KHK’LI FELSEFECİ NİLGÜN TOKER’İN GÖZÜYLE 40. YILINDA 12 EYLÜL

Söyleşi: İrfan Aktan
12 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

12 Eylül rejimi nasıl bir düzen kurmaya girişti, bugünkü iktidar o düzeni nasıl bir yere getirdi? 12 Eylül’ün 40. yılında nasıl bir rejim, nasıl bir Türkiye toplumu var? Barış Bildirisi’nin imzacılarından, Ege Üniversitesi’nden KHK ile ihraç edilen felsefeci Nilgün Toker’e bağlanıyoruz…
12 Eylül 1980 – 1 Mayıs 2014

12 Eylül’ün 40. yılında toplumsal ve siyasal manzarayı nasıl görüyorsunuz?

Nilgün Toker: Şimdiki istibdat rejimiyle 12 Eylül rejiminin karakteri arasında bir ilişki kurmaya çalışırken hataya düşme olasılığımız çok yüksek. Mesela, bazen kırk yılın yarattığı hafıza silikleşmesi nedeniyle, bugünün o günden daha kötü olduğunu ya da tersine hiçbir şeyin 12 Eylül kadar kötü olamayacağını söyleyenleri duyuyoruz. Kötülükler arası mukayese kadar tehlikeli bir şey yok, çünkü bir kötünün diğer kötüden daha iyi olduğu gibi mantıksız ve çelişik bir şey söyleme riskiniz var. Ben “kötülük devam ediyor” diyorum. Yani, 12 Eylül’le bugün arasında zorunlu bir neden-sonuç ilişkisi kurmaktan imtina etsek de, bugünün 12 Eylül’ün sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugünün nedeni doğrudan ve sadece 12 Eylül olmayabilir, ama bugünü mümkün kılan her şey 12 Eylül darbesiyle ortaya çıktı. 12 Eylül’de ekonomik ve toplumsal yapıya, devlete, siyaset yapma tarzına yapılan müdahalelerle bugün yaşadığımız zalimane istibdat rejiminin, dahası bunun hâlâ belli bir toplumsal meşruiyet zeminine dayandırılmasının yolu döşendi.

O halde 12 Eylül cuntasının, kırk yıl sonrasını bile belirleyecek bir toplumsal, siyasal düzen kurmada başarılı olduğu söylenebilir mi?

Bazı yönetimler illa inşa ederek, düzen kurarak iktidar sürdürmezler. Bozarak, yıkarak da iktidar sürdürme yöntemleri var. Zaten 1980’den itibaren dünya çapında da modernist inşacı siyaset tarzının erimeye başladığını görmüştük. Türkiye’de de bozarak, yıkarak iktidar sürdürme “düzeninin” ilk büyük hamlesi 12 Eylül’dür. 12 Eylül ne 1961 gibi “inşacı” ne de 12 Mart gibi bir ara dönem, bir cezalandırma darbesidir. Tıpkı şimdiki iktidar gibi, 12 Eylül’ün de esas işlevi bozmak ve bunun üzerinden iktidar sürdürmektir.

Son kırk yılda bozmaya dayalı iktidar stratejileri kurumsuzlaşmayı yarattı. Kurumsuzlaşma yönetenle yönetilen arasında büyük bir boşluk yaratmaktır. Kurumsuzlaştırma, şimdiki iktidarın da yaptığı üzere, belirsizlik rejiminin tipik adımlarından biridir.

Bozmaktan kastınız kurumsuzlaştırma mı?

Demokratik bir toplumsal öğrenmeyi imkânsızlaştıracak, bir yurttaş formasyonunu engelleyecek şekilde kurumsal bağıntıları, modern kurumsal alışkanlıkları bozmaktan söz ediyorum. Kurumsal bağıntılar önemlidir, çünkü tanımlı alanlar yaratırlar ve hem yetkinin hem de sınırın deneyimlendiği alanlardır. İnsanların yurttaş formasyonunu engellediğinizde, artık kendisini hak öznesi olarak tarif edemeyen bir yığın yaratmış olursunuz. Bu yığını yönetmek, onunla oynamak, yurttaş formasyonu kazanmış, her zaman talep veya itiraz geliştirme potansiyeli taşıyan insanları yönetmekten, manipüle etmekten çok daha kolaydır. İtirazı değersizleştirmek ve giderek imkânsızlaştırmak için bozmaya odaklı bir iktidar stratejisi 12 Eylül’le başladı, bugün de devam ediyor. Bu açıdan mevcut iktidarın hem 12 Eylül’ün mirasından nemalandığını hem de 12 Eylül’ün stratejisini güncelleyerek uyguladığını söylemek mümkün.

Bozmaya, kurumsuzlaştırmaya yönelik siyasetin de kurumsallaşma, daimileşme tutamakları olduğu söylenebilir mi?

