KUTLU ADALI CİNAYETİNİN 25. YILDÖNÜMÜNDE KKTC’NİN HAL-İ PÜR MELALİ

Söyleşi: Tuba Çameli
6 Temmuz 2021
SATIRBAŞLARI
Tam 25 yıl oldu: 6 Temmuz 1996’da Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı taammüden “faili meçhul” cinayetle katledildi. Tetikçi hâlâ meçhul, emri verenler artık herkesin malûmu. Bu hunhar cinayetin öncesi ve sonrası da ibretlik. KKTC’nin “derin TC”nin boyunduruğuna sokulması, “çözümsüzlük çözümdür”cülerin cürümleri, Ada Türklerinin çilesi… Bağımsızlık Yolu Partisi’nin Genel Sekreteri, “Kıbrıs’a Soldan Bakmak” (Kalkedon, 2020) ve “Kıbrıslı Türk Devrimci Hareketi” (Kalkedon, 2009) adlı kitapların yazarı Münür Rahvancıoğlu’nu dinliyoruz.
Kutlu Adalı

Aziz Barnabas baskınını araştıran Yenidüzen yazarı gazeteci Kutlu Adalı 6 Temmuz 1996 gecesi Lefkoşa’daki evinin önünde öldürüldü. Çeyrek asır sonra, Sedat Peker 23 Mayıs’ta yayınladığı videoda Adalı cinayetiyle ilgili şunları söyledi: Biz o zaman Mehmet Ağar, Korkut Eken hep beraberiz…(Eken) bana dedi ki, ‘Kıbrıs’ta bir adam var, Kıbrıs’ı Rumlara satmak istiyor. İki profesyonel’ dedi… Dedim ‘sana öz kardeşimi vereceğim, Atilla Peker’i’…Yüce Allah o insanın kanını bize nasip etmedi. (daha sonra) Karşılaştık Korkut abiyle, ‘Halloldu o iş’ dedi.Sedat Peker’in bu açıklamaları Kıbrıs’ta nasıl yankılandı?

Münür Rahvancıoğlu: Adalı cinayeti işlendiğinde 19 yaşındaydım. Cinayetin Türkiye derin devletiyle bağlantılı olduğu gazete manşetlerine yansıdı. Adalı’nın cenaze törenine binlerce kişi katıldı. Sendikalar genel grev yaptı, esnaf kepenk kapattı. Ciddi tepkiler oldu. O yüzden hem o dönem mücadele eden insanlar hem de sonraki kuşaklar açısından Kutlu Adalı cinayeti Kıbrıs Türklerinin kendi iradesini ve fikrini ifade etme süreçlerine yapılmış müdahalelerin en şiddetlilerinden biri olarak zihinlere kazındı. Eşinin yazıları nedeniyle birçok kez tehdit edildiğini kamuoyunda sık sık dile getiren İlkay Adalı cinayetten sonra yıllarca yetkililerin taciz, yıldırma gibi muamelelerine tabi tutulduğunu, izlendiğini, telefonlarının dinlendiğini, tehdit edildiğini belirtti.

Geçen 25 yıl boyunca demokratik kamuoyu açısından Adalı cinayetinde tetiği kimin çektiği ya da doğrudan talimatı kimin verdiği bilinmiyordu, ama bunun doğrudan doğruya Türkiye derin devletiyle bağlantılı olduğu gayet netti. Anayasamızın geçici 10. maddesine göre, KKTC’nin tüm kolluk kuvvetleri doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) bağlıdır. Ada’da 40 bin TSK askeri, yaklaşık 10 bin civarı güvenlik kuvvetleri komutanlığına bağlı asker, bir o kadar polis ve sivil savunma mensubu varken, bırakın “derin ilişkileri”, başta bu cinayetin aydınlatılmaması nedeniyle Türkiye ile doğrudan ilgisi olması beklenir.

1996’da başbakan Hakkı Altun’du. Peker’in açıklamasından sonra şöyle bir demeç verdi: “Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok. Polis zaten bize hiçbir şey söylemez, hiçbir şekilde bize hesap vermezdi. Cinayeti halkla birlikte öğrendim televizyondan. Daha sonra ‘nedir’ diye sorduğumuzda, ‘siz karışmayın, bu iş sizi aşar’ dediler.

Ada’nın demokratik kamuoyunun dışında, “Türkiye anavatanımız, bizim için her zaman güzel olan şeyleri yapmaya çalışır, ekonomik olarak bizi destekler, siyasi olarak arkamızdadır, Kıbrıs sorununun çözümünde en büyük destekçimizdir” gibi bir düşünceye sahip olanlar da var. Sedat Peker’in açıklamaları onlar açısından ciddi bir şok oldu. O güne kadar “Rumcuların”, “anavatanı sevmeyenlerin”, “vatan hainlerinin” dile getirdiği ve mutlaka yalan olduğuna inanılan bir bilginin gerçek olma ihtimalini duydular. Geniş halk kesimleri açısından sarsıcı bir bilgiydi. “Nasıl olur da bizim polisimiz, anavatanımızın ordusu böyle şeylerle anılır” diye bir şok yaşandı. Türkiye’de her iktidar değişiminde, o iktidarın kılığına giren kesimler var. Onlar “Tayyip Erdoğan’a, Reis’e, Türkiye Devletine ihanet içinde olan Sedat Peker’in bir yalanı” olarak lanse ettiler söz konusu açıklamaları. Ancak, çok küçük bir azınlıklar ve itibarları hiç yok Kıbrıs’ta.

Yenidüzen’deki habere göre, yeniden başlatılan soruşturmayla ilgili henüz polis ve savcılık açıklama yapmamış, Cumhuriyet Meclisi’nde oy birliğiyle kurulan Adalı Cinayeti Araştırma Komisyonu Başbakan Ersan Saner’in “çoğunluğun hükümet tarafından oluşmasına yönelik” talebi nedeniyle çalışmaya başlayamamış. Bu komisyon çalışabilecek mi, bu soruşturmanın sonucunda ne bekliyorsunuz?

