Ailenizden başlayalım isterseniz. Trakya Ermenileri hakkında pek bir şey bilinmez genelde. Sizin ailenizin iki tarafı da Çorlu’ya, Çatalca’ya dayanıyor oysa.
Takuhi Tovmasyan: Benim mamamla (annemle) babam 1947’de İstanbul’da evlenmişler, ama mamam Mari Alev Çatalca doğumlu, babam Bedros Tovmasyan Yedikule doğumlu. Mamam genç yaşında, abisi Partuh, yengesi Lusi ve annesi Akabi Alev’le birlikte Çatalca’da yaşıyormuş. Evlenmeden epey önce, genç bir kızken, onlar da Çatalca’dan çıkıp İstanbul’a, Topkapı’ya yerleşmişler. Yedikule’de yaşayan babamın annesi Takuhi yayamın (ninemin) en büyük arzusu, oğlunu Çorlulu Ermeni bir ailenin kızıyla evlendirmekmiş. Babam 36 yaşına gelmiş o tarihlerde… Evde kalmış, tabir yerindeyse. (gülüyor) Ama evde kalmasının nedeni, babasının yatalak olması. Ğazaros dedem, meyhaneci. Varlık Vergisi’nden sonra, meyhanesini, iki de evini satma k zorunda kalınca, hastalanıyor ve yatalak oluyor. O zamanlar, gençler evlenince kızlar erkeklerin evine gelin gidiyorlar. Baba evini, ana evini delikanlılar bırakıp ayrılamıyorlar. Zaten üç katlı bir evde oturuyorlar; bütün hayalleri evlenip yine aynı evde yaşamak. Ama evde bir yatalak dede olduğu için, babam “bu eve kim gelin gelir!” diye düşündüğünden evlenmeye hiç teşebbüs etmiyor. Dedem 1946’da ölüyor. Ondan sonra, yayamın (ninemin) oğlunu evlendirme arzusu daha da artıyor. “İlla oğlum Çorlulu bir kızla evlensin!” diye gözlerini dört açıp gelin aramaya başlıyor. Zaten Trakyalı Ermeniler dağılmışlar. Üstelik, Anadolu Ermenileri gibi kalabalık da değiller. Çatalca’da dokuz kapı kalmışlar. Çorlu’da kaç kişi olduklarını hiç bilmiyorum, orası dağılmış çünkü.
Nineleriniz ve dedeleriniz Trakya’dayken mi bulmuşlar birbirlerini?
Evet. Takuhi yayam Ğazaros dedemle evlenip Çorlu’dan İstanbul’a geliyor 29 yaşında. Akabi yayamla Armaş dedem de Çorlu’da evleniyor. Akabi yayam babasından bahsederken “ağababam” derdi, babası ağaymış. Ağababasının Çorlu Muratlı’daki çiftliğinde evleniyorlar. Sosyal konumları biraz farklı. Akabi yayam ağa kızı; Armaş dedemse ağanın yanaşmasının oğlu. Aşk evliliği bu. Nedenini bilmiyorum, Çorlu’da kalmak istemiyor Armaş dedem; iyi ki de kalmak istemiyor, Çatalca’ya yerleşiyor, demircilik yapıyor.
Bu “iyi ki”nin sırrını anlatacaksınız, değil mi?
Geleceğiz hemen oraya. (gülüyor) Çatalca’da dokuz hane Ermeni var, dokuz kapı hepsi. Sıcak demirci Armaş dedem ve Akabi yayam orada bir yaşam kuruyorlar. Orada Partuh dayım doğuyor. 14 sene boyunca Akabi yayamın başka çocuğu olmuyor. 14 sene sonra, 1922’de yayam tekrar hamile kalıyor ve mamam doğuyor. Diğer yayam Takuhi’yse, Ğazaros dedemle evlenmek için İstanbul’a gelin geliyor; Çorlu’da ailesi. Çorlu dağılıyor Seferberlikle, bütün Çorlu Ermenileri yollara dökülüyor. Akabi yayam kurtuluyor; o yüzden Çatalca’ya “iyi ki gitmiş” diyorum. Akabi yayamın babasının, Dişlioğlu Partik Çorbacı’nın bütün çiftliği, yani yayamın anası, babası, üç erkek kardeşi ve iki kız kardeşi Seferberlik yollarına düşüyorlar. Üç sene sonra bu gruptan yalnız üç kişi dönüyor geriye: Mamamın dayıları, benim büyükdayılarım, “kocadayı” deriz biz, ikizler Garbis ve Kevork ve onlardan iki-üç yaş büyük Yeğya kocadayılarım. Çorlu’ya dönüyorlar, ama orada hiçbir şey bulamıyorlar. “Metruke” olmuş deniyor malları için. Kendi evleri, çiftlikleri başkalarının eline geçmiş, orada kalmalarına imkân yok. Çatalca’ya gelin gitmiş olan ablaları Akabi yayama sığınıyorlar. Yeğya dayım, Tekirdağı’ndan tehcir yollarına düşmüş Arşaluys yengemle Der Zor’da evlenmiş. Üç erkek, bir de gelin, Akabi yayama sığınıyorlar, ama kısa zamanda hepsi kendi işlerini, evlerini kurup ayrılıyorlar ablalarının evinden. Bu şekilde Çatalca’da yerleşiyorlar, Çorlu tamamen bitiyor, unutuluyor.
