2020 çiftçi için çöküş, küresel tarım-gıda şirketleri için kazanç yılı oldu. Şirketleştirilen tarım artan sayıda çiftçiyi topraksızlaştırdı, ekim alanlarını daralttı. 70’ten fazla ilde kuralık ve sel afeti yaşandı, ama çiftçinin ürün kaybı telafi edilmedi. Buğday, bakliyat, narenciye, üzüm, zeytin gibi temel ürünler kuraklıktan etkilendi. Korona nedeniyle kapanmaların yol açtığı talep azalması yüzünden soğan gibi ürünler depolarda çürümeye terk edildi, domates, biber, patates tarlada kaldı. Pandemi sürecinde, Tarım Bakanı “üretin, gerekirse biz alırız” dediği halde destek paketlerinde çiftçiler yok sayıldı. Çiftçinin Tarım Kredi Kooperatifleri’ne ve bankalara borcu 2002-2020 arasında 53 kat artmış durumda. Eylül 2020 itibarıyla, bu miktar 180 milyar liraya yükseldi. Borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin üretim araçlarına el kondu. Çiftçiler sorunlarına çözüm bulmak için iki kez Ankara’ya geldi, ama Meclis’e yaklaştırılmadılar bile. Tablo böyle. İktidara göre, “tarımda dünyanın en iyi ülkelerinden biriyiz”. Tarımda 2020’nin muhasebesini ve 2021’in muhtemel manzarasını Çiftçi-Sen Genel Başkan Ali Bülent Erdem’den dinliyoruz.
Tarım Kredi Kooperatifleri’ne borçları nedeniyle traktörlerine el konan çiftçiler 16 Aralık 2020 ve 5 Ocak 2021’de iki kez Ankara’ya geldiler, muhatap bulamadan, eli boş döndüler. Hatta AKP seçmeni olduğunu söyleyen bir çiftçi: “Ankara’ya gelebilmek için tarım aracımı sattım. Çocuklarıma bir koli yumurta alacak durumda değilim” diyerek Meclis’e seslendi: “Fakirin fukaranın hakkını yedirtmem diyen çıkmayacak mı?” Çiftçileri Ankara’ya getiren neydi, talepleri neler?
Ali Bülent Erdem: Çaresizlik ve çözümsüzlük içinde yerelde muhatap bulamadıkları için çiftçiler Meclis’e veya Tarım ve Orman Bakanlığı’na gelip seslerini duyurmak istiyor. Tarım Kredi Kooperatifleri’ne, özel sektöre ve bankalara borcu olan çiftçiler borçlarını ödeyemez durumda. Birlikler borçları yapılandırılacaklarını açıkladı, ama yapılandırma olsa bile çiftçiler borçlarını ödeyemeyecek. Borçların beş yıl ve daha uzun süreye yayılmasını istiyorlar. Bu konuyla ilgili yerelde her yere başvurdular ve sonuç alamadılar. “Ekiyoruz, üretiyoruz, ama kendimiz de dahil her şeyimiz icralık” diye haykırıyorlar. Bu çiftçiler nasıl üretim yapacak, nasıl geçinecek? İcra işlemlerinin sonucunda anayasaya aykırı biçimde üretim araçlarına el konan çiftçi üretim yapamaz hale getirildi. Kredi almanın koşulu toprağı, evi veya üretim araçlarının ipotek altına alınması. Borçlar ödenmediğinde bu topraklar şirketlere veriliyor. Bir başka tehlike de bu toprakların tarım için kullanılmaması. Sorunların hepsi yapısal ve doğrudan iktidarların tarım politikalarıyla ilgili.
Tarım Kredi Kooperatifleri çiftçilerin yönetime katılmadığı, atamalarla yönetilen bir yapıya sahip. Cumhuriyetin ilk yıllarında tarıma dayalı bir sanayileşme düşünülüyordu ve Tarım Kredi Kooperatifleri buna hizmet etti. II. Dünya Savaşı sonrasında, endüstriyel tarımın dayatıldığı dönemde tarımsal ürünlerin pazara açılmasında rol oynadı. Şimdiki göreviyse Türkiye tarımının şirketleştirilmesi. Türkiye tarımını şirketleştirmek için çiftçileri topraktan koparmak zorundalar. Onun için de tarım kredilerinin faizleri yüksek. Topraksızlaştırılan, traktörlerine el konan çiftçiler ve şirketleşen tarım hazırlanan ve istenen sonuçtu. Bakanlık üretim olmazsa ithalatla sorunu çözeceğini düşünüyor. Bu da tarımı bitiriyor. Adım adım planlanan bir süreçten söz ediyoruz.