Münür Rahvancıoğlu

Hükümet cephesinde Peker’in açıklamaları sonrası uzun bir sessizlik oldu, cumhurbaşkanı ve başbakan Türkiye’deki iktidarın talimatını bekledikleri için hemen konuşmaya cesaret edemediler. Türkiye’den gelen açıklamalara göre hareket etmeye çalıştılar. Demokratik muhalefet de varolan bilgiler ışığında konuyu yeniden işleyen yayınlar yapmaya başladı. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar önce “bir kasetten böyle bir haber yayıldı diye olağanüstü bir gerginliğe yol açmaya gerek yok” dedi. Ardından kamuoyu baskısıyla Polis Genel Müdürü Ahmet Soyalan’ı davet ederek Kutlu Adalı cinayetini görüştü. Soyalan 1996’da Kutlu Adalı’nın öldürülmesini soruşturan polis. Adalı dosyasının kayıp olduğu gündeme gelmişti, polis hemen “Adalı dosyası kayıp değil, arşivde muhafaza ediliyor” diye açıklama yaptı. Aynı günlerde Kutlu Adalı’nın oğlu Cüneyt Adalı, “Bu açıklamalar ve itiraflardan umutlu değiliz. 25 yıldır bu kişileri, ilişkileri zaten biliyoruz. Ancak Erdoğan ‘Bu işi araştırın’ derse umutlanırız” dedi.

Daha önce iki ayrı komisyon kurulmasına karşın sonuç alınmadığı düşünülürse, bu komisyonda da herhangi bir sonuca varılacağını düşünmüyorum. Sonuç Türkiye’de bu yönde bir irade olmasına bağlıdır. Hem buradaki elinde belge ve bilgi olan kişilerin Türkiye’den emir alan kişiler olması hem de zaten bu cinayetin kökünün Ada’nın dışında olması nedeniyle bu komisyon olayı tek başına aydınlatamaz. Türkiye ile sahici bir işbirliğinin olması lâzım. Ama böyle bir işbirliğinin olacağından emin değilim. Biliyorsunuz, 2005’te AİHM Adalı cinayeti davasında “etkin soruşturma yapmadığı” gerekçesiyle Türkiye’yi toplam 95 bin avro tazminata mahkûm etmişti.

Araştırma Komisyonu kurulması için önerge veren Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) cinayet işlendiğinde hükümet ortağı değil miydi?

CTP’li Özker Özgür başbakan yardımcısıydı. Bir süre sonra “davul benim boynumda asılı, tokmak başkasının elinde” diyerek istifa etti. Çünkü hükümette yaşadıklarına tahammül edemedi, ama bu görüşü partisine yayamadı. Zaten CTP’nin dönüşümü de 1996’da başlıyor. 1996’ya kadar CTP kendince muhalefet yürütmeye çalışan bir partiydi. 1996’da hükümete geliyor, Kutlu Adalı cinayeti ve arkasından onunla bağlantılı olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan olaylar üzerine, CTP’de “bunlara itiraz mı edeceğiz, daha taktiksel bir şekilde mi direneceğiz, yoksa kabul mü edeceğiz” diye bir iç tartışma yaşandı. 1996’da başbakan Hakkı Altun’du, CTP’nin iktidar ortağı Demokrat Parti’den. İşte o Hakkı Altun Sedat Peker’in açıklamasından sonra şöyle bir demeç verdi: “Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok. Polis zaten bize hiçbir şey söylemez, hiçbir şekilde bize hesap vermezdi. Cinayeti halkla birlikte öğrendim televizyondan. Daha sonra da ‘nedir’ diye sorduğumuzda, ‘siz bu işe karışmayın, bu iş sizi aşar’ dediler.

Veriler şöyle: Adalı cinayetinin Uzi marka silahla işlenmesi, Abdullah Çatlı’nın o tarihlerde Ada’da olması. Cinayeti TİT’in üstlenmesine rağmen, bu suikast silahının sadece Özel Harekât Dairesi’nde bulunması… 

Sedat Peker’in açıklaması sadece Kutlu Adalı hakkında değil. Aynı zamanda Halil Falyalı’nın kumar, kara para aklama ve uyuşturucu trafiğinde oynadığı rol söz konusu.

Halil Falyalı’nın ismi bu konularla anılmıştı geçmişte de. Çeşitli gazeteler, hatta bazı siyasal yapılar içinde, paranın gücüyle ya da farklı ilişkilerle tehdit, şantaj gibi araçları da kullanabilecek bir isimden bahsediyoruz. Bu nedenle Falyalı’yla ilgili boyutu konuşmamak için Kutlu Adalı konusunu abarta abarta konuşan kesimler ortaya çıktı. Bu anlamda da bir tartışma yaşandı. Olması gereken, polisin doğrudan Falyalı’nın ilişkileriyle ilgili bir soruşturma başlatması. Öte yandan, mevcut yapıda tüm araştırma ve soruşturmaların Türkiye’yle bağlantılı yürütülmesi gerekiyor. Türkiye’yle varolan anlaşmalar gereği, suç işlenmemiş bile olsa Atilla Peker ve Korkut Eken’in cinayete teşebbüs, Mehmet Ağar’ın da azmettirmek suçlamasıyla burada dinlenmesi gerekiyor. Ama polisin yapısı buna imkân vermeyebilir.

Neden?

Türkiye’de “FETÖ” bir terör örgütü olarak tanımlanıp da operasyonlar başlayınca halkımızı şaşırtan gelişmeler yaşandı. KKTC polisi içinde görevden el çektirilen, hakkında soruşturma başlatılanlar oldu, bunların bazıları hukuki süreçlere maruz kaldı veya emekli edilip görevden alındılar. Bu insanlardan bazıları “iftira atılıyor bize” dedi. Bu da bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de hangi derin devlet hizibi ağırlık kazanıyorsa, bu Kıbrıs’a otomatik olarak yansıyor, kamuoyu bunu gördü. Şimdi bu insanlar kendi kendilerini nasıl araştıracaklar, soruşturacaklar? Kendi kendilerini nasıl yakalayacaklar? Bu ciddi bir soru bizim açımızdan.

Lefkoşa’da Kutlu Adalı’nın cenaze töreni

Kutlu Adalı cinayetine dönersek, Mağusa yolu üzerindeki, şimdi müze olarak kullanılan 1520 yıllık Aziz Barnabas Manastırı 14 Mart 1996 gecesi soyuldu. Adalı kiliseyi soyanların –kendisinin de bir zamanlar üyesi olduğu– Sivil Savunma Teşkilatı üyesi olduğunu iddia ediyordu. Avrupa Parlamentosu Kıbrıs Rum kesimi üyesi Niyazi Kızıltürk de yaptığı bir açıklamada “Adalı cinayetinin nedenine bakılacaksa mutlaka Aziz Barnabas Manastırı’nda aranması gerekli” dedi. Neden?  

