2011’de “çılgın proje” diye tanıtılan Kanal İstanbul, aleyhine ciddi ve kapsamlı raporlar yayınlanmasına rağmen, kamuoyu tarafından herhalde o kadar “uçuk” bulundu ki, doğru dürüst gündeme bile gelmedi, kitlesel bir tepki yaratmadı yıllar boyunca. Ta ki Ulaştırma Bakanı kanalın nihai güzergâhını açıklayana kadar… Bunun üzerine, İstanbul’un nefes almasını sağlayan SİT alanları, hazine arazileri, çayırlar, fundalıklar, tarlalar üzerinde, kanala kıyı ilçelerde kıyasıya bir mülkiyet yarışı başladı. İstanbullular hakiki bir distopyayı karşılamaya hazırlanırken uluslararası fuarlarda masalara dev İstanbul haritaları yatırıldı. Ve seçim sath-ı mailinin son günlerinde AKP’nin en büyük vaadi olarak televizyonlarda ciddi ciddi Kanal İstanbul videoları dönüyor, Erdoğan seçim sonrasında ilk işlerinin bu ucube projeyi, bu aleni cinayet planını yürürlüğe koymak olduğunu söylüyor. Ve sırf bu proje bile, karşı karşıya bulunduğumuz yıkıcı zihniyetin boyutları hakkında fazlasıyla fikir veriyor. 24 Haziran ekolojik ve kentsel açıdan da hayati.
“Kanal İstanbul’u yaptığımız anda İstanbul’umuza ayrı bir güzelliği katarken stratejik bir damgayı da vuracağız. Kentsel dönüşüm noktasında da çok farklı bir güzellik katacağız. Kanal İstanbul projesini anlamayanlar inanın ne İstanbul’u anlayabilirler ne Türkiye’yi. Demek ki bunların bir defa böyle bir ufku yok, böyle bir hayali yok, böyle bir derdi yok. Ama benim böyle bir derdim var.”
Tabii ki kimsenin böyle bir ufku veya hayali yok. CNN Türk ekranlarında bu sözleri sarfeden Erdoğan veya birkaç müteahhit, birkaç lojistik şirketi dışında kimsenin aklına böyle bir fecaat gelmiyor normal olarak. “Bugün Panama’yı Panama yapan Panama Kanalı’dır. Süveyş Kanalı, Mısır’ın en büyük maddi kaynağı. Ama bunların havsalası almaz” diyor Erdoğan. Ve daha önce kimsenin bilmediğini söylediği Panama, kanal sayesinde nasıl dünyada tanınır olduysa, İstanbul için de aynısını vaat ediyor.
İstanbul’un eski belediye başkanı yapıyor bunu. Boğaz’ın ve Haliç’in İstanbul’u için. Ve millet bahçeleri ve kek, simit dışında AKP’nin ve Saray’ın en büyük ve yüksek bütçeli seçim vaadi olarak Kanal İstanbul reklamları dönüp duruyor televizyonlarda.
Kentsel dönüşüm adı ve kisvesi altında yürütülen talan çarkının en hızlı işlediği İstanbul’un tabutunun son çivileri şehrin en kuzeyine inşa edilen üçüncü köprü ve havaalanıyla birlikte zaten çakılmıştı.
Kısa bir süre ilan edilip kaldırılan ÇED başvuru dosyasının ardından Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan’ın güzergâhı açıklamasıyla birlikte resmiyete kavuşan 2011’in “çılgın proje”si, 2018’in en büyük seçim vaadi Kanal İstanbul güneye uzanarak bu çemberi tamamlıyor. Erdoğan, şehrin mezarını kazma çalışmalarına seçimleri kazanmaları halinde hemen başlanacağını söylüyor.
İlk açıklandığında gerçekçi bulunmayıp hafife alınan, 1994’te Bülent Ecevit’in duyurusunu yaptığı gibi bir seçim vaadi olarak kalacağı düşünülen (ve şimdi de öyle kalacağı umulan), belki tek tük modernist-kalkınmacı hayallerde yaşayagelen Kanal İstanbul’un sinyalinin inşaatçılar krize girmişken, OHAL koşullarında verilmiş olması ve bölgedeki emlak spekülasyonunun bir anda tavan yapması, ileride kanal tamama ermese bile, bu kampanyanın geri dönüşsüz zararlar bırakacağını, bunun önüne geçmek için belki geç bile kalındığını gösteriyor. Kanalın tamamlanması ve çalışmaya başlaması ise, bildiğimiz İstanbul’un ve çevre denizlerinin sonu anlamına gelecek zaten.