Soma katliamında, “Enerji bakanının yanında tarım bakanı da yargılanmalı” demiştim. Tütün üretimi planlı bir biçimde bitirildi. Tütün üreticileri ve çocukları maden ocağına inmek zorunda bırakıldı, adeta köleleştirildi. Patron ve sarı sendika ne derse ona uydular ve ölüme gönderildiler.
Adım adım planlanan bu süreci nasıl somutlarsınız?
Ben Soma’da büyüdüm. Sürecin nasıl işlediğini görmek için Soma’ya bakmak yeterli. Soma eskiden de bir madenci kentiydi ve aynı zamanda önemli bir tütün üretim merkeziydi. 2014’te Soma’da 301 madenci arkadaşımız katledildi. Yüzlercesi sağlığını, organlarını yitirdi ve işsiz kaldı. Bugün Bağımsız Maden-İş’i kuran arkadaşlar haklarını aramak için örnek bir direniş sergiliyor.
Katliamın yaşandığı günlerde Soma’ya gitmiştim. Gazeteci arkadaşlar “ne düşünüyorsunuz” diye sorduğunda “Enerji bakanının yanında tarım bakanı da yargılanmalı” demiştim. Soma’da yaşamını yitiren madenciler daha önce tütüncülük yapan çiftçiler ve onların çocuklarıydı. Tütün üretimi planlı bir biçimde bitirildi. Tütün üreticileri ve çocukları maden ocağına inmek zorunda bırakıldı, adeta köleleştirildi. Örgütlenme gelenekleri yoktu. Yeraltını tanımıyorlardı. Tarımdaki dayıbaşı sistemiyle, patron ve sarı sendika ne derse ona uydular, güvencesiz ve güvenliksiz koşullarda çalışmak zorunda bırakıldılar ve bile bile ölüme gönderildiler.
Bir süre sonra, Soma’nın Yırca Köyü’nde Kolin İnşaat termik santral yapmak istedi. Çiftçiler bu kez direndi, acil kamulaştırma iptal edilene kadar 6 bin 600 ağaç kesildi. Kolin vazgeçmedi, seçtiği bölgede yapamayacağını anlayınca daha yukarılardaki tütüncülerin arazilerine yöneldi. Oradaki çiftçiler tütünden para kazanamadığı için santralda iş buluruz hevesiyle topraklarını sattılar, santral inşaatında çalıştılar. İnşaat bitti; santralde çalışmak için kalifiye işgücü olmak gerekiyordu, yine işsiz kaldılar. 16 Ocak’ta, çalışan santrali Cumhurbaşkanı, uzaktan da olsa yeniden açtı. Aslına bakarsanız, birkaç kez açılan bu santral yapımı süresince işçi sağlığı ve güvenliğini hiçe sayan uygulamaları ve toplu işten çıkarmalarla gündeme gelmişti.
Bir köylünün toprağını satması hiç kolay değildir, köylü hızla yoksullaşıyor. Eski Tarım Bakanı Mehdi Eker ne yapılmak istendiğini açıkça ifade etmişti aslında: “Ya köylüler şirketleşecek ya da şirketler tarım yapacak.” Sözleşmeli çiftçilik, çiftçilerin kendi toprağında işçileştirilmesi anlamına geliyor. Şimdiki Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli de desteğin sözleşmeli çiftçilere verileceğini açıklıyor. İktidarın politikaları ve tarım kredisi verenler de buna uygun hareket ediyor. İşin garip tarafı, Tarım Kredi Kooperatifleri de sözleşmeli çiftçiliği teşvik ediyor. Türkiye tarımı şirketleşirken küçük çiftçi ve köylü ürettikçe kazanacağı yerde zarar ediyor, toprağını ve mesleğini kaybetmek zorunda bırakılıyor. Topraklarını, mesleklerini kaybeden çiftçiler, kentlerin yeni yoksulları, işsizleri veya en ağır işlerde güvencesiz çalışmak zorunda kalan işçileri oluyor. Öte yandan, çiftçilerin tarım arazileri, suları, çevreleri maden, enerji ve inşaat şirketlerine açılarak tahrip ediliyor. Kırsal alanı boşaltarak ekosistemi koruyacak özneler yok ediliyor.