14 Mart 1996’da asker yolu kesmiş, Sivil Savunma görevlileri gidip kazı yapmışlar ve bazı ikonalar çalınmış. Barnabas’ın mezarından ne çıkarıldığı bilinmiyor. Barnabas İncili’nin de bu süreçte alındığı iddia ediliyor. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’ne, Fener Rum Patrikhanesi’ne, Roma veya Rusya’daki kiliselere bağlı olmayan bir kilise Barnabas. Kırmızı mürekkeple yazı yazma hakkı var, mor pelerin taşıyabilir ve Bizans imparator asasını taşıma yetkisi olan tamamen bağımsız bir kilise. Bu İncil’in değeri, Bizans döneminde bulunması ve Bizans’ın da Kıbrıs kilisesine özerklik yetkisi vermesiyle bağlantılı. Avrupa Parlamentosu vekili Niyazi Kızılyürek’in ifade ettiği nokta çok önemli. Adalı cinayeti açığa çıkarılacaksa, Barnabas Manastırı’nda o gece ne olduğunu, kimlerin ne yaptığını tüm ayrıntısıyla bilmek gerekiyor. O dönemde Galip Mendi sivil savunmanın başında. Kutlu Adalı’nın da Aziz Barnabas Manastırı’nda o gece yaşananlarla ilgili araştırma yürüttüğünü biliyoruz. Bu konuda Yenidüzen gazetesinde yayınlanan bir yazısı şöyle bitiyor: “Bu senin başbakan (Hakkı Altun) olarak görevindir. KKTC’yi rezil etmeye kimsenin hakkı yoktur. Devleti küçük düşürenler şikâyet edilmeli, cezalandırılmaları istenmelidir. Böyle açıklamalarla rezillik örtbas edilemez!” Hâlâ o noktayız.

Türkiye Gladyosu Kıbrıs’ta kuruldu ya da burada ihtisasını yaptı. Çünkü Kıbrıs’taki koşullar bunun için çok müsaitti. Türkiye’den komutanlar geliyor, bazıları öğretmen olarak görünüyordu. “Türk vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları yapıp köyleri gezmek, muhalif kesimleri sindirmek öncelikli işleriydi.

Tehdit mektubu Diyarbakır’dan postalanıyor. Kutlu Adalı 2 Nisan 1996’da tehdit edildiğini açıklıyor. Bu uyarılar emniyet yetkilileri tarafından dikkate alınmıyor ve 6 Temmuz 1996’da suikast gerçekleşiyor. Mektup Türk İntikam Tugayı’nın (TİT) imzasını taşıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Tüm bunlar aslında birbiriyle bağlantılı. Milliyetçilik kisvesi altında işlenen bu suçlara 1996 yazında yaşanan sınır olaylarını eklemek gerekir. “Güneyden motorcular gelecek, Girne’de kahve içecekler” sözleri dolaşmaya başladı o günlerde. Türkiye’den gemilerle ülkücü faşistler Ada’ya yığıldı, bunlar yurtlarda konaklatıldı, yedirildi, içirildi ve ellerinde sopalarla, silahlarla sınır boylarına dizildi. Ve herkesin gözü önünde canlı yayında iki kişi yaşamını yitirdi. 1996 yazında bir taraftan Kutlu Adalı cinayeti, öbür taraftan da sınır olayları yaşanıyor. Sivil ve resmi gladyo bağlantılı faşistlerle ve üst rütbelilerin koordinasyonunda ciddi bir çalışma yürütüyorlar. Diyarbakır’dan mektup geldiğinde aynı zamanda burada da hem sokakta ciddi bir faşist hareketlenme, bombalamalar, kapıların altından mektupların atılması var hem de Adalı cinayeti. 1996 çok acı bir yıl. Türkiye’de de Susurluk skandalının yaşandığı yıl aynı zamanda. Nitekim, Susurluk Komisyonu üyesi Fikri Sağlar geçenlerde Susurluk Komisyonu’nda araştırmalarını sürdürürlerken Kutlu Adalı cinayetine ulaştıklarını söyledi, bu cinayetin “Susurluk’un uzantısı olduğu ortaya çıktı. Türkiye’de kapatılan kumarhanelerin Kuzey Kıbrıs’ta açılması, off-shore bankacılığın kurulması, ülkücülerin Türkiye’den Kıbrıs’a yerleştirilmesi, Kıbrıs’ta yeni bir yapılanma oluşturdu” dedi.

1998’de Cumhuriyet Meclisi’nde Faili Meçhul Olaylar ve Kutlu Adalı Cinayetini Araştırma Komisyonu kuruluyor; kurulma gerekçesi 1989-98 arasında meydana gelen, faili meçhul kalan 36 bombalama ve Kutlu Adalı cinayetinin araştırılması. Komisyon hangi verilere ulaştı, hatırlıyor musunuz?

Komisyonun ulaştığı veriler şöyle: Adalı cinayetinin Uzi marka silahla işlenmesi ve Abdullah Çatlı’nın o tarihlerde Ada’da olması. Cinayeti Türk İntikam Tugayı’nın üstlenmesine rağmen, İsrail yapımı olan bu suikast silahının sadece Özel Harekât Dairesi’nde bulunması. “Kumarhaneler Kralı” diye bilinen Ömer Lütfü Topal’ın öldürülmesiyle Adalı cinayeti arasında sadece 21 gün olması ve Topal cinayetindeki Uzi şarjörü üzerinde Abdullah Çatlı’nın parmak izinin tespit edilmesi. Ada’da parti genel merkezleri başta olmak üzere partililerin ve işadamlarının otomobillerinde, bankalarda, gece kulüplerinde gerçekleşen patlamaların askeri tip TNT kalıbıyla gerçekleştirilmiş olması. TNT’lerin nasıl temin edildiği hâlâ bilinmiyor.

Hafıza Merkezi’nde verdiği söyleşide gazeteci Sami Özuslu şöyle diyor: “Türkiye’de bu işin çözülmesini isteyen dostlara naçizane çağrım; lütfen Kıbrıs’a daha yakından bakın. Susurluk buradan geçti, Ergenekon burada vardı. Mafya zaten burada. Tuğlanın çekilmesini istiyorsanız, tuğla burada, Lefkoşa’da. Gelin, birlikte çekelim.” Ne derseniz bu yoruma?