Nilgün Toker

Kurumsuzlaştırmanın kurumsallaştırılması zor, ama elbette bu yöntemin bir ideolojik hattı var. Son kırk yılda bozmaya dayalı iktidar stratejileri kurumsuzlaşmayı yarattı, kalan kurumları yapısal erozyona tabi kıldı. Kurumsuzlaşma yönetenle yönetilen arasında büyük bir boşluk yaratmaktır. Çünkü kurumlar yönetenle yönetilen arasındaki dolayımdır. Ayrıca, kurumların varlığı öngörülebilir bir sisteme işaret eder. Dolayısıyla, kurumsuzlaştırma, şimdiki iktidarın da yaptığı üzere, belirsizlik rejiminin tipik adımlarından biridir. Fakat kurumların erozyona uğratılmasının da 12 Eylül’le başladığını düşünüyorum. Darbeler zaten bütün kurumların ortadan kaldırılıp yeniden inşa edilme süreçleridir. Her ne kadar 12 Eylül’den hemen sonra anayasa yapılmış, bir süre sonra parlamento ve diğer kurumlar işletilmeye başlanmışsa da, tipik bir inşa süreci söz konusu değildir. Klasik bir örnektir, ama anlamlıdır: Cuntacıların anayasa yapım sürecinde bile yargı mensuplarını karşılarına alıp cübbelerini ilikletmesi artık eskisi gibi bir “düzenin” söz konusu olmayacağını, kurumların ancak devlet iktidarının birer hizmetkârı olarak varolabileceğini gösteriyordu. Eğer 12 Eylül’le bugün arasında illa mukayeselere gidersek, benzer uygulamaların bugünün normaline dönüştüğünü hatırlayabiliriz.

12 Eylül Anayasası’nın tekçi yapısının, cuntacılar açısından “bozuk” görünen farklı toplumsal yapıları tek bir potada eritme, dolayısıyla bu açıdan bir “düzen” kurma hedefi taşıdığı söylenemez mi?

Bu, tekçilikten ziyade, farklı grupların talep alanları arasındaki ilişkileri silikleştirme çabasını gösteriyor. 12 Eylül’den sonra gelen ANAP iktidarının bütün siyasi ideolojileri bir arada tutar gibi görünme başarısı tesadüfi değil. Aksine, 12 Eylül’ün topluma “aranızda farklılıklar yok, varsa bile değersizdir ve bu farklılıklarınızla, ayrı ayrı hareket edemezsiniz” dayatmasının bir sonucu veya karşılığıdır. Bu açıdan ANAP, her ne kadar “sivil siyasete dönüş” olarak görünse de, darbecilerin hedeflerini taşıyordu. Çünkü farklı ideolojilerin aslında son derece silik ve değersiz olduğunu, bu nedenle de aynı parti içinde eritilebileceğini, temsil edilebileceğini göstermek istiyorlardı. 12 Eylül, ideolojisi görünmeyen bir ideoloji yaratma hedefindeydi ve yarattığı da bu oldu.

İdeolojisi görünmeyen o ideoloji neydi?

Milliyetçi olduğu halde tam anlamıyla milliyetçi görünmeyen, otoriteryan, ama tam öyle görünmeyen, İslâmist, ama tam öyle görünmeyen, mezhepçi, ama tam öyle görünmeyen, militarist, ama tam öyle görünmeyen bir “hepsi bir arada” ideolojisi. Yönetimler tek bir ideolojiye dayanmayabilir, ama baskın bir ideoloji hep olur. Peki, 12 Eylül’ün baskın ideolojisi neydi?

12 Eylül, ideolojisi görünmeyen bir ideoloji yaratma hedefindeydi ve yarattığı da bu oldu.Milliyetçi olduğu halde tam anlamıyla milliyetçi görünmeyen, otoriteryan, ama tam öyle görünmeyen, İslâmist, ama tam öyle görünmeyen, mezhepçi, ama tam öyle görünmeyen, militarist, ama tam öyle görünmeyen bir “hepsi bir arada” ideolojisi. Siyaseti ve yönetimi tümüyle güce indirgemek; inanç sistemlerini kendi gücünü artırmak için araçsallaştıran bir yönetme ideolojisi.

Devletçilik miydi?

Devletçilik bir ideoloji değil, yönetme tarzının bir ilkesidir.

O halde 12 Eylül’ün baskın ideolojisi neydi?

Yönetmenin siyasetsizleştirme üzerinden güçlendirilmesi ideolojisi baskın görünüyor. Siyaseti ve yönetimi tümüyle güce indirgemek; düşünmeyi, ideolojileri, alışkanlıkları, inanç sistemlerini kendi gücünü artırmak için araçsallaştıran bir yönetme ideolojisi.

AKP Milli Görüş’ün, İslâmcı kimliğin dar kalıbından kurtulmak ve merkez sağın temsilcisi olarak da görünmek için ilk yıllarında kendisini ANAP’ın, daha doğrusu Özal’ın mirasçısı olarak gösteriyordu. Bu nedenle bazı sol liberalleri, Türk milliyetçilerini, İslâmcı Kürtleri, bazı Alevileri, “seküler” kadınları bünyesine alıyordu. Fakat bu “çeşitlilikten” zamanla vazgeçilerek liberaller, Kürtler, Aleviler, sekülerler peyderpey kovuldu ve geriye sadece Türk İslâmcıları ile Türk milliyetçileri bırakıldı. AKP’nin İslâmcı-Türkçü ideolojisini artık açıktan vurgulamasına dayanan bu makas değişikliği, 12 Eylül’cülerin ve ANAP’ın “tüm ideolojiler, farklılıklar aynı potada eritilebilecek kadar değersiz” yaklaşımından farklı bir hatta işaret etmiyor mu?

