‘68 VE MİRASI: ERTUĞRUL KÜRKÇÜ’NÜN GÖZÜYLE DÜN VE BUGÜN

Ertuğrul Kürkçü
27 Mayıs 2018
SATIRBAŞLARI

Dünya ‘68’i ile Türkiye ‘68’i arasındaki benzerlikler, farklılıklar nelerdi? Türkiye’nin ‘68 kuşağı hangi tarihsel koşullarda sahneye çıktı? Sonraki kuşaklara nasıl bir miras bıraktı? Roll dergisinin 2008’de, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali için hazırladığı “68 ve Mirası” başlıklı bölüm kapsamında, Bahçeşehir Üniversitesi’nin Beşiktaş kampüsünde düzenlenen panelin katılımcılarından biri de, ‘68 kuşağının önde gelen isimlerinden Ertuğrul Kürkçü’ydü. Türkiye 68’ini o paneldeki konuşmasıyla Ertuğrul Kürkçü’den dinliyoruz. Express’in Mayıs 2008 sayısından naklen… 

 

Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri arasında bir anket yapılmış. ‘68 algısının ne olduğu konusunda. Genel olarak benim bildiğimden çok farklı bir imge var. “68 sizin için ne çağrıştırıyor?” sorusuna şöyle yanıt veriyorlar: “Beatles ve Rolling Stones’u çok seviyorum; hippilerin giyim ve hayat tarzları beni her zaman etkilemiştir, hippilerin yaşam stilleri seks ve esrardan ibarettir, özgür ruhludurlar; ‘Across The Universe’ filmi Beatles’ın şarkılarından oluşuyordu, bu filmden sonra Beatles ve o dönemden oldukça etkilendim; o dönemlerde yaşamayı çok isterdim.” Ya da bir başkası: “Dünyada ‘68, özgürlükçü ve savaştan uzak duran; uyuşturucu, güzel kalpler, güzel kafalar; iyi niyet, barış; film ‘Fidel’in Yüzünden’… Türkiye’de ‘68, varolmamış bir kuşak, başarısız, ısrarsız, boşvermiş, değişken…

Ertugrul Kürkçü (solda)

Bu algının kurmaca olduğundan –böyle bir algısı olduğundan ötürü kimseyi kınayamayız elbette ama–, böyle bir algı oluşabilmesi için gerekli kayıtların, koşulların oluşmadığından söz edebiliriz. Bu anketlerden anladım ki, insanlar kurmaca bir ‘68 biliyorlar. Daha çok Batı’da, ‘68’in yirminci yılında başlayan, kendinin bir kuşak olduğunu farketmekle ve bu kuşak hakkında konuşmakla açılan bir çığır var. Türkiye de bunu kısmen devraldı, tercüme etti; kendi ‘68’ini Batı’ya bakarak hafızasında yeniden kurmaya girişti. Bunun izdüşümleri de ister istemez medya ve kitle iletişim araçları yoluyla yaygınlaştı. Bunu düzeltmekle uğraşacak değiliz elbette. Ama gene de kendi hikâyemizi olduğu gibi aktarmak bizim işimiz.

Deneyimimizi anlamak ve aktarmakta ikinci bir güçlük var. Bizim kuşağımız, yani bugün 60 yaşlarında olanlar, 1968’de yaptıkları şeyleri genellikle sürdürmüyor. Aramızda politikayla ya da devrimci politikayla uğraşan çok az kişi var. Fakat gene de 1968’in bizim kuşağa atfedilen değerlerini temsil ettikleri iddiasıyla hemen her şeyi yapmayı kendilerinde hak görüyorlar. Mesela, Tansu Çiller’in kabinesinde bakan olabiliyorlar ve haykırıyorlar: “Biz ‘68’liyiz, yaparız.” Ya da en olmayacak, proto-faşist fikirler etrafında kıyametler kopartılıyor; arkadaşlarınızın katilleriyle koalisyon peşinde koşuluyor. Dolayısıyla, bizzat ‘68’lilerin bugün bulundukları hâkim noktalardan konuşarak deforme ettikleri bir başka ‘68 hikâyesi var. Yani, ‘68’in kendi kendisiyle de bugün bir problemi var.