Peki diğer taraf, babanızın ailesi?
Takuhi yayam Çorlulu arabacı Artin’in kızı, Sarmısaklıyan. Ğazaros dedem İstanbul Yedikule’de, Kaledışı’nda meyhaneci, Sofik adında güzel bir kadınla evli, üç çocukları var, adları Garbis, Ağavni ve Mardik. Sofik yaya genç yaşında veremden ölüyor. Ğazaros dedem ikinci kez evlenmek istiyor. İstanbul’da hiçbir kız, üç çocuklu dul bir adam olduğu için, onunla evlenmek istemiyor. Son çare, Çorlu’dan bir kız arıyorlar ve Takuhi yayamı buluyorlar. Takuhi yayam da o tarihlerde 28-29 yaşlarında bir genç kız; aslında o zamana göre yaşı biraz geçmiş bile sayılır. (gülüyor)
Ğazaros dedem üç çocuklu bir dul olduğu ve birkaç defa da reddedildiği için küçük bir yalan yapıyorlar: Bir iskonto yapıp iki çocuğu olduğunu söylüyorlar… “Peki” diyor yayam. Gelinliğini sırtından çıkardığında anlıyor Ğazaros efendinin iki değil, üç çocuğu olduğunu. “Sarmısaklıyan cinsi” derler, o inatçı damarı tutuyor ve çocukların ikisini alıkoyuyor, küçük oğlan Mardik’i hâlâ Çorlu’da yaşayan yayasıyla geri yolluyor: “İstemem” diyor, “bana iki dediniz, iki çocuğa seve seve bakarım”. Gerçekten de seve seve bakıyor o çocuklara. Zaten bir süre sonra kaymakama rüşvet verip Garbis’le Ağavni’yi kendi çocuklarıymış gibi kaydettiriyor. Ama Çorlu’dan Ermeniler toparlanıp çıkarıldıklarında küçük Mardik de yayasıyla, dedesiyle birlikte Der Zor yollarına doğru… Yok oluyorlar, hiç haber alınamıyor.
O küçük yalan Mardik’in hayatına mâloluyor…
“İki dediniz” diyor, “üç de deseydiniz kabul ederdim zaten”. Gerçekten, 13 de deseler kabul edecek, öyle yüreği şen bir insan, gönlü çok açık, çocuklara bakmaktan gocunacak biri değil. Zaten etrafında kolladığı bir sürü insan, bir sürü çocuk var. Ondan sonra Mardik amcamdan, büyükyayamdan, dedemden hiç haber alınamıyor. Ama Takuhi yayam Mardik’in yaşadığına dair umudunu hiç yitirmiyor.
Vicdan azabı…
Müthiş bir vicdan azabı. Bu arada, kendi evlat sahibi oluyor, babam ve Sarkis amcam doğuyor. Babam 1911, Sarkis amcam 1913 doğumlu, kısaca Serço derdik. Mütarekeden sonra Samatya’daki Sulumanastır Surp Kevork Kilisesi’ne “sürgün kalıntıları” geliyor. Kafile geldiğine dair her haber çıktığında, yayam babamın elinden tutup kilisenin avlusuna götürüyor. Oraya Gayan (kamp) derlermiş, sürgün kalıntıları geliyor, orada barınıyorlar, yaşadıkları şoktan kurtulmaya çalışıyorlar. Babam bunları çok net hatırlardı; her kafile geldiğinde umutla gidiyorlar ve her seferinde üzgün geri geliyor yayam. Bu birkaç sene sürüyor, ama hiçbir yerden hiçbir haber çıkmıyor.
Fasulye pilakisi dendiğinde dedem aklıma geliyor. Cizlemeyle dayımın Topkapı’daki evini hatırlıyorum, salyangoz yahnisiyle Silivri’yi, Toros dedemi…
Sonra, annenizle babanız evleniyor…
Babam 1947’de mamasının arzusuna uygun olarak Çorlulu bir ailenin kızıyla evleniyor. Yayam, Çorlu’dan kızlık arkadaşlarından Akabi’nin kızının Topkapı’da yaşadığını duyunca çok seviniyor. Görücü usûlü, babamın isim gününde, Boğos-Bedros’ta, yani aralık ayının son haftasında evleniyorlar. Yayamın planladığı gibi, İmrahor Caddesi Gençağa Sokağı 18 numaradaki evimize mamam Topkapı’dan gelin geliyor. 1949’da abim Yetvart, ‘52’de ben doğuyorum. En üst katta mamamla babam, orta katta Serço amcamla Sirvart yengem, giriş kattaki bir odada da Takuhi yayam oturuyor. Çocukluğumdan hatırladıklarım… O sokak, evimiz, semtteki insanlar, deniz kıyısındaki kilisemiz, Narlıkapı Surp Hovhannes Kilisesi, oradaki tıbirler (muganniler), papazımız, çocukluk arkadaşlarım, kuzenlerim…
Okula nerede başlıyorsunuz?
