2 Ocak’ta gece yarısı kararnamesiyle Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum-rektör Melih Bulu, 15 Temmuz’da, sabaha karşı cumhurbaşkanı kararıyla görevden alındı.
Türkiye’de akademik özgürlük mücadelesi 1980 sonrasında YÖK’le cisimleşen uzun bir tarihçeye sahip.
2016’da Barış Akademisyenleri’nin hedef gösterilmesi ve birçoğunun yargılanması, 15 Temmuz sonrasında yayımlanan KHK’lerle birçok akademisyenin çalışma haklarının elinden alınması bu özgürlükler adına büyük hasarlara yol açmıştı. Boğaziçi Üniversitesi rektör seçimlerinin hiçe sayıldığı 2016’da atanan ilk kayyum-rektörün ardından, 2021’in ilk günlerinde üniversiteyle hiçbir alâkası olmayan, akademik kariyeri intihal üzerine kurulu Melih Bulu’nun bu köklü kuruma tepeden rektör olarak atanması bu tarihçenin yeni halkaları arasındaydı.
Melih Bulu’nun yerine vekaleten atanan Naci İnci’nin ilk icraatlarından biri, Boğaziçi’nde 2007’den beri hocalık yapan Can Candan’ın görevine son vermek oldu.
Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Film Programı’nda öğretim üyeliğinin yanısıra belgesel filmleriyle tanınan Candan, akademik özgürlükler mücadelesini de uzun zamandır kayıt altına alan bir sinemacı. Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne sırtlarını dönerek geçtiğimiz cuma (16 Temmuz) 133. kez nöbetlerini tutan öğretim üyelerinin direnişin sembollerinden biri haline gelen eylemlerini de günbegün kaydeden Can Candan, her gün aynı saatte Güney Meydan’da beliren akademisyenlerin “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” sözünü tüm Türkiye’nin ve dünyanın kayyum-rektör zihniyetine tanıklık etmesini de mümkün kıldı.
16 Temmuz’da, akşam saatlerinde Twitter hesabından Naci İnci’nin Can Candan’a ilettiği işine son verme gerekçesini “Yorumu ve değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum” diyerek paylaşmasının ardından, #CanCandanYalnızDeğildir #TümKayyumlarGidecek sesleri çığ gibi büyüdü. Bu sene SİYAD’ın Onur Ödülü’ne layık görülen Can Candan’la hem Boğaziçi’ndeki direnişin geçmişini ve geleceğini hem de hak mücadelelerini konu alan belgesellerini ve belgesel sinemanın gücünü konuştuk.
Kayyum-rektör Melih Bulu’nun yerine geçen vekil kayyum Naci İnci, 2007’den beri çalıştığınız Boğaziçi Üniversitesi’ndeki görevinize son verdi. Size yazılı olarak iletilen, sizin de sosyal medyada paylaştığınız bu kararda bazı karalayıcı ithamlar da var. Akademisyen nöbetini başından beri belgelemeniz de bu kararı tetiklemiş görünüyor. Yapılanı ve yapılmak isteneni siz nasıl yorumluyorsunuz? Feyzi Erçin’le başlayan sürecin ikinci adımında sizi hedef almaları, Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki akademisyenlere yönelik yeni tutumların da habercisi mi sizce?
Can Candan: Evet, vekil Naci İnci’nin Boğaziçi Üniversitesi’ni yönetemediğinin ve hiçbir zaman da yönetemeyeceğinin kanıtı olan, hukuksal anlamda bir sürü hak ihlâli ve usulsüzlük içeren yok hükmünde bir yazı bu. Tarihi bir belge, Boğaziçi Üniversitesi tarihinde kara bir sayfa. Boğaziçi’nde altı buçuk aydır sürmekte olan direnişin onları ne kadar rahatsız ettiğinin, hak ihlâllerine ve Boğaziçi’ne zarar vermeye devam edeceklerinin ve de tüm söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuzun bir göstergesi. Biz ne ilkelerimizden, ne temel hak ve özgürlüklerimizden, ne Boğaziçi’nden, ne de tüm Türkiye’nin gençlerinin kurumsal olarak özerk, akademik olarak özgür, şeffaf ve demokratik kamu üniversitelerinde dünya standartlarında öğrenim görme haklarından vazgeçeceğiz. Sevgili Feyzi (Erçin) ve ben Boğaziçi’nde sinema derslerimizi vermeye devam edeceğiz. Onun için, bugün itibarıyla195 gündür “Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” diyoruz ve demeye devam edeceğiz.