Özetle şöyle ifade edebilirim: Gladyo Kıbrıs’ta kuruldu ya da Türk Gladyosu ihtisasını Kıbrıs’ta yaptı. Bu tuğlanın çekilmesi bu yüzden istenmez. Biraz tarihi olaylara bakmak gerekiyor. Özel Harekât Dairesi, daha önceki ismiyle İstihbarat Daire Başkanlığı oluşturulduğunda Kıbrıs sorunu bir dönüm noktasındaydı ve burada gerek muhaliflerin susturulması, gerek Kıbrıslı Türk halkının buradaki Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) çizgisine çekilmesi ve orada tutulması süreçlerinde, gerekse Türkiye’de Kıbrıs konusuyla ilgili belli bir kamuoyu yaratılmasında, aynı zamanda Yunanistan’a ve dünya kamuoyuna mesaj verilmesiyle ilgili çoklu bir faaliyet yürütüldü.

Denktaş Bayraktar Camii provokasyonunu kabul etti. “Milli bilinci uyandırmak için yaptık” dedi. Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’ın Cumhuriyet isimli bir gazeteleri vardı, “Bayraktar Camii’ni bombalayan alçağın ismini bir sonraki sayımızda yayınlayacağız” diye bir haber yaptıktan sonra, biri evinde uyurken, diğeri kapısının önünde vurularak öldürüldü aynı gece.

TMT ne zaman kurulmuştu?

TMT’nin 1 Ağustos 1958’de kurulduğu söylenir, ama aslında hem TMT o tarihte kurulmadı hem de TMT Kıbrıslı Türklerin oluşturduğu ilk direniş teşkilatı değil. Öncesinde çeşitli isimler altında farklı teşkilatlar kurulmuştu. Kara Çete bunlardan en bilineni. Bunlar daha çok kendiliğinden Yunan faşist çetelerine karşı savunma amacıyla kurulmuş teşkilatlardı. TMT daha önce kurulmuş olmasına rağmen 1 Ağustos deniyor. Çünkü TMT’nin başına Türkiye’den bir görevlinin tayin edildiği tarih 1 Ağustos. Ondan önce TMT Kıbrıs’ın Türk yöneticileri tarafından yönetilen, yerel kaynaklarla oluşturulmuş bir gruptu, Kıbrıs’ta bunlara “bayraktar” deniyor. Ne zaman ki Türkiye’den TMT’nin başına bir asker tayin edildi, o tarih kuruluş tarihi olarak kabul edildi. Bu ismin Rıza Vuruşkan olduğu söyleniyor. Denktaş daha sonra verdiği bir söyleşide şöyle anlatıyor bu süreci: Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Harp Dairesi’ne TMT’yle ilgili gizli görev verilmesiyle Yarbay Rıza Vuruşkan “TMT Lideri” olarak Ağustos 1958’de Kıbrıs’a gelir. “Ali Çonan (Ali Coşkun)” adıyla ve “İş Bankası Müfettişi” olarak normal yollardan giriş yapar. Kimi “müfettiş”, kimi “öğretmen” maskesi altındaki ekibiyle gelen Vuruşkan’ın kod adı da Bozkurt… O sıralarda Kıbrıs’ta kaotik bir süreç yaşanıyordu. İngiltere’nin çekilmeye hazırlandığı, EOKA’nın faaliyette bulunduğu, neredeyse herkesin elinde silah olduğu, iki toplumun birbiriyle çatıştığı bir ortamdı. “Türkiye Gladyosu Kıbrıs’ta kuruldu ya da burada ihtisasını yaptı” diyorum, çünkü Kıbrıs’taki koşullar bunun için çok müsaitti. Doğrudan doğruya Türkiye’den komutanlar geliyor, bunların bazıları sivil alanda çalışıyor, öğretmen olarak görünüyordu. Öğretmenlik dışında kalan vakitlerinde “Türk vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları yapıp köyleri gezmek, Rumca kelime kullananlara ceza kesmek, muhalif kesimleri sindirmek, susturmak öncelikli işleriydi. Özellikle iki halkın emek hareketinin birbirinden ayrıştırılmasıyla, işçi hareketiyle bağlantılı kişilerin vurulması gündeme geldi. 1941’de kurulan PEO (Solcu İşçi Sendikaları Federasyonu) o dönemde hem Kıbrıslı Türkleri hem de Kıbrıslı Helenleri örgütleyen en geniş işçi sendikasıydı. Kıbrıslı Türklerin PEO’dan zorla istifa ettirildiği bir süreç yaşandı. Bu insanlar “yarınki gazetede PEO’dan istifa ilanınız yayınlanmazsa öldürüleceksiniz” diye tehdit edildi. Sendikacı Fazıl Önder’in ölüm haberiyle istifa duyurusu aynı gazetede, aynı gün yayınlandı. İstifa etmekte geciktiği için öldürdüler Önder’i.

1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluyor. 1962’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin parçalanması için bir provokasyon yapılıyor, Bayraktar Camii bombalanıyor…

Rauf Denktaş da Bayraktar Camii provokasyonunu kabul etti. “Milli bilinci uyandırmak için yaptık” dedi. Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’ın Cumhuriyet isimli bir gazeteleri vardı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşamasını savunuyorlardı. “Bayraktar Camii’ni bombalayan alçağın ismini bir sonraki sayımızda yayınlayacağız” diye bir haber yaptıktan sonra, biri evinde eşinin yanında uyurken yatağında vuruldu, diğeri kapısının önünde arabasında vurularak öldürüldü aynı gece.

Devletin derini ve bilineni buradaki “işbirlikçilerin” yardımıyla her zaman Kıbrıslı Türklerin siyasal yaşamının içinde oldu. 1963’te Kıbrıs Cumhuriyeti kantonlara bölündükten sonra da cumhurbaşkanlığı muavini seçimleri yapılmaya devam edildi 1973’e kadar. Kıbrıs Cumhuriyeti seçimleriyle paralel olarak Kıbrıslı Türkler de kendi cumhurbaşkanı muavinlerini seçmeye devam etti. Örneğin, Dr. Fazıl Küçük’ün aday olmaması, Denktaş’ın aday olması da Türkiye’yle doğrudan bağlantılıdır.

Dr. Küçük ile Denktaş’ın siyasi çizgisi arasında nasıl bir fark var?

