KARA TREN: TARIK SİPAHİ

28 Ekim 2018
SATIRBAŞLARI

Dostumuz, mesai arkadaşımız Tarık Sipahi’yi 23 Ekim günü kaybettik. Çok yönlü bir kültür insanıydı: İnce detaylarla yüklü gündelik hayat izlenimlerini halis bir edebiyata dönüştürmüştü. İstanbul’a yönelik somut ve lirik ilgisini dönem dönem farklı malzemelerle ürettiği resimlerine de yansıtmıştı. Haftalık Express’in sabit kalemlerinden biriydi. Şehrin bir parkından, bankından, deniz kıyısından, otobüsünden anlık fotoğrafları ve tasvirleri, bir abesliği, “saçma”yı gösterdiği gibi, insanın içine belli belirsiz bir yaşama sevinci de katardı. Tarık Sipahi’yi, nam-ı diğer Tarık 2000 Ziyad’ı (milenyum yaklaşırken 1000) 1996-97 yıllarında haftalık Express’te tefrika halinde yayınlanan “Hala” ve “Diyaloglar” serilerinden küçük bir seçki ve bazı resimleriyle uğurluyoruz. Ruhu şad olsun…
Tarık Sipahi (25 Kasım 1946 – 23 Ekim 2018)

 

Çamaşır makinesinin sesine uyanmak

Halam önceki gece hiç konuşmadı. Ya da çok az, beş-altı cümle yaptı. Bir anlam veremedim. Sessizce oturdu durdu. Dün, cumartesi ise bütün gününü mutfakta geçirdi. Akşama kadar kavanozlarca reçel yaptı. Fazla fazla. Sabırla tencereyi karıştırıp durdu, saatlerce. Gereğinden fazla reçel doldu ev. Hatta aralarından iki-üç kavanoz, oturma odasındaki komodinin üzerine bile ulaştı, akrabalar için. “Bir şeyin mi var?” diye sordum. “Yooo” dedi. Üzerine pek de gitmek istemedim, acaba sağlıkla mı ilgili, bilmiyorum. Pencereleri silmeye başladı, uzun uzun. Gazete kâğıtları ile ısrarla ovaladı durdu. Tüm camlar kırık gibi, yokmuş gibi oldu; dışarısı içeride. Öğleden sonra yakın semt pazarı yerine uzaktaki bir pazara gideceğini söyleyip çıktı. Torba torba yiyeceklerle döndü. Ne yapacağıma bir türlü karar veremedim. Akşamüstü çayını zorla içti. Sık sık daldı, sessizleşti. Fazla yalnız bırakmamalıydım. Nişanlımla sinemaya gidecektim, telefon edip iptal ettim. Mesele neyse, kendisi söylesin istiyorum. Defalarca odalardaki eşyaların yerlerini değiştirdi, bitmeyen temizliklere kalkıştı. Başardı da. Gece uzak akrabaları arayıp uzun uzun konuştu telefonda. N’oluyor acaba: Bu sabah çamaşır makinesinin sesine uyandım. Evdeki her şeyi yıkamakla meşgul hiç konuşmadan. Pazar gazetelerini, dergileri alıp eve dönerken alt kattaki çok şişman evde kalmış komşu teyze beni merdivenlerde durdurup her zamanki gibi nefes nefese haliyle “Halan ayladır biriktirdiği kuponlarla dolu naylon poşetini buldu mu?” diye sordu. Kalakaldım, gülümsedim, aynı zamanda da derin bir nefes aldım.

 

“Otoportre”

“Gecedem”de neler olacak?