Semtimizde, Samatya’da Anaradhığutyun adlı bir sörler okulu var. Ben dört yaşıma kadar Ermenice hiç konuşmuyorum, çünkü mamam Ermenice bilmiyor, evimizden abim gidiyor Anaradhığutyun’a. Sörler evimizle, mamamla, babamla da ilgililer; çevreyle, özellikle çocuklu ailelerle çok ilgililerdi zaten, belki okula fazladan bir talebe kazandırmak için. Bir gün evimize geliyorlar, yaşımı soruyorlar, “beş” diyorum, dört yaşındayım halbuki. “Yaşı küçük, ama yuvada oturabilir” diye bizimkilere ısrar ediyorlar. Ermenice öğreneceğim, uslu bir çocuğum, herhangi bir sorun yaratmayacağıma mamamla babam da kanaat getiriyor ve ben Samatya Anaradhığutyun’un mangabardezine (anaokulu) gidiyorum üç sene. Bu arada mamam da başlıyor bizimle birlikte Ermenice öğrenmeye, akşamları derslerimizi birlikte yapıyoruz, hem bize bakıyor, hem kendi de öğreniyor. Sözün kısası, otuz yaşından sonra Ermenice öğreniyor, okumayı, yazmayı… Bugün 83 yaşında, yani aşağı yukarı elli senedir Ermenice biliyor. Mamam senelerce bizimle birlikte Anaradhığutyun’a gitti geldi. Yürüyerek, bir elimizde hasırdan örülmüş birer sepet olan sağanımız, yani beslenme çantamız…
Siz gerçi çok küçüktünüz ama, Yedikule’de 6-7 Eylül 1955’in nasıl yaşandığına dair bir şeyler hatırlıyor musunuz?
6 Eylül 1955 ‘te Galatarya Şenlik köyünde, yazlıktaydık. Bakla, bezelye ekili bahçeler içinde müştemilat gibi derme çatma bir köy evini bir mevsimliğine kiralamıştık. Babamın Yedikule’den Rum arkadaşları da vardı: Müsü Hıristo, karısı Madam Atanasiya, kızı Sula. Madam Atanasiya, kocası biraz zor beğenir bir tip olduğundan ona “Karabela” derdi. Yedikule’deki evimizin orta katında, yani Serço amcamın katında, Serço amcamla yengem daha muntazam bir evde oturma arzusuyla o kattan ayrıldıklarından, bir kiracı vardı, o da bizim Sarkis Varbed’di (Usta), Çerkezoğlu (Belge Yayınları’ndan “Dünya Hepimize Yeter” adlı yaşamöyküsü de yayınlanan 1916 doğumlu komünist Sarkis Çerkezyan). Karısı evin içinde başına beyaz bir tülbent bağlardı. Olaylar başladığında yine öyle başı bağlı, kapının önüne bir sandalye atmış, oturmuş, Sarkis Varbed de kapıya bir bayrak asmış. “Burası müslüman evidir, geçin gidin!” demiş ve evimiz o şekilde korunmuş. Ama çevremizde Rum evleri çok zarar görmüşlerdi. Yan komşumuz Madam Fofo, kocası Müsü Apostol Hacı Bekir’de çalışırdı, iki evlatları vardı, onların evi, eşyaları iyice kırılmış, sokağa dökülmüş. Tam sayısını söylemem mümkün değil ama, mahallemizin çoğu Rum eviydi, yani Yedikule çoğunlukla Rumluktu, Samatya Ermenilik… İşte Yedikule’deki Rum evlerinin çoğunluğu ciddi zarar görmüşler…
Babam, Galatarya tren istasyonunda duyuyor ki, şehir çok karışmış. Ertesi günlerde gidiyoruz evimize, bizde hiçbir zarar ziyan yok. Ama komşularımızın, Madam Fofoların –bunu ben hatırlamıyorum, mamamın söylediğine göre– oturacak sandalyeleri bile kalmamış, bütün eşyaları kırılmış, dökülmüş. Fakat çok enteresan, daha sonraki günlerde Türk komşulardan “geçmiş olsun” diyenlere –mamam bunu çok anlatırdı, çok etkilenmişti– “hiç önemli değil, canları sağolsun, zaten çok eskiydi, değiştirecektik!” demiş. Yani kendince, üzüldüğünü görenler sevinecekler diye, üzüntüsünü kendine saklayıp tam tersine sevinç ifade etmiş. Birkaç sene sonra da yaşadıklarının acısıyla Yunanistan’a göçtüler.
