İKTİDARIN BAROLARLA SAVAŞI VE “AVUKATLIK KANUNU TASLAĞI”

Söyleşi: Erselan Aktan
21 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI

Ankara Barosu’nun 26 Nisan’da, Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinselleri karalayan, hedef gösteren sözlerini “nefret suçu” olarak tanımlayarak kınaması üzerine, iktidar tartışmayı bambaşka bir konuya, baroların seçim sistemine getirdi. Cumhurbaşkanı tartışmanın içeriğine değinip Ankara Barosu’nu eleştirdikten sonra, ilk olarak 2016’da dile getirdiği “çalışmayı” tekrar ortaya sürdü. İktidar medyasının “Avukatlık Kanun Taslağı” olarak adlandırıp işlediği konu bir kampanyaya dönüştü ve AKP’nin 7 Mayıs’taki MYK toplantısında, Erdoğan hukukçu milletvekillerine “düzenlemeyi hemen hazırlayın, hemen bitirin” talimatı verdi. Düzenlemenin ilk elden baroların yapısını değiştirmeyi ve alternatif barolar kurmanın yolunu açmayı hedeflediği söyleniyor. Basına yansıyan başlıklar şimdilik bunlar. Başlıkların altında nelerin olduğunu ne Türk Barolar Birliği ne de barolar biliyor. Dahası, Adalet Bakanlığı’nın da bu taslağın neler içerdiğini bildiğine dair bir emare yok. Taslağın esbabı mucibesini, muhtemel altbaşlıklarını ve nelere gebe olduğunu İstanbul Barosu Başkanı avukat Mehmet Durakoğlu’ndan dinliyoruz.

 

Ankara Barosu Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinselleri karalayan, hedef gösteren sözlerini “nefret suçu” olarak tanımladı ve Diyanet İşleri Başkanı’nı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” ile itham etti. Ankara Barosu’nun bu açıklamasına iktidar cenahı şiddetli bir tepki gösterdi. Ve hemen akabinde baroların seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiği yolunda kampanya başlatıldı. Baroların seçim sisteminde  değişiklik yapmak hükümetin daha önce de gündeminde var mıydı? Bu konu neden aniden gündem oldu?

Mehmet Durakoğlu: Bundan bir süre önce yandaş basında birdenbire avukatlık yasa tasarısında değişiklikler yapılacağı, özellikle baroların seçim sistemlerinin değiştirileceği gibi birtakım yazılar, haberler görülmeye başlandı. Biz de avukatlar olarak, barolar olarak bu tartışmanın içine girmiştik. Tartışma başladıktan sonra ilk olarak Türk Barolar Birliği, sonrasında da Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalarla böyle bir tasarının olmadığı art arda söylendi. Bu açıklamaların mürekkebi kurumadan, ertesi gün cumhurbaşkanı net bir açıklama yaptı ve “Biz baroların seçim sistemi üzerinde çalışıyoruz, böyle bir çalışma var, bu çalışmayı mutlaka konuşmalıyız ve Meclis açılır açılmaz hemen gündeme getirmeliyiz” dedi. Bunun gerekçesini de Ankara Barosu ve Diyanet Başkanlığı arasındaki tartışmaya bağladı.

Adalet Bakanı hükümetin konuyla ilgili bakanı, TBB başkanı Metin Feyzioğlu da sürekli hükümetle, bakanlıklarla görüşme halinde olduğunu vurguluyor. Bakanın ve TBB’nin bu taslaktan niye haberi olmadı?