Melih Bulu’nun görevden alınması haberini nasıl aldınız?
Atanmış rektörün istifa etmek istediğine, ancak reddedildiğine dair çeşitli duyumlar alıyorduk, ama gerçek olup olmadığını bilmiyorduk. Bildiğimiz şuydu: Bu kişi üniversiteyi yönetemiyor. Bunun bir kısmı kapasitesiyle ilgiliydi, bir kısmı da kapasitesinden bağımsız olarak atanmış birine karşı çıkacağımız içindi. Bir şeyler olacağını bekliyorduk, ama 15 Temmuz sabahı bu haberin gelmesi sürpriz oldu. O sabah telefonumu açınca yüzlerce mesaj gördüm. Böyle durumlarda genelde kötü şeyler olur, ama bu çok güzel bir haberdi, çok net bir kazanım. Boğaziçi bileşenlerinin altı aydan uzun süre günlük olarak bir araya gelmesi, bunu istikrarlı bir şekilde yapması, sayıların azalmaması önemli. Biz akademisyenler olarak bundan sonraki günlerde bir kişi bile olsa bu nöbete devam edeceğiz. 15 Temmuz’daki hava çok şenlikliydi, aslında resmi tatil olduğu için nöbet tutulmayacaktı, ama haberi aldıktan sonra bir grup insan kampüste toplaştı. Kampüse giriş kısıtlamalarının kaldırılmasıyla mezunlar, öğrenciler ve bizler rahatlıkla girdik, tek giremeyen basın mensupları oldu. Gazeteci özgürlüğüne dair bu kısıtın genel sekreterliğin kararı olduğu ortaya çıktı. Kim bu kişi? Nisan ayında atanmış, Boğaziçili olmayan bu kişi binlerce Boğaziçi mensubu hakkında böyle bir karar verme yetkisini kendinde buluyor.
“Çok net bir kazanım” dediniz. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?
Bu bir voleybol maçı gibi, bu seti aldık, ama mücadele devam ediyor. Melih Bulu gitti, ama getirdiği bir sürü kişi var. Onların da gitmesi ve bizim üniversite yönetimini tekrar irademizle ve seçimle belirlememiz gerekiyor, bu da ciddi bir mücadele gerektiriyor. İtirazımız zaten Melih Bulu’ya değildi, Melih Bulu’nun atanmış biri olmasınaydı. Uygun gördüm, atadım, uygun gördüm, aldım. Neden peki? Cumhurbaşkanı olarak kamu görevinde olan birisin, ya senin ya da ilgili kurumların açıklama yapması lâzım. Şimdi YÖK 2 Ağustos’a kadar geçerli yeni bir iş ilanı açmış durumda, o tarihe kadar başvurular alınacak. Bu, Ekim 2020’deki Boğaziçi Rektörlüğü iş ilanının ikinci versiyonu. Biz üniversiteyi ancak bizim yönetebileceğimizi söylüyoruz, ilan prosedürü buna tamamen zıt. Rektörün seçimle göreve gelmesi talebimize devam edeceğiz.
16 Temmuz Cuma, Melih Bulu’nun ardından Boğaziçi Üniversitesi 133. Akademisyen Nöbeti açıklamasını öğretim üyesi Esra Mungan okuyor.
Bu süreçte akademisyenler olarak bir hasar tespit raporu da hazırladınız.