1960’larda bir yandan da hareketli bir siyasi dönem yaşanıyordu…
Abim Yetvart, İstanbul Üniversitesi Klasik Diller Filoloji’deydi ve rahip adayıydı, Avak Sargavaklığa (kıdemli diyakoz) kadar yükselmişti rütbesi. “Gençlik-işçi el ele” hareketlerinin en yoğun yaşandığı, olayların kaynadığı dönemler. İstanbul Ermenilerinin çoğunun Demokrat Parti – Adalet Partisi çizgisinde olduğu bir dönemde, en azından benim ailem için bu durum çok kolay kabul edilir değildi. Babam şoktaydı. Yetvart’ın arkadaşlarının hepsi solcuydu, evimizde sol kitapların, posterlerin asıldığı bir dönemdi bu. İstanbul’da olayların yaşandığı, üniversitelerin kapanıp süresiz tatile girdiği dönemler… Babam için zor kabullenilir durumlardı. Yetvart evimize çok arkadaş getirirdi, evimiz Tıbrevank Okulu Derneği’nin Bakırköy şubesi gibiydi adeta. Baba-oğul çatışmalarının çok normal sayıldığı yaşlarda, bir de üstelik siyasi görüş farklılıkları, babamı üzüyordu. Bu işin sonunu güzel görmüyordu, korkuları vardı. Aslında Yetvart’ın bize baskıyla öğretmeye, benimsetmeye çalıştığı siyasi görüş zaten bizim evde yaşanan şeylerdi. Belki abim o zaman bunu görmüyordu, bilmiyordu ama, evimizin kapısı her türden insana açıktı, dayanışma zaten en büyük değerimizdi. Burjuva yaşantısı değildi yaşantımız, ama belki babasının mesleği kuyumculuk olduğu için Yetvart arkadaş çevresinde birtakım sıkıntılar yaşamıştı kendince. Ama onların bildiği veya bildiklerini sandıkları bir kuyumcu evi değildi bizim evimiz. Zaten benim inancıma göre solculuk öyle kitaplardan, mitinglerden, konferanslardan öğrenilecek bir şey değil. Aileden, insanın içinden gelen bir şey.
Abinizin durumu da çok zor aslında; bir yandan din adamı olma yolunda ilerliyor, bir yandan da aktif bir şekilde siyasetle meşgul.
Evet. Bir yanda Indzayaran (rahip semineri) talebesi, patrikhanede dini eğitimine devam ediyor. Bir yanda da arkadaşlarıyla paylaştığı siyasi görüş… Çok çelişkili. Aslında din adamı olmayı kendi de çok istedi. Ama bu bir ev terbiyesiydi; biz küçücük çocuklarken mamam bize boyumuza göre şabig (kilise cübbesi) dikti, kilisede mugannilerle birlikte duracağız, okuyacağız diye. Bu, bizim evimizde günlük yaşantının bir parçasıydı. Mesela bizim Yetvart’la çocukken evcilik oyunumuz şöyleydi: Ben bebeğimi kucağıma alırdım, Yetvart da masaörtüsünü pelerin gibi sırtına alır, derhayr (papaz) olurdu, gınunk (vaftiz) yapardık. Evcilik oyununu bir yerde kilisecilik oyununa dönüştürmüştük. Ama çocuğuz, bunu görmüşüz işte. Pazar sabahı kahvaltımızı yapacağız, tertemiz giyineceğiz ve kiliseye gideceğiz. Bu hayatı sevmişiz.
Bu karışık, sıkıntılı dönemde Yetvart’ın üniversite eğitimi diğer gençlerinki gibi uzadı. Yürüyüşler oluyordu, ardından okul kapanıyordu, kanlı, tatsız, üzücü olaylar; o güne dek yaşanmamış olaylar. Büyüklerimiz başka türlü acılar yaşamışlar, zor günler yaşamışlar, belki de onların paniğiyle bu yaşananlar onlara çok ağır geliyordu.
Mütarekeden sonra Samatya’ya “sürgün kalıntıları” geliyor. Kafile geldiğine dair her haber çıktığında ninem umutla gidiyor ve her seferinde üzgün dönüyor…
Neticede, eşim Levon’un işyerinin bulunduğu Vezir Han’da mamamın bir akrabası vardı, onun vasıtasıyla babama beni görme teklifi geldi. Benim Levon’la sözlenmem, babamı tanıyanların üzerinde şok etkisi yarattı. Çünkü babam okumaya, okutmaya meraklı bir insan olarak tanınmıştı. Ben lise birinci sınıfı bitirmiştim, yaz tatilindeydik. Bir gece babam konuyu açtı. Yetvart çok kızdı, babama hiçbir şey söylemedi ama, evi terk etti; arkadaşlarının kaldığı bir ev vardı, oraya gitti. Arkadaşlarıyla ilişkisi kardeşten ileriydi. Bize geldikleri zaman da hep beraber gelirlerdi. Yani Yetvart kapıyı tek başına çalmazdı, hep arkasından kim geliyor diye bakardık içeri. Haço gelecek, Sarı Garabet gelecek, Torkom abi rahmetli… Bir sürü insan, güzel insanlar hepsi de.
Böylece bir tanışma, söz, nişan ve evlilik. Ben böylece okulu bırakmış oldum.
Yani bu sizin için zoraki bir evlilik değildi…
Hayır. Zorla değildi. Babamla konuşmadan anlaşacak kadar iyiydi ilişkimiz zaten. Yetvart’la babamın arası gergindi ama, sevgisizlik hiç yoktu. Mesela babamdan hiç harçlık istediğimi bilmiyorum, nasıl hissederdi, onu da bilmiyorum ama, tam bana lâzım olacak zamanda portföyümün içine para koyardı. Zorlama bir şey hiç yaşanmadı. Ama dediğim gibi, çevresindeki insanlar çok şaşırdılar babamın verdiği bu evlilik kararına. Benim hissettiğim, babamın biraz acele etmesine neden olan iki konu vardı: Birincisi sağlığının bozuk oluşu, kalbinden hastaydı, hissediyordu fazla yaşamayacağını. Beni gelinlikle koluna alıp kiliseden içeri girmeye çok hevesliydi. Bir düğüne gittiğimizde çok imrenirdi. Bir de, üniversitelerin karışık, gidişatın nereye varacağı belli olmayan siyasi durumu düşündürüyordu onu. Hiç kimseye bir açıklama yapmadı, “kısmet böyleymiş” dedi, konuyu kapattı. Bana da açık açık bir şey söylemedi. Evliliğimden dört yıl sonra da öldü.