“Bakıyorum gündemin her pazar o kızla açılıyor” dedi halam. Cumartesi gecesi tam nişanlıma telefon edecekken. Bu cümleyi söylerken de iki kelimeyi çok kuvvetle vurguladı. ‘O kız’ı öyle bastıra bastıra söyledi ki, nişanlımın yine halamı kızdırdığını anladım. Peki ama ‘gündem’i neden vurgulamıştı? ‘Kısmet’ kelimesini kullanacaktı, yanlışlıkla gündem dedi galiba, diye düşündüm. Bu arada telefon etmeyi unuttum. Gece bir ara balkonda sigara içerken aklıma geldi: her pazar nişanlımla oluyordum. Tatil günlerindeki beraberliğimiz sabit gündemimizdi. Her pazar kadrolu bir yaklaşımla birlikte oluyorduk. Değişmez bir biçimde. Birdenbire kendimi hazır gündemler içinde yaşayan bir televizyon kanalı gibi hissettim. Gündem dışı yaşayamaz mıydım? Ne yani, kendime zap mı yapsaydım? Evet. Bu düşüncemi nedense beğendim. Gündemin dışına çıkacaktım. Daha önceden karar verdiğim gibi geç kahvaltı yapıp, gazeteleri okuyup, sonra da bir arkadaşla üçüncü el arabalara bakmaya gidecektim. Akşama doğru da nişanlımla buluşmayacaktım. Değişik bir şeyler yapmaya karar verdim. İçeri girdim. Halama gülümsedim. Ne oluyor gibi, yüzüme baktı, o başını sallarken ben ekrana dalmıştım bile.

Sabah çok erken kalktım. Kahvaltı yapmadan evden çıktım. İki otobüs değiştirip uzak bir semte gidip dolaştım. Sadece simit yiyip tek bir gazete okudum, eklerine göz bile atmadım. Oh be. Gündemin dışındaydım. Not defterimden liseden sevdiğim bir öğretmenin telefonunu buldum. Aradım. Uğrayacağımı söyledim. Şaşırdı ve sevindi. Pazar sabahı onbirde evlerine gittim. Sohbet ettik. Ayrıldım. Sinemaya gittim. Yalnız. Çıktıktan sonra biraz alışveriş yaptım. Simit, şeftali… falan. Eve geldim. Saat üç gibi. Biraz sonra telefon çaldı. Nişanlım. Sabah aramış. Nerelerde olduğumu sordu. Her şeyi anlattım. “Yaptığın gündem dışı değil, gündeme tepki” dedi. “Gündemin tersi mi yani?” dedim. “Hayır, inkâr” dedi. “Belki gündemin kenarında gezmişimdir” dedim. Gülerek, “Bakalım gecedemde neler olacak” dedi. Kalakaldım.  

“Gustav Mahler – Titan”

 

Sıra “saatdem”de

Otobüste birden başım ağrımaya başladı. Bir yandan da kafamda bir kelime dolaşıyor: Gündem. Ve ilaveleri: Gündemin içinde, altında, üstünde; gündemi yaratmak, takip etmek…

Peki gündem ne? Gündemin kendisi ne? Merak ediyorum. Otobüste tüm bunları düşünüyorum. Neden mi? Mecburiyetten. Çünkü oturduğum yerden dışarısını göremiyorum. Cam beyaza boyanmış. Kucağımda katlanmış, ısrarla okumayı sürdürdüğüm, son sayfalarına doğru sabırla ilerlediğim bir gazete.

Otobüsün dışındaki reklam, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış: otobüsün gövdesinde ilerleyip camları da ele geçirmiş durumda. Geçen gün yine başka bir otobüste ayakta reklamların kapladığı boyalı pencere camları arasındaki bir aralıktan caddeyi zar zor görebiliyordum. Yorgun argın eve dönerken biraz camdan etrafı seyredebilme imkânına artık sahip değilim.

“No.6”

Dışarısını göremiyorum. Neler oluyor? Gazete yine “gündemi yakaladık” diye yazıyor. “Tabii onların penceresinden dışarı görülüyor da onun için” diye düşünüyorum.

Ne yapılmalı? Bunalıyorum. Tam karşımda bembeyaz bir boya. Zar zor yüzüm görülüyor. Beyaz boyalı cam, ayna gibi karşımda duruyor. Bakışıyoruz. Reklam sırtı ve yüzüm iç çe. Az daha durağımı kaçıracak oluyorum, güç bela otobüsten iniyorum.

Akşam evde başım ağrıyor. Gündemin İngilizcesini düşünüyorum. Az biraz da ateşim var. TV seyrederken reklamlardan istifade halama soruyorum. “Sizin zamanınızda gündem var mıydı?” diye. “Hayır.. hadise, hülasa, olay, durumlar… falan vardı, ama gündem yoktu. Yeni çıktı bu kelime.”

Mutfağa çay demlemeye giderken de koridordan sesleniyor, “herhalde yakında saatdem de çıkar”.