O zaman yaptığımız şey Türkiye’nin yakın tarihinde oldukça önemli bir hat çizdi. Ama, ‘68’lilerin çoğu kez sonradan gelen kuşaklara söyledikleri gibi, bizim sahip olduğumuz erdemlerle, bambaşka insanlar olmamızla ilgisi yoktu bunun. Daha çok, olmak istediğimiz gibi olabilmemizi sağlayan tarihsel koşulların birikmesiyle ilgisi vardı.

Oysa kırk yıl evvel hikâyemiz çok başkaydı. Birincisi, kendimizin bir kuşak olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir davranışta bulunuyorduk, hayata dair eyleme girişiyorduk, dünyayı değiştirme konusunda bir irademiz, arzumuz vardı, fakat bunu bir kuşağız diye yapmıyorduk. O zaman yaptığımız şey, bugün hâlâ dünyada tarihsel bir öneme sahip olarak, Türkiye’nin yakın tarihinde oldukça önemli bir hat çizdi ve o hat üzerinden esaslı ayrışmalar oldu. Bu başlangıç noktası bizim için çok önemli. Şahsen benim için çok önemli olmaya devam ediyor. Ama, ‘68’lilerin çoğu kez sonradan gelen kuşaklara söyledikleri gibi, bizim sahip olduğumuz erdemlerle, bambaşka insanlar olmamızla ilgisi yoktu bunun. Daha çok, olmak istediğimiz gibi olabilmemizi sağlayan tarihsel koşulların birikmesiyle ilgisi vardı.

12 Mart 1971 Muhtırası’nın ertesi günü basın toplantısında (sağdan) Yavuz Önen (Mimarlar Odası), Ertuğrul Kürkçü (Dev-Genç), Dursun Akçam (TÖS), Sedat Özkol (İnşaat Müh. Odası) Sinan Kazım Özüdoğru ( Dev-Genç)

 

İki kaldıraç

Dünyanın tamamında, çok esaslı bir şeyin, atmosferde yaygınlaşmış, görünmeyen bir buhar gibi her tarafı kuşattığını görebilirdiniz. Bunun kısaca “değişim” olduğunu söyleyebilirim. Bu sadece öğrencileri ve gençliği, sadece muhalefeti saran bir şey değildi. Aynı zamanda, dünyanın hâkim tepelerini tutanlar, Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar için de, değiştirmek, ileriye gitmek, yeni bir şey elde etmek konusunda yaygın bir inancın mevcut olduğunu söyleyebilirim. Bugün içinde yaşadığımız postmodern çöküntü koşullarındakinden farklı bir ruhun, farklı bir umudun dünyada kol gezdiğini söyleyebiliriz. Tabii ki bu, bütün sosyal güçleri, kutuplaşmanın iki tarafında yer alanları eşit ölçüde etkilemedi ya da ikisinin değişimden beklediği aynı şey değildi. Liberallerin istediği, kapitalizm çerçevesinde bir dönüşümle ileriye gitmekti. Sosyal muhalefetin, sosyalistlerin istediği ise başka bir dünya kurmaktı.

Bu iki iradenin çarpışmasından dünyanın her tarafında anlamlı bir sonuç doğdu. ABD’de, Batı Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Latin Amerika’da, Filistin’de, Uzakdoğu’da, Vietnam’da, her yerde, içinde oldukları hayatı değiştirmek, onu başkalaştırmak, kendi istediği gibi yaşamak, özgürleşmek, yoksulluktan kurtulmak, sözünü söylemek, sesini duyurmak gibi binbir sebeple milyonlarca bireyin, bunların oluşturdukları sınıfların, büyük kitlelerin ileriye doğru atıldıklarını görebilirdiniz. Türkiye bu büyük akıntıdan etkilenmeksizin edemezdi.

Dünyanın tamamında, çok esaslı bir şeyin, atmosferde yaygınlaşmış, görünmeyen bir buhar gibi her tarafı kuşattığını görebilirdiniz. Bugün içinde yaşadığımız postmodern çöküntü koşullarındakinden farklı bir ruhun, farklı bir umudun dünyada kol gezdiğini söyleyebiliriz.

Bunun iki önemli maddi koşulu vardı: Biri, Türkiye’nin dünya iktisadıyla bütünleşmek yönünde ilerlemesiydi, ki bu aslında bir yandan emperyalizme daha çok bağlanmak demekti. Gene de bunun sonucu, dünyadaki bütün akıntılara kendini açık hale getirmekti. Türkiye, bu nedenle, dünyada esen rüzgârlardan, 1960’ların başı, 1950’ler, 1940’lara nispetle çok fazla etkilendi ve pek çok yeni fikir Türkiye’ye girdi.