Gerçekleşen hasarları kamuoyuyla paylaşabilmek için kayıt altına almak önemli. Hasarların ilki Melih Bulu’nun atanması. Ardından yeni fakültelerin kurulması. Kurulduğu iddia edilen hukuk fakültesinin başına dışarıdan Selami Kuran adında bir kişinin dekan diye atanması. Melih Bulu’nun kendisini önce vekaleten iletişim fakültesine dekan olarak ataması, sonra onun yerine rektör yardımcılığını da kabul eden Fazıl Önder Sönmez’in gelmesi. Bir gecede kurulan hukuk fakültesine dışarıdan bir temsilci atandı, Muzaffer Eroğlu adında bir kişi bir anda senato toplantısında beliriverdi. Sen nasıl seçildin? Normalde her fakültenin öğretim üyelerinden oluşan bir fakülte yönetim kurulu içlerinden bir profesörü senatoya temsilci olarak yollar. Ama ortada bunların hiçbiri yok, bu hukuksuz işler de hasarın bir parçası. Zaten davalar açtık. Ayrıca, seçimle gelmeyen bu kişiler senatoda mükerrer oy kullanmaya kalktılar. Seçilmiş senato üyelerinin yanında azınlıkta olup mükerrer oy kullanarak dengeyi bozmaya çalışan akademik ahlâktan yoksun kişiler bunlar. Bu süreçte seçtiğimiz sosyal bilimler ve fen bilimleri enstitülerinin müdürleri de bu yönetim tarafından atanmadı, onların yerine rektör yardımcıları kendilerini atadı.
Bu bir voleybol maçı gibi, bu seti aldık, ama mücadele devam ediyor. Melih Bulu gitti, ama getirdiği bir sürü kişi var. Onların da gitmesi ve bizim üniversite yönetimini tekrar irademizle ve seçimle belirlememiz gerekiyor, bu da ciddi bir mücadele gerektiriyor.
Üniversite bünyesindeki çeşitli oluşumlar da bu süreçte hasar gördü.
Evet, örneğin LGBTİ+ kulübünün Ankara’dan kapatılması. Bir nefret kampanyası düzenlenerek LGBTİ+ varlığı ve resmiyeti Boğaziçi Üniversitesi’nden silinmeye çalışıldı, Melih Bulu da bu kampanyaya bizzat katıldı. Tabii bir kulübü fiilen değil, ancak kâğıt üzerinde kapatabilirsiniz. Bu kulüpte aktif olan öğrenciler bir anda ortadan kaybolmadı, çalışmalarına, etkinliklerine devam etti. Bütün öğrenci kulüpleri dayanışma açısından müthiş bir eylem gerçekleştirdi ve birçok öğrenci kulübünün logosu gökkuşağına döndü. Onun dışında, 2012’den beri faaliyet gösteren bir Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’muz var. İlişkili ofiste bu alanda profesyonel eğitim almış bir arkadaşımız, Cemre Baytok, uzman olarak çalışıyordu. Kendisini ücretsiz izine çıkartarak, sonra da işine son vererek o ofisi kapattılar. Fazıl Önder Sönmez, cinsel tacizi önleme birimimizin arşivindeki tüm başvurulara dair e-postaları kendi sekreterine aktarttı. Cinsel tacize dair bir olay yaşayan birinin bir uzmanla yapmış olabileceği tüm özel yazışmalar şu anda bu rektör yardımcısının elinde. Bu korkunç bir şey, müthiş bir hak ihlâli. LGBTİ+ Araştırmaları Kulübü’nün kapısının kilidi değiştirildiğinden onlarla aynı odayı paylaşan Kadın Araştırmaları Kulübü de 1 Şubat’tan beri ofisini kullanamıyor. Hasar olarak okulun içindeki sivil polisleri, kampüsün etrafında ağır silahlarla devriye gezen üniformalıları, okulun etrafında hâlâ duran bariyerleri sayabiliriz. Daha da önemlisi, bizleri korumakla görevlendirdiğimiz okulun özel güvenlik birimi, kampüs içindeki sivil polislerle birlikte bizlere karşı çalışıyor.
Okulun güvenlik biriminin fiziksel şiddet konusunda polisin yerine geçtiği çok sayıda olay oldu.
