KURMACAYLA BELGESEL, KÜRTÇEYLE TÜRKÇE ARASINDA: İKİ DİL BİR BAVUL

Söyleşi: İrfan Aktan, Ahmet Gürata
25 Aralık 2021
SATIRBAŞLARI

Bu filmin fikri nasıl doğdu, ortaya çıkan sonuç baştaki niyetinizle ne kadar örtüştü?

Özgür Doğan

Özgür Doğan: 2003’te ölüm oruçlarıyla ilgili bir film yapıyorduk Orhan’la (Eskiköy) birlikte. Bir arkadaşımız Bingöl’de öğretmenliğe başlamıştı. Bir akşam bize geldi, anılarını anlattı. Öğrencilerinden sobayı yakmak için gaz istiyor. Öğrenciler de ertesi gün okula kerpetenle geliyorlar! Çünkü Kürtçede “gaz”, kerpeten anlamına geliyor. Bu sorunun filme çekilmesi gerektiğini o akşam anladık. Fakat o arkadaşımız daha sonra kendisini çekmemizi istemeyince, araya başka işler de girince, Bingöl’e gidemedik… Bu hikâye, aynı zamanda benim çocukluğumun da hikâyesi. Dolayısıyla, bu fikir kafamızda giderek olgunlaştı. Hafızam çok kuvvetli olmadığı için kuzenime başvurduk. O, Türkçe bilmediğimiz yıllarda öğretmenlerimizle ilişkimizi ayrıntılarıyla hatırlıyor, çok da güzel anlatıyordu. Onunla yaptığımız görüşmeler üzerine bir tretman yazdık. İki Dil Bir Bavul o tretmana birebir uyuyor. Kuzenimin aktardığı anılarla filmdeki karakterler, köy ortamı birebir örtüşüyor. Çekeceğimiz filmi çok iyi biliyorduk, çünkü kendi çocukluğumuzun hikâyesiydi.

Filmi neden doğduğun Muş – Varto’da çekmediniz?

Aslında ilk önce Varto’ya gittik. İki-üç hafta orada kaldık, öğretmenlerle görüştük. Fakat Varto’da devlet, çocuklara anaokullarında Türkçe öğretmeye başlamıştı. Bizim dönemimizdeyse anaokulu yoktu. O nedenle, filmi en iyi ve rahat çekebileceğimiz yeri aramaya başladık. Hem çatışmaların olmadığı hem de dil sorunu yaşanan yer Urfa’ydı; Viranşehir, Suruç ve Siverek civarını yoklamaya başladık. Viranşehir’de karar kıldık. İlk başlarda aklımızda yeni atanmış bir öğretmenin Türkçe bilmeyen öğrencilerle karşılaşması hikâyesi yoktu. Yeni atanmış bir öğretmenle bu filmi çekmenin çok daha etkili olabileceği fikri sonradan oluştu. Okulların açılmasına iki hafta kala Viranşehir’e gittik, ama aradığımız öğretmeni orada bulamadık.

Nasıl bir öğretmen arıyordunuz?

İki kriterimiz vardı: Köyün şehirle bağlantısının zayıf, öğretmenin de idealist olması gerekiyordu. Hatta mümkünse yörede cep telefonu da çekmeyecekti.

Senin ilkokul öğretmenin nasıl biriydi? Bir idealist miydi?

Ben 1978 doğumluyum, 1980’lerin ilk yarısında okula başladım. Zalim biriydi benim esas öğretmenim. Ondan sonra köye birkaç öğretmen daha geldi, ama kısa süre kalıp döndüler. O öğretmenleri çok sevmiştim ve niye kısa sürede köyden ayrıldıklarını anlayamamıştım. Bizim köy mahrumiyet bölgesiydi. Kışın altı ay ilçeyle bağlantı kopuyordu. Elektrik ve telefon yoktu. Batıdan gelen bir öğretmen için büyük kâbustu bizim köy. O nedenle, sadece Kürt çocuklarının durumunu değil, o öğretmenin ruh halini de anlamak istiyorduk. Öğretmenliğe sadece iş olarak bakan biri, bu ruh halini çok iyi yansıtmayabilirdi.

Okul 1974’te açılmış, şu âna kadar sadece bir öğrenci liseye gitmiş. Zorunlu eğitim bu. Her aile biliyor ki, çocukları, ilkokuldan sonra, yazın mevsimlik işçi olarak Akdeniz’e, kışın da kâğıt toplamak için İstanbul’a gidecek.