Tasarının TBB ve Adalet Bakanlığı tarafından bilinmiyor olması iki açıdan önemli: Birincisi, nasıl bir sistemle yönetilmekte olduğumuzu anlatması bakımından… Düşünün, avukatlık yasa tasarısı bir yerlerde, bir arka odada hazırlanıyor, belli bir noktaya getiriliyor, TBMM’ye bir an önce sunulması planlanıyor, ama bundan ne Adalet Bakanı’nın ne TBB başkanının haberi var. Kimseye sorulmadan hazırlanmış, öyle anlaşılıyor. Adalet Bakanı’nın haberinin olmaması da apayrı bir durum. Bu, ülkedeki yönetimin ne şekilde olduğunu, tek adam rejimi dendiğinde hemen kızan siyasi iktidarın aslında somut bir biçimde bu tek adamlığı nasıl anlamamız gerektiğini bize anlatması bakımından son derece önemli. İkinci önemli yanı, eskiden beri yargı içinde ikili yapılanmalar olduğu bizzat Adalet Bakanı tarafından ilan edilmişti. Adalet Bakanı bunu ifade ederken çok kısa bir süre evvel “maklubeye birlikte kaşık sallayanların yargıya biçim vermeye çalıştıklarını ve buna izin vermeyeceğini” söylemişti. Bu açıdan da bu tartışma çok önemliydi. Yani Adalet Bakanı’nın haberinin olmadığı bir arka odada hazırlanmış olan tasarının gerçekten de böyle bir amaç taşıyıp taşımadığı hepimiz açısından çok ciddi bir kuşkunun haklı nedeniydi.

Tasarının TBB ve Adalet Bakanlığı tarafından bilinmiyor olması iki açıdan önemli: Birincisi, nasıl bir sistemle yönetilmekte olduğumuzu anlatması bakımından… Düşünün, avukatlık yasa tasarısı bir yerlerde hazırlanıyor, belli bir noktaya getiriliyor, TBMM’ye sunulması planlanıyor, ama bundan ne Adalet Bakanı’nın ne TBB başkanının haberi var.

Tasarının bir “FETÖ projesi” olduğu yorumları daha önce de yapılmıştı.

Bu tasarının en son gündeme geldiği 24 Şubat 2018 tarihinde, Ankara’da, Türkiye’nin her yerinden avukatların dahil olduğu geniş katılımlı bir toplantı yapılmıştı. O toplantıda Metin Feyzioğlu kürsüde bu tasarının bir FETÖ projesi olduğunu ilan etmişti. Evet, bu bir FETÖ projesidir. Bu konu tartışılmaz bir biçimde öyledir. 2009’da, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olduğu dönemde FETÖ tarafından böyle bir çalışma yapılmış, hatta çalışma Devlet Denetleme Kurulu raporlarına da yansımıştı. 2010’da yapılan referandum ile yargının sacayaklarından ikisinin FETÖ’ye teslim edilmesinden sonra, üçüncü ayağının da, yani baroların da teslim alınmasına ilişkin bir projedir bu. Mantığını da öyle oluşturmak gerekir. O sıralarda yargının üç ayağından ikisi zaten ele geçirilmişti. Üçüncü ayağına da sızmaların bir şekilde gerçekleşmesini hedefliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, bu proje hâlâ duruyor ve bir bahane söz konusu olduğunda yeniden pişirilip ortaya sürülüyor.

Proje somut olarak neler getiriyor?

Açıkçası, somut olarak neler getirdiklerini biz de bilmiyoruz. Barolarla ilgili bir şey getiriyorlar, ama baroların bundan haberi yok. Bir çalışma yapıldığını cumhurbaşkanından öğreniyoruz, ama bize sorulan bir şey yok. Sadece duyduğumuz, basından öğrendiğimiz, soruların yanıtlarından, satır aralarından çıkardıklarımızla yetinerek bugün itibarıyla bir değerlendirme yapabiliriz. Söylediklerine göre birkaç alternatif üzerinde çalışıyorlarmış. Bunlardan biri çoklu baro dedikleri, isteyenin istediği baroyu kurabilmesini sağlayan bir yapı… Bu neye dayanıyor? Bu, baro seçimlerinin “demokratik çoğulculuk esasına göre yapılmadığı”, dolayısıyla iradelerin tam olarak yansımadığı ya da seçim kazanan grupların bütün üyeliklerin tamamını elde ettiği nispi bir yönetim anlayışının olmadığı yorumuna dayanıyor. Yani, büyük barolara “çoğulcu olmama” suçlaması yöneltiliyor. Oysa büyük barolara yapılan bu eleştirinin üye sayısı daha az olan barolar için de geçerli olması gerekir. Avukatlık Kanunu’nun seçimi tarif eden hükümleri bütün barolar için geçerli. Bütün barolar aynı şekilde seçim yapıyor. Değişik bir seçim usûlü yok. Dolayısıyla, seçim usûllerine ilişkin bir gerçeklikten değil, bir bahaneden söz ediliyor olabilir. Seçimi kaybedenlerin temsil edilip edilmemesi üzerinden bir değerlendirme yapılıyor ve bunun çözümünün de isteyenin istediği baroyu kurmasına olanak vermek olduğu düşünülüyor. Madem barolar bu kadar siyasallaştı, madem bu kadar siyasetin içine girebiliyorlar, o zaman kendini ifade edemeyen başka siyasal görüşler, başka ideolojiler de istedikleri baroyu kursunlar gibi bir yaklaşım var.