Daha önce kimsenin bilmediğini söylediği Panama, kanal sayesinde nasıl dünyada tanınır olduysa, İstanbul için de aynısını vaat ediyor Erdoğan. İstanbul’un eski belediye başkanı yapıyor bunu. Boğaz’ın ve Haliç’in İstanbul’u için. Ve millet bahçeleri ve kıraathaneler dışında AKP’nin ve Saray’ın en büyük ve yüksek bütçeli seçim vaadi olarak Kanal İstanbul reklamları dönüp duruyor televizyonlarda.
Zihinsel maya
Baskın seçim takvimini kendince kurgularken İstanbul belediye ve parti teşkilatını hallaç pamuğu gibi atan, OHAL sayesinde Meclis’i devreden çıkararak kanun hükmünde kararnamelerle iş görmeye alışan iktidar bu tür büyük projeleri zaten merkezden yürütüyor ve yerel dinamikleri, şehir halkının ihtiyaçlarını, taleplerini kaale bile almıyor.
AKP ve Saray rejimi seçimlerde parlamento çoğunluğunu ve başkanlığı kazanırsa, şehrin topografyasını, çevresiyle bağlantısını, üzerindeki hayatı ve varlıkları, kimliğini ve tarihselliğini, bölgenin coğrafyasını tamamen değiştirecek bu kadar büyük bir girişimin hayata geçirilmesinin önünde, tabii ekonomik kriz ve kredi darlığı dışında, hiçbir engel kalmayacak gibi görünüyor.
Ülke gündemini tek başına işgal etmeyi hak edecek kadar radikal bir karar olan bu kanal projesinin mantığı, Sezin Öney’in isabetle belirttiği gibi, doğaya egemen olma arzusunda savaş ve soykırımla aynı zihinsel mayadan besleniyor. İnşaatçıların, lojistikçilerin, finansçıların gözünde, 1994’ten beri kendini bu şehirle özdeşleştiren, bir koyup üç almak ve nihai bir “eser bırakmak” için ülkeyi ateşe atmaya hazır bir kumandanın maceraperestliği okunuyor.
Akıntıya karşı (Bir yıkım ve felaket projesi)
Kanal İstanbul gerçekten tamamlanabilirse, bildiğimiz İstanbul diye bir şey kalmayacak. Halihazırda en kuzeyine inşa edilen üçüncü köprü ve havaalanı sebebiyle kuzey ormanlarını betona feda eden bu kadim şehir, Karadeniz’le Marmara’yı buluşturan yapay su yolunun inşasıyla birlikte bir ada haline dönüşecek.
Bu “hayal”in Sokullu zamanlarında kurulduğundan İstanbul’un ikinci fethi retoriğine kadar tarihsel bir kurguyla pazarlanan, ama tam aksine bir afet sırasında bu yalıtılmış adaya nasıl müdahale edileceğinden yaratacağı nüfus ve emlâk sorununa kadar korkutucu bir distopya resmi sunan kanal ve çevresinde inşa edilecek “yeni şehir”, inşa kararı tek başına İstanbul halkına bile bırakılamayacak kadar geniş bir bölgeyi ilgilendiriyor. TMMOB raporunun söylediği gibi Kanal İstanbul, “tam anlamıyla coğrafik, ekolojik, ekonomik, sosyolojik, kentsel, kültürel, kısacası yaşamsal bir yıkım ve felaket önerisi”.
Kanal İstanbul’la birlikte İstanbul, temiz su için dışarıya mahkûm bir müstakil şehir haline gelecek. Gerçi, kanal inşaatına hiç başlanmasa bile İstanbul, Cape Town’ın ardından dünyada içme suyunun tükenmesi riski taşıyan 11 kent arasında sayılıyor. Kanal İstanbul projesi, bu ortamda, bu veriler ışığında tasarlanabiliyor.
Proje 2011’de seçim vaatleri arasına girdikten ve çeşitli güzergâhlar üzerinde çalışıldığı anlaşıldıktan sonra, başta WWF Türkiye ve TEMA Vakfı’nın raporları olmak üzere, çok çeşitli bilim dallarından ve branşlardan itirazlar yükseldi ve bu eleştiriler seneler boyunca birikti. Ancak üçüncü köprü ve havaalanı inşaatıyla birlikte bakanlık düzeyinde karara bağlanıp açıklanınca, hele şimdi seçim kampanyasının başrolüne geçince işin rengi değişti. Ocak ayında bu konuda bir forum düzenleyen Çevre Mühendisleri Odası başta olmak üzere çeşitli ilgili kurumlardan ardı ardına gelen raporlar, projenin hiçbir biçimde kabul görmeyeceğini, olumlu bulunamayacağını aşikâr eden çabalar oldu.