Birden kafamda şimşekler çakıyor. Evet, benim sorunum saatdemle ilgili. Sadece, pencerelerini reklamların örttüğü otobüslere bindiğim zaman başım ağrıyor. Evet, ilk kez bir saatdemi yakalamıştım, saatdeme yakalanmıştım. Saatdemin içindeydim, altındaydım, üstündeydim, yaratıyordum, takip ediyordum… Nedense bu buluşum beni rahatlattı. Gelecekte çok yaygın olacak olan saatdemi günümüzde ilk kez ben yaşıyordum. Gözlerim yaşarırken nedense gülümsedim.   

 

“İkinci Kukla”

Son

Meğer halamın ne kadar çok seveni varmış. Onu son yolculuğuna uğurladıktan sonra döndüğümüzde ev inanılmaz kalabalıktı. Sayısız ayakkabılar, tüyleri yer yer dökülmüş mantolar, eprimiş eşarplar, koyu renk şallar… Doluydu. Giriş, yatak odası. Apartman helva kokuyordu. Şişman teyze de dairesini açmıştı. O da yemekler hazırlıyordu. Telaş içinde. Hâlâ da ağlıyordu. Nasıl oluyor da üç gündür ağlıyordu, anlamadım. Sadece Adapazarı’ndan gelen büyük teyze ağlamıyordu. Hiç ağlarken görmedim. Küçülmüş, iyicene ufalmış siyahlar içinde gövdeciği ile ailenin son yaşayan köklerinden biriydi. Kendisine yaklaşanlara “Daha geçen ay bana bakmaya gelmişti, taa Adapazarı’na. Ne kadar neşeliydi. Daha geçen ay” diyordu. Kupkuru, zor duyulur bir sesle. Aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu. Elinde lime lime, kaçıncı olduğu bilinmeyen küçük mendiliyle. Büyük teyzenin bir tek gözyaşı dökmediği ve bunun kötü olduğu fısıldaşılıyordu koridorlarda, mutfak kapılarında. Bir ara beni yanına çağırdı. “Ne yapacaksın?” dedi. “Babamlarla memlekete dönüyorum büyük teyze” dedim. Herkes ona büyük teyze derdi. “Peki nişanlın” dedi. “Çalıştığı banka onu Almanya’ya gönderiyor çalışkanlığından dolayı. Bir yıl kursa gidecek. Münih’te dil öğrenecek” dedim. “Peki ev n’olacak, eşyalar n’olacak” dedi. Aşağıdaki komşu teyze ilgilenecek dedim. Sustu. Sonra “Daha geçen ay bana bakmaya gelmişti” derken uzaklaştım. Kalabalığı sıyırıp evden çıkmadan tv ekranına dokundum son kez, geçerken. Her zamankinden daha soğuk, her zamankinden daha griydi.  

 

“Suda Balık Oynuyor”

Komplo kokusu ne renktir?

Gerçek son hecede

 

–Hadi polemik yapalım.

–Yok yok, demagoji yapalım.

–Aaa ne güzel fikir, hadi hadi, hemen başlayalım…

–Hemen mi?

–Evet, evet…

–Eh peki, madem çok istiyorsunuz…

–Sen başla,

–Peki, olur.

–Bakıyorum, demagojiyi, polemiği kolay bir şey zannediyorsunuz.

–Eee tabii, yoksa öyle değil mi?

–Neyse… İşte, başlayın bakalım, ben de arada katılırım…

–Kar yağdığı zaman çok üşürüz ve ısınmak için sobanın yanına gideriz.

–Yaşa, hemen devam ediyorum. Üşür, sırtınızı kamburlaştırır ve ellerimizi sobaya değecek kadar yakınlaştırırız.

–Yanlış, demagoji yapma, kaloriferli evlerde oturanları yok sayamazsın.

–Uydurmayın. Ya elektrikli sobaya ayaklarını uzatanlar, onlar ne olacak?

–İşte hemen polemik karşımıza çıktı. Nereden çıktı? Elektrikli soba ile odun sobasının arasından. Isıdan faydalanmak için bu aletlere yakınlaşmanın arasında bir fark yok. Var mı?

Beyaz peynir paketi nerede?

–Nasıl yok. Göz göre göre yalan söyleniyor. Biri elektrikli, öteki değil.