İki oğlunuz da müzisyen. Biri piyanist Sayat Zaman, diğeri keman sanatçısı Melikcan Zaman.
Orada yine babam var. Anaradhığutyun’da mangabardeze başladığım gün, benden iki yaş büyük sınıf arkadaşlarımın yanında o kadar ufak tefektim ki, öğretmenim Kristine Nuryan beni biblo gibi piyanonun üstüne oturttu. Eve geldiğimde tahta sandalyelerimizden birini divanın önüne çekerdim, sandalyenin sırtına yazı defterimi açık olarak dayar, divana oturur, sandalyenin oturak yerini de piyano klavyesi gibi kullanarak hocamı taklit ederdim. Bu halimi gören babam bana beş yaşımda piyano aldı. Ama dediğim gibi, o tarihte Pera’ya gitmek bizim için bir olaydı adeta, piyano hocaları da Pera’da. Velhasıl biz Yedikule’deyken piyanom alındı ama, derslere başlamadım. Bakırköy’e taşındık. Ana sınıfı öğretmenim Bakırköy’de oturuyordu, bana piyano dersi verebilecekti. Onun bu konudaki bilgisi yuva çocuğunu oyalayacak kadarmış; dört ay sonra daha iyi bir hocadan ders almamı söyledi. Bu kez Dadyan okulunun müzik öğretmeni Koharik Diraduryan’dan ders almaya başladım. Üç veya dört hafta sürdü bu dersler. Babamın gözlerinden biri görmez olunca müthiş bir ekonomik sarsıntı, büyük bir panik yaşadık. Doğal olarak, “karnımızı doyurduk da piyanomuz mu eksik kaldı!” diye düşünülüp özel derse son verildi.
Ev kadını olan mamanızın çalışmaya başlaması o döneme mi denk düşüyor?
Evet. Babam, gözünün birini kaybetmesinin üzerine, artık kuyumcu mıhlayıcılığı yapamaz hale gelince mamam iş aramaya başladı. Dikiş bildiği için evde eşe dosta dikiş dikmesine karar verildi. Gel gör ki o, onun tanıdığı, bunun tanıdığı derken mamam kimseden para isteyemedi. Belki yaşından, belki içine düştüğü bu durumdan dolayı dikiş dikmek ona zor geldi. “Evde çalışamayacağım, dışarda bir iş bulayım” derken Çift Kaplan iç çamaşırlarına ütücü olarak girdi.
Kiracımız Sarkis Çerkezyan’ın karısı evin içinde başına beyaz tülbent bağlardı. 6-7 Eylül olayları başladığında, yine öyle başı bağlı kapının önüne çıkmış oturmuş. Sarkis de kapıya bir bayrak asmış, evimiz o şekilde korunmuş.
Anneniz çalışmaya başladığında kaç yaşındaydı?
40 yaşındaydı. Ev kadınıydı, dahası normal bir ev kadını bile değildi, dışarı o kadar az çıkardı ki, “ayakkabılarım giyilmemekten küflenirdi” der hep. Babam her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen bir adamdı; anamın ihtiyaçlarını, iğneden ipliğe, kumaşa varana kadar alır getirirdi, ayakkabılarını bile… Bu durum anamın hoşuna gitmişti, çünkü öyle terbiye görmüştü zaten baba evinde de. Öyle cabbar, dışarda kendi işini yapmak isteyen bir kadın değildi o tarihlere kadar. Ama iş hayatı onun o huylarını değiştirdi.
Neticede piyano dersi meselesi açılmamak üzere kapanmış mı oldu?
Evlenip Pangaltı Bilezikçi Sokağı’na giderken çeyizimin en önemli parçasıydı piyano. Hamallara ilk önce onu teslim ettim, elbiselerim, çarşaflarım, yorgan yastıklarımdan önce o gidecek, o bana çok lâzım olacak diye düşünüyordum. Gerçekten de o piyanonun yeri, evimin baş köşesidir.
Piyano alındığında beş yaşında olduğunuza göre, tarih 1957 olsa gerek…
Aynen öyle. 80 yaşında bir bayandan almıştık, Foyacı Şake’den. Kapalıçarşı’daki Çuhacı Han’ın tek kadın zanaatkârıydı Şake. Onun Üsküdar’daki evine gittik. Çok karanlık, çok eski, çok tozlu bir ev gözümün önüne geliyor. O evde, o kadın okşadı kafamı, “ben de senin kadardım babam bana bu piyanoyu aldığında” dedi. Yani alt alta toplayacak olursak, 120-125 yaşlarında piyanom şimdi, Elke Paris marka. Tahta her tarafı, iç kasasını kurt yemiş, delik deşik, çatlamış, akort tutmuyor. Sayatcığım ‘72’de doğdu, ‘77’de piyano dersine başlayacak, akordör geldi, piyanomun akordunu yapacak ve derse başlayacaklar. Tokatlı Onnik Barsamyan. Alaylıydı, kendi kendine öğrenmişti müzik aletlerini tamir edip çalmayı, her aleti çalar ve tamir ederdi. Tokatlı Armonikacı Barsamlar diye tanınırlarmış, çok meşhurmuşlar, öyle anlatırdı kendisi, fotoğraflarını da göstermişti, iyi bir insandı.