İkincisi, 27 Mayıs’ın ertesinde daha özgürlükçü bir anayasanın mevcudiyeti, bunun gerek yargıçlarda, gerek yöneticilerde yeni fikirlere karşı nispeten daha toleranslı davranmaya yol açması ve bu iklimde iki yeni ögenin ortaya çıkması: Bunlardan biri TİP, diğeri DİSK. Yani hayata aşağıdan, yoksulların olduğu yerden bakan, bugüne kadar söz söylememiş, sözleri genel akıntı içerisine karışmamış olanların seslerinin işitilebilir olmasını sağlayan iki önemli kaldıraç. Bu kaldıraçların bizim kuşağımızı şekillendirmekte, kulakları, gözleri açmakta, dünyaya başka türlü bakmakta çok önemli rol oynadığını söyleyebilirim.

İki önemli maddi koşul vardı: Biri, Türkiye’nin dünya iktisadıyla bütünleşmek yönünde ilerlemesiydi, ki bu aslında bir yandan emperyalizme daha çok bağlanmak demekti. İkincisi, bu iklimde iki yeni ögenin ortaya çıkması: Bunlardan biri TİP, diğeri DİSK. Yani hayata aşağıdan, yoksulların olduğu yerden bakan, bugüne kadar söz söylememiş, sözleri genel akıntı içerisine karışmamış olanların seslerinin işitilebilir olmasını sağlayan iki önemli kaldıraç.

Düşüncenin gücü

Türkiye’de 1968 denince, genel olarak öğrencilerden söz ediliyor. Fakat dünyanın başka yerleri için bu böyle değildi. Mesela Avrupa’da, Fransa olsun, İtalya olsun, kısmen Almanya, İngiltere olsun, esas olarak öğrenci hareketi işçi hareketiyle omuz omuza protestolarını yürüttü. Ama politik olarak, işçi hareketini yöneten sendikalardan ve partilerden nispeten ayrı davrandı. Türkiye için bunun iki bakımdan da farklı olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden de Batı’nın tekrarı değildi, kendine özgü dinamikleri vardı.

Birincisi, öğrenci hareketi, işçi hareketiyle pek teması olmaksızın ilerledi. İkincisi, Batı’dan farklı olarak, kültürel bir itirazdan çok, politik ve ulusal bir itirazdı. ABD’nin hâkimiyetine ve ABD hâkimiyetinin içerideki taşıyıcısı olduğu bilinen hükümetlere, onun ortaklarına yönelik bir itiraz dillendirildi. Dolayısıyla, bu açıdan, üçüncü dünyadaki diğer hareketlere, Venezüella, Meksika, Vietnam, Filistin’deki itirazlara daha çok benzeyen bir dili olduğunu söylemek mümkün.

Türkiye’de 1968 denince, genel olarak öğrencilerden söz ediliyor. Fakat dünyanın başka yerleri için bu böyle değildi. Öğrenci hareketi işçi hareketiyle omuz omuza protestolarını yürüttü. Ama politik olarak, işçi hareketini yöneten sendikalardan ve partilerden nispeten ayrı davrandı. Türkiye için bunun farklı olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden de Batı’nın tekrarı değildi, kendine özgü dinamikleri vardı.

Genç arkadaşlarla konuşurken, çoğu kez, şöyle bir güçlükle karşı karşıya kalındığını düşünüyorum: 1960’ları düşündüğünüzde, gözünüzün önüne nasıl bir hayat geliyor? Nasıl bir hayatın içinde bütün bunlar konuşuluyordu? Bugün çalıştığım yerdeki arkadaşlarla biraz konuştum. O zaman fikirlerin bu kadar hızlı dolaşabilmesi bana mucize gibi geldi. Düşünün, o zaman bir derginin yapılabilmesi için yazınızı daktiloda yazmalıydınız. Bilgisayar yoktu. Esas olarak yazılı basın vardı. Yazılı basın, siyah-beyaz çıkardı. Matbaada bunlar seri olarak basılmazdı. Hürriyet gazetesi ofset makinalarını ilk getirdiğinde devrim olduğu söylenmişti. Dizgici yazar, kurşundan harfler dökülür, onlar derlenir, basılır…