Denizlerin fethi ve iflası
Boğaz’a rakip bir yapay su yolundan bahsettiğimize göre, öncelikle denizler ve bu sulardaki canlı hayat bu projeden doğrudan etkilenecek. Cemal Saydam gibi denizbilimcilerin vurguladığı gibi, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz arasında benzerine pek rastlanmayan bir varoluşsal ilişki var. Marmara bölgesinin Karadeniz’le Akdeniz iklimleri arasında, her ikisinden izler taşıyan, her ikisinden ayrışan özellikler geliştirmesi gibi, Marmara ve Boğaz da karakterini bu iki büyük su yatağı arasındaki nitel ve nicel alışveriş sonucunda kazanmış. Nehir sularıyla oluşmuş göl niteliğini yüzyıllar içinde Boğaz’ın taşıdığı tuzlu Akdeniz suyuyla dengeleyen Karadeniz’in tatlı suyu yine Boğaz yoluyla taşınarak Akdeniz’in besin dengesine katkıda bulunuyor.
Bol oksijenli Akdeniz suyu Boğaz’ın dip akıntılarıyla Karadeniz’e karışırken, tatlı Karadeniz suyu yukarıdan Akdeniz’e akarak be denize besin aktarıyor, bu iki akıntı Boğaz’ın daralan yerleri dışında birbiriyle buluşmuyor. Bu akıntı trafiğiyle doğal hüviyetini kazanan Marmara ve İzmit körfezi, bir zamanlar olduğu gibi, balık çeşitliliği, sağlığı ve çokluğu açısından emsalsiz sayılabilirdi, Gebze’den, Dilovası’ndan körfezin ucuna uzanan fabrikalar, Derince gibi dev limanlar, Tuzla’daki gibi tersaneler, Hereke’nin hurdalıkları, o azman çimento fabrikası olmasa.
Çeşitli kurumlara ve araştırmacılara ait ayrıntılı raporların gösterdiği gibi, İstanbul Boğazı’na rakip olacak Kanal İstanbul, bu denizler arasındaki akıntı ilişkisini, kot farklılıklarını, oksijen ve besin dengesini tarumar edecek. Karadeniz’in kirli sularını aşağı taşırken organik arıtma alanına Yenikapı dolgusunun pervasızca yapılışının işaret ettiği gibi kanalizasyon sisteminde büyük sorunlara davetiye çıkaracak, halihazırda zaten can çekişen Marmara ve İzmit körfezi çok da uzun yıllar geçmeden total oksijensizliğe, mutlak ölüme mahkûm edilecek.
Susuz yazlar ve yılanların öcü
İstanbul son yıllarda sık sık susuzluk alarmı verdi, barajlarının dolmayışına şahit oldu, Melen Çayı gibi çevre kaynaklardan destek almak zorunda kaldı. Kanal İstanbul’la birlikte anakaradan kopan merkez İstanbul, kendine ait otantik su havzalarından mahrum kalacak. Kanalın güzergâhı üzerindeki Sazlıdere barajı tarihe karışırken, kanalın kuzey ucunda yer alan Durusu’nun hemen bitişiğindeki Terkos gölünün bu tuzlu su akışından etkilenmemesi mümkün olmayacak.
Bu iki su havzasının ortadan kalkması, Avrupa İstanbul’unun kendine ait barajının kalmaması demek. Yeraltı sularının karşı karşıya bulunduğu tuzlanma tehlikesine yönelik garantiler de pek inandırıcı, ikna edici sayılmaz.
Bu tabloyla birlikte İstanbul, temiz su için dışarıya mahkûm bir müstakil şehir haline gelecek. Gerçi, BBC haberinin gösterdiği gibi, kanal inşaatına hiç başlanmasa bile İstanbul, Cape Town’ın ardından dünyada içme suyunun tükenmesi riski taşıyan 11 kent arasında sayılıyor. Kanal İstanbul projesi, bu tabloda, bu veriler ışığında tasarlanabiliyor, cilalanıp seçim vaadi olarak sunulabiliyor.
Gezi Parkı’nın kışla-AVM yapılması planına ses çıkarmayanlar, zaman içinde bir kent hakkı olarak gelişen bostan fikrine anlam vermekte de zorlandılar. Kente ve kentlilerin yaşamına faydacı bir gözlükle bakan bu liberal kalkınmacı ideolojiler, Yedikule bostanlarının yıkım kararı karşısında gösterilen direnişi de algılamakta zorlanıp küçümsediler.