ANAP iktidarının kuruluşuyla AKP iktidarının kuruluşu arasında bir kavramsal ortaklık var: “Sivillik”. Nitekim 1983 seçimlerinde, ANAP tam da bu kavram üzerinden hareketle, cuntanın desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi karşısında büyük oy alarak galip çıkmıştı. ANAP’ın “sivil” kavramı “devlet tarafından kurulmayan” ya da daha doğrusu, askeri olmayan anlamındadır. Aynı şekilde, AKP 2002’de iktidara gelmeden önce, demin bahsi geçen farklı kesimlerin, liberallerin, cumhuriyetin demokratikleşmesini savunan bazı kesimlerin, hatta kadın hareketinden bazı insanların bile desteğini almasını sağlayan “sivil” kavramını merkeze oturtmuştu. AKP “sivil” derken, sanki ANAP’tan farklı bir şekilde, devletçi olmayandan daha fazla şey söylüyormuş, haklar alanına da gönderme yapıyormuş gibi görünüyordu. Oysa iktidara geldikten hemen sonra, çarçabuk ortaya çıktığı üzere, AKP sivillikten tam da ANAP’ın anladığını anlıyor, kastettiği sivillik anlayışı bunun ötesine geçmiyordu. Sivillikten bunu anladığı çarçabuk ortaya çıktığı halde, haklar alanını da kastettiği yönündeki istismarını 2010 yılına kadar sürdürdü. AKP’nin başta liberaller olmak üzere, farklı sağ kesimleri içine alma kapasitesi, sivillik kavramını istismarıyla mümkün oldu. Oysa sivillik kavramı salt bir asker karşıtlığını içermez, sivilliğin siyasal anlamı toplumu devlet erkinin önüne ve üstüne yerleştiren, toplumun kendi ortaklığını kendi yapılarıyla güçlendirmesini savunan bir bakış açısında bulunabilir. Bu zeminden hareketle söylersem, AKP’nin sivillik kavramıyla demokratik bir ilişkisi yoktu. AKP’nin ANAP’vari anlamda “sivilliği” de devlet haline gelene kadardı. Nitekim, 2010’dan itibaren devletleştiği anda artık sivillik kavramını istismar bile etmesine gerek kalmadı, İslâmcı-Türkçü hatta oturdu ve bahsi geçen kesimlerle ilişkiyi sürdürme ihtiyacı duymadı. Çünkü toplumu, hak ve özgürlüklerle güçlendirmek yerine hak kavramını yönetme tarzı dışına çıkaran, politikanın merkezine özgürlüğü değil, tam tersine kontrol ve baskıyı yerleştiren bir siyasetin sivilliği, üniforma giymemekten ibaret kalır.

“Kendilerini Müslüman-Türk içinde tanımlamayan Kürtler, Sünnilik içinde tanımlamayan Aleviler, kendilerini sadece ailenin bir parçası olarak tarif etmeyen kadınlar, kendilerini egemen cinsiyet rejimi içinde tarif etmeyen LGBTİ+’lar, kendilerini egemen siyasetin karşısına konumlandıran sosyalistler cezalandırma ve değersizleştirme pratiğinin en açık hedefleri.”

Gelinen noktada AKP’nin kendi geçmişiyle de kavgaya tutuştuğu söylenebilir mi?

Hangi anlamda?

Geçmişte işbirliği yaptığı liberallerin biat etmeyen veya yaranamayan kesimi ya hapiste ya sürgünde. En uzun süreli ortağı olan Gülen cemaatiyle savaşı kanlı oldu ve sürüyor. 2013-2015 arasında müzakere yaptığı Kürt hareketine amansız bir saldırı içinde. Kâğıt üstünde de kalsa belli haklar tanıdığı kadınlara açıktan cephe almış durumda. “Kardeşim Esad”, “katil Esed” oldu. AB’yle ilişkiler malûm. Dahası, partinin kurucularının çoğu artık ya hasım ya da ortada yok; eski genel başkanı, başbakanı Davutoğlu, ekonomi bakanı Babacan ayrı partiler kurdu.