Buna rağmen, örneğin Yön dergisi her hafta otuz-kırk sayfa çıkar ve aşağı yukarı otuz-kırk bin satardı. Bugün herhalde üç-dört bin satan kendini çok başarılı addeder. Dolayısıyla, düşüncenin dolaşım kanalları çok daha zayıf olmakla birlikte, düşüncenin gücünün çok daha etkin olduğu bir iklimden söz edebiliriz. İkincisi, televizyonsuz bir gündelik hayat size nasıl geliyor, bilmiyorum ama, televizyon yoktu. Bilgi alışverişi radyolardan yapılırdı.

 

 

Radyodaki ses

Geriye dönüp baktığımda, fikrimi dönüştüren şeyin bir ses olduğunu düşünüyorum. Mehmet Ali Aybar’ın sesi. 1965 seçimlerinde radyodan yaptığı konuşmalar ve ilk kez bu âlet vasıtasıyla farklı bir sesin duyuluşu… Herkes “sevgili vatandaşlarım” diye hitap ederken, bir insan “işçiler, köylüler, ırgatlar, marabalar, yurttaşlarım” diye seslenince bu sesi dinlememek edemezsiniz. O yüzü görmüş değilsiniz, fakat bu ses sizin için önemli. Bütün hayatınız boyunca sizi takip edebilen bir ses.

Geriye dönüp baktığımda, fikrimi dönüştüren şeyin bir ses olduğunu düşünüyorum. Mehmet Ali Aybar’ın sesi. 1965 seçimlerinde radyodan yaptığı konuşmalar. Herkes “sevgili vatandaşlarım” diye hitap ederken, bir insan “işçiler, köylüler, ırgatlar, marabalar, yurttaşlarım” diye seslenince dinlememek edemezsiniz. O yüzü görmüş değilsiniz, fakat bu ses sizin için önemli. Bütün hayatınız boyunca sizi takip edebilen bir ses.

İletişim ortamı aşağı yukarı böyle. İnsanların birbirleriyle ilişkileri daha çok kapalı mekânlarda, evlerde geçer. Sokakta çok az hayat vardır. Üniversite yurtlarında bu biraz çoğalabilir… Bunları gözünüzün önüne getirirseniz, belki nasıl bir hayatın içinden bir dönüşüm olanağı yakalanmış olduğunu kavrayabilirsiniz.

1960’larda, Türkiye’de öğrencilik neredeyse en itibarlı sosyal konumdu. Eğer öğrenciyseniz, mesela polise itiraz etmemeniz düşünülemezdi. Polis için de bu çok anlaşılabilir bir şeydi, çünkü sadece beş yıl evvel öğrenciler ayağa kalkmış, askerler darbe yapmış ve sonuçta, “öğrencilere kalkan eller kırılmıştır”. Dolayısıyla, öğrencilik kendine güven, gurur ve dokunulmazlıkla dolu bir sosyal konumdu. Bu sosyal konumun sağladığı en önemli avantaj, dediğinizi yapmaya girişebilmek için herhangi bir şeyden korkmanıza gerek olmayışıydı. Bunun, bugünle o gün arasında en önemli fark olduğunu düşünüyorum. Aradan geçen iki darbeden sonra, insanlar bugün düşündüklerini yapmak yerine, düşündüklerini söylememeyi seçiyor. Bu, Türkiye’nin kırk yıl içerisinde geldiği yer hakkında bize bir fikir verebilir.

Ne zaman öğrenciler üniversiteyi değiştirmek için ileriye doğru atılmaya karar verdiler, önce derneklerinden kurtuldular. Türkiye çapında örgütlenmiş üç öğrenci federasyonunun üçü de, farklı eğilimlerde olsalar da, öğrenci hareketiyle düzen arasında kurulmuş kanallardı. Öğrenci hareketi, kendisini, bu yapıları aşarak, bunların ötesinde bir yerde kendi dinamikleriyle kurdu. Oluşturduğu öz-hareket organları, forumlar vardı.