İki Dil Bir Bavul, öğretmenin ruh halinin yanında, çocukların o karşılaşma sırasında neler yaşadığını da çarpıcı biçimde hissettiriyor. Ama esas yakınlaşma Zülküf’le oluyor. Zülküf evde haylaz, oyunlarda atikken, sınıfta suspus oluyor, sıkılıyor, Türkçeyi anlamıyor, anlamaya da pek çalışmıyor… Sanki Zülküf biraz da yönetmeni andırıyor: Büyüyünce bu hikâyeyi yazacak, filme çekecek, intikamını böyle alacak…

(gülüyor) Umarım Zülküf öyle bir şey yapar. Benimki Zülküf’ünkü kadar tipik bir hikâye değil. Bizim aile çok sıkı Kemalisttir. Alevi bir köydü bizimki. Okusunlar diye çocuklar dışarıya gönderilirdi. Ne olursa olsun, çocuğun okuması gerektiğini düşünüyorlardı. Belki de o mahrumiyetten tek kurtuluş yolunun bu olduğunu bildikleri içindi.

Her türlü mahrumiyeti yaşayıp Kemalist olmayı nasıl açıklıyorsun?

Bizimkiler Sünni Kürtlerden çok çekmişler de ondan. PKK çıkana kadar Sünnilerin zulmü devam ediyordu. Fakat PKK’den sonra Sünnilerin Aleviler üzerindeki baskıları azaldı. O tarihe kadar Kemalizme, yani devlet ideolojisine eklemlenmek tek seçenekti. “Çocuklar okusun, devlet memuru olsun ve kurtulsun” diye düşünüyorlardı. Babam hâlâ Kemalisttir, ama kafasına silah dayasan PKK’ye terörist dedirtemezsin.

Ne diyor PKK’lilere?

“Çocuklar” der. Bizim orda herkes onlara “çocuklar” diyor. Açıktan destek vermezler tabii…

Sen okula başladığında Türkçe biliyor muydun?

Çok hatırlamıyorum, ama galiba birkaç sözcük biliyordum. Bir de, o zamanlar, öğretmenler aracılığıyla ispiyoncu yapılan çocuklar vardı. Dolayısıyla, okul dışında da Kürtçe konuşmak suçtu.

İdealist bir öğretmen aramışsınız ama, Emre pek de idealist öğretmen tipine uymuyor sanki, öyle değil mi?

Köye ilk geldiğinde idealistti. Fakat, oraya atanmayı beklemediği için büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ayrıca, duygularını ifade etmekten hiç çekinmiyordu, rahattı bu konuda. Ama zamanla içine kapandı, kendini izole etti. Filmde belki dikkat etmişsinizdir, Emre’yi köy yaşamı içinde pek görmüyoruz. Bu, filmin en büyük eksikliği bu bence. Ama bunun sebebi de Emre’nin köye neredeyse hiç girmemesi, okulun avlusundan dışarı çıkmaması, köylülerle iletişim kurmaması. Emre köylülerle iletişim kursaydı, film çok daha güçlü olabilirdi.

Filmde Kürt çocukların yaşadığı eziyet de anlatılıyor, sistemdeki saçmalıklar da. Öğretmen de kurban, çocuklar da. İlginçtir, Kürt izleyici öğrencilerle özdeşleşip “hepimiz bu haldeydik” derken, Türk izleyiciler daha çok öğretmenle özdeşleşiyor.

Emre Aydın’la tanışana kadar kaç öğretmenle görüştünüz, neden onda karar kıldınız?

Elliye yakın öğretmenle görüştük. Viranşehir’de istediğimiz öğretmeni bulamayınca Siverek’e geçtik. Yeni öğretmenlerin hepsi mutlaka Öğretmenevi’ne uğruyor. Emre’yi ilk orada, elini alnına dayamış, kara kara düşünürken gördük. KPSS’den iyi bir puan almıştı, Siverek gibi bir yere atanmak aklına bile gelmemişti. Bitmiş bir haldeydi. Bizi kabul etmesinin bir nedeni de, iki arkadaş edinecek olmasıydı. Nitekim beraber gittik, beraber yerleştik köye. Su kuyusundan beraber su çektik…

Kürt bölgesinde olmaktan dolayı mı bunalıma girmişti?

Hayır, taşraya atanmış olmaktan dolayı bu hale gelmişti. Aynı duyguyu Afyon’un köyüne atansaydı da yaşayacaktı. Çünkü büyük bir şehirde öğretmenlik yapmayı hayal ediyordu. Ama bu hayal kırıklığı orada daha da katlandı, çünkü üstüne bir de iletişimsizlik eklenmişti.

Emre öğrencilerini Kürt olarak mı görüyor, yoksa başka bir dilde konuşan Türkler olarak mı?

Bunu hiç konuşmadık onunla.

Mesela çocuklara “ne mutlu Türküm diyene” dedirtirken, durumun absürdlüğünü fark ediyor mu?