–Şimdi sen ellerimizi ısıtmakla ayaklarımızı ısıtmak arasında fark yok mu diyorsun?

–Ne alakası var? Ben ısınmayı ön plana çıkarıyorum.

–Ve bunu ön plana çıkarmak için de kar yağmasını bahane ediyorsun.

–Bahane değil, gerçek.

–Peki yazın, yazın ne yapıyoruz?

–Sıcaktan denize giriyoruz.

–Denizi olmayanlar? Herkesin denizi var mı sanıyorsunuz?

–Serinlemek için bol bol duş alıyoruz.

–Duş alınmaz, yapılır.

–Yüzde 99’umuzun duşu vardır. Değil mi?

–Sular akmıyor, akıyor problemi olacak.  

–Yahu, sular akıyordu da biz mi duş almadık?

–Almamışız, daha etkileyici olmaz mı?

–İşte demagoji…

–Güzel gidiyoruz. Devam…

–Eve geliyorum. Gece. İşten çıkmışım. Birçok alacağım var. Belediye Tanzim’e uğruyorum. Otobüsle eve geliyorum. Torbayı boşaltırken beyaz peynir paketini bulamıyorum. Herhalde torbaya doldururken koymadım diyorum. Fişi inceliyorum. Bu kez adı listede var. Acaba otobüste mi düşürdüm? Koca paket nasıl düşer? Biri mi aldı?

Komplo kokusu hemen duyulur mu?

“Albino Deniz Yıldızı – Dönüşüm”

–Bu anlatılanlar kesin senaryo…

–Evet, sence de bir senaryo sezilmiyor mu?

–Seziliyor da olsa, ben tam sezemiyorum.

–Güçlükle de olsa seziyorsundur canım.

–Yaaa, çok ısrar edersen tabii ki seziyorum. Biraz güç oluyor. Bulanık seziyorum.

–Yaaa, o bulanıklık mahsustan öyle. Sen sezme diye. Aslında her şey net.

–Sahi mi?

–Sahi tabii. Sen ne zannediyordun? Bulanıklık sonradan ilave ediliyor? Aslında bulanıklık falan yok.

–Aaaaa…

–Evet.

–Peki beyaz peynir nerede? Ortada bir komplo olduğu kesin. Onu yapanları bulmak zorundayız.

–Yaa, tam olarak değil. Önce komplo olup olmadığına bir bakalım, inceleyelim. Önce ona karar verelim. Bir komplonun içinde miyiz, dışında mı, önünde mi, arkasında mı, uzağında mı, yakınında mı? Neresindeyiz?

–Çok güzel konuşuyorsun. Tüm tespitlerin kolay anlaşılır ve açık seçik, seni kutluyorum.

–Peki komplo kokusuna ne dersiniz? Otobüs ile eve geliyor. İşten çıkmış, alışveriş yapmış. Komplo kokusunu almıyor musunuz? Komplo kokusu, o koku da mı zor duyuluyor?

–Hiç bile. Zorluk yok. Açık açık gelen bir koku, bağıra bağıra komplo diyor. Marifet onu hemen anlamakta. Yoksa çok koku var. Kızarmış balık kokusu, yağmur kokusu, yeni kesilmiş hıyar kokusu…

Ülkemiz halkının yüzde 99’u romantik

–Romantizmi bıraksak yani. Yüzde kaçımız romantizmden anlıyor ki?

–İşte demagojiye bir başka ilk adım.

–Hayır efendim, yüzde 76’mız romantiktir.

–İstatistikler yalan söylemez. Rakamlar aslında polemiğin dışında kalır.

–Biz yine eğlenceli konumuza dönelim mi?

–Demagoji demagoji…

–Şarkı gibi söylüyorsun.

–Aslında melodik bir ritmi var.

–Acaba kaset olarak, bir şarkıda ne zaman karşımıza çıkacak?

–Demagoji demagoji / Yoktur bu işin soni / Polemik polemik / Yoktur bu işin sonik.

–Çok güzel oldu. Aklına sağlık.

–Asıl ben klibini merak ederim. Polemik dans ediyor, demagoji çalıyor.

–Ya da tam tersi…

–Duruma göre.

–Artık onlar karar verirler, her şeye biz karışmayalım.