Darp anlarında çekilen videoları da kanıt olarak kullanarak suç duyurusunda bulunuyoruz. Suç işleyenlerin kim olduklarını biliyoruz. Böyle bir şeyin kabul edilebilir olmadığını nöbetlerdeki açıklamalarımızda ve her yerde birçok kez söyledik. Bu mesele bu okulun yönetiminin, işleyişinin bir parçası. Şu an vekaleten atanan Naci İnci’den ayrı bir mesele değil. Okul yönetiminde doğru düzgün insanların olması bu meseleyi de çözecek. Suç işleyenler ve görevlerini düzgün yapmayanlar Boğaziçi’nde kalamayacak. Melih Bulu’nun gitmesi olumlu bir değişiklik. Şu anda mezunlar kart gösterip girebiliyor. Yaşam alanlarımızın kısıtlanması ve kontrol altında tutulması, öğrencilerin kampüs içinden, kaldıkları ev ve yurtlardan gözaltına alınması, bir kısmının bir süre tutuklu kalması ciddi hasarlardı. Çoğunun tutuksuz yargılanma süreçleri devam ediyor. Bazı öğrencilerin yurtdışına çıkış yasağı da var, aldıkları bursları kullanamaz duruma geldiler. Her yerde güvenlik kamerası var. Bu kameralar nereye bağlı? Doğrudan emniyete mi bağlı, okul içinde mi kayıt tutuluyor? Üniversite içinde öğrencilere dönük olarak birtakım disiplin soruşturmaları açılmaya başladı. Öğrencilerin soruşturma dosyalarına giren birtakım video kayıtlarında insanların mahremine girecek şekilde bazı kayıtlar yapıldığını öğrendik. Bu zaten başlı başına bir hak ihlâli ve hasar. Bunların dışında akademik özgürlüklere müdahale var, en somut örneği yıllardır üniversitemizde ders veren Feyzi Erçin’in yaz okulunda vereceği, bölümü ve fakültesi tarafından kabul edilen dersin Naci İnci’nin kararıyla iptali. Boğaziçi’nde bir bölümde kimin ne ders vereceğine bölüm kurulu karar verir, kararı ilgili fakülteye yollar, karar fakülte kurulundan geçtiğinde, akademik özgürlükler çerçevesinde, bu süreç bitmiştir. Rektör makamının onaylaması artık formalitedir. Şu an Naci İnci’nin yaptığı gibi “Ben uygun görmüyorum, bundan sonra bu kişi bu okulda ders veremez” diyemez. Böyle bir hakkı yok. Çatışmasızlık, uyum, müzakere gibi yöntemler varken, tepeden inmeci davranılıyor. Son senato toplantısı dokuz buçuk saat sürdü. Dört saat boyunca hukuk fakültesinin yükseltme kriterlerini dayatmaya çalıştılar. Bu da bir mobbing ve prosedürel şiddet örneği.
Bir nefret kampanyası düzenlenerek LGBTİ+ varlığı ve resmiyeti Boğaziçi’nden silinmeye çalışıldı. Tabii bir kulübü ancak kâğıt üzerinde kapatabilirsiniz. Bu kulüpte aktif olan öğrenciler bir anda ortadan kaybolmadı, etkinliklerine devam etti. Bütün öğrenci kulüpleri dayanışma açısından müthiş bir eylem gerçekleştirdi ve birçok öğrenci kulübünün logosu gökkuşağına döndü.
Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışan bir akademisyen olarak altı aydan uzun süredir atanmış rektöre karşı yapılan direnişi belgelediniz. Direnişte üstlendiğiniz farklı roller bir karmaşa yarattı mı?