 

Karar ve icra organı: Forum

Türkiye’de ‘68’in gene de en önemli sosyal miras, en önemli gelenek olduğunu düşünüyorum. Fakat bu geleneği gerektiği gibi koruyabildiğimizi söylemem zor. Bu geleneğin en önemli tarafı, öğrencilerin hayata aşağıdan müdahalenin kanallarını özdeneyimleriyle, başka herhangi bir örneğe bakmaksızın ve kendi ihtiyaçları uyarınca kurmuş olmalarıdır.

1960’larda, öğrencilerin bir üniversite derneği içerisinde örgütlenmeleri son derece doğal ve zaten yasayla tayin edilmiş bir şeydi. Fakat bu öğrenci dernekleri, bir yandan öğrencilerin temsiliyle ilgilenen, ama öbür taraftan da öğrenciler karşısında kısmen rektörlüğü, üniversite yönetimini temsil eden aracı kurumlardı. Nitekim, ne zaman öğrenciler üniversiteyi değiştirmek için ileriye doğru atılmaya karar verdiler, önce derneklerinden kurtuldular.

Türkiye çapında örgütlenmiş üç öğrenci federasyonundan bahsedebiliriz: Türkiye Milli Gençlik Teşkilâtı, Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Milli Türk Talebe Birliği. Bunların üçü de, farklı eğilimlerde olsalar da, esas olarak, öğrenci hareketiyle düzen arasında kurulmuş kanallardı. Öğrenci hareketi, kendisini, bu yapıları aşarak, bunların ötesinde bir yerde kendi dinamikleriyle kurdu. Bunun için bulabildiği ilk ideolojik zemin Fikir Kulüpleri Federasyonu’ydu. Bunun da ötesinde, harekete geçtiği zaman oluşturduğu öz-hareket organları, forumlar vardı.

Forumların Türkiye siyasi tarihindeki en önemli örgütlenme şekli olduğunu düşünüyorum. Forumun bir başı ve sonu yok. Bir ihtiyacın gereği olarak doğar. Önce bir karar organı olarak, karar alındıktan sonra bir icra organı, yani bir eylem örgütü olarak çalışır. Yapılması gereken, belirlenen iş bittiğinde dağılır.

Forumların Türkiye siyasi tarihindeki en önemli örgütlenme şekli olduğunu düşünüyorum. Forumun bir başı ve sonu yok. Bir ihtiyacın gereği olarak doğar. Önce bir karar organı olarak, karar alındıktan sonra bir icra organı, yani bir eylem örgütü olarak çalışır. Yapılması gereken, belirlenen iş bittiğinde dağılır. Ama onu kuranlar oradadır. Elbette hayat durup kalmaz yerinde. O öğrencilerin bir kısmı yasayla çatıştıkları, çatışmaksızın edemeyecekleri için hapishaneleri boyladılar, ama bu gelenek kuşaktan kuşağa devralınarak 1980’lere kadar geldi.

1980’lerden sonra alınan özel tedbirlerle bunun yolu kapatıldı. Ama, gene de, bir tavsiyem olacaksa, bir şey yapacaksanız, önce kimseyi dışarıda bırakmayacak bir forum yapmalısınız. O forumda her söz tükenene kadar tartışmalısınız; sonra, alınan kararı yerine getirmek için, o karara karşı olanlar da işin içine katılmalı. Böylesi bir dönüşüm zemininin üniversitelerde kurulduğunu, öğrencilerin taleplerini ileriye doğru taşıyabildiğini ve bunun üzerinden 1965-70 arasında üniversiteyi önemli ölçüde dönüştürebildiklerini söyleyebilirim.

Ben ODTÜ’de öğrenciydim. ODTÜ, nispeten ayrıcalıklı, yüksek puanla girilen, bunun için de nispeten daha kaliteli bir orta öğrenimden gelen insanların okuduğu bir yerdi. O nedenle, öğrencilerin gözünde nispeten aristokratik bir yer gibi görünürdü. Ama boykotlar başladığında, ODTÜ de büyük öğrenci hareketine katıldığında, öğrenciler hem büyük bir hızla kendilerini dönüştürdüler, hem de kurdukları yapılarla akademik hayatın dönüştürülmesine katıldılar.