Bazı görüşmeler yaptığını söyleyen TBB başkanı Metin Feyzioğlu (sağda) taslağı destekleyen bir açıklamada bulundu

Bu durum siyasi saiklerle baro kurmanın yolunu açmaz mı? Böyle bir tablo hukuk mekanizmasını ve örgütlenmelerini nasıl etkiler?

Buna mevcut avukatlık düzenlemesinin teknik sonuçları ve genel hukuk açısından bakmak gerekiyor. Teknik sonuçlar açısından avukat adayının stajı hangi baroda, nasıl yapacağı, mesleğe kabulün kurallarının, ruhsat işlemlerinin nasıl olacağı, ruhsatı kimin nasıl vereceği ve disiplin işlerinin nasıl yürütüleceği gibi yüzlerce sorun sıralanabilir. Öte yandan, adli yardım hizmetleri ve zorunlu müdafilik hangi baro tarafından nasıl işletilecek? Bütün bunlar teknik bir aksaklığı kendiliğinden davet eden bir tablo ortaya çıkaracaktır. Bu tartışmasız biçimde böyle olacaktır. Diğer taraftan, öngörüldüğü gibi, baroların siyasal saiklerle kurulduğu bir ortam söz konusu olacaksa, böyle bir yasa geçtiğinde İstanbul’da yirmi beş civarında baro rahatlıkla kurulacaktır. İstanbul buna elverecek bir çoğunluğun bulunduğu bir kent. Bu barolar her anlamda kurulabilir. Aklınıza gelebilecek bütün partilerin yandaşları, taraftarları barolarını kurabilecektir. Bu partisellikten çıkıp ekonomik nedenlerle de oluşturulabilir.

24 Şubat 2018’de, Ankara’da, Türkiye’nin her yerinden avukatların dahil olduğu geniş katılımlı bir toplantı yapılmıştı. O toplantıda Metin Feyzioğlu kürsüde, bu tasarının bir FETÖ projesi olduğunu ilan etmişti. Evet, bu bir FETÖ projesidir. Bu konu tartışılmaz bir biçimde öyledir.

Mesela yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi ya da çıkışıyla ilgili iş yapan çok büyük avukatlık ortaklıkları vardır, bunlar da kendi barolarını kurabilecektir. Ya da Fenerbahçeli avukatlar, Galatasaraylı avukatlar gibi gruplar da baro kurabilecektir. İstanbul gibi elli bin avukatın bulunduğu bir yer için konuşuyorum. Bu kadar çeşitli görüşlerin bulunduğu yerde bunların oluşma ihtimalini her zaman gözetmek gerekiyor. Bunun oluşturacağı kargaşa, avukatlık mesleğine getireceği sonuçları çok ciddi bir biçimde değerlendirmek gerekir. Çünkü avukat hak arama özgürlüğünün temsilcisi olduğu için “kendine has ayrıcalıkları taşıyan” kimsedir. Mesela avukatın evi, bürosu, arabası, ofisi aranmaz. Bu aslında avukata verilmiş bir ayrıcalık değil, avukatın sır saklama yükümlülüğünü layıkıyla yerine getirebilmesi amacıyla yapılmış bir düzenlemedir. Yasaklanmış değildir, ama bir baro temsilcisinin bulunmasını, ifadesinin sadece bir savcı tarafından alınabilmesini şart koşar. Bu aynı zamanda avukata yüklenmiş bir sorumluluktur. Şimdi bütün bu ayrıcalıkların siyasi ya da başka saiklerle kurulan baro üyelerine sağlandığını düşünün. Bu yüzlerce farklı sorunu ortaya çıkaracaktır. Bu, avukatlığın da bağımsızlığını yitirmesi, baroların etkisizleştirilmesi ve yargı bağımsızlığının da ortadan kalkması demektir. Çoklu baro gibi sistemler gelirse olacak olan, bu kadar kötü bir manzaradır.