Bir şey daha yapılıyor: Hasat zamanı, hasat edeceğiniz ürün ithal ediliyor. Böylece fiyat baskılanıyor ve destek verilmiyor, siz üretseniz bile ürettiğinizi satamıyorsunuz. “Girdilerle baş edemiyorsanız toprağınızı bırakın, bırakmıyorsanız gidin şirketlerle sözleşme yapın” deniyor çiftçiye.
Böylece önce tarım ve gıda birkaç küresel şirketin kontrolüne geçiyor…
Şirketleşen tarım ve işçileştirilen çiftçiler üretimi ve ürün yelpazesini de etkiliyor. Neyin ne kadar üretileceğine ihtiyaçlar değil, şirketler karar veriyor. Şirketlere bağlanan sadece çiftçiler olmuyor. Tarım ve gıdanın üretiminden tohumuna, girdilerin sağlanmasından pazarlanmasına kadar bütün sürecin az sayıda küresel gıda ve tarım şirketinin kontrolüne geçmesi tabağımızın çeşitliliği azalmış, besleyicilik özelliği kalmamış, üretim süreçlerini takip edemediğimiz ürünlerle dolmasına neden oluyor. Pandemi döneminde güçlü bağışıklık sistemine ihtiyaç duyduğumuz bilim insanları tarafından sıkça dile getiriliyor. Demek ki, gıdanın nasıl üretildiği aynı zamanda bir halk sağlığı sorunu. Dolayısıyla, bu sorun sadece çiftçilerin sorunu değil, aynı zamanda gıdayı tüketenlerin de sorunu. Yıllardır söylüyoruz, çiftçiler ve üreticiler yalnız bırakılmamalı. Bu kritik dönem tüketiciler için de bir sınav ve artık taraf olmak zorundalar.
Niğdeli patates üreticileri isyan ediyor: “Köy yerlerinde kimsenin evinde huzur yok. Maaşımız yok, sigortamız yok, Bağ-Kur’umuz yok. 10 kişi çalıştık bir ay, bir teneke yağ alamıyoruz. Bakkal veresiye vermiyor artık. O da biliyor iflas ettiğimizi. Komşular birbirinden ödünç şeker alıyor çay içmek için.”
Geçen hafta, fiyatı 5 liraya kadar çıkan karnabaharın Kayseri’deki zincir marketlerde 1,25 liradan satılması üzerine oluşan onlarca metrelik kuyruk görüntüsü medyaya yansıdı. Bu görüntü bize ne söylüyor?
Küçük çiftçi ve köylüler kazanamıyor. Buna karşın gıda fiyatları artıyor. Dünyada ve Türkiye’de gıda fiyatlarının artması veya düşmesiyle ilgili her şeyi tarımı ve gıdayı eline geçiren şirketler belirliyor. Özellikle pandemi sürecinde, şirketlerin gıda üzerindeki kontrolü, pazara ulaşmadaki zorluklar, tarımın giderek daha çok metalaşması ve kâr aracı haline gelmesi, üretimin zorlaşması, ihracata yönelik politikaların uygulanması, küresel şirketlerin önünün açılması ve bir de küresel iklim değişiminin ortaya çıkardığı kuraklık gıda fiyatlarının yükselmesine neden oldu.
Pandemide gıdaya artan taleple birlikte, gıda şirketleri ve gıdayı pazarlayan market zincirleri avantajlı duruma geçti. Geçim derdi, derinleşen yoksulluk da insanları ceplerine yakan ürünleri değil, en ucuz olanı almaya zorluyor. Tüm bunlar uygulanan tarım-gıda politikaların sonucu.
Tarımın şirketleşmesinin bir sonucu da bütçeden tarıma ayrılan payın düşmesi. 2021’in tarım bütçesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘90’lı yıllarda, Dünya Bankası ve IMF’nin tarımda dönüşüm adıyla başlattıkları politikayla Türkiye’ye dendi ki, “Tarım destekleme kapsamlarını daraltın, girdi sübvansiyonlarını düşürün, dış ticarete ağırlık verin, taban fiyatı uygulamasından vazgeçin, tarımsal örgütlenmeleri devre dışı bırakın, KİT’leri özelleştirin ve tarımsal kredi faizlerini yükseltin, sulamayı da paralı hale getirin.” 30 yıldır tüm hükümetler bu çerçevede bütçe hazırlıyor.