–Ders çalışmazsan sınıfını geçemezsin. Bir gerçek. Sınıfını geçip okulu bitirince iyi bir hayatın olur. Bu yarı gerçek. İyi bir hayatında başarılı, paralı, saygın bir kişi olursun. Bu çeyrek gerçek. iyi bir hayat yaşarsın. Bu sekizde bir gerçek. herkes seni sever. Bu onaltıda bir gerçek.

–Demogoji, sıkı gerçekleri bize yansıtır gibi görünür.

–Ne alakası var, bu da bir başka gerçek.

–Peki demagoji gerçeğin neresinde yer alıyor?

–Bir yerinde yer almıyor. Demagoji sadece gerçekleri karıştırıp işine geldiği gerçeği borç alıyor.

Gerçek kendisine sahip çıkamıyor

“Üç”

–Tombalacı gibi. Evet, tıpkı. Tombalacı ödünç aldığı rakamı okur ve sonra ileride bir ara, aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, tekrar onu torbaya atar. Yerine kaldırır.

–Müthiş bir benzetme. Müthişsin. Olağanüstü bir benzetme. Her şey ne kadar apaçık ortaya çıktı.

–Yani demagog gerçeği kullanıp kullanıp atıyor.

–Peki, gerçek kendisinin böyle kullandırılmasına nasıl müsaade ediyor ya da izin veriyor?

–Ben gerçek olsam beni çarpıtmalarına müsaade etmem.

–Şu kaybolan peynirle ilgili. Anlatılanlar senaryo gelmiyor mu sana?

–Yaa bir dakika, şu arkada köşede bir kız oturuyor ya, o da güzel gibi geliyor bana.

–Gibi gelmeye başladıktan sonra…

–Anneannen de güzel gibi geliyor bana. Hele geçen bayram yaptığı börekleri yedikten sonra…

–Şimdi bak, demek istediğim, bütün bu anlatılanlar, işte şöyle böyle derken bir hafif senaryo havası yok mu?

–Kesin var. Sen hafif diyorsun da ben ona light diyorum. Light bir senaryo havası var. Marlboro light dumanı gibi.

–Bana da kesinlikle uydurma, yakıştırma bir senaryo geliyor.

–Mahsus yapılıyor. Bilerek böyle söylüyor. Aslında peynir aldığı filan yok.

–Ama fiş, fiş belge değil mi?

–Değil tabii, bak tarihi var mı?

–Var. İşte kasa fişi. Aşağıda tarih yazıyor.

Sokağını tanımayan nesle aşina değiliz

–Olur mu? Ya yırtılırsa, ya koparsa? Bak ben şimdi koparıyorum. O kısmı kopardım. Yırttım. Bak şimdi artık tarihi belli değil. Yaaa, komplo işte, uydurma. Şimdi oku bak, tarih var mı, yok. Yok tabii, çünkü tarih yazılı olan kısmı bende. Gördün mü? Demek uydurma. Her şey yalan. Her şey bir senaryo.

–Ya senaryo ne demek?

–Senaryo, olmasını istediğimiz şeyi yazmak.

–O kadar mı?

–O kadar.

–Yanlış. Bir düşün: Senaryo neden yazılır? Film yapmak için. Satış için, para için. Amaç satmak. Onlar öyle istiyor. Nasıl olursa satılır. Onlara ne satabilirim? Bence bütün senaryoların arkasında yatan husus budur.

–Yaşşa. Şimdi bir de ben tekrarlıyayım, bakalım anlamış mıyım? Ne yutturmak istiyorsak onu senaryo haline getiriyoruz. Kör güzel kız ameliyat olur. Gözleri görür. Fakir ama hızla zenginleşecek olan gençle evlenir. Al sana senaryo.

–Ver bana senaryo da burada eksik olan bir şey var.

–Doğru, komplo nerede? Demagoji nerede? Ve en önemlisi polemik nerede? Onlarsız senaryo olmaz.

–Ama olmuş, oluyor…

–Dünyayı, ülkemizi, kentimizi tanıyor muyuz?

–Hakkaten soruyorum, mesela sokağını ne kadar tanıyorsun? Tanımıyorsun.

–Sokağın gerçeklerini ne kadar tanıyorsun? Ya, işte öteki acı gerçek. Pöf…

–Küçümseme ha! Nereden biliyorsun tanımadığımı?