Doğrusu, 1968 öğrenci hareketinin en önemli yanlarından birinin, yöneten/yönetilen çelişkisini yönetilenler tarafından çözmeye girişmesi olduğunu düşünüyorum. Nitekim, ders programları olsun, hocalarla öğrenciler arasındaki ilişkiler olsun, çok esaslı bir dönüşüme uğradı. Öğrencilerle öğretim üyeleri hakikaten yer değiştirdi. Bu mitik bir anlatım gibi gelebilir size, ama öyle olmadığına teminat veririm. Pek çok hocamızın okumak için kendilerine kitap tavsiye etmemizi istediklerini, mimarlık jürilerinde öğrencilerin sundukları tezler etrafında yeni tartışmalar başlattıklarını biliyorum. Bu dönüştürücü güç, öğrencilerin sahip oldukları bütün kapasiteyi ortaya çıkarabilecekleri bir yapıyı kendi elleriyle kurmalarının eseriydi; hâkim ilişkinin dışına çıkabilecekleri, bunu sadece yıkıcı değil, aynı zamanda dönüştürücü bir yapı haline de getirebilecekleri bir çerçeveyi kendi elleriyle kurmayı başarmalarıydı.

Bir şey yapacaksanız, önce kimseyi dışarıda bırakmayacak bir forum yapmalısınız. O forumda her söz tükenene kadar tartışmalısınız; sonra, alınan kararı yerine getirmek için, o karara karşı olanlar da işin içine katılmalı.

Uzun ‘68 ve ağır bilanço

Türkiye’nin 1968’i, Batı Avrupa’dan ve ABD’den farklı olarak, bir-iki yıl sürmedi. Fransa’da aşağı yukarı 1970’e gelindiğinde hemen hemen her şey alabileceği şekli almış, istikrar yeniden kurulmuştu. Fakat Türkiye’nin ‘68’i, 1980’e kadar sürdü. ‘68’deki öğrenci hareketinden doğan ve başka sosyal ve uluslararası koşullarla birleşen momentum, sınıf çatışmasına yakın bir ritmde 1980’e kadar geldi.

Son derece ağır bir bilanço var geride. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer var. Böyle olmasına rağmen, Türkiye tarihinde en özgürlükçü, insanların zihnen ve madden kendilerini bağlayan bağlardan kurtulmaya en çok yaklaştıkları dönemi içerdiği için, Türkiye’nin sol kültür bakımından geliştirebildiği her şey aşağı yukarı bu atmosfer içinde geliştirilebildiği için o dönem bugün hâlâ son derece önemli.

Bugün sosyalist, devrimci, yani 1968’in mirasına, sözüne sahip çıkan güçlerin seçimlerden aldıkları oy oranı yüzde 1’den fazla değil. Ama etrafınıza bakın, kendinize bakın, devrimci solun Türkiye’deki etkisi yüzde 1’den çok daha fazla. O yüzden, düzen açısından devrimcilerin etkisizleştirilmeleri, değersizleştirilmeleri, bir kenara atılmaları için hâlâ hummalı bir faaliyet var. Öte yandan, insanlar dara düştükleri, bir kurtuluş fikrine ulaşmak istedikleri zaman hafızalarını kurcaladıklarında, ilk akıllarına gelen, gene o devrimci hareketin kimi anları, kimi adları, kimi örgütleri.

Türkiye’nin ‘68’i, 1980’e kadar sürdü. ‘68’deki öğrenci hareketinden doğan ve başka sosyal ve uluslararası koşullarla birleşen momentum, sınıf çatışmasına yakın bir ritmde 1980’e kadar geldi. Son derece ağır bir bilanço var geride. Başarılamamış bir devrim, gerçekleştirilememiş bir devrimci zafer var.

Bu çerçevede, bu uzun sürmüş ‘68’in Türkiye tarihinde –bütün zaaflarına, kusurlarına rağmen– yapıcı, ilerletici bir rol oynadığını söyleyebilirim. Öte yandan, bu hareketin mavi gökte çakan bir şimşek gibi kendi kendine doğmadığını, kendinden önceki devrimci hareketlerin izlerini taşıdığını, bu nedenle çok uzun bir dönem boyunca Kemalizmin etkilerini, söylemlerini içinde barındırdığını söyleyebiliriz. Ama bir süreç olarak baktığımızda, kendini bağımsızlaştırma, kendini özgün bir fikir olarak kurma yönündeki iradenin baskın olduğunu ve nitekim, 12 Mart’tan sonra büyük ölçüde ayrı bir akım olarak kendi yoluna koyulduğunu söylemek mümkün.