1999-2000’lerin başında yoğunluk kazanan tarımda dönüşüm programları AKP iktidarları eliyle daha iştahlı biçimde sürdürülüyor. Bütçeyi bu çerçevede değerlendirmek gerek. Tarım Kanunu’na göre, tarımsal desteklere ayrılan bütçe Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 1’inden az olamaz. Hiçbir zaman bütçede bu miktarda pay ayrılmadı. Bu bütçe şirketleştirilen tarımın bütçesidir, çiftçinin ve emekçinin değil. Tarımın düze çıkması, iyi bir bütçe yapılabilmesi için Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi yapılarla ilişkilerin ve ikili anlaşmaların gözden geçirilmesi ve reddedilmesi gerekir öncelikle.
2020’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında Erdoğan “Türkiye, geçtiğimiz 18 yılda, tarımsal milli gelirini 37 milyar liradan 278 milyar liraya yükselterek Avrupa’da ilk sıraya yükselmiştir. Çiftçimize verdiğimiz destekleri bu dönemde 12 kat arttırarak bitkisel üretimimizi 124 milyon tonla Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine çıkardık” dedi. Ne diyorsunuz sunulan bu tabloya??
Destek sadece sertifikalı tohum kullanan çiftçilere veriliyor, yerel sağlıklı tohumla tarım yapmaya çalışan çiftçiye destek yok. Tohum da birkaç şirketin elinde zaten. Kararlı bir biçimde küçük üretici bitiriliyor. Güya muhalefet çiftçilerin sorunlarına sahip çıktığını iddia ediyor, ama gidin bakın, muhalefete ait yerel yönetimler de sözleşmeli çiftçiliği teşvik ediyor.
Son 18 yılda çiftçilerin borçları 53 kat artarken desteklenen çiftçilerin sayısı yüzde 48 azaldı. Tarımsal üretimi kendisine yeten ülke konumundan ithalat ile tarımsal ürün ihtiyacını karşılayabilen ülke konumuna getirildik. Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli Türkiye’de 24 milyon hektar tarım alanından 2 milyon hektarının atıl durumda olduğunu söylüyor. Pamuk ve buğday ihracatında dünyada ilk üç ülkeden biriyken, şimdi bu ürünleri ithal ediyor Türkiye. Çiftçi yeterince desteklense tarım bu hale gelir mi? Niğdeli patates üreticileri isyan ediyordu geçen gün: “İntiharlar başlayacak bundan sonra. Köy yerlerinde kimsenin evinde huzur yok. Maaşımız yok, sigortamız yok, Bağ-Kur’umuz yok. 10 kişi çalıştık bir ay, 3’er bin liradan 30 bin lira yapar normal bir işte çalışsak. Ama biz bir teneke yağı evimize alamıyoruz. Bakkal veresiye vermiyor artık. O da biliyor iflas ettiğimizi, o da haklı. Şeker alamıyoruz, komşular birbirinden ödünç şeker alıyor çay içmek için.”
Türkiye’de 2 milyon hektar tarım arazisi atıl durumdayken Sudan’dan 1 milyon hektar tarım toprağı kiralanarak ekim yapılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Küçük çiftçinin kendi toprağında kendi kültürel ürünlerini üretmesi en temel hakkıdır. Dünyada giderek yaygınlaştı başka ülkelerin topraklarını satın almak veya kiralamak. Bu, toprağın gaspı, toprakların birkaç elde toplanması anlamına gelir ki, kabul edilemez. O ülke halklarını gıdaya bağımlı kılar, gıdayı üretenlerin ise şimdinin açları olmalarının yolunu açar. Tarım ve gıdanın üretimden pazarlamasına kadar, bütün dünyada az sayıda şirketin eline geçmesi karşısında dünyanın her yerinde yerel mücadelelerin yanında küresel boyutta mücadele etmek ve örgütlenmek zorundayız. Onun için de Çiftçi-Sen küçük çiftçilerin en büyük küresel örgütünün, La Via Campesina’nın üyesi.