Geldi, akort yaptı ve “ kızım, bu alet çocuğu idare eder, daha dört yaşında” dedi, “çocuğun ne yapacağı da belli olmaz; heveslenmiş, belki söner hevesi”. Halbuki heveslenen benim, çocuk değil. Tabii sonradan Müsü Onnik de anladı kimin hevesli olduğunu. 15 Aralık 1977’de Müsü Onnik, Sayat’la ilk dersini yaptı, bir nevi piyanoyla tanışma. İkinci hafta bazı vazifeler verdi. Üçüncü hafta öğretmeni memnun edecek bir şey yoktu ortada. Müsü Onnik beni teselli ediyordu: “Üzülme kızım” dedi, “biraz ara veririz, bir altı ay kadar, çocuk büyür, daha iyi olur. Bir hafta daha geleyim, dört ders olsun, sonra bir karar veririz” deyip gitti. O hafta ders çalışırken ben yanına oturdum Sayat’ın, sonra da bir daha hiç kalkmadım. Üç ay sonra, ders bitiminde Müsü Onnik “sen bu çocuğun babasına söyle, iyi bir piyano alsın, bu piyano bu çocuğu iki-üç sene idare edemez” dedi. Levon da hemen o hafta Sandal Bedesteni’nden Belarus marka bir Rus piyanosu aldı getirdi. Benim piyanom köşeye çekildi.
Siz de Sayat’la piyano çalışıyor muydunuz?
Ben hiç oturmadım piyano çalmaya. Ders saatlerinde Müsü Onnik’in ağzının içine bakıyor, tam bir papağan gibi, her dediğini ezber ediyordum.
Mamanızın sizinle beraber Ermenice öğrenmesine benziyor biraz…
Müsü Onnik’in her dediğini ertesi günlerde tekrar ediyordum; konservatuvarın lise bölümünü bitirene kadar sürdü bu. Sonra ürktüm, ayrılamayacağız gibi geldi bana, yavaş yavaş koptum derslerinden. Kendimi kaptırıp fazla bile oturmuştum yanında, “piyanoyu çok sevmemden, çocukluğumda yapmak istediğim şeyleri yapamamış olmamdan ötürü oraya oturdum, bir türlü ayrılamadım” diye eleştirdim kendimi ve bıraktım.
Melikcan’ın kemanı nasıl başladı?
Melikcanımın müzik dersine başlaması doğumuyla birlikte oldu adeta. Çünkü evde abisi ona sürekli piyano çalardı. Oyun zamanı oyun havaları, uyku saatinde ninniler… Sayatcığım Melikcan’ı kucağına alıp piyanoya oturur, kardeşine piyano çaldırıyormuş gibi yapardı. Böylece Melikcan müzik eğitimine abisiyle piyano çalarak başladı. Gamları, arpejleri su içer gibi kolaycacık becerdi. Bach’ın menuelerine geçtiğinde çok mutlu olmuştu, çünkü tam o sırada abisi de Bach’ın beş sesli envansiyonlarıyla boğuşuyordu… Sekiz yaşındayken ilk defa eline bir yarım keman aldı ve Sadi Baruh abisiyle keman derslerine başladı. O gün bugündür artık ailemizde bir de kemancı birader var…
Nihayet, biraz da yemek merakınıza değinelim. Nereden geliyor bu sevgi?
Bu sevgi benim yaşamımın bir parçası. Bizim evimizde mutfak şenlikliydi, mutfakta da muhabbet vardı, masada da. Bir yere misafirliğe gidilecekse Paşabahçe’ye gidip de bir biblo almazdık mesela; gidip bir tabak alır, içine bir tatlı yapıp onu götürürdük. Veya insanlarla anlaşıp “sen dolmayı yapıver, ben topiği, Ankine yengem de uskumruları dolduracak, biz kızartacağız; bir khıtum (arife) masası donanacak”… Anılarım derken yemek, yemek derken anılarım geliyor aklıma hep. Mutfak sevgisi nasıl oluştu bende, bu konuda analiz yapamıyorum. Mamamın, babamın yemeye içmeye meraklı insanlar olması, yani doğup büyüdüğün ortamın getirdikleri, o muhabbet… Oynamak için midyeyi tuttuğumda anam “tutma!” deseydi belki böyle olmayacaktı; ben tuttum, o da sesini çıkarmadı.
Önce midyeyi dolma yapıp yerlermiş, boş kabukları tabak, bardak gibi yıkar, saklar, canları istediği zaman yine dolma harcı hazırlayıp boş kabuklan doldurur, içi midyesiz dolma yapar, yine o niyetle yerlermiş.