Halbuki bir kentin doğayla ilişki kurma biçimi, vaat ettiği yaşam kalitesini büyük ölçüde belirleyen temel faktörlerden biri. Bu ilişki sadece parklarda yatıp yuvarlanma imkânıyla sınırlı kalmıyor, şehirlilerin sembolik de olsa tarım faaliyeti yapabilme hakkını gerektiriyor. Şehir halkını besleyen boyutlarda üretim ise yine bu şehrin genel coğrafi sınırları içinde mevcudiyetini sürdürmeli. WWF’nin Ya Kanal ya İstanbul raporundan verilerle devam edelim:
“Genel olarak 545 bin hektar büyüklüğündeki İstanbul İli’nin yaklaşık yüzde 25’i tarım alanlarından oluşmaktadır. Bunun yüzde 86’sı Avrupa yakasında yer almaktadır. Tarım arazileri içerisindeki payı yüzde 3 olan çayır-mera alanlarının neredeyse tamamı (yüzde 86) yine Avrupa yakasındadır. Bunların yüzde 32’si Çatalca’da, 29’u Silivri’de, 19’u Gaziosmanpaşa’dadır. (…) Kanal İstanbul projesinin gerçekleşmesi halinde İstanbul’un büyük bölümü Avrupa yakasında yer alan tarım arazileri hızla amaç dışı kullanıma dönüşecektir. Tarımsal alan kaybı sadece Kanal’ın geçtiği yerdeki ekilebilir arazilerin elden gitmesiyle sınırlı kalmayacak, zaman içerisinde Kanal çevresinde yeni yapılaşmaların yayılmasıyla bu kayıp daha da büyüyecektir.”
Yani daha da verimli olmasına çalışılması gereken tarım alanları, halihazırda yürürlükte olan Çevre Düzeni Planı’nda öngörüldüğü gibi nüfusu 15 milyona çekme kararının hilafına, yeni yapılaşmalara, mevcut nüfusa eklenecek milyonluk kitlelere kurban edilecek.
Beton ormanlarda hayat
Kanal İstanbul’un yaratacağı tehlikeler saymakla bitmiyor. Kuzey ormanlarını, batısındaki su havzalarını kaybeden şehirde yaban hayat hiç seviyesine inebilir. Kanal tanıtımlarında zikredilen ağaçlandırma vaatleri, birtakım fidanların otoyol aralarına serpiştirilmesi yok olan ekosistemi geri getiremeyeceği gibi, yeni bir canlı dünyası yaratmaktan da aciz kalacak.
Aralarında onlarca endemik bitki barındıran fundalıklar, ormanlar, sulak araziler, tarlalar tarihe karışırken, sadece kara hayvanları, deniz canlıları değil, göçmen kuşlar da bu ekolojik yıkımdan nasibini alacak.
Böylece, karayolu tünelleriyle altı delik deşik oyulmaya başlanan İstanbul merkezi, çölde kurulmuş bir Dubai gibi, betonarme bir çöl haline gelecek. Yaban hayatın yok edildiği, parklarının altı oyularak betonlaştırılmış ve sağa sola serpiştirilmiş müstakil ağaçlarının yağmur suyuna ulaşmakta zorlandığı topraksız İstanbul’da hayat steril gökdelenlerden, sınırlarını zorlayan iri cüsseli binalardan ibaret kalırken bu yeni dev ada toplamda bir çöküntü alanı haline gelecek.
Ve üstelik yüzyıllardır övgüler düzülen bu kadim kent, ikinci fethin ardından, insanın gözü gibi muhafaza edeceği, içinde mutlu bir hayat sürmek isteyeceği bir yer olmaktan çıkarak alelade bir lojistik merkezi haline gelecek. Osmangazi köprüsünden Avrasya köprüsüne, son yılların büyük projelerinde ortaya çıkan zarar Hazine eliyle kamunun sırtına yüklenirken, bu ucuz tüccar yatırımı büyük ihtimalle mali beklentileri de karşılayamayacak. Ama şimdilik 65 milyar liraya mâlolacağı söylenen Kanal İstanbul ve çevresine yapılacak yatırımın ülke ekonomisini kısa vadede canlandırması, en azından birkaç büyük inşaat şirketini ayakta tutması umulacak.
Peki hiç olmazsa İstanbul Boğazı böylece sakin bir hayata kavuşacak mı? Bir defa Kanal İstanbul boğaz suyunun niteliğini doğrudan etkileyecek, Montreaux Antlaşması uyarınca üzerindeki gemi trafiğinin azalacağının garantisi de yok. Yük gemilerini bekleterek ücretli Kanal İstanbul yolunu tercih etmelerini sağlamak da mutlak bir çözüm değil.