Sanatsal üretimim ile akademisyenliğimi birbirinden ayırmıyorum, ikisi birbirini besliyor. Direnen ve nöbet tutanlardandım, ancak bu işlerden pratik anlamda anlayan biri olarak fotoğraf ve video aracılığıyla tanıklık da yaptım, kaydını da oluşturdum ve paylaştım. Akademik özerklik, özgürlük, demokrasi, hak mücadelelerinin içinde bir süredir kameramla varım, ama bu da benim için yeni bir pratik oldu. İlk günlerdeki nöbetlerde salgından ötürü yoktum, ancak daha ilk haftada orada bulunmam gerektiğini gördüm. Ortada performatif bir durum var, hocalar cüppelerini giyiyor, belli bir saatte orta meydanda beliriyor. Ben de belli açılardan fotoğraf ve videolarımı çektikten sonra alkış kısmına dahil oluyorum. Çektiklerimi hızlıca elden geçirip basına da yolluyorum. Nöbeti kamuoyuyla paylaşabilmek için oranın, uçan kuşların ve tepeden geçen helikopterin görüntüsüne ve sesine gereksinim mevcut. Bunun dışında hem neler yaşandığına dair bir bellek oluşuyor hem de bu arşivi kullanarak farklı üretimlerde bulunabilecek başka sanatçılar için bir malzeme birikiyor. Özetle, bu kaydetme çabası da nöbetin bir parçası oldu. Bu sürecin kolektif yönünden de bahsetmek isterim. Bu direniş herkesin katkısıyla ortaya çıktı. Ben birikimimle, alet edevatımla bir katkı sunuyorum. Boğaziçi TV, o meydanda dikilen akademisyenler, meslektaşlarım başka bir katkı sunuyor. Herkes bir yerinden tutuyor, birlikte üretiyoruz orada da. Performatif ve uzun süren bir direniş sergiliyoruz. Örneğin, öğrencilere rektörlük tabelasının üstüne “Kayyumluk” yazısı yapıştırdıkları için soruşturma açıldı. Akademisyenler olarak bunun öğrencilerimizin ifade özgürlüğü kapsamında barışçıl bir protesto eylemi olduğunu söyledik ve aynı eylemi biz üzerimize alarak devam ettirdik. Cüppe, şemsiye, çadır, her gün direnişin gün sayısını belirten karton yazı, bunlar da kolektif performatif üretimin maddi kültür objeleri… Ortada ritüeller, objeler, kolektif bir performans var.
Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu ofisinin kapatılmasının ardından öğrenciler açıklama yapıyor.
Bir nöbet gününü hem kendiniz hem de diğer akademisyenler açısından tarif eder misiniz? Kayıtları yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?
Akademisyenlik başa bela bir iş, hiçbir zaman işyerini kapatıp çıkamıyorsunuz. Pandemi döneminde çalışma saatiyle çalışmama saati birbirine karıştı. Dersler geçen seneden beri internet üzerinden, dolayısıyla zamanımın çoğu evimdeki bir odada geçiyor. Nöbetlerle birlikte evden çıkmaya başladım, birçoğumuz için o tıkılıp kalma hali kırılmış oldu. Her gün evden çıkıp aynı yollardan geçerek kampüse gidiyorum, bu bir ritüele dönüştü. Tam öğlen vakti orada olmak hayatımın bir parçası haline geldi, olmadığı zaman bir gariplik hissediyorum. Eskiden hocalar olarak yemekhanede buluşup sohbet ederdik, şimdi nöbetin etrafında sosyalleşiyoruz. Orada öğrencilerle de buluşuyoruz, ekranda gördüğümüz bazı yüzlerle fiziksel olarak tanışmamız mümkün oluyor. Çekimleri cep telefonumla yapıyorum. Öğrencileri özellikle çekmiyorum, çünkü hem temsiliyet hem de izin almadan birilerini afişe etmek anlamında sıkıntılı. Kendimi video aktivist olarak da görmüyorum, gaz maskemi takıp olayın içinde olmak gibi bir pratiğim yok. Nöbetler bence bir belgeselci-katılımcı gibi birinci şahıs üzerinden anlatılamayacak, kolektif olarak yapılan eylemler. Bazen nöbet sonrasında, örneğin kadın akademisyenlerin 8 Mart’ta atanmış rektörün kendilerine yolladığı hediye paketlerini iade etmesi ya da mezunların beş bin imzalı dilekçelerini orta meydana serdiği olayları da kaydediyorum. Yapmaya çalıştığım şey bir paylaşma faaliyeti, orada ne kadar çok olduğumuzu ve ne kadar dirayetli durduğumuzu gösterebilmek, görsel ve işitsel olarak anlatabilmek. Nöbetlerin dışında, haberin bize ilk ulaştığı zamandan itibaren akademisyenler olarak geniş katılımlı haftalık forumlar düzenliyoruz. Bu toplantılara tabii Gürkan Kumbaroğlu, Naci İnci ve Fazıl Önder Sönmez gibi rektörle işbirliği yapan akademisyenler katılamıyor.
