü hem sendikalar ele geçirildi hem de kalanlar çok zayıf” dedi. 70’lerde çok ses getiren, örnek olan Yeraltı Maden-İş’in kurucularından Çetin Uygur da forum çıkışında benzer bir değerlendirmeyi paylaştı bizlerle. Bağımsız sendikalardan katılıp konuşanlar “dört-beş taleple fabrikalar ve havzalarda hemen birlikte mücadele zeminleri oluşturabiliriz, bir merkezin oluşmasını beklemeye gerek yok” önerisinde bulundular. “Sendikalardaki sararma ve bürokratizmle savaşmaya devam etmek lâzım” dediler. Emekliler Dayanışma Sendikası ve Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Sendikası temsilcileri de mücadele gündemlerini aktardılar, birleşik bir zemin ihtiyacını vurguladılar. Metal, kimya, tekstil, inşaat, depo, belediye işçileri konuşmalar yaptı. Flormar, Mutlusan ve Cargill direnişçileri konuştu. Moderasyon toplantının sonuç bildirgesini birkaç gün içinde önce taraflarla, sonra kamuoyuyla paylaşacak. Sanayi işçilerinin ağırlıkta olduğu, çokça da hizmet sektöründen işçinin olduğu bir ortamda yapıldı forum.  Havalimanında halihazırda çalışan üç işçi arkadaşımız geldi, biri mevcut durumu aktardı. Bu konuşma moderasyonun ricası üzerine salondaki kimse tarafından kayıt altına alınmadı. O işçi arkadaş, yoğun bir devlet ablukası altında yaşadıklarını, bir korku ikliminin hâkim kılınmaya çalışıldığını, bir kısım işçinin tutuklanan arkadaşları suçladığını, ama bunun geçici bir durum olduğunu, operasyonun yapıldığı gün yatakhane kapılarını anahtarla açmak yerine bilinçli olarak kırıldığını söyledi. Eğer birlik olma halini yeniden yakalayabilirlerse daha büyük bir direnişin ortaya konabileceğini, çünkü sorunun çözülmeden olduğu gibi durduğunu ifade etti ve seslerinin duyulması için dayanışma talep etti. Hemen hemen tüm konuşmacılar lokal direnişlerin birleşik bir tutuma, ilişkiye sahip olmayınca Üçüncü Havalimanı’ndaki gibi devletçe çeşitli baskı mekanizmalarıyla dağıtılıp yalıtılabildiğini anlattılar.

Söz alanların söyledikleri içinde en çok dikkatinizi çeken, not alma ihtiyacı duyuran, forum sonrasında üzerine düşündüren ifadeler ne oldu?

Cargill direnişçisi ve Tek-Gıda-İş yöneticisi Suat Karlıkaya, Sütaş direnişi esnasında, o dönem TÜSİAD başkanı da olan patron Muharrem Yılmaz’ın işçilerin direniş alanına kamyonlar dolusu inek dışkısı dökmesini anlattı, hatırlattı. Yılmaz’ın yaptığı o dönem çok tepki çekmiş, TÜSİAD başkanlığından istifa etmek zorunda kalmıştı. Şimdi tahtakurularıyla kuşatılmış yataklarda işçilerin yatması toplumda güçlü bir tepki yol açmıyor, “işçi bu, tahtakurusu ve inek dışkısıyla yaşar” deniyor sessizce. Haksız da değiller! 700 liralık emekli maaşı ve 1603 liralık asgari ücretle insan nasıl hijyenik koşullar sağlayabilir ki! Üst sınıfların işçilere genel bakışının eski TÜSİAD başkanının eyleminde sembolik olarak ifade edildiğini düşünüyorum. Saray’daki şatafatın simgelediği şeyle TÜSİAD başkanının inek dışkısı eylemi arasında ideolojik, sınıfsal birliği anlatan bir bağ var. Bu bağ grev yasağında, havalimanı işçilerinin gözaltına alınıp tutuklanmasında, Posco’da, Muğla Taşıt İstasyonu’nda, DHL’de, Avon’da, Flormar işçilerinin anayasal hak kullanmaları sonrasında patronun hukuksuzluğunu alenen görmezden gelen AKP politikalarında, işçi düşmanı, halk düşmanı onlarca yasa, torba kanun, KHK düzenlemelerinde de var.

Cargill direnişçisi Suat Karlıkaya, Sütaş direnişi esnasında, patron Muharrem Yılmaz’ın işçilerin direniş alanına kamyonlar dolusu inek dışkısı dökmesini hatırlattı. Şimdi tahtakurularıyla kuşatılmış yataklarda işçilerin yatması toplumda güçlü bir tepki yol açmıyor, “işçi bu, tahtakurusu ve inek dışkısıyla yaşar” deniyor sessizce.