AKP bahsettiğiniz kişi veya kesimlerle ilk başlarda kurduğu ilişkiyi veya ittifakı şimdi başka kesimlerle veya kişilerle sürdürüyor. Kendisini bir toplum olarak tanımlamaya her kalkıştığında sert bir darbe almış ve 12 Eylül’den itibaren yurttaş ortaklığına dair hiçbir tanımın bırakılmadığı Türkiye toplumunda siyasal iktidar ilişki kuracağı, ittifak yapacağı kesimleri tanımlama gücüne sahip olabiliyor. Yani, siyasal iktidar hem belli toplumsal kesimleri, hem de onların taleplerinin ne olduğunu kendi kendine tarif edebiliyor. Sonra da bu toplumsal kesimler iktidarın çerçevelediği bu tarifin içinde eylemeye, bu çerçevede düşünmeye başlıyor. Tayyip Erdoğan belli toplumsal kesimlerin bizatihi AKP’nin ürettiği kelimelerle kendilerini tanımlamalarını, düşünmelerini, eylemelerini, konuşmalarını sağlamayı başardı. AKP Erbakan’ın Milli Görüş hareketinden devşirilmiş bir parti olduğu için, o mirası da içine aldı. Ama sadece “geçmişten beri müslümanlaşmalarına izin verilmeyen müslümanlara” bir “kurtuluş yolu” gösterip onları mobilize etmekle yetinmedi. Aynı zamanda, merkez sağın geleneksel söylemini, Menderes’in, Özal’ın toplumun önüne koyduğu “zenginleşme” hedeflerini, kalkınmacı refah toplumu ideolojisini de yeniden işlevselleştirdi. Her ne kadar ilk yıllarda bu ideoloji daha liberal bir söylemin içinden kurgulanmış olsa da, böylesi karakterdeki bir siyasetin milliyetçiliğe eklemlenmesi zaten kolaydı. Keza AKP’nin ilk yıllarda otoriteryan düzenle değil, kendisini dizginleme olasılığı bulunan o zamanın askeri vesayetiyle hesaplaşmak istediğini biliyoruz. Sonuçta, yapılan da bu oldu ve ordu dönüştürüldükten sonra, başka bir vesayet rejimi kurmaya girişildi. Fakat bu süreç boyunca, AKP yaşadığı her yeni ittifak krizinde, kendisini yeniden tarif etmek zorunda kaldı. Bunun kendi geçmişiyle kavga veya hesaplaşma olduğunu söylemek doğru değil. İttifaklarla aranızda araçsal bir ilişki kurarsanız, kendi tanımınızı da o ittifaklara göre eğilip bükülecek şekilde yapmanız gerekir. O tanım öyle elastik olmalı ki, içinizden birini atıp yerine rahatlıkla başka bir ittifakı, gücü alabilmelisiniz. AKP bunu yaparken, Fethullah Gülen hareketiyle ilişkisi dahil, hiçbir şeyle hesaplaşmadı, sadece bir reddiye retoriğiyle onları düşmanlaştırarak yeni ittifaklarıyla yola devam dedi. Bir hesaplaşma yapılması için, geçmişe göre görünür bir farkın yaratılması gerekiyor. Oysa AKP’nin her seferinde bir önceki halinden tek farkı, kurduğu ittifaklar, içine aldığı yeni gruplar veya şahıslar. AKP kendi geçmişiyle sadece işe yarayanlar ve yaramayanlar üzerinden bir ilişki kuruyor.

AKP’nin başta liberaller olmak üzere, farklı sağ kesimleri içine alma kapasitesi, sivillik kavramını istismarıyla mümkün oldu. Oysa sivillik kavramı salt bir asker karşıtlığını içermez, toplumu devlet erkinin önüne ve üstüne yerleştiren, toplumun kendi yapılarıyla güçlendirmesini savunan bir bakış açısında bulunabilir. AKP’nin ANAP’vari “sivilliği” devlet haline gelene kadardı. Nitekim, 2010’dan itibaren sivillik kavramını istismar bile etmesine gerek kalmadı, İslâmcı-Türkçü hatta oturdu.

Uzun yıllar mağdur söylemine başvurarak yol alan AKP’nin 15 Temmuz girişiminden itibaren artık “muzaffer” olduğu hikâyelere gönderme yapması, bunun için sıklıkla Osmanlı’dan hikâyeler devşirmesi nasıl açıklanabilir?

Zalimleşen iktidarın hem güç kavramına hem de güç gösterilerine ihtiyacı var. O yüzden tarihte gücün tecessüm ettiği anları hatırlatıyor, bunun üstüne de sembolik “zaferciklerini” bindiriyor. Ayasofya’nın camileştirilmesi, Diyanet İşleri Başkanı’nın minbere kılıçla çıkması gibi etkinlikler geçmişte gücün tecessüm ettiği anları şimdinin zaferi haline getirme çabasının sonucu. AKP’nin kendi tarihiyle, genel olarak tarihle ve tüm ideolojilerle ilişkisi tümüyle araçsal. Fakat bu, artık hiçbir şekilde liberalliğe de açılamayacak kadar faşizan sağ bir araçsallık. Neticede, AKP artık ne kadar özcü güç ideolojisi varsa, hepsine muhtaç.

“Özcü güç ideolojileri”nden kastınız ne?

Milliyetçilik, İslâmcılık, Osmanlıcılık gibi, tarih boyunca değişmez bir özün dayanıklılığını ve bu gücün yayılmasını savunan ideolojileri kastediyorum. Özcü ideolojinin en yüksek formunun faşizm ile açığa çıktığını biliyoruz. Ancak, AKP her ne kadar bu özcü güç ideolojilerini işlevselleştirmeye çalışsa da, bunları toplum üzerinde tamamen hakim kılamadığı için mutlak bir faşizmden söz edemeyiz. Faşizan yönetme tarzına sahip olduğu açık, ama bu tarz totaliter bir formla topyekûn olarak topluma yerleşemediği, bunu engelleyen toplumsal yapılar hâlâ varolduğu için faşizmin yerleştiğini de söyleyemeyiz. Eğer Türkiye’de faşizm yerleşmediyse, bu, AKP istemediği için değil, toplumun faşizme karşı dinamikleri hâlâ işlediği içindir.