 

2008’de 20 yaşında olmak

Genç insanlarla konuşurken, “acaba 1968’in bir replikası olur musunuz?” diye bakmıyorum. Bunun imkânsız olduğunu biliyorum. “Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz, çünkü su hep akar” sözünün doğruluğunu hep yeniden görüyoruz. Ama bu, ırmakta akanın su olduğu gerçeğini değiştirmez. Egemen fikirlerin egemen fikirler olmaktan çıkması için başka türlü düşünme, onların bizi yönetmesine son verme ve yönetilmekten kurtulma isteğinin, bunun bir genel arzu olarak toplumu sarması ihtiyacının, o zaman olduğu gibi, hatta bugün belki daha çok sürmekte olduğunu da görüyorum.

Her çağın ‘68’i kendine. Ümidim, isteğim, 2008’de ‘68’in dersinin onun ruhunu içererek yeniden gençliğe iade olması, kendi yolunu açıp devam etmesi. Eski kuşakların yapacağı tek şey, bu konuda gerçek bilgiyi aktarmaktan ibaret. Tabii, hâlâ bir devrimci hareket içerisinde yer varsa bize, o yeri de istiyoruz.

Sıkça söylediğim bir şey var, benim klişem gibi oldu: Hiç kimse yirmi yaşını hangi çağda yaşayacağına karar veremiyor. Kendimizi şanslı hissediyorum, çünkü değişim umudunun çok kuvvetli olduğu, her şeyin birbirini beslediği uluslararası bir kaynaşmanın içine doğmanın, bir kitle hareketinin içinde olmanın yarattığı inanılmaz fırsatlar var. Bunların olmadığı bir yerde insanın hayatı hakkında karar vermesiyle, bunun olduğu yerde hayatı hakkında karar vermesi, çok farklı şeyler.

Türkiye tarihinde en özgürlükçü, insanların zihnen ve madden kendilerini bağlayan bağlardan kurtulmaya en çok yaklaştıkları dönemi içerdiği için, Türkiye’nin sol kültür bakımından geliştirebildiği her şey aşağı yukarı bu atmosfer içinde geliştirilebildiği için o dönem bugün hâlâ son derece önemli.

1968’de, her zeki ve onurlu insan aşağı yukarı aynı şekilde davrandı. On binlerce insanın aynı şekilde davranmasından söz ediyoruz. Dolayısıyla, bu akıntıya karışmadan kendinize saygınız olmazdı. Böyle bir yol önünüzde akıp gidiyor, siz olmasanız da olan bir hareket var. Dolayısıyla, seçim yapmak o kadar zor değildi, ama yine de bir seçimdi.

Bir kitle hareketi ortaya çıkınca, devrimci öğrenci kliği içerisinden ya da TİP’in yöneticileri arasından gelmeyen benim gibi insanlar, iki yıl içinde hareketin ön taraflarına geçtiler ve bambaşka bir yerden hareketi yeni baştan kurdular. Dev-Genç, bir kitlesel gençlik hareketi olarak bu kaynaşmanın içinden doğdu, kendi insanlarıyla beraber geldi.

Yönetimi aldığımız kongrede yönetime gelen arkadaşların hiçbiri daha önce başka bir kuruluşta yönetici görevler yapmamıştı. Öğrenci hareketinden çıkmışlardı, oldukları yerin doğal önderleriydiler. Dolayısıyla, onun içinde kendilerini tanımak, bilmek, geliştirmek fırsatını bulabilmişlerdi. Bütün bunların olduğu bir yerde kitle hareketi insanı dönüştürüyor. Kapasitenizi, neler yapabileceğinizi farkediyorsunuz. Bunun olmadığı yerde, tekil, kendi başına bunu yapmaya çalışan insanların işi çok zor.

Bugün yirmi yaşında olan ve bu dertlerle dertlenen, kendisine böyle yol çizmeye çalışan insanlar benim yaptığımdan çok daha zor bir şey yapıyorlar. 2008’de yirmi yaşında olmak, akıntıya karşı yüzmek demek. Bu kararı bugün verenlere çok saygı duyuyorum. Kendinizle ilgili bir karar verirken, biraz da başkalarının hayatlarıyla ilgili karar veriyorsunuz. Bu seçimleri yapanların sayıca arttığını her gün gözlüyorum. Çok ümit verici bir şey…

 

 

^