Emre böyle sorgulamalar yapan bir öğretmen değil. Onun mantığı şu: “Beni öğretmen olarak gönderdiler, bir müfredat var önümde, onu uygulayayım ve mümkünse bir an önce buradan gideyim.” Sonuçta o, hayatında Ankara’nın doğusuna geçmemiş bir öğretmen. Devlet ona “git ve oradaki çocuklara Türkçe öğret”, Kürt çocuklarına da “okula gelin ve Türkçe öğrenin” diyor. Aslında, iki taraf da sistemin kurbanı. Emre sürekli şundan yakınıyordu: “Dört yıl üniversite okuduk, kimse bize böyle bir yere gönderilebileceğimizi söylemedi. Müfredat tamamen Ankara veya İstanbul’da yaşayan çocuklar dikkate alınarak hazırlanmış. Bırak bu çocuklara müfredatı öğretmeyi, daha Türkçe öğretememişsin.”

Öğrencilere “çikolata”, “nane” gibi sözcüklerin anlamını soruyor, öğrenciler boş boş bakıyor…

Benzer sahneler o kadar sık yaşanıyor ki, bir süre sonra ortadaki absürdlüğe alışmaya başlıyorsun. Çikolatayı anlatmaya çalışıyor, pasta diyor, ama çocuklar pastanın ne olduğunu da bilmiyor ki!

Filme başlarken kurduğunuz çerçeveye uymayan noktalarla karşılaştınız mı?

Hayır, bütün bunları bekliyorduk. Ama Emre’nin köylülerle iletişimi keseceğini tahmin etmemiştik. İlk başlarda birkaç defa akşam oturmalarına gidiyor. Küçük bir kızın parmağı yaralanıyor, Emre tentürdiyot sürüyor. Akşam da onların evine gidiyor. Biz de o sırada çekime başladık. Bir anda, baba Türk-Kürt meselesini anlatmaya başladı. Bizim açımızdan çok iyi bir tesadüf oldu. Kar konusunda ciddi sıkıntı yaşadık. Bir türlü kar yağmak bilmedi, sadece bir gün yağdı. Bütün karlı görüntüler o güne ait.

Köylülerin ve çocukların okula ilgisizliğinin kaynağında ne yatıyor sence?

Okul 1974’te açılmış, şu âna kadar sadece bir öğrenci liseye gitmiş. Zorunlu eğitim bu. Devlet “gönderin çocuklarınızı” diyor, onlar da gönderiyor. Bu kadar. Her aile biliyor ki, çocukları ilkokulu bitirdikten sonra, yazın mevsimlik işçi olarak Akdeniz’e, kışın da çöplerden kâğıt toplamak için İstanbul’a gidecek.

İlkokulu bitirdikten sonra ailem beni Trabzon’a yolladı. İlk dersimiz Türkçeydi. Öğretmen “bir elin nesi var, iki elin sesi var” atasözü hakkında kompozisyon yazmamızı istemişti. El, atasözü, kompozisyon sözcüklerini bile bilmiyorum ki!

Size nasıl yaklaşıyordu köylüler?

İlk önceleri, kameraya bakan herkes su ve elektrik sıkıntısından söz ediyordu. Sonra bizim o sorunlara çözüm bulabilecek tipler olmadığımızı anlayınca hiç iplememeye başladılar. Odaklandığımız öğrencilerin aileleri ise bizim derdimizi anlıyordu. Genel olarak ilişkilerimiz iyiydi. Bir sorun yaşamadık.

Kürt çocukları politik gündemden erken yaşlarda haberdar oluyor. Kamerayı görür görmez zafer işareti yaparlar. Polise taş attıkları için yüzlerce çocuk cezaevinde… Demircili çocukların siyasetle ilişkileri nasıl?

Bu köyde öyle bir eğilim büyüklerde de, çocuklarda da yok. AKP’li bir köy zaten. 500 oydan 20’si DTP’ye gitmiş. Gençleri de pek öyle politik değil. PKK’ye giden yok mesela. Siverek ve Urfa’nın hiçbir köyüne benzemiyor Demirci. En büyük sıkıntıyı kadınlarla yaşayacağımızı, ev içi çekimlerde zorlanacağımızı sanıyorduk, ama kadınlar hiç umursamadı çekim yapmamızı. İstediğin zaman eve girebiliyorsun, evde erkek olmasa da. Biraz garipler aslında. Namaz kılmaya gidiyorlar, ama öylesine, görev icabı yapılan bir iş gibi. Ne dünyevi ne de uhrevi şeylere ilgileri var.

Filmin görüntü diline dair hazırlık yapmış mıydınız?

Tabii, onu planlamıştık. Bir kere bütün karelerin sabit olmasında karar kılmıştık. İnsanları rahatsız edecek düzeyde köylülerin hayatına girmemek de bir karardı. Olabildiğince, köylülerin bizi hiç görmemesini, iplememesini istiyorduk. Ayrıca, asla köy dışında çekim yapmamaya karar vermiştik; nitekim, film sadece köydeki çekimlerden oluşuyor.