Eski Tarım Bakanı ne yapılmak istendiğini açıkça ifade etmişti: “Ya köylüler şirketleşecek ya da şirketler tarım yapacak.” Sözleşmeli çiftçilik çiftçilerin kendi toprağında işçileştirilmesi anlamına geliyor. Tarım şirketleşirken, küçük çiftçi toprağını ve mesleğini kaybetmek zorunda bırakılıyor. Tarım arazileri maden, enerji ve inşaat şirketlerine açılarak tahrip ediliyor.
Pandemi çiftçileri nasıl etkiledi?
Son yıllarda tarımsal üretimde dışa daha bağımlı hale gelen Türkiye çiftçisi pandemiden önce de borçları nedeniyle zor günler yaşıyordu. Kısıtlamalar nedeniyle maliyetler arttı, üreticiler mevsimlik işçi bulmakta zorlandı. Tarımda çalışan nüfusun yaş ortalamasının yükselmesi sebebiyle, kısıtlamalarla birlikte 65 yaş üstü pek çok çiftçi tarlaya ulaşamamasıyla da bir kayıp ortaya çıktı. Mevsimlik tarım işçilerinin yaşadığı problemler pandemiyle birlikte katlanarak büyüdü. Hasat döneminde bir de fiyatlar baskılandı. Ürünü hasat edemedi bazı çiftçiler, hasadı tarlada bıraktı. Küçük üreticinin Covid-19 öncesi zor da olsa pazara ulaşma şansı vardı. Covid’le beraber bu da ortadan kalktı.
İSİG İş Cinayetleri Raporu’na göre, geçen sene Covid-19 nedenli ölümler iş cinayetlerini yüzde 30 artırdı, 2427 emekçi yaşamını yitirdi. Yüzde 18’i, yani 442 kişi tarım-orman işkolunda çalışıyordu. Üretemeyen çiftçilerin çocukları sanayide çalışmaya başladı. Böyle olunca köylere salgının taşınması kolaylaştı. Belediyeler her yerde dezenfekte çalışmalarını yaptı, ama köylerde bir tane dezenfekte aracı yoktu.
Sanayideki işçiler gibi, çiftçiler de tarım işçileri de çok zor koşullarda üretim yaptı. Buna karşın, işçilere dönük bir destek paketi açıklanmadı. Pandemi döneminde gıdaya artan talepten market zincirleri büyük avantaj sağladı. Ama çiftçilerin pazara ulaşımı zorlaştı. Bu konu aralıkta toplanan Via Campesina Avrupa Koordinasyonu (ECVC) Genel Kurulu’nda tartışıldı. “Pandemi, iklim krizinin önceliğini kaybetmesine neden olurken çiftçileri de daha fazla sosyal adaletsizliğe itti” tespiti yapıldı.
Öte yandan, pandemi sonrasında bizi tarımsal üretimde nasıl bir tablonun beklediği şu anda ciddi bir sorun. Tarımsal üretim bir avuç küresel şirketin eline geçtiği için açlık tehdidiyle karşı karşıya kalacağız. Yerel gıdalarımızla ve ürün çeşitlerimizle besleniyor olsaydık virüs karşısında da bu kadar korumasız kalmazdık. Bu sorundan endüstriyel tarımla çıkma ihtimalimiz yok. Esas olarak, bu üretim biçimini değiştirip ülke olarak gıda egemenliğini sağlamamız lâzım. Bunun çözümü aslında çok açık ve net: Küçük çiftçilerin kendi topraklarında kendi üretimlerini yapması. Kendileri için bile üretseler, gıda fiyatlarının yükselmesine engel olacak bir rol oynayacaklar. Ancak, küçük çiftçinin üretimine devam edebilmesini sağlamak yerine tarımda 4.0, inovatif tarım ve dijital tarım gibi tanımlarla gıdanın giderek belirli şirketlerin elinde toplanması süreci başlatılıyor. Bu tarımda yeni bir tekelleşmedir. Gıdayı bir meta haline dönüştürmek stoklama ve kriz ânında gıdayı daha yüksek fiyatlardan pazara sunma şansı tanıyor şirketlere. İnsanlığın geleceğinin sermayenin kâr hırsına bırakılamayacağı ne zaman anlaşılacak?
Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli de 2030’ların ortalarında dijital tarımın ve inovasyonun büyük önem taşıyacağını söyledi…
Endüstriyel tarım küresel iklim değişikliğine, toprakların ve suların kirlenmesine, besin çeşitliliğimizin ve değerinin azalmasına, daha fazla su kullanımıyla su kıtlığına neden olduğu gibi, daha birçok olumsuzluğu ortaya çıkardı. Bu tarz tarım daha modern bir üretim tarzı diye yeşil devrim adı altında lanse edildi, özendirildi ve dayatıldı. Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Çevreyi daha az kirleteceklerini, daha az kimyasal kullanılacaklarını, daha sağlıklı gıdalar ve daha çok ürün alacaklarını söylüyorlar. Oysa tarım doğayla birlikte yapılır. Dijital tarımı önerenler geçmişte endüstriyel tarımı dayatanlar ve ondan kazanç sağlayanlar. Şimdi sormak gerekiyor: Bizzat sorunun kaynağı olanlar çözümün parçası olabilir mi? Bütün bunlar küçük çiftçileri daha hızlı bir şekilde topraktan koparacak, tarımın şirketleşmesini hızlandıracak, tekelleşmeye hizmet edecek.
Cumhurbaşkanı geçenlerde “kuraklık için endişelenmeye gerek olmadığını” ifade etti. Buna karşın dünya ve Türkiye için ciddi bir kuraklık tehdidinden söz ediliyor. Bu sene kuraklık ürünleri etkiledi mi?
İklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan kuraklık ve sıcaklık artışları pek çok ürünü etkiledi. Narenciye ve buğday kuraklıktan etkilendi, büyüme sorunu oldu. Ben zeytin üretiyorum, kuraklık nedeniyle zeytinler büyümedi bu sene. Domateste, üzümde de benzer sorunlar var.
Küresel iklim değişikliği her şeyi etkilemeye başladı; susuzluk artıyor, göller kuruyor, yetmiyor akarsuları HES’lerle kapatıyoruz. Buna karşı ciddi bir mücadele yükseltilmeli. Geçmiş yıllarda, örneğin 2017’de yaşanan gıda krizinden daha kötü bir krizin kapıda olduğu söyleyebiliriz, özellikle buğday ve hububat ürünlerinde. Tüm ülkeler kendilerini garanti altına almak isteyeceği için ithalat da çözüm olmaz bu koşullarda. Dışa bağımlılık sonucunda, yerli üretici ürününün para etmediğini görerek üretimden vazgeçecek. Çiftçiler pandemi, kuraklık ve girdilerle baş edemeyecek, haliyle üretim yapamayacak. Çiftçiler desteklenmezse açlıkla karşı karşıya kalabiliriz.
Küçük çiftçinin üretimine devam edebilmesini sağlamak yerine tarımda 4.0, inovatif tarım ve dijital tarım gibi tanımlarla gıdanın belirli şirketlerin elinde toplanması süreci başlatılıyor. Bu, tarımda yeni bir tekelleşmedir. İnsanlığın geleceğinin sermayenin kâr hırsına bırakılamayacağı ne zaman anlaşılacak?
Covid sonrası asıl yapılması gereken hem dünyamızı korumak hem de Covid sırasında kısıtlamalar nedeniyle yerel üreticilerin, yerel toplulukların gördüğü zararı telafi etmek amacıyla desteklemek olmalıydı. Ama ne söylemde ne de bütçede böyle bir yönelim görüyoruz. İklim kriziyle mücadeleye yönelik Paris Anlaşması’na uyum için neler yapılacak, biliyor muyuz? En az Covid kadar büyük bir tehlike kapıda: Ciddi bir kuraklık yaşanıyor bugün. Kuraklık ve kıtlıktan hem üretim etkileniyor hem de hiç bilmediğimiz hayvan hastalıkları ortayı çıkıyor. Covid de üretim ve tüketim ilişkilerinin değiştirilmesi gerektiğine dair doğanın verdiği bir uyarı değil mi? Hâlâ anlaşılmadı bu mesaj. La Via Campesina’nın aralıktaki toplantısında iklim krizi de gündeme geldi. AB’nin iklim krizine yönelik geliştirdiği politikalar üzerinde duruldu. İklim krizinin çözümü gıda egemenliğinin sağlanmasıdır bize göre.