Katliam öncesinde, Suruç kafilesi

12 Eylül rejiminin bertaraf edemediği toplumsal hareketlerin başında Kürt hareketi, kadın hareketi, Alevilerin direnci ve zayıflamış olsa da dönem dönem ortaya çıkan emek hareketi var. Bu hareketler yeni hak mücadelelerini de yeşertti. Söz konusu siyasal-toplumsal hareketlerin Türkiye toplumunu toplum olmaktan çıkarmaya yönelik üstten gelen basınca bir fren olduğu söylenebilir mi?

İvmesini 12 Eylül’den sonra değil, öncesinde yakalamış olan Kürt hareketi üzerine ayrıca konuşmalıyız. Aleviliğin de siyasal olarak her zaman otonom bir alan teşkil ettiğini biliyoruz. Kadın hareketi ise 12 Eylül öncesinde de vardı, ama genellikle “büyük ideolojilerin” bir parçası olarak çalışıyordu. Fakat bu hareketin bağımsız bir toplumsal-siyasal güç olarak ivme kazanması, 12 Eylül sonrasına dayanıyor. Daha sonra LGBTİ+ hareketinin de kadın hareketine eklemlenmesi ve ama giderek bağımsızlaşması da yakın zamanlara dayanıyor. Tarihte modern yurttaşlık kavramı krizinin ifşa edildiği dönemler var. 12 Eylül sonrasında buna da tanıklık ettik. “Modern yurttaşlık” toplumun üyeleri arasında eşitlik tesis etme iddiasının ifadesidir. Fakat kadınlar bunun gerçek bir eşitlik olmadığını tarih boyunca ilan edegeldi. Ama toplumun diğer grupları, modern yurttaşlığın eşitliği tesis etmediğini başlangıçta yine modernist bir tarzda ifade ediyordu. Örneğin, 12 Eylül öncesindeki bazı Kürt örgütleri sorunun feodalizmin tasfiye edilmemiş olmasından kaynaklandığını ifade ediyordu. Ondan önce de bazı Kürt örgütleri Kürt sorununun “geri bırakılmışlık” sorunu olduğu söylüyordu. Fakat 1980’lere yaklaştığımızda, sınıf kavramının eşitsizlikleri açıklamaya yetmediğini anlayan genel bir siyasal görüş ortaya çıktı. Bu, dünya genelinde de böyle. Andre Gorz’un Elveda Proletarya kitabının çıkış tarihi 1980. Artık sınıf dediğimiz şeyin tek bir bütün değil, içinde farklılaşmaların, kimliklerin olduğu, sınıfın içinde de ayrı bir hiyerarşinin kurulduğu daha net anlaşılmıştı. Bu farkındalık Kürt meselesinde de doğru tanım yapmayı kolaylaştırdı: Mesele sadece geri bırakılmışlık değil, Kürt olanın Türk olarak tarif edilmesiydi de. Herkes Türk olarak görüldüğünde eşitliğin değil, eşitsizliğin yaratıldığı görüldü yani. Keza, Alevilerin her zaman CHP’yle yakın ilişkileri vardı, ama bu, Alevilerin inanç haklarının tanınması üzerine sürdürülen bir ilişki değildi.

Bir Türkiye toplumundan söz edilemez. Toplum bir ortaklık üzerinden organize olmuş yapıdır. Yurttaş o ortaklığın adıdır. “Sözde vatandaş” kavramını kullanan bir devlet toplumu parçalamış, yurttaşlık tarifini köklü biçimde değiştirmiştir.

Nasıl bir ilişkiydi?

Orada da Alevilerin farklılıkları değil, “aynılıkları”, “herkes gibiliği” kabul ediliyordu. Alevilerin inanç hakları bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısının tartışılmaya başlanması bile yeni bir hadisedir. 12 Eylül’ün herkesi aynılaştırmaya çalıştığı alanlarda, farklılıklarının ayırdında ve bunun siyasal analizini, tanımını yapmış olan toplumsal yapılar güç kazandı. Fakat Diyarbakır Cezaevi’ndeki zulmün Kürt hareketi açısından yarattığı sonuca bakıldığında, bazen zulmün de bir harekete ivme kazandırabildiğini unutmayalım. Aslında, 12 Eylül herkesi aynılaştırmaya çalışırken, bunun için amansız bir zulme başvururken, farklılığı daha da belirginleştirdi. Ağır bir şekilde cezalandırılanlar, aslında artık içeri alınmayacakları ilan edilenler, içeriye ancak farklılarının tanındığı yapısal bir dönüşümle girebileceklerini de gördüler.