TBB başkanı Metin Feyzioğlu, taslak konusunda bazı görüşmelerde bulunduğunu söyledi ve taslağı destekleyen, taslakta aleyhe önemli bir şeyin bulunmadığını belirten bir açıklamada bulundu. Siz bu süreçte TBB başkanıyla görüşebildiniz mi?

Metin Feyzioğlu’nun içinde bulunduğu konum biraz farklı. 24 Şubat 2018’den sonra ortaya çıkan tabloda TBB başkanı kendisini, bakış açısını değiştirdi ve bizce bir eksen kayması içine girdi. O günden itibaren kendisini daha çok iktidara yanaştıran, iktidar diliyle konuşan bir tonda. Bunu, yani iktidarla olan yakınlaşmasını ise “müzakere etmek” diye anlattı. “Sıkılı yumrukla tokalaşılmaz, yumruğu sıkmaya gerek yok, tokalaşmak gerek” dedi. Peki, bu bize ne getirdi? Henüz bir getirisini görmedik barolar olarak. Elimizde yeşil pasaport dışında bir şey yok. Biz tartışmaya girdiğimizde, fikirlerimizi sunduğumuzda da bizi havanda su dövmekle itham etti. Kendisine söz konusu taslak hakkında ne düşündüğünü defalarca sormamıza rağmen hiçbir karşılık alamadık.

TBB’nin dört genel kurul üyesi taslağı desteklemediklerini, taslağa karşı olduklarını açıkladılar.

Evet, dört yönetim kurul üyesi bu konuda duyarlı davrandı ve bu konudaki tavırlarını netleştirdiler. Konuşulan tasarının tümüne karşı olduklarını açık bir biçimde ifade ettiler. Bu açıklamadan sonra, barolar birliğinin kalan üyeleri tarafından da bir açıklama yapıldı ve onlar da düzenlemeye karşı olduklarını ifade ettiler. Böylece Barolar Birliği yönetim kurulu üyesi on kişinin açıklaması ortaya çıktı. Ancak Fevzioğlu’nun ne düşündüğünü hâlâ bilmiyoruz. TBB’nin 17 Mayıs’ta yaptığı yeni açıklamaya göre, çoklu baro, baroya üyelik ve 75. ve 96. maddelerin düzenlenmesi konularında herhangi bir görüş ayrılıkları yok. Yani bu düzenlemelerin yapılmaması gerektiğini söylüyorlar. Metin Fevzioğlu sadece nispi temsilin tartışılması gerektiği konusunda muhalefet şerhini ilan etti.

Birkaç alternatif üzerinde çalışıyorlarmış. Bunlardan biri çoklu baro dedikleri bir yapı. Bu neye dayanıyor? Baro seçimlerinin “demokratik çoğulculuk esasına göre yapılmadığı” yorumuna. Ve çözümün isteyenin istediği baroyu kurmasına olanak vermek olduğu düşünülüyor.

TBB Başkanı genel kurul üyeleri ve baroların görüşlerinin aksine bir görüş açıklayabilir mi?