Üç ilke: Birincisi, üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki ya da baskısına maruz kalmaması. İkincisi, özerklik için üniversitelerde karar alma yetkisinin demokratik yöntemlerle seçilmiş kurullarda olması. Üçüncüsü, bilimsel özgürlük için akademik programların öğretim elemanlarınca ve/veya üniversite kurullarınca belirlenmesi.
Başladığı günden bugüne, eylemin nasıl bir etki yarattığınızı düşünüyorsunuz?
Öncelikle, bu sembolik açıdan da ilkeli bir duruş. O meydanda “Kabul etmiyoruz ve vazgeçmiyoruz” dedik, ardından üniversite senatosunun 2012’de kabul edip yayınladığı üç ilkeyi okuduk. Birincisi, üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki ya da baskısına maruz kalmaması ve siyaset aracı olarak kullanılmaması, bilimsel ve toplumsal gelişim açısından vazgeçilmezliği. İkincisi, özerklik için üniversitelerde karar alma yetkisinin demokratik yöntemlerle seçilmiş kurullarda ve akademik yöneticilerde olması. Rektör, dekan, enstitü müdürü, yüksekokul müdürü, bölüm başkanı gibi akademik yöneticilerin atamayla değil seçimle belirlenmesi. Üçüncüsü, bilimsel özgürlük için özerk anayasal kurumlar olan üniversitelerin akademik programlarının ve araştırma politikalarının öğretim elemanlarınca ve/veya üniversite kurullarınca belirlenmesi. Bu değerlerin bu atamayla açıkça ihlâl edildiğini söyledik. Nöbetin kâğıt üzerinde duran bu ilkelerin bedensel bir ifadesi de olduğunu düşünüyorum. İlkeli duruşun yanında bir ısrar da mevcut, Türkiye’de akademisyenlerin bu kadar ay boyunca böyle bir performans sergilemesi pek görülmüş bir şey değil. Konda’nın mart ayında yaptığı bir kamuoyu yoklamasında, toplumun üçte ikisinin bu direnişi desteklediği ortaya çıktı. Nöbetin ve görsellerle temsilinin bu algının oluşmasında bir etkisi olduğuna inanıyorum.
Melih Bulu’nun atanması öncesindeki süreçte neler oldu?
Bizler Gülay Barbarosoğlu’nu 13 Temmuz 2016’da rektörümüz olarak seçtik. Ben de kendisiyle özellikle Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu’nun kurulma ve sinema salonumuzun tasarım ve inşa edilme sürecinde yakın çalışan birisiydim. Sonra 15 Temmuz oldu, OHAL dönemi başladı ve seçilmiş rektörümüz atanmadı. Burada kadın rektör konusunun altını çizmek isterim. Boğaziçi’ne geldiğim zamanki rektör Ayşe Soysal’dı, Gülay Barbarosoğlu da ikinci kez rektör olarak seçilmişti. Melih Bulu dışarıdan, tanımadığımız biri olmasının yanı sıra bir erkek… Seçilmiş kadın rektörümüzün yerine Mehmed Özkan’ın atanması da kabul edilebilir bir şey değildi. Gülay Hoca kendisinin atanmayacağını, yerine rektörlük ekibinde kendisiyle çalışan Mehmed Özkan’ın atanacağını söyleyerek bu kişiyi kabul etmemizi istedi. O olağanüstü hâl döneminde direnmek ve alternatif üretmek çeşitli sebeplerle mümkün olamadığı için akademisyenlerin çoğu Mehmed Özkan’la geçirilecek bir rektörlük dönemini kabul etti. Bu zorunlu bir evlilikti, akademisyenlerin çoğundan güvenoyu almasının bir nedeni de birçok üniversitenin rektörü Barış Akademisyenleri ve muhalifler listeleri hazırlayıp yüzlerce meslektaşımızın tasfiyesini sağlarken Mehmed Özkan’ın bizi ve kurumu koruyacağına dair söz vermesiydi. Onun rektörlüğü döneminde bir sürü ödün de verildi, kuruma zarar gelmemesi için öz-sansür yapanlar oldu, motivasyon düştü. Örneğin, LGBTİ+ kulübünün adaylık statüsünün süresi dolmuştu, hayatına resmi kulüp olarak devam edecekti, ancak bu onaylanmadı ve biz bir şey yapamadık. Tarih bölümündeki yabancı hocalarımızdan Noémi Lévy-Aksu’nun sözleşmesi yenilenmedi ve maalesef onu da koruyamadık. Bu, Boğaziçi tarihinde çok içimi acıtan kara bir sayfadır.