Nasıl?
Bugün şu basit üç sorunun yanıtını vermeli dünya: “Kim üretiyor, hangi yöntemle ve kime üretiyor?” Yanıtlar gıda egemenliğini ortaya koyuyor. Bu da üreticiler ve onların müttefikleriyle birlikte, şirketlerin gıda sistemi yerine halkın gıda sisteminin kurulması meselesidir. Tarımı kendi doğal döngüsüne döndürme mücadelesidir. Mesele sadece çiftçinin geçim derdi değil, aynı zamanda doğayla birlikte sağlıklı gıdalar üretme meselesidir. İşlenmiş ekosistemler ile doğal ekosistemler arasındaki dengeyi yeniden kurabilmek meselesidir. Birbirinden bağımsız köylüler ve çiftçiler parça parça yaşam alanlarını enerji ve maden şirketlerine karşı savunuyor, direniyor. Gıda egemenliği mücadelesi parçalı süren bu mücadeleleri birleştirme çabası aynı zamanda. Böyle bakarsanız gıda egemenliği hem yerelde tarımsal alanda hem de küresel, enternasyonalist düzlemde ekolojik bir mücadeledir.
Tam burada, 2018’in aralık ayında kabul edilen BM Köylü Hakları Bildirgesi’ni hatırlamakta yarar var, öyle değil mi?
BM bildirgesi köylülerin ve çiftçilerin kırsal alanda kendi kararlarını verme ve kendi ekolojik sistemlerini koruma esasına dayanıyor. Türkiye çekimser oy kullandı maalesef. Salgın koşullarında ve yeni salgınlara gebe olan bir dünyada hem insanlığın hem de gezegenin geleceği için ekolojik köylü tarımının kabul edildiği köylü haklarının uygulanması ve bununla ilgili iç hukuk düzenlemesinin yapılması iktidardan talep edilmeli. Bu talebi sadece köylülerin ve küçük çiftçilerin değil, sağlıklı gıdaya ulaşmak isteyenlerin de ortak talebine dönüştürmek gerekli. Bu adım, şirketlerin gıda sisteminin kurulduğu bir dönemde gıdayı üretenlerin ve gıdaya ihtiyaç duyanların halkın gıda egemenliğini inşa etmesinin ilk adımı olarak görülmeli.
İki aya yakındır Hindistan’da çiftçiler ve müttefikleri neoliberal Modi hükümetinin çıkardığı şirket yanlısı ve çiftçi karşıtı yasayı protesto ediyor. Delhi’ye yürüdüler. Yakın tarihin en büyük grevini yaptılar. Bunun sonunda tarım reformu askıya alındı. Tarihi eylemi izlediniz mi?
Hindistan’da, bizdeki tarımda dönüşüm gibi, Modi hükümetinin tarım reformu adı altındaki girişimlerine çiftçiler karşı çıktı. Eylemleriyle, yürüyüşleriyle, direnişleriyle, örgütlenmeleriyle, kararlılıklarıyla, grevleriyle tarım reformunu askıya aldırmayı başardılar. Bu “reform” küçük çiftçilerin topraksız kalmasına yol açacaktı. Hindistan’da da çiftçiler ağır borç yükü altında. Bütün dünyanın küçük çiftçilerine örnek oldular bu eylemleriyle. Daha önce de Güney Kore ve Brezilya gibi ülkelerde küçük çiftçiler benzer kitlesel eylemler yapmıştı. Görünen o ki, neoliberal tarım politikaları uygulandıkça çiftçilerin eylemleri de artacak.
Neoliberal tarım politikaları ve yaşanan sorunlar neredeyse tıpa tıp aynıyken, Türkiye’de çiftçilerin talepleri neden böylesi kitlesel eylemlerle ifade edilemiyor?