Avukatlık Kanunu’nun 110. maddesi TBB’nin avukatlığı barolardan aldığı görüşleri tespit ettikten sonra açıklayabileceğini vurguluyor. Ona rağmen TBB başkanı 81 baronun ve TBB’nin yönetim kurulunun fiili açıklamalarının karşısında konumlanıyor, bu açıklamaları dikkate almıyor. Üstelik baroların görüşlerinin karşısında durup TBB olarak müzakere masasında bulunuyor. Yasaya, konumuna ve düşüncemize aykırı bir şekilde, müzakere masasına bizim adımıza oturmaması gereken bir TBB başkanıyla karşı karşıyayız. Bu bizim açımızdan temel bir sorun.

Bu süreçte Avukatlık Kanunu’nun 76. ve 95. maddelerine çokça atıfta bulunuldu. Bu maddelerin önemi ne?

76. ve 95. maddeler, barolara hukuk devletini korumak, hukukun üstünlüğünü gözetmek ve insan hakları ihlâllerine karşı çıkmayı bir görev olarak veriyor. Bunlar çok yaşamsal maddeler. Türkiye’de pek çok önemli sivil toplum örgütü, demokratik kitle örgütü ve meslek odası var. Bunların her birinin çok saygın çalışmaları ve demokrasiye yadsınamayacak büyüklükte katkıları var. Ancak baroların bütün bunların içindeki önemi çok farklı. Diğer sivil toplum örgütlerinin hukuk ihlâlleriyle olan ilişkileri onların duyarlılıklarıyla ilgilidir. Ancak baroların, özellikle hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve insan hakları ihlâlleri bakımından ortaya koydukları performans onlar için bir görevdir. Bu, 76. ve 95. maddelerin onlara verdiği yasal bir görev, bir duyarlılık değil. Bu maddeler yapılan herhangi bir değişikliğin hukuksal uygunluğu açısından da önemli. Mesela bir çevre düzenlemesi sağladığınızda ona ilişkin hukuka uygunluk denetiminin doğrudan doğruya barolar tarafından yargı önüne götürülmesi bakımından önemli. Bu, şiddete uğrayan kadınlar için de istismara uğrayan çocuklar için de böyledir. Baroların parçalanması, bunların hepsinin bir anda ortadan kalkması anlamına gelir.

Ben Zank

Türkiye’nin yakın tarihinde ülke bekasının hukuki sınırlamalar yüzünden tehlikeye düştüğü, akamete uğradığı söylemleri hep oldu. Bu söylemler hangi zamanlarda ortaya çıkıyor? Bu söylemi nasıl yorumluyorsunuz?

Bizim açımızdan insan haklarına ilişkin ihlâllere müdahale etmek, demin de anlattığım gibi bir görev. İnsan hakları ihlâlleri de nereden gelir? Tabii ki siyasal iktidardan gelir. Dolayısıyla, insan hakları ihlâlleri karşısında ona karşı çıkan bir duruş ifade eden barolar. Bu yüzden de siyasal iktidarlara muhalif gibi görünürler. Evet, bu anlamda muhaliftirler. Ama bu siyasal partilerin yaptığı gibi bir muhalefet değildir. Biz siyasal iktidarda kimin olduğuna bakmayız. Bizim için önemli olan insan hakları ihlâllerine karşı çıkmaktır. Ve o ihlâllere karşı çıkarız. Bu da ister istemez bizi  siyasi iktidarla karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda da bizi “siz siyasetle uğraşıyorsunuz” diyerek eleştirirler. Ancak, bizim siyaseten söylediğimiz cümlelerin tümünün haklılığı hukuki gerekçelerimizden gelir. Biz hukuk siyaseti yaparız bir anlamda.

24 Şubat 2018’den sonra, TBB başkanı kendisini, bakış açısını değiştirdi ve bizce bir eksen kayması içine girdi. O günden itibaren kendisini iktidara yanaştıran, iktidar diliyle konuşan bir tonda. İktidarla olan yakınlaşmasını “müzakere etmek” diye anlattı. “Sıkılı yumrukla tokalaşılmaz, yumruğu sıkmaya gerek yok, tokalaşmak gerek” dedi. Peki, bu bize ne getirdi? Henüz bir getirisini görmedik barolar olarak.