Daha çok egemen hizipler arasında bir hesaplaşma. Dr. Küçük biraz daha laik, Denktaş biraz daha İslâmcı kesimlere kapı açan biri. Bizim durduğumuz yerden baktığımızda, büyük farkları yok. Ama Türkiye birini tercih ediyor, diğeri adaylıktan çekilmek durumunda kalıyor. Aynı seçimde CTP adayı Ahmet Mithat Berberoğlu elçiliğe çağırılıyor, adaylıktan çekilmesi isteniyor, ama Ahmet Mithat Berberoğlu bunu kabul etmiyor. Sonuçta, kapısının önüne silahlı güçler gönderiliyor, Berberoğlu evinden çıkamıyor. O yüzden Denktaş tek aday olarak cumhurbaşkanı muavini oluyor.

“Bayraktarlık”, “Elçilik” ve “Yönetim”, kısaca BEY dönemi diyoruz. Simgesel olarak “Elçilik” Türkiye elçiliği, “Bayraktarlık” askeri kanat, TMT’yi yönetenler ve “Yönetim”, yani Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimi gibi görünen, ama aslında öyle olmayan yönetim. 1974’e kadar olan dönemi böyle adlandırıyoruz.

Kıbrıslı Türkler 1960’tan 1974’e kadarki bu müdahalelere tepki gösterdi mi?

Maalesef hayır. Belli bir kesim ve solcular farkındaydı her şeyin. Şunu da kabul etmemiz gerekiyor, makasın iki keskin ucu var. Özellikle 1960-1974 arası Kıbrıs halkları için çok sıcak yıllardı. Bir yandan Helen şovenizminin yapıp ettikleri; diğer taraftaysa Türkiye’nin müdahaleleri, “yavru” muamelesi yapması, “ben sizin adınıza karar verici olacağım, ne dersem onu yapacaksınız” yönlendirmeleri vardı. “BEY” dönemi sonuçta…

BEY dönemi nedir?

“Bayraktarlık”, “elçilik” ve “yönetim”, kısaca BEY dönemi diyoruz. Simgesel olarak “Elçilik” Türkiye elçiliği, “Bayraktarlık” askeri kanat, TMT’yi yönetenler ve “Yönetim”, yani Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimi gibi görünen, ama aslında öyle olmayan yönetim. 1974’e kadarki dönemi böyle adlandırıyoruz.

Ufak bir parantezle “Arif Hoca ekolü”nden bahsedebiliriz. Yani teşkilatın orta düzey komutanları ve doğrudan doğruya halka bağlantılı, halkın içinden kişiler… Yani TMT içi bir muhalefet de mevcut. Bu insanlar TMT’nin üst düzey yönetimine, bayraktarlığa ve Türkiye elçiliğinin hoyratça müdahalelerine çeşitli zamanlarda, çeşitli şekillerde direndi. Cinayetler işlendi, bunlar “falanca kaybolmuş” ya da “Türkiye vurdu, bayraktarlık vurdurttu” diye anlatılır. 1974’e kadar Kıbrıs’ta Helen şovenizminin, EOKA’nın ve o dönemdeki Yunan cuntasının somut, sıcak tehditleri nedeniyle çok kaotik bir ortam vardı.

Kutlu Adalı için anma (6 Temmuz 2021)

1974 sonrası?

1974’ten sonrası ciddi bir hayal kırıklığı. Çünkü kendimize ait bir coğrafyada, kendi kendimizi yöneteceğimiz, Türkiye’nin bize artık yavru muamelesi yapmayıp kararlarımıza saygı duyacağı yeni bir dönemin başlangıcı hissiyle hareket edildi. Ama kısa sürede bunun gerçek olmadığı, Türkiye’nin her şeye aynı şekilde müdahale etmeye devam edeceği ortaya çıktı. Bu ortaya çıkınca, 1974’e kadar oluşamayan “kitlesel muhalefet”, Kıbrıs Helen şovenizminin sıcak tehdidi de ortadan kalktığı için, özellikle 1976-77’den sonra ciddi biçimde yükselmeye başlıyor. Denktaş’ın bir beyanı vardı: “Sol güçlendi, tedbir almak lâzım.” Bu açıklamadan hemen sonra KKTC’nin ilanı geliyor.

1983’e doğru gelirken, KKTC’nin ilanından önce, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ydi ve çok da demokratik bir anayasa söz konusuydu. Türkiye’de 12 Eylül rejimi devam ederken, Kenan Evren cuntası baştayken KKTC bir oldubittiyle ilan ediliyor. O gece muhalif vekiller, hayır deme ihtimali olan vekiller cumhurbaşkanlığı sarayına çağırılıyor, ardından elçiliğe gidiyorlar tabii. Bütün telefonlar kesiliyor, dünyayla bağlantı ortadan kalkıyor, çeşitli yerlerde elektrik kesintileri oluyor ve ertesi sabah KKTC ilan ediliyor. Yani KKTC’nin ilanı da darbe şeklinde kurgulanmış bir olay.

1983’ten sonrası nasıldı? 27 Aralık 1985’te, Denktaş’ın oğlunun, Raif Denktaş’ın şaibeli ölümünü nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye’nin müdahalelerine tepki duyan bir insandı Raif Denktaş. Sosyal Demokrat Parti isimli bir parti kurmuştu. Denktaş’ın oğlu olmasından dolayı da belli bir popülaritesi vardı. Arabasıyla askeri araca çarparak ölüyor. Trafik kazası dendi. “Acaba Türkiye mi öldürdü?” diye o zamanlar çok yaygın olarak konuşuldu ve Kıbrıslı Türkler açısından her zaman şaibeli bir konu oldu. İlginç olan, Sedat Peker’in açıklamalarıyla Kutlu Adalı cinayeti gündeme geldiğinde, Raif Denktaş’ın kız kardeşi Ender Denktaş’ın “benim kardeşimi de derin devlet öldürdü” diye bir açıklama yapması.