Çünkü Türkiye’de çiftçilerin örgütlenme geleneği yok. 1950’den başlayarak endüstriyel tarıma geçişe uygun yapılar oluşturulmuştu. Kooperatifler bile devlet vesayeti altındaydı. Destekleme alımları yapılıyor, taban ve tavan fiyatları uygulanıyordu. Faizler düşüktü, girdi sübvansiyonları vardı. Bu ve benzeri uygulamalar devletle bağlantılı olduğu için çiftçiler bağımsız örgütlenme geleneği oluşturamadı. Liberal politikalarla devlet tarımdan çekilmeye başlayınca çiftçi bunu geçici bir durum olarak algıladı. Bugün yeni yeni algılanmaya başladı olup bitenler. Biz de onun için örgütlenme yapımızı değiştirdik, hızlı hareket edebilen ve tüm çiftçileri kapsayan bir niteliğe kavuştuk. Çiftçi kendisinden başka sorununu çözecek kimse olmadığını anladıkça itiraz da yükselmeye başlıyor. Farklı yerlerden farklı sesler çıkmaya başladı. Santrallere, HES’lere, altın şirketlerine direnenler, Ankara’ya gelip muhatap arayan çiftçiler, yükselen sesler çoban ateşleri gibi şimdilik.
En az Covid-19 kadar büyük bir tehlike kapıda, ciddi bir kuraklık yaşanıyor. Kuraklık ve kıtlıkla birlikte hem üretim etkileniyor hem de hiç bilmediğimiz hayvan hastalıkları ortayı çıkıyor. Covid de üretim ve tüketim ilişkilerinin değiştirilmesi gerektiğine dair doğanın bir uyarısı değil mi?
Konfederasyon olarak değil tek bir sendika olarak devam etme kararı aldınız. Neden böyle bir tercih yaptınız, hedefleriniz neler?
Örgütlenme serüvenimiz tarım politikalarındaki değişikliklerden bağımsız değil. 41 yıl önce 24 Ocak kararlarıyla, yani liberal politikalarla beraber devletin tarımdan çekilmesi talep edildi. 1999-2001 arasında IMF ve Dünya Bankası, bize tarımda dönüşüm programını dayattı. Bunlarla birlikte özelleştirmeler oldu. ÇAYKUR ve TEKEL örnekleri gibi. Bu dönemde, 2004’ten başlayarak saldırıları önlemek için ürün bazında sendikalar kurmuştuk. 2008’de Üzüm Üreticileri Sendikası, Tütün Üreticileri Sendikası, Fındık Üreticileri Sendikası, Ayçiçeği Üreticileri Sendikası, Hububat Üreticileri Sendikası, Zeytin Üreticileri Sendikası ve Çay Üreticileri Sendikası olmak üzere yedi sendika Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurduk. 2009’da devlet kapatma davası açtı. İptali için açtığımız dava 2013’te Yargıtay tarafından kabul edildi. Böylece, çiftçilerin sendika kurma hakkını kazandık. Bu, yalnızca Çiftçiler Sendikası için değil, tüm Türkiye çiftçileri için bir kazanımdır.
Tarımdaki değişimi ve çiftçilerin mevcut durumunu düzenlediğimiz konferansta yeniden değerlendirerek, 2020 şubatında tek bir sendikaya dönüştük ve Çiftçiler Sendikası’nı (Çifti-Sen) kurduk. Merkezimiz İzmir’de. Üretim yapan tüm çiftçileri üye yapabiliyoruz artık. Eskiden bileşen sendikaların dışındaki üreticileri üye yapamıyorduk. Gelin görün ki, biz örgütlenmeyi dönüştürdük, hemen ardından Covid-19 salgını baş gösterdi. Kongremizi yaptığımız gün de İzmir depremi oldu. Araya hasat girdi. Şimdi bölgelerde örgütlenme çalışmalarına hız vereceğiz ve köy komitelerinin kurulmasını sağlayarak üye sayımızı artıracağız. Şirketlerin gıda sistemine karşı, halkın gıda sistemini kuracak bir mücadele içindeyiz. Bunun için de çiftçilerin sendikalaşması gerekiyordu. Belirli ürünler altında örgütlenmiş değil, kendi yerel tohumlarını üretenler, göçerler, çobanlar, balıkçılar, küçük çiftçilerle birlikte mücadele eden bir yapı olacağız. Sermayenin tarım politikalarına karşı mücadele kolektif bir emekle ve dayanışmayla yürütülebilir. Bunu yalnızca Türkiye’deki küçük aile tarımı yapan çiftçilerle değil, kapitalizmin tarımsal üretimi ve gıdayı kontrol etme politikalarından etkilenen dünyadaki tüm çiftçilerle birlikte başarabiliriz.