Öte yandan, 600 metre genişliği, 25 metre derinliğiyle 45 kilometrelik, yani doğal bir su yolu olan boğazın yanında hayli ufak olan Kanal İstanbul üzerinde yüksek tonajlı gemilerin seyri hiç de zannedildiği kadar kolay olmayacak. Kanal üzerindeki gemi trafiği yönetiminin özel sektöre devredilmesinin de yolu açıldı. Kanal manzaralı diye fahiş fiyatlara satılacak dairelerde (Erdoğan’ın deyişiyle “butik kentler”de) oturanlar bu yoğun endüstriyel trafikten ne zevk alacak, onu da anlamak zor.
Karayolu tünelleriyle altı delik deşik oyulmaya başlanan İstanbul merkezi, çölde kurulmuş bir Dubai gibi, betonarme bir çöl haline gelecek. Yaban hayatın yok edildiği, parklarının altı oyularak betonlaştırılmış ve sağa sola serpiştirilmiş ağaçlarının yağmur suyuna ulaşmakta zorlandığı topraksız İstanbul’da hayat steril gökdelenlerden, sınırlarını zorlayan iri cüsseli binalardan ibaret kalırken bu yeni dev ada toplamda bir çöküntü alanı haline gelecek.
Şu ada senin…
Peki bu 45 kilometrelik kazıdan çıkan dev boyutlardaki hafriyat ne olacak? Yapılan hesaplar, 1.5 milyar metreküp hafriyatın beş yılda taşınabilmesi için günde binlerce kamyon seferi yapmak gerektiğini söylüyor. Son bir yılda en az 38 kişinin hafriyat kamyonu kazaları sonucu hayatını kaybettiği düşünülünce, kapasitelerinin üzerinde yüklerle her gün şehir içinde dolaşacak binlerce kamyonun yaratacağı dehşet ve kaosu siz düşünün.
Peki bu hafriyat nereye dökülecek? Kanalın Karadeniz çıkışına iki büyük dolgu alanı yapacaklarmış, böylece buradaki kıyı yaşamını tamamen öldürecekler, bunu lojistik merkezi olan limanlar diye pazarlıyorlar. Marmara çıkışına da kanal kazısından çıkan toprakla üç ada inşa edeceklermiş. Bu zihniyetin dünyanın en güzel adalarından birinin, Büyükada’nın dolgu otoyolla karaya, Kartal’a bağlanmasını bunca savunabilmesine şaşmamak lâzım belki de, “tersine dünya” kuralları uyarınca. Bu arada, adalardan birinin offshore bankacılığa tahsis edilmesi düşünülüyor.
Yerbilimcilerden denizbilimcilere, sosyologlardan mimarlara, bütün bilim disiplinlerine kırmızı alarm verdiren Kanal İstanbul projesinin önünde tek engelin, aynı havaalanı inşaatında olduğu gibi, yeterli kredinin bulunamaması olduğu söyleniyor ve başta Varlık Fonu olmak üzere kamusal kaynaklar işaret ediliyor.
Dış borç açığı her geçen yıl katlanan, ekonomik büyümeyi inşaatın hızlı getirilerine bağlamasına rağmen konut piyasası daralan, daha yeni açılan alışveriş merkezleri ve büyük inşaat firmaları birbiri ardına iflas istemeye başlayan bir ülkede bütün bir ekonomik hayatı felç edecek böyle bir yatırım hamlesinin gerçekleşmesini beklemek zor.
Ama, başa dönelim: Kanal İstanbul inşaatı tamamlanmasa bile, bölgede yaratılan arazi ve emlak spekülasyonu Başakşehir’in ötesinde yepyeni bir şehrin daha kurulmasına, İstanbul’un Avrupa yakasının sulak alanlarının yok olmasına, kuzey ormanlarının yitişiyle birlikte şehrin temiz havaya ve suya hasret kalmasına, nüfusun orantısız artmasına sebep olacak.
Memleket yönetiminin ekonomik beklentilerini buradaki inşaat faaliyetlerine bağladığı, verdiği göçlerle tüm Türkiye’nin kaderini de bağlayan bu küçücük şehir, bu inanılmaz inşaat iştahıyla çok yakında kendini patlatacak. Kadim İstanbul bir ada haline geldiğinde temellerinden kurtulup sulara kapılarak daha güzel ve iyi bir yer aramaya koyulmazsa eğer… Veya, 24 Haziran’da, 8 Temmuz’da “tamam” diyerek bu acımasız, kötücül, dehşetengiz planı daha baştan tarihin çöp tenekesine atmazsak…