12 Eylül Kürtlerin farklılığını belirginleştirdiyse, asimilasyonist politikayı nasıl yürüttü?

Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlere karşı asimilasyonist bir politika gütmüştür, ama bu politika 12 Eylül’e kadar sürmüştür. 12 Eylül rejiminin asimilasyonist politikaya, Kürtlerin farklılığını ortadan kaldırma çabasına son vererek, tam da bu farklı kimliğe ait olmalarından ötürü onları cezalandırdığını, bu cezalandırma üzerinden de farklılıklarını değersizleştirmeye çalıştığını gördük. Türkçenin bir işkence aracı olarak kullanılması öylesine bir olay değildir. Kürtlerin kimliksizleştirilmesi değil, kimliklerinden ötürü cezalandırılması söz konusudur. Bu çok önemli bir kopuştur. Kürtlerin varlığının inkârından çıkıp vardıkları nokta şuydu: “Kürt vardır, ama değersizdir.”

“12 Eylül öncesinde, Mehdi Zana (solda) iki yıl görevde kaldı, Gültan Kışanak da 2014-2016 arasında. Ama, Selçuk Mızraklı, Ahmet Türk, Bedia Özgökçe neredeyse seçilir seçilmez görevden alındı. 7 Haziran’da iktidarı kaybeden, ama devlete el koyan güçler, Kürt meselesi konusunda yeni bir faza geçti.”
 

Yani Erdoğan’ın çözüm sürecinde “asimilasyona, inkâra son verdik” iddiasını 12 Eylül cuntası zaten başlatmıştı.

Elbette. Sadece Kürtler değil, diğer tüm farklı toplumsal kesimlerin varlığının inkârı ortadan kalktı. Bunun yerine onların varlığının kabul edildiği, ama belli bir hiyerarşi içinde düzenlenmeye, değersizleştirilmeye çalışıldığı politikalar devreye sokuldu. Dahası, AKP iktidara geldiğinde “Kürt yoktur” dese zaten gülünç duruma düşerdi. Hem oradaki büyük oy deposu nedeniyle, ama daha önemlisi “Kürt realitesi” çoktan ilan edilmişti. 12 Eylül’le beraber ortaklık üzerinden değil, hiyerarşik bir toplumsal düzen ve hegemonik güç üzerinden politika belirlenmeye başlandı. AKP’nin toplumun yüzde 60’ına rağmen iktidarda kalabilmesi de tam da 12 Eylül’ün sonucu olan hiyerarşik toplumsal yapı sayesinde mümkün oluyor.

ANAP’ın ve ilk yıllarında AKP’nin farklı ideolojileri aynı potada toplama çabasıyla bu tespitiniz çelişmiyor mu?

Farklılıkları yok saymanız her zaman aynılaştırma üzerinden olmaz; farklılar arası rekabet, çatışma ve gerilimi yok edecek bir şekilde aralarında hegemonik bir ilişki kurarak da aşağıdakinin yukarıya göre davranmasını mümkün kılabilirsiniz. Buradaki ilişki esasında bir tahakküm ilişkisidir. Mesela baba ile çocuk, erkek ile karısı arasındaki tahakküm ilişkisi tam da farklılıkların altının kalın çizilmesiyle yürür. ANAP’ın, ama daha çok AKP’nin siyaset yapma tarzında, gerçek farklılıkları silikleştirip tarif edilmiş farklılıkları hiyerarşize eden bir yaklaşımı söz konusu.

Tarif edilmiş farklılıklardan kastınız ne?

İşçi sınıfı olmaktan çıkarıp “Müslüman yapmak” veya “Türk yapmak” mesela. AKP bu sayede yoksul kesimden oy almadı mı?

AKP özcü güç ideolojilerini işlevselleştirmeye çalışsa da, bunları tamamen hâkim kılamadığı için mutlak bir faşizmden söz edemeyiz. Faşizm yerleşmediyse, AKP istemediği için değil, toplumun faşizme karşı dinamikleri hâlâ işlediği içindir.

Mehdi Zana 1978’de, Diyarbakır’da bağımsız belediye başkanı seçildi. İki yıl sonra darbeyle görevden alındı, hapse atıldı, ağır işkencelere maruz bırakıldı ve yerine bir albay atandı. Aynı cezalandırma 36 yıl sonra Gültan Kışanak’a, kırk yıl sonra da Selçuk Mızraklı’ya yapıldı. Tek fark, yerlerine asker değil, vali atanmasıydı. Kışanak 12 Eylül’de de hapisteydi, aradan kırk yıl geçti, şimdi de hapiste…