Film müziği dersleri veren öğretim görevlisi Feyzi Erçin’in görevine son veren Melih Bulu’nun kapısı önünde yapılan eylemden…
Barış Akademisyenleri sürecinde Boğaziçi’ndeki dinamikler nasıldı?
İmzacı 1128 akademisyen arasında en çok temsil edilen kurum Boğaziçi Üniversitesi. Aramızdan bir arkadaşımızın, Esra Mungan’ın hapsedilmesi büyük tepkilere yol açtı. Kimileri elbette metni beğenmeyebilir, ama o dönemde gerçekleşen saldırılar imzacı olmasa da akademisyen kimliğinin altını doldurabilenlerin tepkisine yol açtı ve bu da dayanışmayı getirdi. Dayanışmanın yanında ses çıkarmama ve dikkat çekmeme psikolojisi de vardı. Şimdi o hissiyattan ve sıkışmışlık halinden kurtulduk. Üniversiteye, bileşenlerle ilişkilerimize, akademik özgürlüğe dair hiç tartışamadığımız şeyleri tartışır olduk. Barış Akademisyenleri davasından herkes beraat etti, ama arkada büyük bir kayıp oluştu. İşinden ve kazanılmış haklarından olanlar, pasaportlarına el konanlar, yurt dışına gitmek zorunda kalanlar, ülkelerine dönemeyenler, sağlığını kaybedenler ve sevgili Mehmet Fatih Traş’ın intiharı. Süreç daha bitmedi, bu kadar insana yapılan haksızlıkların tazmin edilmesi gerekiyor. İlk aşamada, hâlâ devam etmekte olan cezalandırılmanın ve mağduriyetlerin sona erdirilmesi gerekli. İkinci aşamada, geriye dönük olarak tazminat süreci başlamalı. Ölenleri geri döndürmek, insanlara sağlıklarını geri vermek mümkün değil, ama olabilecek kadarı da hakkıyla yerine getirilmeli, arkadaşlarımız işlerine ve pozisyonlarına iade edilmeli. Bugün Boğaziçi’nde yaptığımız direnişin günün birinde buna katkısı olacağına inanıyorum.
O dönem direnmek ve alternatif üretmek çeşitli sebeplerle mümkün olamadığı için akademisyenlerin çoğu Mehmed Özkan’ın rektörlüğünü kabul etti. Özkan’ın güvenoyu almasının nedeni kurumu koruyacağına söz vermesiydi. Rektörlüğü döneminde bir sürü ödün verildi. Bu, çok içimi acıtan kara bir sayfadır.
Melih Bulu’nun atanması haberini nasıl almıştınız?