Afrin Operasyonu sırasında, Afrika gazetesi Erdoğan’ı rahatsız eden bir manşet attı. “Kıbrıs’a Barış Harekâtı, Suriye’ye Zeytin Dalı Harekâtı… Türkiye’den Bir İşgal Harekâtı Daha.” Bu manşet üzerine Erdoğan “Oradaki soydaşlarım ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyor” diyor ve bindirilmiş kıtalar Afrika gazetesinin önüne geliyor. Taş atıyor, camları kırıyor, içeri girmeye çalışıyor…

Rauf Denktaş oğlunun itibarsızlaştırılması ve öldürülmesi için “MİT yaptı” demişti bir söyleşide

Doğrudur. Ama elimizde somut bir veri yok, ancak olasılık çok yüksek. Çünkü Raif Denktaş’ın o dönem Türkiye’yi ciddi anlamda rahatsız eden çıkışları oldu. Mesela nüfus aktarımına tepkisi var. Kıbrıslı Türklerin üretimden koparılmasını ve Türkiye’ye muhtaç kalmasını hedefleyen politikayı eleştirdi. Ciddi anlamda rahatsızlık verdiğini söylememiz gerekiyor. Bu dönemde Cumhuriyetçi Hür Partisi bombalandı, Yeni Kıbrıs Partisi kurşunlandı. Özgürlük Dergisi’nin yayın yönetmeni Hürrem Tulga’nın arabası bombalandı. Kapıların altından TİT imzalı kırmızı mürekkeple yazılmış bildiriler atıldı. Çeşitli insanlar ölümle tehdit edildi. Bu tür olaylar 1996’daki Kutlu Adalı cinayetine kadar ciddi anlamda yükselişteydi. Demokratik muhalefetin sindirilmesi amacıyla yapıldı o saldırılar.

Ama burada bir iç eleştiri olarak şunu da söylemek gerek: Demokratik muhalefet örgütlü bir güce sahip değildi. Çeşitli gazeteler çevresinde veya sendikalar içinde hareket eden bir yapıya sahipti. Bu insanların bombalamalara ya da KKTC’nin ilanıyla ilgili tehditlere tepkisi sinme yönünde oldu ne yazık ki. Ve bu bir kültür haline geldi; mesela 1983’te KKTC’nin onaylanması. Baskıyı az önce söyledik, telefonların kesilmesi, muhalif vekillerin elçiliğe çağrılarak tehdit edilmesi, “partileriniz kapatılacak” denmesi… Ve o muhalif vekiller KKTC’nin ilanına oybirliğiyle “evet” dediler. Baskıyla verilmiş bir beyandı, içlerinden geçen bu değildi, ama bedel ödeme riski alınmalıydı. Özeleştiri olarak bunu ifade etmek gerekir.

İlkay Adalı (6 Temmuz)

Başta sözünü ettiğiniz Anayasa’nın geçici 10. maddesinin kaldırılması için yıllarca hiçbir şey yapılmadı mı?

Halk açısından artık şu bir gerçek: “Bir halksak ve iddia edildiği gibi bir devlet kurduysak, kendi polisimizi, kendi askerimizi, merkez bankamızı kendimiz yönetmek istiyoruz” diyorlar. Bunu söyleyenler Türkiye’ye karşı olmak zorunda değil. İki defa halkın önüne anayasa değişikliği getirildi, bunların biri mecliste bütün partilerin oybirliğiyle karar altına alınıp getirildi. Ama halk bunların ikisine de “hayır” dedi. İçinde geçici 10. maddenin bulunduğu, yani KKTC’nin iç ve dış güvenliğinin sağlanmasının Türkiye Cumhuriyeti devletinin kontrolünde olduğunun kabul edildiği bir anayasaya Kıbrıslı Türkler “evet” demek istemiyor.

Ancak, ne CTP hükümeti ne de Toplumcu Kurtuluş Partisi polisin sivile bağlanmasıyla ilgili bir adım attı. Meclis içi muhalefetin de bir çabası olmadı. O dönemde Sivil Savunma Başkanı Galip Mendi’ydi, daha sonra Güvenlik Kuvvetleri Komutanı oldu. Güvenlik Kuvvetleri Komutanı’yken, polis ona bağlıyken Kutlu Adalı cinayetinin açığa çıkmasını nasıl bekleyebiliriz ki? Olmadı nitekim. Burada ironi şu CTP muhalefette olduğu dönemlerde bu gibi konuları çok radikal bir şekilde dile getiriyor, benden, bizden çok daha ileri şeyler söylüyor, ama ne zaman hükümete gelse bu konuların hepsinin üstünü kapatıyor. Önceki başbakan, CTP’li Tufan Erhürman –kendisi idare hukukçusudur– “Polis bana bağlıdır” demişti. Yani muhalefetteyken “polis bize bağlanmalıdır”, hükümete gelince “polis zaten bana bağlı”. Sonuçta, polisimizin başbakana, cumhurbaşkanına bağlı olmadığını net bir şekilde gördük.

Nasıl?

2018 Afrin Operasyonu sırasında, Afrika gazetesi Erdoğan’ı rahatsız eden bir manşet attı: “Kıbrıs’a Barış Harekâtı, Suriye’ye Zeytin Dalı Harekâtı… Türkiye’den Bir İşgal Harekâtı Daha.” Bu manşet üzerine Erdoğan “Oradaki soydaşlarım ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyor” diyor ve bindirilmiş kıtalar 22 Ocak 2018’de Afrika gazetesinin önüne geliyor. Meclis’e on metre, Türkiye Cumhuriyeti Elçiliği’ne on beş metre mesafede gazetenin bürosu. Toplanan kitle taş atıyor, camları kırıyor, duvarları tırmanarak büronun içine girmeye çalışıyor, bazıları da hızını alamayarak yan taraftaki Meclis’in çatısına çıkıyor ve şimdi İyi Parti’nin amblemi olan eski Türk devletlerinin birinin simgesini taşıyan bayrağı açıyor. Aşağıda polis esas duruşta beklerken göstericiler yukarıda, Meclis’in damında bayrak sallıyor. Her tarafı kameralarla donatılmış elçiliğin, Meclis’in yanındaki bir gazete bürosuna saldıran dokuz insan henüz bulunabilmiş değil. Polisin sivile bağlı olmadığı sağır sultanın malûmu. O yüzden, Erhürman’ın “polis bana bağlıdır” açıklaması yok hükmündedir. Meclis’in çatısına çıkan altı kişi bir şekilde yakalandı. Savcılık dosyayı ağır cezaya yönlendirmediği için yerel mahkeme yargıcı verebileceği maksimum cezaları verdi ve zaten o yargıç daha sonra istifa etmek durumunda kaldı. Bununla bitmedi hikâye, bu insanlar iki ay yatıp çıktılar. Çünkü CTP ve Toplumcu Demokrasi Parti hükümeti –ki Şartlı Tahliye Kurulu bunlara bağlı temsilcilerden oluşuyordu– iyi halden serbest bıraktılar o saldırganları.