12 Eylül öncesinde, Mehdi Zana iki yıl görevde kaldı, Gültan Kışanak da 2014-2016 arasında. Ama Selçuk Mızraklı, Ahmet Türk, Bedia Özgökçe neredeyse seçilir seçilmez görevden alındı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde iktidarı kaybeden, ama devlete el koyan güçler Kürt meselesinde yeni bir faza geçti. Türkiye toplumunda “ortaklıktan” tümüyle vazgeçilmeye, ayrımları kaşıyarak, hegemonik olan Müslüman-Türk ayrımını tanımlarken geri kalanları silikleştirmeye ve bunun üzerinden yeni bir toplumsal hiyerarşi kurmaya yönelik bir aşama bu. Bu hegemonik toplumsal yapıya tâbi olmaya en uzak kesimler en fazla ve en sert biçimde cezalandırılacaktır. Nitekim, şu anda kendilerini Müslüman-Türk içinde tanımlamayan Kürtler, kendilerini Sünnilik içinde tanımlamayan Aleviler, kendilerini sadece ailenin bir parçası olarak tarif etmeyen kadınlar, kendilerini egemen cinsiyet rejimi içinde tarif etmeyen LGBTİ+’lar, kendilerini egemen siyasetin karşısına konumlandıran sosyalistler bu cezalandırma ve değersizleştirme pratiğinin en açık hedefleri. İki dönemdir belediyelere kayyum atanması, bu cezalandırma pratiğinin geçici değil, biat gerçekleşene kadar süreceğinin göstergesidir.

“Barış Akademisyenleri’ne yönelik tasfiyenin iki yönü var: Bir yandan, devletin Kürt politikasına yönelik itirazın cezalandırılması, bir yandan da üniversitelerin yeniden dizayn edilmesi.”

Peki, HDP’nin seçime girmesini engellemek yerine, niçin seçim sonrası bu müdahale yapılıyor?

Çünkü seçilmiş olanı görevden alarak Kürt halkına daha net bir mesaj veriliyor. “Sen iradeni ortaya koy ki, ben de tavrımı ortaya koyayım” deniyor. Bu cezalandırma bahanelerle değil, bir gösteriyle yapılıyor. Bu açıdan 12 Eylül’de başlayan gösteri siyaseti devam ediyor. Bakın, madem 12 Eylül darbesi diyoruz, 7 Haziran sonrasında verilen karar da bir darbedir. Darbe illa ordunun yönetime el koymasıyla olmak zorunda değil. Darbe dediğimiz, toplumsal bağıntılara ve toplumsal dinamiklere tepeden gelen müdahaledir. 7 Haziran sonrasında, 1 Kasım erken seçimlerinin ilanı bir darbe ilanıdır aynı zamanda. 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki saldırılar, katliamlar, o kapkaranlık süreç bunun bir parçasıdır. Toplumun “değiştirebilirim” inancının veya iradesinin yükseldiği görüldüğü anda, “değiştiremezsiniz” dendi. Üstelik bu sadece bir AKP kararı değil, bir devlet kararıydı. Devlet toplumsal yapıda ne zaman yeni bir ortaklık kurularak bir toplum olma çabasını görse, hızla şiddetli bir şekilde müdahale ederek Türkiye toplumunun toplum olma kapasitesini kötürümleştiriyor. Bunu 12 Eylül yaptı ve hâlâ sürüyor.

Asimilasyonist politika 12 Eylül’e kadar sürmüştür. 12 Eylül rejiminin asimilasyonist politikaya, Kürtlerin farklılığını ortadan kaldırma çabasına son vererek bu kimliğe ait olmalarından ötürü onları cezalandırdığını, bu cezalandırma üzerinden de farklılıklarını değersizleştirmeye çalıştığını gördük.

Bu sürece karşı tarihe geçen itirazlardan biri, farklı üniversitelerden, sizin de aralarında olduğunuz binlerce akademisyenin Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisiydi. Devletin bu itiraza yönelik tasfiye harekâtı ve buna rağmen Barış Akademisyenleri’nin geri adım atmayarak gösterdiği direnç 12 Eylül’den bu yana kırk yıllık dönemin neresinde duruyor?

Türkiye’de üniversiteler tarihi tasfiyeler tarihidir de. 12 Eylül sürecinde tasfiye edilen 1402’likler yahut Barış Akademisyenleri, ardından “FETÖ” davası bağlamında yapılan tasfiyeler dışında da bu süreç hep işledi. Hemen her darbeden sonra belli bir ayıklama olur, ama 1940’tan beri üniversitelerde muhalifler tasfiye edilmiştir. 1945’te Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav üniversiteden atılmıştı örneğin. Barış Akademisyenleri’ne yönelik tasfiyenin iki yönü var. Bir yandan devletin Kürt politikasına yönelik itirazın cezalandırılması, ama bir yandan da üniversitelerin yeniden dizayn edilmesi operasyonunun bir parçası bu tasfiye süreci. Barış Akademisyenleri’nin söz konusu bildiride söylemiş olduklarından çok, Kürt meselesi konusunda toplu bir itirazı dillendirmiş olmaları cezalandırıldı. Sonuçta, Türkiye tarihinde ender rastlanan bir biçimde, çok büyük bir akademisyen grubu, entelektüel insan, yurttaş sorumluluğuyla söz aldı ve devletin ilan edilen savaşta suç işlediğini ifade etti. Bu itiraz Kürtlerle 7 Haziran öncesinde kurulmuş olan bir bağın da üstüne geldi. Daha sonraki tüm devlet müdahaleleri tam da Kürtlerle Türkler arasında kurulan dert ortaklığı bağını koparmaya yönelik. Şu anda devlete el koymuş olanların dayanamadığı ve cezalandırdığı en büyük şey, yurttaşların toplu biçimde bir talepte veya itirazda bulunmasıdır. Bu, inadın cezalandırılmasıdır. Ama hem bizi ayakta tutan hem de faşizmin Türkiye toplumuna egemen olmasını engelleyen de bu inattır. Toplumda faşizmin egemen olmasını engelleyen, Diyarbakırlıların seçecekleri belediye başkanının görevden alınacağını bildikleri halde tekrar sandığa gidip kendi başkanlarını seçme inadıdır. Barış Akademisyenleri’nin yeniden cezalandırılacaklarını bile bile mahkemelere çıkıp aynı “suçu” tekrar işlemeleri inadıdır. Bir dirençtir bu ve devlet bu direncin gayet farkında.