Bunca siyasetçinin hukuk konuştuğu bir ülkede hukukçuların siyaset konuşmasından korkulmasını anlamak mümkün değil. Kaldı ki siyaset yapmayın demek siyaset yapmanın tam kendisidir. Siyaset yapmamak ram etmektir, olana bitene rıza göstermektir. Oysa siyaseten olup bitenlerin bir hukuki bakış olarak değerlendirilmesini gerektiren bütün olaylarda baroların devreye girmesi son derece anlamlıdır ve değerlidir. Çünkü biz avukatız ve biliriz ki, Montesquieu’den beri, siyasal iktidarlar kendilerini hukukla sınırlamak istemezler. Biz adalet gibi temel bir ideali hedefleriz ve o idealin reel politiğe ya da ideolojilere feda edilmemesi gerektiğini düşünürüz. Ama siyasal iktidarlar kendilerini bu anlamda hiçbir zaman kısıtlamak istemiyorlar. Barolar susarsa, sinerse kendilerinin bu ülkeyi daha iyi yöneteceğini düşünürler.

Değişiklik sonrasında baroların Adalet Bakanlığı’na bağlanabileceği konuşuluyor. Böyle bir senaryoda avukatlığın akıbeti ne olur?

Disiplin işlemleri ve denetim konularında Adalet Bakanlığı’nın düşünüldüğü söyleniyor. Çoklu baro sistemi söz konusu olursa, barolar tek tek disiplin işlemi yapamayacağı için akıllarına bunu Adalet Bakanlığı’na havale etmek gelmiş olabilir. Zaten şu anda bile barolar Adalet Bakanlığı müfettişlerinin denetimine tâbi. İki, bazen üç yılda bir, Adalet Bakanlığı müfettişleri gelir ve baroların bütün hesaplarını tek tek denetler. Barolar bu denetime zaten tâbi. Ama bu denetimi daha öteye taşınması, özellikle de avukatların disiplin işlemlerinin bakanlık tarafından yapılması, her şeyin iradi olarak da bakanlığa bağlanması demektir. Bu, avukatların bağımsızlığının da tam anlamıyla ihlâli olur.

Avrupa ülkelerinde baroların statüsü ve adalet bakanlıklarıyla ilişkileri nasıl?

Fransa ve Almanya’da çoklu yapılar yok. Paris’te ekonomik anlamda farklı statüler almış birtakım avukatlık grupları var. İngiltere’de ise Solicitor ve Barrister gibi iki ayrı avukatlık modeli ve avukatların bağlı olduğu, ama adına baro demedikleri bir yapı var. Ama şöyle bir durum da var: Oralarda yazılı bile olmayan bazı kuralların egemenliği söz konusu ve hukukla, insan haklarıyla, avukatlıkla ilgili tartışmaların hiçbiri bizim anladığımız düzeyde tartışmalar değil. Avukatlığın saygınlığı ve yargı içinde ifade ettiği anlam onlar açısından oturmuş durumda.

TBB başkanı 81 baronun ve TBB’nin yönetim kurulunun açıklamalarının karşısında konumlanıyor. Üstelik baroların görüşlerinin karşısında durup TBB olarak müzakere masasında bulunuyor. Yasaya, konumuna ve düşüncemize aykırı bir şekilde, müzakere masasına bizim adımıza oturmaması gereken bir TBB başkanıyla karşı karşıyayız. Bu bizim açımızdan temel bir sorun.

Diyelim ki, taslak ortaya çıktı ve hükümet yasalaştırmak için çalışmalara başladı. Böyle bir ihtimalde ne yapmayı düşünüyorsunuz? İktidar ya da muhalefet partileriyle görüşmek gibi bir planınız var mı?