22 Ocak 2018 Afrika Gazetesi ofisi ve Meclis çatısı…

Az önce “kim iktidara gelirse ona göre şekillenen bir yönetim anlayışı var” dediniz. Şimdi aynı iktidarın değişen yüzlerine tanık oluyoruz Türkiye’de. Federasyona yeşil ışık yakan Erdoğan’dan federatif çözüme karşı duran, hatta seçimlere müdahale eden bir işleyiş var.

Seçime müdahale her zaman vardı. 2000’li yıllara gelirken yaşananları da ortaya koymak lâzım. 1998’de cumhurbaşkanlığı seçimi oluyor ve Derviş Eroğlu aday olarak ortaya çıkıyor. 1998’de ikinci tura kalıyor, Denktaş’tan bıkmış bütün kesimlerin Eroğlu’na oy vermesi ihtimali var. İkinci tura kalmasına rağmen, Eroğlu adaylıktan çekiliyor. Sebebi sorulduğunda verdiği cevap çok manidar: “Peşimde kırk tane MİT ajanı dolaşıyor, çekilmeyeyim de ne yapayım” diyor. 2003-2004 sürecinde bu defa Denktaş geri plana aldırılıyor, zaten ondan önce Erdoğan’ın Denktaş’a yönelik, Kıbrıs kamuoyunda bilinen hakaretleriyle, aşağılayıcı söylemleriyle siyasetten el çektiriliyor. Erdoğan’ın tek adam rejimi yavaş yavaş kurulurken işbirliği yapmayı reddedenler sert hakaretlerle yerlerinden ediliyor. Türkiye’de 2000’lerin başından itibaren AB’ye yanaşan, en azından AB hukukuyla uzlaşma niyeti gösteren bir yaklaşımı var iktidarın. O dönemde 1990’ların derin ilişkilerini organize eden ekipler hapiste, soruşturmalar var, kimileri yurtdışına kaçmış, diğerleri çeşitli şekillerde yedeğe alınmış. Onların yerine Milli Görüşçüler geldi. Bunlar Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden itibaren Fethullah Gülen’le ittifak halindeydi. Böylece derin devlet restore edildi. Ta ki 2013-14’te kendi içlerinde hesaplaşma yaşanana kadar. O andan itibaren, 1990’ların ekibi tekrar gündeme geldi. Her derin devlet unsuru kendi finans kaynaklarıyla hareket ediyor. İlla uyuşturucuyla değil, inşaata, eğitime odaklanmış finansman ilişkileri içinde ilerliyorlar. 

Gülen cemaati Kıbrıs’ta da faaliyet yürüttü mü?

Tabii, burada yurtlar, dershaneler açıldı, belli camilerde cemaatler oralara yönlendirildi. Bugün kısmen tasfiye olmuş durumdalar. Kıbrıslı Türklerin laik bir yapısı var. Kemalist laikliğin biçimsel unsurları Kıbrıslı Türklerin reflekslerinde ciddi bir yer tutar. Laiklik algısı doğrudan doğruya biçimsel unsurlara odaklıdır, bu yüzden Gülen Cemaati belki de Türkiye’den daha fazla Kıbrıs’a nüfuz edebildi. Özellikle eğitim alanında. 15 Temmuz’dan sonraki ayrışmaları burada da gözlüyoruz. Derin ilişkiler de yeniden ulusalcı-milliyetçi kanadın eline geçti.

1998’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde Derviş Eroğlu ikinci tura kalıyor. Denktaş’tan bıkmış bütün kesimlerin Eroğlu’na oy vermesi ihtimali var. İkinci tura kalmasına rağmen, Eroğlu adaylıktan çekiliyor. Sebebi sorulduğunda verdiği cevap çok mânidar: “Peşimde kırk tane MİT ajanı dolaşıyor, çekilmeyeyim de ne yapayım.

Son cumhurbaşkanlığı seçimine nasıl bakıyorsunuz?

Mustafa Akıncı federasyon iradesinde ısrarını, AB ve uluslararası hukuk çerçevesindeki çizgisini devam ettirmek istiyor. Ama 2017’den sonra Erdoğan için o defter kapandı. Afrika gazetesi olaylarından sonra on binlerce insan sokaklara dökülüp yağmurun altında yürüyüş organize ediyor, bu saldırıları kabul etmeyeceğini çok net bir şekilde beyan ediyor. Cumhurbaşkanlığı makamında Akıncı bugüne kadar hiç yapılmamış şeyi yapıyor. Türkiye’deki bir iktidar tarafından horlandığında cevap veriyor, başka bir fikir ifade ediyor, “ben böyle düşünüyorum, ben bu fikirler için seçildim” diyor. Geçmişte sağdan ve soldan birçok kişi Türkiye’nin yaklaşımlarıyla uyuşmayan pozisyonlara düştü. Ama bu insanlar dik duruşlarını kamuoyu önünde muhafaza etmedi. Akıncı’nın farkı bu duruşu muhafaza etmiş olması, kamuoyu önünde muhafaza etmiş olması.

On yıl sonra, “aslında öyle yapmak istemiyorduk da Türkiye’den şöyle baskı geldi de o baskı geldiği için bunu yapmak zorunda kaldık da” falan diye hikâyeler anlatıldı hep. Akıncı ise çıktı canlı yayına “ailem tehdit edildi, ben canımla tehdit edildim, ama adaylıktan çekilmiyorum” dedi. Bu bir ilktir Kıbrıslı Türk siyasetinde, ilk kez bir isim bulunduğu makamı terk etmeden, geri adım atmadan, kendi doğrusunu ifade etti. Halk da bu doğrunun arkasında durdu, ama ne yazık ki müdahalelerle, sandıklardaki şaibelerle çok ufak bir farkla Ersin Tatar kazandı seçimi, halkın gönlündeyse gerçek kazanan Akıncı.

Bugün müdahaleler ne düzeyde?

Bitmez ki…Türkiye Cumhuriyeti elçiliğinin bünyesinde KKTC Hükümeti’nin bütün bakanlıklarının birebir gölgesi var. Bu gizli bir şey değil. İsimleriyle, imzalarıyla bakanlıklara yazı yazan bir gölge kabine var. Türkiye Cumhuriyeti elçiliği tarafından desteklenmeyen yasalar çıkmaz. Uyuşturucu, kumarhane, kara para aklama süreçleri iç içe geçmiş durumda. Bu tarz işler uluslararası hukukun dışında olan yerlere ihtiyaç duyar. Bu da Ada’nın statü konusunun hiç çözümlenmemesini getiriyor.