–Ben samimiyet kuşkusundan bahsediyorum.

–Lafı dolandırma, sen sokağının gerçeklerinde yaşamıyorsun.

–Ne demek?

Tüpgazcı gelir, sonra da gider

– Bu demek işte. Sokaklarının gerçeklerini yaşamıyorsun. Çöpler hangi gün toplanıyor, bakkalın kayınbiraderinin otomobili ne marka, boş kiralık ev var mı?.. Ve evet, en önemlisi tüpgaz kamyonu ne zaman geçiyor? Söyle bakalımb

–Evet, ana fikir tüpgazın geçtiği saat.

–Ne kadar doğru! Eğer bir insan sokağındaki tüpgazcının geçme saatini bilmiyorsa, sokağının gerçeklerini yaşamıyordur.

–Kesin ve çok doğru.

–Söylediklerinin içinde kırıntı demagoji de yok, polemik de.

–Ama başlangıçlar var.

–Onlara karışmayız.

–Sokağını tanımayanın kimliğinden kuşku duyulur.

–Yaa, biraz ileri gitmek olmuyor mu?

–Olmuyoruz.

–Anlayış nerede?

–Anlayış sokağının gerçeklerini yaşayana gösterilir.

–Pes doğrusu!

–Şimdi ne demek istiyorsun? İki kardeş yıllardır kavgalı ise ve anneleri üveyse onlar bayram sabahı birbirlerine gider mi?

–Gitsinler.

–Ama yıllardır kavgalılar, bu bayram niye gitsinler ki?

–İşte, senaryo icabı.

–Offf, ne oyun kaldı ne de güzelliği.

–Anlaşılan demagoji ile oyun olmaz.

–Polemikle hiç.

“İstavrit”

 

Herkese bir simultane çevirmen lazım

Hakikat son soruda

 

–Herkesin bir spontane çevirmeni olmalı.

–Simultane demek istiyorsun herhalde?

–Ha, evet evet, simultane. Aslında spontane konuşuyoruz da onu düzeltmek için demek isteyecektim.

–Nasıl yani? Herkese bir çevirmen mi?

–Evet, Türkçe konuşan bizlere, her birimize birer Türkçe çevirmen.

–Herkesin mi olmalı? 

–Evet.

–Günlük normal konuşmalarımızda üstümüzden başımızdan alt yazı geçemeyeceğine göre, aslında ne demek istediğimizi bizim yanımızda bulunan biri seslendirsin. Sabah bakkala uğrayıp soruyoruz, “Samsun var mı?” Ne diyor, “Hayır, kalmadı”. Tam bakkalın yanındaki simultane çevirmen ağır ağır, yavaş yavaş şunu demeli: “Bıktım… Her gün… Çamurlu ayakkabılarla dükkâna girip, giriyor olup… Sadece ucuz tek sigara almandan her sabah”.

–Peki, başka bir “mesela” anlatsan.

Ağır ve tane tane konuşsa

–Mesela şöyle, ne diyoruz? “Ne haber, nasılsın, ekonomik durumun nasıl, keyfin iyi mi” derken, o yanımızdaki simultane çevirmenimiz düzgün ve yavaş yavaş bir ses tonu ile desin ki, “Çok zor durumda olunulduğu… Borç para verilebilinir mi, alınabilinir mi?” Ama yavaş yavaş ve tane tane.

–Tam anlamadım, bir örnek daha…

–Şöyle: Bir arkadaşımıza soruyoruz: “Hafta sonu hep beraber Khamiller’in yazlığına gidelim mi?” Aynı anda spontane çevirmenimiz şöyle diyecek: “Geçen yaz tanıştığım… Tanıştığımız bir kız vardı yazlıkta, onu görmek için, mavi gözlü olanı”.

–Haydaa, yani bir tür art niyetimizi seslendirsin.

–Tam art niyet değil satırarası, arka plandaki düşünceler, gizli niyetler, görünmeyen noktalar…

–Enteresan. Peki öyle biri nasıl anlayacak bizim aslında neler düşündüğümüzü… Hem anlasa bile çok para ister onlar…

–Evet, işte ben de onun için acaba biz bu işi üstlensek mi diye soruyorum.

–Yani?..

Son otobüs geçti mi?