Evet, bunlarla ilgili yapacağımız çalışmalar var. Cuma ve cumartesi günleri biri altı, diğeri yedi saat süren başkanlar toplantısı yaptık. Belki önümüzdeki hafta içinde doğrudan Ankara’ya giderek bu tabloyu netleştirmeye çalışacağız. Ama dediğim gibi, elimizde halen somut bir şey, bir taslak yok. Sadece konuşulanları biliyoruz ve bunlara göre fikir geliştirmeye çalışıyoruz. Açıkçası, tasarı ortaya çıktıktan sonra her şeyin çok geç olmasından da çekiniyoruz. Bu anlamda bütün ihtimalleri değerlendirerek konuşuyor ve bir izlek oluşturmaya çalışıyoruz. Büyük bir eksikliğimiz var: Türkiye Barolar Birliği Başkanı ortada yok. Bizi toplaması, birlikte görüş oluşturmamız gereken TBB başkanı bizden farklı düşünüyor. Çoğunluktan farklı düşünüyor. Düşünebilir tabii ki, bu bir düşünceyse saygı duyarız. Ama Avukatlık Kanunu’nun 110. maddesi onun değil bizim düşüncelerimizin masaya getirilmesini vurguluyor. Bizim adımıza bir müzakere yürütücüsü olmadığını ilan etme aşamasına geldik. Siyasi iktidarınsa bizim görüşümüzü nazara alıp almayacağını bilmiyoruz. Şu anda bütün bu hususları, sosyal medya aracılığıyla toplumda yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.

Baroların durumu toplumun ve muhalefet partilerinin ana gündem maddelerinden değil şu sıralar. Ancak siz varoluşsal bir konu olarak yaklaşıyorsunuz.

Ülkenin hukuk güvencesinden yoksun bırakılması riskiyle, gerçek anlamda bir intihar teklifiyle karşı karşıyayız. Bunu da açıklıkla söyleyeyim: Baroların parçalanması esasında bizim değil, siyasal iktidarın da intiharıdır. Hukuki güvenceden mahrum olan bir ülkede siyasi iktidarlar, muhalefet partileri ne yapabilir, nasıl yaşayabilir ki? Yargı bağımsızlığının olmadığı bir ülkede adaletten bahsedilebilir mi? Bertolt Brecht “adalet ekmek gibi, su gibi gereklidir” der. Yargı bağımsızlığı sadece avukatın, savcının, hâkimin sorunu değil ki. Toplumsal, yaşamsal bir sorun. İnsanca, onurlu bir şekilde, korkmadan yaşamak tamamen buna bağlıdır. Gücü elinde bulunduranlar, tarihte yargıyı da denetimleri altına almak için akla hayale gelmeyecek şeyler yapmışlardır. Evet, parmak üstünlükleri var, parmaklarını kaldırırlar, geçer bu tasarı. Ama tarih bunu öyle yazmaz. Bu kimseyi sağlıklı bir noktaya götürmez. Tam tersine, otoriterleşen bir yapının giderek totaliterleşmeye başladığının bir belgesi olarak kabul edilir.

Ülkenin hukuk güvencesinden yoksun bırakılması riskiyle, gerçek anlamda bir intihar teklifiyle karşı karşıyayız. Bunu da açıklıkla söyleyeyim: Baroların parçalanması esasında bizim değil, siyasal iktidarın da intiharıdır.

12 Eylül’de darbe yapanlar, darbeden kısa bir süre sonra İstanbul Barosu’nun kapısına mühür vurdular. O mühür hâlâ baro binasının girişinde sergileniyor. Darbeciler baroyu kapattıklarını düşündüler, ama öyle olmadı. Evet, dönemin baro başkanı Orhan Apaydın’ı da içeri attılar ve Orhan Apaydın bunun akabinde vefat etti. Ama onun vefatı İstanbul’daki bütün avukatlara büyük bir motivasyon kazandırdı. Hukuk mücadelesinin merkezi konumuna getirdi İstanbul’u. Bizim için tılsımlı sözcük mücadeledir. Mücadeleden asla vazgeçmeyiz. Biz avukatız, kamuyu savunuruz, uyarırız. Biz itiraz mesleğiyiz, itiraz ederiz. Bunu anlamaları ve bunun gereğini yerine getirmeleri gerekiyor. Bunun gereğini yerine getirdikleri zaman kendilerine de en büyük güvenceyi sağlamış olurlar. O güvencenin adı hukuktur. Hukuktan, adaletten korkulmaz. Korkacak bir şeyleriniz yoksa. 

^