Nasıl?

Federal çatı altında Kıbrıs’ın birleştirilmesi veya iki devletlik, yani KKTC’nin tanınması; Kıbrıslı Türkler arasındaki iki ana akım bu. Ortak noktaları ise Kıbrıslı Türklerin uluslararası toplumun onurlu bir üyesi olarak bir statü kazanması ve bu coğrafyanın artık uluslararası hukuka dahil olması. Türkiye bunların ikisini de istemiyor. İki devletliliğin sözünü etmesi göstermelik. Açığa çıkan mafyatik ilişkiler, uyuşturucu, kara para aklama, kumar, kadın ticareti gibi işler ancak uluslararası hukukun dışında olan bir coğrafyada yürütülebilir. Bizde Interpol tarafından aranan insanlar bakanlık yaptı. İngiltere’nin, ABD’nin mahkemelerinde yargılanmak üzere dosyası bekletilen insanlar üst düzey mevkilere geldi. Burası uluslararası hukukun dışında her türlü kirli ilişkinin görülebileceği bir coğrafya. Türkiye’nin iki devletlilik söylemi sahici değil, bunu rahatlıkla söyleyebiliyorlar, çünkü gerek BM kararları gerek AB mevcut pozisyonu iki devletliliğin hayata geçirilmesini mümkün kılmıyor. Mümkün olsaydı, Türkiye’nin kabul etmeyeceği bir şey olurdu zaten. İlhak bile hukukun içine girmek anlamına geliyor. Türkiye’nin arzusu mevcut durumun aynen devam etmesi. Türkiye Cumhuriyeti devleti KKTC’nin milli takımıyla futbol maçı dahi yapmıyor. Aksine, tanımadığını iddia ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrağı Türkiye’deki çeşitli uluslararası müsabakalarda dalgalanıyor, marşı okunuyor. KKTC’nin devlet olarak kabul edildiği tam bir mit, milliyetçi duygularla oynayarak insanları kandırmaktan öte hiçbir anlamı yok. Kıbrıslı Türklerin ne Merkez Bankası var ne para birimi. Ulusal marşı da yok. Türkiye tarafından da saygı gören bir devlet değil KKTC. Yüksek Mahkemesi bile Erdoğan’ın “o kararı değiştirsinler, yoksa kötü olur” diyerek ayar vereceğini zannettiği bir muameleye maruz kalıyor.

Kıbrıs’ın birleştirilmesi veya iki devletlik; Kıbrıslı Türkler arasındaki iki ana akım bu. Türkiye ikisini de istemiyor. Uyuşturucu, kara para aklama, kumar, kadın ticareti gibi işler ancak uluslararası hukukun dışındaki bir coğrafyada yürütülebilir. İlhak bile hukukun içine girmek anlamına geliyor. Türkiye’nin arzusu mevcut durumun aynen devam etmesi.

Türkiye muhalefetiyle Kıbrıs muhalefeti arasında nasıl bir ilişki var?

Kıbrıslı Türk solunun çok büyük bir kesimi Türkiye’de öğrenim gördüğü sıralarda solculuğu öğrenmiş insanlar. Kıbrıslı Türkler olarak Türkiye insanlarıyla duygusal bağımız da var. Nâzım Hikmet’i, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i okuyarak büyüdük. Aynı müzikleri dinledik.. Biz burada her türlü ekonomik, siyasi, sosyal, dinsel müdahaleye maruz kalırken, yaşadığımız sıkıntıların oralardan da görülmesini arzu ederiz. Küçük ülke insanları bilinmeyi ister. Bunun duygusal anlamda etkileri vardır.

Türkiye halklarının Kürt, Türk, Laz, Çerkez, kadın, erkek, LGBTİ+’lar, Alevi, Sünni buluşması gibi bir gündemi var. 12 Eylül’den başlayarak ceberrut bir rejim altında kendi örgütsel varlığını devam ettirebilmek için ciddi mücadele veren insanlara haksızlık etmek istemem. Daha enternasyonal bir noktadan Türkiye solunun kendini zenginleştirmesi gereken bir süreç yaşanıyor. Bu başarılırsa, Kıbrıs’la ilgili meselenin de kendisine bir yer bulacağını düşünüyorum.

Bizim de Kıbrıs Türk solu olarak Türkiye medyasına ve çeşitli örgütlerine Kıbrıs sorununu anlatmak ve olguları aktarmak anlamında daha etkin çalışmamız gerekiyor. Bunu Kıbrıs sorunuyla da sınırlamamalıyız. Türkiyeliler Ada’da yaşananları bilmiyor olabilir, ama biz Türkiye’yi çok yakından izliyoruz. Çünkü Türkiye’de yapıldıktan iki ya da üç yıl sonra benzer yasaların burada yapıldığını, benzer süreçlerin burada yaşandığını görüyoruz. O yüzden, burada ne olacağını öngörebilmek için de Türkiye’yi takip ediyoruz. Mesela İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de kaldırıldı, burada hâlâ yürürlükte, KKTC Meclisi’nin kabul ettiği bir sözleşme. Neoliberal politikalardan ekolojik yıkıma, kadına yönelik şiddetten işçi sınıfının yaşadığı taşeronlaştırmaya, bütün süreçler Türkiye’yle paralel yürüyor. Geçmişte Türkiye elçilerinden biri şöyle demişti: “Elçilik Kıbrıs’ın IMF’sidir.” Yani, IMF politikalarını nasıl Türkiye’ye dayatıyorsa Türkiye de politikalarını elçilik aracılığıyla Kıbrıslı Türklere dayatıyor. Bu yüzden de mücadelelerin paralelleşmesi ve dayanışmanın örülmesi çok önemli.

Bunun zemini var, ama henüz güçlü bir platform yok. Sendikalar ve siyasi örgütlenmeler arasında yürüyen çeşitli faaliyetler var. Ancak, emek hareketi arasında geliştirilebilmiş değil. Kadın hareketleri arasında bir temas var. Türkiye’de geliştirilen direniş yöntemlerini de takip ediyoruz. Tekel direnişini hararetle izledik, Gezi sürecinde de sokaktaydık. Ancak, Kıbrıslı Türklerin bir hassasiyeti var: Ayrı bir halk olduğu ve son tahlilde kendi kararını kendisinin alacağı konusunda Türkiye’nin ne sağına ne soluna toleransı vardır.

^