Yemek konusundaki bilgilerinizi en çok mamanızdan ve Takuhi yayadan mı edindiniz?
Akabi yayamdan da çok şey gördüm, çünkü dayımın evinde de çok yaşadım. Yani misafirlikler uzun sürerdi, kimi zaman yatıya da kalınır, birlikte çok şey yaşanırdı. Dahası, bir de Toros dedemin evinde olan yaşantımız var. Toros dedem benim dedem değildi, Partuh dayımın kayınpederi, Lusi yengemin babasıydı. Ailemle aynı model insanlardı, aynı sevgi ortamı, aynı muhabbet, aynı zevkler; yani amcamın evi, dayımın evi, mamamın kuzinlerinin evi, bu ailelerin dünürleriyle de ilişkiler hep böyleydi.
Bu hikâyeyi “Ermeni kültürü” ya da “bir zamanlar İstanbul” diye anlatınca, içi boş bir nostaljiye dönüşüyor, güzel taraflarının yanında defoları da olan, ama yaşayan bir geçmişi görmezden gelip onu dondurmuş oluyoruz galiba…
Ben de bunu söylemek istiyorum: Kitapta anlatılanlar, benim burada anlattıklarım tamamen Takuhi yayamdan, Akabi yayamdan, Surpik yayamdan öğrendiklerim; burada Çorlu var, Çatalca var, İstanbul var, ama bizim yaşadığımız şekliyle var.
Kitap yazma fikri nereden geldi, bu kitabın ortaya çıkışı nasıl oldu?
Kitap yazma fikri diye bir şey yok. Yazma fikri var ama, kitap yok. Ardaş’ın (yazar Mıgırdiç Margosyan’ın kardeşi, yayıncı Ardaşes Margosyan), yine bir sofra muhabbetinde getirdiği bir öneriydi. Daha doğrusu, şöyle oldu: 1975’te babam öldükten sonra –babam hatıralarını, ailesini, annesini, babasını çok anlatan, çok konuşkan bir insandı; bizlerse gençtik, anlattıklarını hep biliyormuşuz gibi düşünüyorduk– “o neydi”, “bu neydi”, “babam şunu şöyle derdi” diye andık babamı hep. Yani o yaslı günlerimizde oturup salya sümük ağlamadık. Başladık “babam şunu şöyle yapardı, bunu böyle anlatırdı” diye muhabbet etmeye. Bu sırada farkına vardık ki, biz babamızı iyi dinlememişiz, sadece kafa sallamışız. Bu sefer kendimizi toparladık, başladık soyağacı çıkarmaya, isimleri kayda geçirmeye. Babamın ölümünden sonra biz ele aldık bu sofra muhabbetlerini. Evvelce yöneten oydu, biz dinleyiciydik; o konuşmacıydı, mamam da yardımcısıydı.
1992’de, yine böyle bir sofra muhabbetinde, yemekler hakkında konuşuyorduk. Ardaş anama takılıyor, bana laf atıyor, ona bir şey soruyor, bana doğrulatıyor… Derken, “yaz bunları, yoksa unutulacak” dedi. Onun isteğine uyarak altı yemek tarifi yazdım. Kitaptaki sırayla, yani yapılışı bazı insanlara zor gelen, bir kısmı da bazı evlerde hiç yapılmayan yemekleri yazdım öncelikle.
Topikle başladınız yani…
Ya, evet. (gülüyor) Başladım yazmaya. Çok da hızlı yazmıyordum, yavaş yavaş, keyfim geldikçe. Ev kadınıyım o tarihte ve Sayatçığımı da göndermişim yurtdışına. Zor ve sıkıntılı günlerim. Soyağacımızı saklayacağımız gibi, yemeklerimizi, bu arada yemek muhabbetlerimizde konuşulanları da kayda geçirmek istedim. Onun için en zor, en yapılmayan, belki otuz-kırk sene sonra kimselerin hatırlamayacağı, çocukların duyduklarında genelde “bööö” dediği yemekleri, ciğermiş, dalak dolmasıymış, yazmaya başlamıştım. Yazdıklarımın kitap haline getirilmesi fikri beş-altı yıl sonra çıktı ortaya. Yazarken yayalarımı, çok sevdiğim insanları, çok sevdiğim yemekleri, anlatmayı sevdiğim hikâyeleri işledim en çok.
Kitapta da zaten tek kaygınızın tarif vermek olmadığı, yemeklerin sizin için insanlarla ve yaşanmış hikâyelerle anlam kazandığı görülüyor.
Ayırt edemiyorum, anı mı, yemek mi? Aslında yazdım demek de bir tuhaf geliyor bana, bunların hepsi kafamda vardı, yazıya aktardım diyelim. Şimdi bana desen ki, ne bileyim, şu konuda bir kompozisyon yaz, zorlanırım. Ama bunları zorlanmadan yazdım. Bu cümleler sanki yayamın, babamın, mamamın cümleleri gibi. Takuhi yayamın, Lusi yengemin, Gülünya kuyriğimin, Ani kuyriğimin cümleleri bunlar; ben onları aktardım. Hepsi kafamdaydı.