Yavuz Turgul’un Gönül Yarası’nda Nâzım öğretmen (Şener Şen), bir Kürt köyünde emekliye ayrılıp İstanbul’a dönüyor. Bavulunda Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Gorki’nin kitaplarını taşıyor. Köylülerle Kürtçe vedalaşıyor. Öğrencileri arkasından gözyaşı döküyor… Oysa, Türkçe bilmeyen ilkokul çocukları için öğretmen genelde şiddeti, baskıyı, anlayışsızlığı ifade eder. Köye gelen tek bir adam, herkese dilini öğretir, ama asla onların dilini öğrenmez. Filminizde öğretmen, emek veren, zorlanan, çile çeken, öğretmek için çırpınan bir adam, çocuklarsa öğrenemeyen, anlayamayan haylazlar gibi görünüyor. Üstelik, Emre giderek köylülere ve öğrencilere karşı hınçlanıyor…

Kabul edelim veya etmeyelim, bir de öğretmen tarafı var bu meselenin. Biz olabildiğince bu dengeyi kurmaya çalıştık. Gönül Yarası’nda, Hakkâri’de Bir Mevsim’de tamamen öğretmen odaklı bir bakış açısı yansıtılıyor. Oysa biz hem çocukları hem de öğretmeni anlatmak istedik. Bunu ne kadar başarabildik, bilmiyorum, ama bizim derdimiz o dengeyi kurmaktı. Filmde Kürt çocukların yaşadığı eziyet de anlatılıyor, sistemdeki saçmalıklar da. Öğretmen de bu sistemin kurbanı, çocuklar da. İlginçtir, Kürt izleyici öğrencilerle özdeşleşip “hepimiz bu haldeydik” derken, Türk izleyiciler daha çok öğretmenle özdeşleşiyor. Evet, filmde öğretmenle birlikte gittik köye ama, öğretmen karneleri dağıtıp dönerken biz köyde kalmaya devam ediyoruz. O nedenle, film boyunca köyün dışına hiç çıkarmıyoruz izleyiciyi. Öte yandan, müfredattaki sınıf körü yaklaşımlar da dikkat çekici. Öğretmen çocuklara “çikolata” gibi sözcükleri soruyor ama, o çocuklar Türkçe bilseler de bu sözcükleri anlayamayacaktı. Çocuğa “hayalinizdeki uzayı çizin” diye soruyor öretmen. Çocuğun çizdiği şey, bir cami ve tek katlı ev. Saçmalık şuradan başlıyor: Köyün ortasına bir okul yapıp yanına da bir bayrak dikiyor devlet ve “burası benim alanım” diyor. Fakat o bayrak ve okul dışında, köyde devlete ait hiçbir şey yok. Emre üç yıl orada kalacağı halde, neredeyse okul bahçesinin dışına hiç çıkmıyor.

Adana’da filminiz kurmaca filmlerin yarıştığı ana bölüme alınınca tartışmalar çıktı. Siz İki Dil Bir Bavul’u hangi kategoriye koyuyorsunuz?

Biz öyle bir ayrım yapmıyoruz. Nihayetinde bu bir anlatı ve bütün anlatılar kurmacadır. Kamerayı kurduğunuz yer, yaptığınız montaj, onun bir kurmaca olmasını sağlıyor zaten. Ama biz yıllardır gerçek insanlar, gerçek olay örgüleri ve gerçek mekânlar üzerinden yol alıyoruz.

Şimdi bakınca, Türkçe eğitim görmemiş olmayı ister miydin?

Kesinlikle, anadilimde eğitim görmüş olmayı tercih ederdim. İyi bir ortaokul ve iyi bir liseye gittiğim için kısmen şanslı azınlığın içindeyim. Ama binlerce Kürt çocuğu bu travma yüzünden okula devam edemedi. Bunun eğitimin kalitesiyle ilgisi yok aslında, eğitimin diliyle ilgili. Bizim için Türkçe büyük travma. Hiç unutmam, ilkokulu bitirdikten sonra ailem beni Trabzon’a yolladı. İlk dersimiz Türkçeydi. Öğretmen “bir elin nesi var, iki elin sesi var” atasözü hakkında kompozisyon yazmamızı istemişti. El, atasözü, kompozisyon sözcüklerini bile bilmiyorum ki! Oturup ağlamıştım. Kürt çocukları hayata değil, Türkçe hayata bir sıfır yenik başlıyor. Bizim Türk çocuklarıyla eşitsizliğimiz, anadilde eğitim görmememizle başlıyor.

Express, sayı 99, Ekim 2009

^