Demin, 12 Eylül’ün Türkiye toplumunu toplum olmaktan çıkardığını söylediniz. Şu anda bir Türkiye toplumundan söz edilemez mi?

Hayır, bir Türkiye toplumundan söz edilemez. Elbette ortada bir toplumsallık, bir arada yaşadıkları iddia edilen birileri var. Ama bu bir aradalığın toplum vasfına sahip olmaya yetmediği açık. Toplum dediğiniz şey bir ortaklık üzerinden organize olmuş yapıdır. Yurttaş o ortaklığın adıdır. Elbette yurttaş kavramında da sıkıntılar var. O kavrama girenler, girmeyenler olabilir. Fakat orada esas önemli olan, yurttaşlık iddiasıdır. Nitekim bizler de o ortaklığa giremeyenlerin girebilmesi, eşitlenebilmesi için demokrasi mücadelesi veririz. Fakat 12 Eylül’den itibaren devlet tam da bu eşitlik iddiasından vazgeçti. Toplumu, soyut da olsa, eşitler arası bir ilişkiler ağı olarak değil, eşitsizlikler ve hiyerarşi üzerinden şekillendirmeye yönelen çaba bunun bir devamı. “Sözde vatandaş” kavramı da bunun bir devamı olarak resmi dile girdi. “Sözde vatandaş” kavramını kullanan bir devlet zaten toplumu parçalamış, yurttaşlık tarifini köklü biçimde değiştirmiştir. İletişim Yayınları’ndan yakında çıkacak 40 Yıl, 12 Eylül derlemesinde doğrudan 12 Eylül’ün toplum olma kapasitemizi nasıl kötürümleştirdiği meselesine odaklandım ve şunu yüksek sesle söylemek lâzım diye düşünüyorum: Bir Türkiye toplumundan söz edemeyiz.

Peki olan ne?

Toplulukların, cemaatlerin devlet zoruyla veya mekânsal zorunluluk nedeniyle bir arada durduğu hâli yaşıyoruz. Bu modern toplumsallık değildir. Ortaklık idesinden söz ederken sadece bir anayasa maddesinden bahsetmiyoruz. Kendinden farklı olanı görme, tanıma olanağından, karşılaşma imkânından, onun derdini anlama, hatta acısına ortak olma, olabilme hâlinden de söz ediyoruz. En önemlisi, sana benzemeyenle de bir arada yaşadığın bilincine, bu bilinç kapasitesine sahip olmaktır modern yurttaşlık. Türkiye’de bu bilinç parçalanmıştır.

İstibdat rejiminin egemen olmasını engelleyen inatlar var. Sadece Kürtler, kadınlar, LGBTİ+’lar değil, modern yurttaşlığı talep eden cumhuriyetçi kesimler de bu inadın bir parçası. Eşitlik ve özgürlük talepleri aynı zeminlerden savunulmuyor olabilir. Ama direncin eşitlik ve özgürlük kavramları çerçevesinde yürütülmesidir önemli olan.

Bu parçalanmışlık nasıl bir geleceğe işaret ediyor?

İstibdat rejiminin toplumun geneline egemen olmasını engelleyen toplumsal direnişler ve inatlar var. Sadece Kürtler, kadınlar, LGBTİ+’lar değil, modern yurttaşlığı talep eden cumhuriyetçi kesimler de bu inadın bir parçası. Ortaklık idesini bir şekilde savunan, yurttaş olmaya ya da eşitlik tesis etmeye çalışanlar az değil. Eşitlik ve özgürlük talepleri aynı zeminlerden, aynı ideolojinin içinden savunulmuyor olabilir. Ama savununun, direncin eşitlik ve özgürlük kavramları çerçevesinde yürütülmesidir önemli olan. İstibdat rejimi bu direnç yüzünden yerleşemediğinin ve yerleşemeyeceğinin farkında olduğu için şiddetini her geçen gün daha da artırıyor. Bu şiddeti sonuna kadar kullanacağı da görülüyor. Sonuna kadar derken, kendi sonunu getirene kadar. O son ne kadar yakın, ne kadar uzak, bilemiyoruz. Öte yandan, sadece iktidarı değiştirerek mevcut “toplumsallığı” onaramayız. Aynı zamanda, şu an yaşadıklarımız dahil, tüm bu kırk yılla tek tek hesaplaşmak, bu hesaplaşmanın üzerine bina edileceği yeni bir anayasa oluşturmak gerekecek. Yoksa AKP gider, yerine bir benzeri gelir.

Express, sayı 173, Güz 2020

^