Suat Karlıkaya, konuşmasında –bir bölümünü Cargill İşçi Komitesi de, siz de twitter hesabından paylaştınız–  üç ana başlık-mesele ortaya koydu. Bunlar hakkında düşünceleriniz neler? Kronolojik sırayla gidersek, birincisi: “Karşımızda örgütlü bir yapı var. İşverenler örgütlü, MESS’ten geliyorlar, TÜSİAD’dan geliyorlar, beraber hareket edebiliyorlar. Biz neden beraber hareket edemiyoruz? Bunu sorgulamamız, bunu konuşmamız gerekiyor.”

Bunu çok konuştum, çokça da yazdım. Özellikle “Sendikacı değil mafya, aidat değil haraç” başlığında üç yazı yazdım. Orada oldukça açık örneklerle anlattım. Bu basitçe kırılabilecek bir cendere değil. Adeta düzeni ayakta tutan bir ilişki ağı. Düzenin en hassas yanı. Sendikal hareket o ilişki ağı tarafından yönetilip belirleniyor. Doğrudan ya da dolayımlı ilişki biçimleriyle. Mesela, DİSK’in eski başkanı Rıdvan Budak ombudsmanlık yapar DİSK’le devlet arasında. Soylu ile arası çok iyidir. Bunu sendikal dünya bilir, anlatır. Yani dolayımın kurulma biçiminden de bağımsız olarak doğrudan bir ilişki vardır her zaman. “Sermaye ve devletten bağımsızlık” sendikalarda yeniden temel ilke haline getirilmedikçe, bu işler düzelmez. Zaten çoğunun tüzüğünde yazıyor, ama tüzük değil eylem, ilişki belirleyici.

İkincisi: “… ‘Bu işçiden bir şey olmaz’ diyerek bakarsak, bizim geleceğimiz yok. Bizim aynaya dönüp ‘nerede eksik, nerede yanlış yapıyoruz ki, bu kadar doğru şeyleri insanlara anlatamıyoruz’u sormamız gerekiyor.”  

Öncelikle, neyi nasıl anlattığınızın ve anlatanın hikâyesinin ne olduğu önemli. Yani, işçi anlatılandan önce anlatanın kim olduğuna bakar, inceler, test eder, eğer geçer not verirse, yani güven tesis edilirse, anlatılanın içeriğini güncel durumuyla tartmaya başlar. Evet, anlatılana hak verir, ama onu ahtapot gibi kuşatmış neoliberal hakikatte 1603-2000 lirayla geçinmeye çalışan Uşaklı çiftçi Ahmet’in kızı Zeynep olarak düşünür. Bütün eğitimi, tedrisi, gündelik ilişkisi, izlediği dizi vb. her şey onun bu koşullara boyun eğmesini telkin eder. Mahallede bakkal, pastaneci, camide imam, kışlada komutan, okulda öğretmen hep bir birey olarak kurtuluşu anlatır. Birey olarak o güçsüzdür. Donanımsızdır. En diptekidir. Bu ona her daim hissettirilir. AVM’ye gider, 400 liralık etikete bakar, kredi ekstresindeki limit aşımı aklına gelir, geri döner. Ücretli, çoğunluk olduğunu bilir, ama sınıf olarak yıkıcı-kurucu gücünü ancak direnirken idrak eder, aydınlanır. Uşak’a, ülkeye başka bakmaya başlar.  Ancak, siyaset bu hakikatlerle çok alâkalı olmadığı için, bu bilinç daha ileri bir itilime dönüşmez. Direnişin önündeki öncü bürokrata dönüşür. Onun öyküsüyle umutlanan işçi kendisine yeni bir hayal kırıklığı, umutsuzluk edinir. Bu da sıkla yeniden üretilir ve bu tür olumsuz örnekler işçiler dünyasında daha sık yaygınlaşır. “Direndik, kazandık, ama temsilci patronlarla, amirlerle kanka oldu” ya da “işyerindeki konumu, ücreti yükseldi, bize yüzünü göstermez oldu” gibi.

Üst sınıfların işçilere genel bakışının eski TÜSİAD başkanının eyleminde sembolik olarak ifade edildiğini düşünüyorum. Saray’daki şatafatın simgelediği şeyle TÜSİAD başkanının inek dışkısı eylemi arasında ideolojik, sınıfsal birliği anlatan bir bağ var.

Üçüncüsü: “Deniyor ya, ‘işçiye hitap eden bir parti kurulmalıdır’. Hayır, işçiye hitap eden bir parti kurmamalıyız. Bilinçli bir işçi, “hangi parti benim lehime karar alacaksa o partiye oy veririm” diyebilen bir işçi olursa, gelen her siyasi iktidar işçinin lehine karar almak durumunda kalır.”