Samimiyetle aktarabilmek de çok önemli…
Kitabı okuyanlardan gelen güzel sözler tabii ki beni çok mutlu ediyor. Çünkü benim çok sevdiğim şeylerdi bunlar; “ben yazar oldum, beni çok beğeniyorlar” diye düşündüğümden değil. Takuhi yayamı, dostlarımı, sevdiklerimi senin de sevmen beni mutlu eden. Zaten kapağa Takuhi Tovmasyan yazılmasını istememin sebebi de o. Kitabın kapağına hangi soyadımın yazılacağı sorulduğunda doğrudan “Tovmasyan” dedim. Kitabın üstünde Takuhi Tovmasyan adını gördüğünde aklına ben geliyorum ama, aynı isme ben baktığımda Takuhi Tovmasyan “yayamı” görüyorum. O anılmayı çok seven bir insandı. Bütün hayatı boyunca, muhabbeti, eskileri anmayı, ama bir yandan da anılmayı çok seven bir insan olmuş. Bu huyu babama geçmiş, babam da bana aktardı.
Ben kitabı bir torunun yayasına, ölümünün ellinci yılında bir hediyesi olarak, daha doğrusu bir hediyenin karşılığı olarak görüyorum. Takuhi yayamın manevi kıymeti çok büyük bir çift gül küpesi var, babamın elinin emeği. Babam 19 yaşındayken çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa eriştiğinde bunun kanıtı olarak bir gül küpe mıhlamış. Mıhlama tekniği bakımından ustalık isteyen bu işini annesine hediye etmiş. Takuhi yayamın altı torunu var. Bu torunlarının içinden en çok abim Yetvart’ı seviyor, ama ismini taşıdığım için benim de farklı bir yerim var onun nezdinde. Gül küpeleri için mamama, “En sevdiğim torunum Yetvart, ona verirdim, ama o takamaz; haliyle karısı takacak, karısı da ne diyecek: ‘Kaynanamın kaynanasının küpeleri!’ En iyisi ben bunu adımın sahibine vereyim, bari ‘yayamın’ diyerek takar bu küpeleri” demiş. Yani kadın anılmayı çok seviyor. Ben bu küpelerin karşılığında bir teşekkür olarak verdim bu kitabı yayama.
Kitabınızı bir sosyal tarih kitabı olarak, bir aile tarihi kitabı olarak, belki ülkenin son yüz senesinin tarihi olarak okumak mümkün. Ailenizin hikâyesinden koparamayacağınız, bugüne kadar sözü edilegelen, ama insanların bu olayları nasıl tecrübe ettikleri açısından pek de bir şey bilmediğimiz, 1915 felaketi, Varlık Vergisi, 20 sınıf ihtiyat askerlik gibi olayları kaydetmesi anlamında siyasi yönü de güçlü bir kitap…
Bunları aktarmamama imkân yoktu benim. Fasulye pilakisi dendiği zaman dedem aklıma geliyor. Ben bu konuları edebiyat olsun diye veya birilerini etkileyeyim diye yazmadım, yazamazdım da. Cizlemeyle dayımın Topkapı’daki evini hatırlıyorum. Çılbır yine öyle. Salyangoz yahnisiyle Silivri’yi, Toros dedemi hatırlıyorum. Burnum ve damağımla beynim arasında sıkı bir bağ var. Tarçın kavanozunu her elime aldığımda Silivri’de fırına götürdüğümüz peksimet tepsisi gözümün önüne geliyor. Bütün bunları unutamıyorum. Ciğer bohçası dendiği zaman Gülünya kuyriğim aklıma geliyor, veya tersi.
Yemeklerin milliyeti de hep tartışılır; Ermeni yemeği mi, Rum yemeği mi, Türk yemeği mi?..
Yemeklerin milliyeti olmadığına inanıyorum. Yemeği bir sanat gibi görüyorum. Sanatta da sınır yoktur zaten. Hele hele İstanbul gibi tarihi bir şehirde yemek kültürünü bir çerçeve içine almak veya makasla kesip ayırmak, bu Ermeni yemeğidir, bu Rum yemeğidir, bu Türk yemeğidir, bu Çingene yemeğidir… Böyle bir şeye inanmıyorum. Bu tartışmayı anlamsız buluyorum. Mesela Çatalca o tarihlerde denizden o kadar uzaktır, orada midye dolması olur mu, olmaz mı tartışması yapılabilir. İstanbul’dan midye geliyormuş ve onunla midye dolması yapılıyormuş. Kitapta da andığım çok hanımefendi bir Ağavni yaya var, Krikor’la Baydzar’ın anneleri, Yemenici Bağdasar Usta’nın karısı Ağavni. O mesela dolmayı çok severmiş; bizimkiler bunu biraz da gülerek anlatırlardı, önce midyeyi dolma yapıp yerlermiş, boş kabukları tabak, bardak gibi yıkar, saklar, canları istediği zaman yine dolma harcı hazırlayıp boş kabukları doldurur, midyesiz dolma yapar, yine o niyetle yerlermiş. Biraz masal gibi, ama gerçek. Demek ki insan bir şeyi isterse yapabiliyor. Buna çok inanıyorum. Mutfakta milliyetin, sınırın hiç yeri yok; başka şeylerde de yok ya, neyse…