GUSTAVE FLAUBERT’DEN MEKTUPLAR –VI  

Kerem Eksen, Emre Ayvaz
7 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Louis Bouilhet’ye 
İstanbul, 14 Kasım 1850 
(…)
Dün sabah geldiğim İstanbul’la ilgili olarak bugünlük sana sadece şunu söyleyeceğim: Fourrier’nin bu şehrin günün birinde dünyanın başkenti olacağına dair düşüncesini hatırladım birden. Gerçekten de yoğun insani çeşitliliğiyle muazzam bir yer burası. İnsanın Paris’e ilk defa gittiğinde yaşadığı o ezilme duygusunu bilirsin: Burada da o duyguyla doluyorsun. Farisisinden, Hindusundan, Amerikalısına, İngilizine bir sürü tanımadığın insanla dip dibesin, o müthiş yekunuyla seni küçülten tek tek bir sürü benliğin arasındasın. Bir de tabii uçsuz bucaksız bir yer burası, insan sokaklarda gezerken kayboluyor, şehrin ne başı görünüyor ne sonu. Mezarlıklar şehrin ortasında ormanlar gibi. (…) Mezarlık Şark’taki en güzel şeylerden biri. Bizim oradakilerin o derin rahatsız ediciliği yok buradaki mezarlıklarda – ne bir duvar, ne bir hendek, ne bir bölme, ne bir çit. Şehrin içinde ve dışında, olmadık yerde karşına çıkıveriyor, tıpkı ölümün kendisi gibi, hayatın yanı başında ve kimsenin umurunda değil. Mezarlıkların içinden çarşıda gezermiş gibi geçiyorsun. Bütün kabirler birbirine benziyor; kimisi daha eski, kimisi daha yeni, birbirlerinden tek farkları bu ve eskidikçe toprağa gömülüp yok oluyorlar, ölmüşlerin zihnimizdeki hatıraları gibi… (…) Mezarlıklardaki serviler devasa ve bu yerleri huzur dolu yeşil bir ışıkla dolduruyorlar. (…)

Maxime Du Camp, Gustave Flaubert ve mektubun muhatabı Louis Bouilhet

Bana gelince, edebiyat konusunda nerede olduğumu bilmiyorum. Bazen tükenmiş hissediyorum kendimi (zayıf bir ifade oldu bu); bazense, bünyeden çıkagelen (ve ne tarafa akacağı bilinmez bir sıvıya benzeyen) o üslup duygusu mest edici bir ılıklıkla içimi kaplıyor, damarlarımda geziniyor. Sonra yine duruluyor. Çok az düşünüyorum, ara ara hayallere dalıyorum. Gözlemlerim çoğunlukla insanların yaşayışlarına, adetlerine yönelik. Seyahatin böyle bir tarafının da olacağı hiç aklıma gelmezdi. İşin psikolojik, insani, komik tarafı çok bereketli. Müthiş yüzlerle, her ışıkta başka türlü aydınlanan envai çeşit insanla karşılaşıyorsun, üzerlerinde türlü türlü çaputlar, nakışlı işlemeler; her bir kıyafet başka başka kirlerle, yırtıklarla, kurdelelerle kaplı. Ve hepsinin altında o aynı kadim, değişmez ve sarsılmaz üçkağıtçılık. Her şeyin temelinde bu var. Hepsi insanın gözlerinin önünden nasıl da geçip gidiyor. (…)

Flaubert, arkadaşı Maxime Du Camp’la beraber Kahire’deyken kaldığı Hotel du Nil’in bahçesinde, 1850. (Fotoğraf: Maxime Du Camp) 

İzmir’de, yağmur yüzünden dışarı çıkamadığımız bir gün, okuma odasından Eugene Sue’nün Arthur’unu aldım. Kusturacak kadar kötüydü, tarif etmem imkânsız. Paraya, başarıya ve okurlara acımak için okumalısın. Edebiyatın ciğerleri hasta. Tükürüyor, salyası akıyor, çıbanlarına merhemler, yakılar sürüyor ve saçını fazla sık taradığından epey kelleşmiş. Bu cüzzamlıyı iyileştirmek için kaç İsa’nın kendini Sanat’a feda etmesi gerekir kimbilir… Antik çağa dönmek – çoktan yapıldı bu. Orta Çağ da öyle. Geriye kala kala bugün kalıyor. Fakat zemin sağlam değil; temelleri nereye atacaksın? Öte yandan canlılığa ve dolayısıyla kalıcılığa ulaşmanın bedeli de bu. 

Bütün bunlar o kadar dertlendiriyor ki beni, konuşmak bile istemiyorum artık. (…)

İlyada’yı baştan sona yeniden okumaya giriştim. İki hafta sonra birkaç günlüğüne Biga’ya gidiyoruz. Ocak’ta Yunanistan’da olacağız. Cehaletimin boyutları canımı sıkıyor. Bari en azından birazcık Yunanca öğrenseydim! O kadar da çalıştım! Huzur beni terk ediyor artık!

Kendi kendisi hakkında evinin kitaplığındayken ya da her gün aynaya bakarken taşıdığı kanaati seyahatleri sırasında da muhafaza edebilen adam ya büyük adamdır ya da kalın kafalının teki. Bilmiyorum neden, gitgide daha alçakgönüllü oluyorum.

Abidos’tan geçerken sık sık Byron’ı düşündüm. Onun Şark’ı bu, Türk Şark’ı, hançerin, Arnavut kıyafetinin ve yüksekten mavi dalgalara bakan kafesli pencerenin Şark’ı. Ben Bedevi’yle çölün, Afrika’nın kızıl derinliklerinin, timsahın, devenin, zürafanın kavruk Şark’ını yeğliyorum…

Dendera, Mısır, 28 Mayıs 1850 (Fotoğraf: Maxime Du Camp)

İran’a gidemeyişime hayıflanıyorum (para! Ah para!). Asya seyahatlerinin, karadan Çin’e gitmenin, bütün o imkânsız şeylerin, Hint adalarının ya da beni hep insani taraflarıyla heyecanlandıran California’nın hayallerini kuruyorum. Diğer zamanlardaysa Croisset’deki çalışma odamı ve beraber geçirdiğimiz Pazar günlerini düşünüyorum, gözlerim doluyor. Nasıl özleyeceğim bu seyahati; tekrar tekrar yaşayacağım, biliyorum ve kendi kendime aynı ebedi monoloğu tekrarlayıp duracağım: “Ah aptal, ne diye daha çok tadını çıkarmadın onca şeyin?”

Sana pek de ilginç bir şey anlatmamışım gibi hissediyorum. Şimdi yatacağım ve yarın sana biraz seyahatimden bahsedeceğim. İçime fenalıklar veren şu bitmek bilmez benliğimden daha eğlenceli olacaktır senin için.

İyi geceler dostum… (…)

Çeviren: Emre Ayvaz, Kerem Eksen

^