Çerkezköy Hakan Plastik’e sendika sokulmasına öncülük edip 38 arkadaşıyla birlikte işten atılan, 143 gün direnerek 800 kişilik işyerine sendikanın girmesini sağlayan ve şimdi başka bir kimya fabrikasında çalışan İzmir Karabağlarlı Mustafa ise “bize, bizim dilimizle konuşan, bizimle yaşayan, yatıp kalkan bir siyasi parti lâzım, bu salondan başlayarak bunu kuralım” dedi. Ben bir süreç olarak Suat ile Mustafa arasındayım. İkisi de mümkün, ama siyasal bir sınıf gücü değilsen, soldan, sağdan hiçbir düzen partisine istediğini yaptıramazsın. Zonguldak madencisi 1991’de, özelleştirmeyi o anlık durdurdu, ama sonraki yıllar içinde devlet-sermaye madencileri emekli ede ede maden işçisi sayısını 45 binden 7 bine kadar indirdi. Yani fiilen özelleştirdi. Bunu burjuva sınıfının aygıtı olan devlet ve AKP eliyle yaptı. Yani o vakit sendika “sağlam”dı. Sonra ele geçirildi türlü mekanizmalarla. Bilinçli işçi diye bir şey varsa, onun bir siyasal tercihi zaten vardır. O tercih de işçi sınıfı çıkarları doğrultusunda hareket eder. Bugün böyle bir parti de, sendikal hareket de, sınıf hareketi de yok. Şu anki sınırlı “uyanışı” abartmamak lâzım, esas kasırga önümüzde. O kasırgaya bu sorular eşliğinde Suat’lar, Mustafa’lar, Zeynep’ler olarak, okuyarak ve yaşayarak hazırlanmaya devam etmeliyiz.

“Sendikacı değil mafya, aidat değil haraç” başlığında üç yazı yazdım. Bu basitçe kırılabilecek bir cendere değil. Adeta düzeni ayakta tutan bir ilişki ağı. Düzenin en hassas yanı. Sendikal hareket o ilişki ağı tarafından yönetilip belirleniyor.

Forumdaki konuşmanızda DİSK’i de konu ettiniz, eleştirdiniz. Sonrasında, twitter hesabınızda “Forumda DİSK’le ilgili son sözlerimi ifade ettim. Kriz sona erene kadar bu konuda konuşmayacağım, yazmayacağım” dediniz. 1+1 Forum’daki yazınızda, DİSK’teki başlıca yapısal sorunun, konfederasyonun yönetiminde esasen belediyelerde örgütlü, dolayısıyla yereldeki iktidarla, partilerle “içli dışlı” bir sendika olan Genel-İş’in egemenliği olduğunu vurgulamıştınız. DİSK’in yeni başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun Sağlık Emekçileri Sendikası mücadelesinden geldiğini düşündüğümüzde, sözünü ettiğiniz yapısal yönetim sorununa bir müdahale olabilir mi?   

Arzu Çerkezoğlu hem hemşerim hem eski yoldaşım. Hem de taşeronlaşmaya karşı sağlık emekçilerinin yürüttüğü mücadeleye militanca önderlik etmiş biri olarak saygın bir tarihe sahip. Bir hekimin sağlık emekçilerinin mücadelesinde yer almış olması ayrıca önemli. Ayrıca, DİSK başkanlığını bir kadının yürütüyor olması önemli. Ancak, fiili-meşru-militan bir çizgiyle yükselttikleri sağlık emekçilerinin direngen sendikal pratiğini, devletin yaptığı yasal düzenleme sonrasında, Genel-İş içinde toplamaya çalışmaları doğru değildi. Hüsran yarattı sağlık emekçilerinde. Bu hüsran konusundaki hikâyeyi anlamak için bin gün, evet, bin gün eşiyle birlikte Samsun’da hastane önünde çadır kurarak direnen ve halihazırda sendikanın Samsun temsilciliğini yürüten Yüksel’e (Arslan) mikrofon tutulmasını çok isterim. Genel-İş’le yapılan pazarlık, Genel-İş bürokratlarının daha “akıllı” olması, ne sağlık işçilerine ne de Arzu Çerkezoğlu’nun siyasal çevresine “katkı” yapabildi. Sonrasında, DİSK içindeki saflaşmada, 400’lere düşmüş üye sayısıyla Lastik-İş ve Genel-İş’in her tür sınırını çizdiği bürokratik çizgiyle uzlaştı pratik açıdan. Çerkezoğlu, iki dönemdir genel sekreterken, Kani Beko’nun CHP vekilliğine atanması sonrasında, yönetim kurulu içi kararla başkan oldu. “Hâkim güçler olan Genel-İş, Lastik-İş Çerkezoğlu’nun özgürce davranmasına izin vermiyor” diyen arkadaşlar var, savunma bazında. İzin vermiyorlarsa, durmasın orada o zaman ya da teşhir etsin, tartışsın kamuoyu önünde de. Bilinsin. Bizim eleştirimiz bugüne kadar bu anlayışlarla oldu. Kişi adları, sadece anlayışları temsil ettiği oranda eleştirilerimiz içinde yer aldı. Yoksa kimsenin kişiliğini tartışmaya açmayı doğru bulmadık. Çerkezoğlu dostumuzdur, öyle görüyoruz. Ancak işçi sınıfının güncel, tarihsel çıkarları mevzubahis ise dost kayırılmaz. “Bu konuda artık konuşmayacağım” derken de aynı sınıf çıkarları üzerinden söylüyorum.

^