“Dedikodu”

–Yanisi şu: Konuşurken aynı zamanda düşüncelerimizi, duygularımızı çevirip sahici konuşsak.

–Yani iki katlı dubleks değil, tek katlı bir konuşma.

–Evet, tıpkı öyle, tek katlı, açık, ferah…

–Enteresan.

–Ama zaten samimi ve içten yaşayanlarımız öyle yapmıyorlar mı?

–Belki, ama benim dediğim daha genel ve geniş bir genelleme.

–Ne gibi?

–Öğretmen, “Önümüzdeki sınava çalışın, kurtarma sınavı yapacam” derken çevirmeni, “Bu son şansınız, yoksa sınıfta kalırsınız, tatiliniz burnunuzdan gelir” diyor.

–Canım bir şeyi başka türlü söylemek mi senin derdin?

–Tam anlatamıyorum galiba…

–Ha gayret, bir örnek daha…

–Şöyle, gece onbir buçuk. Otobüs durağında otobüs bekliyorsun. Gece yarısı oniki oluyor, âlâ gelmiyor. Durakta üç kişi olmuş durumdasınız. Bekliyorsunuz. Yarım olmak üzere. Biri geliyor, “Son otobüs geçti mi” diye soruyor. “Daha geçmedi” diyorsun. “İyi” deyip o da beklemeye koyuluyor. İşte bu anda çevirmenin, “Boşuna geldin, otobüsün geleceği yok, biz de boşuna bekleyip duruyoruz. Birlikte taksi mi tutsak” dese.

Dilimizi doğru konuşuyor muyuz?

“Wine”

–Galiba samimi ve içten konuşma görevi var çevirmenin.

–Tam öyle değil, bazen de farklı gerçekleri yansıtma görevi var.

–Mesela ne deniyor, “Şu anda sizin özelliklerinizde olan birine ihtiyacımız yok, biz sizi daha sonra gerekirse ararız”.

–Hah, iş konuşması.

–Evet, bu cümleden sonra çevirmen diyecek ki: “Hadi başka kapıya, kolay gelsin”.

–İncelmişliğe karşı bir çevirmen.

–Tam olarak şu son örneği vermek istiyorum.

–Evet. Bu son örnek, ona göre…

–Peki.

–Eeee…

–Düşünüyorum.

–Sanırım bu konuşmaları, aynı zamanda dilimizi doğru kullanmaya da yardımcı olacak.

–Sanırım.

–Eee, sonra…

–Sen düşün de, ben şunu söylemek istiyorum: Düşünür ve ifade ederiz, doğru. Ama bir de konuşurken düşünmemiz vardır. En gelişmiş olarak da buna beyin fırtınası diyorlar. Herkes konuşuyor. Fikirler havada uçuşuyor, özgür ve korkusuz bir ortamda ortaya pek çok farklı düşünce…

–Tıpkı bizim şimdi yaptığımız gibi…

Çok güzel konuşuyorsun

–Hiç alakası yok, sözümü kesme. Farklı düşünceler ortaya çıkıyor. Binbir türlü değişik fikirler içinde yüzüyoruz ve yeni düşüncelere ulaşıyoruz. Ortak paslaşmalardan ortaya yepyeni fikirler çıkıyor, kayboluyor… Falan filan. Şimdi bunları neden söylüyorum? Bu heyecanlı ve yüksek seviyeli fikirlerin bazında duygular, inançlar, genel yapılar var. Çabuk sinirlenmek, tutucu olmak, utangaç tarafları ağır basmak… Falan… Hakiki… Sahici bir kargaşa. Ama sonunda saatler süren toplantıdan sonra en önemli ve en ortak en güzel fikirler bulunuyor. Herkes yatışıyor. Düşüncelerin çıktığı en yüksek seviyeye ulaşılıyor. Çıtanın bu kadar yükseltilmesinden dolayı yorgun insanlar ertesi gün biraraya gelip bir de bakıyorlar ki ne güzel, bir fikirler yolculuğu yapmışlar ve değişik ve güzel bir yerlere varmışlar.

–Eeeeee. Güzel konuşuyorsun da konuyla ilgisi ne?

–Hangi konuyla?

–Bizim şimdi konuştuğumuz konuyla.

–Siz hangi konudan bahsediyordunuz?

–Peki, sen neden bahsediyorsun?   

 

 

 

^