Ekim 2020’de mesaimize evlerimizden devam ederken YÖK’ün Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör arayışına dair bir iş ilanı çıktığını gördük, garip bir durumdu, zira bizim dışımızda bir süreç işliyordu. Salgın döneminde internet üzerinden yapılan akademik genel kurullarımızdan birinde bu meseleyi de sorduk. Mehmed Özkan hem kendisinin bu ilana başvurduğunu hem de üniversiteden iki kişinin daha başvuru yaptığını bildiğini söyledi. Buna şaşırdık. Böyle bir başvuruyu yapan kim olursa olsun sürecin aramızda tartışılması gerekiyordu. O genel kurulda dışarıdan başvuranlardan biri olarak ilk defa Melih Bulu’nun da ismini duyduk. O dönem maalesef bir seçim komisyonu kurup kendi seçimimizi yapamadık, bekledik… Yılbaşı tatilinde Melih Bulu sürprizi ile karşılaştık, çoğumuz Mehmed Özkan’la oluşturulan o garip dengenin devam edeceğini varsayıyorduk. İyi ki öyle olmadı, iyi ki Melih Bulu atandı. O zoraki evlilik bitti, Boğaziçi’nin üzerine serpilen ölü toprağı kalktı. Kel alâka, liyakatsiz birinin atanması bardağı taşıran son damla oldu. Öğrencilerin müthiş tepkisi de akademisyenlere ilham verdi. Burada bir kamu üniversitesine işgal ve saldırı söz konusu. Bu kişi, değil rektör, burada herhangi bir akademik pozisyonu hak etmeyen biri. İntihal iddiaları ortada. Bir mezunumuz olmasının da önemi yok, Harvard’ın rektörü de atansa yine aynı sıkıntı ortaya çıkardı. Bu atamanın dahil edilmediğimiz bir süreç sonunda gerçekleşmesini kabul etmiyoruz. Direnişimizi de bu konudaki haklılığımızın üzerine kurduk, bunu da kamuoyuna iyi ifade edebildiğimizi düşünüyorum.
2008 tarihli 3 Saat: Bir ÖSS Belgeseli, “Okula gitmek bir ayrıcalık değil, haktır” cümlesiyle başlıyor. Boğaziçi’ne yapılan saldırı aslında bu cümleye de yapılan bir saldırı. O belgesele hangi motivasyonla başladınız?
Belgesellerim hep farklı hak mücadelelerine dair. Filmlerimde insanların neler yaşadığının ve çeşitli hak mücadeleleri içinde kendilerini nasıl konumlandırdıklarının üzerine gitmeye çalıştım. Belli bir hak mücadelesine dair film yapma motivasyonuyla yola çıkmıyorum, tıpkı Boğaziçi direnişinde olduğu gibi, hayat yolculuğunda rast geldiğim birtakım karşılaşmalara tepki veriyorum. 1997’de dövizli askerlik için ABD’den kısa süreliğine Burdur’a geldim. Zorunlu askerliğe karşıyım, vicdani retçi olabilmek isterdim, ama o dönem böyle bir şeye cesaret edemedim. Oraya gelenler ya Avrupa’da yaşayan ikinci veya üçüncü nesil göçmen çocukları ya da benim gibi yurt dışında yaşayan akademisyenlerdi. 3 Saat’i birlikte yaptığımız Serdar Değirmencioğlu ile orada tanıştım. 2000’de Türkiye’ye dönüp Bilgi Üniversitesi’nde işe başladım, Serdar da o sırada ODTÜ’den Bilgi’ye geçmişti. Akademisyenler olarak ÖSS denen üniversite duvarının öbür tarafındaydık ve en temel yüksek öğretim haklarına sahip olmak isteyen birçok öğrenci o duvarda takılıp kalıyordu. O duvarı aşabilen genç insanlar da karşımıza yorgun argın, hayattan bezmiş bir şekilde geliyordu. Bunun ne kadar ciddi bir hak ihlâli olduğunun farkındalığıyla herkesin bildiği, ama kimsenin konuşmadığı ve değiştirmek için bir şey yapmadığı bu meselenin üzerine bir belgesel film yapmaya karar verdik.
Çoğumuz Mehmed Özkan’la oluşturulan o garip dengenin devam edeceğini varsayıyorduk. İyi ki öyle olmadı, iyi ki Melih Bulu atandı. O zoraki evlilik bitti, Boğaziçi’nin üzerine serpilen ölü toprağı kalktı. Öğrencilerin müthiş tepkisi de akademisyenlere ilham verdi.
3 Saat’te, 2004 senesinde üniversite sınavı sürecindeki altı genci takip ediyorsunuz. O dönem konservatuvara girmeye çalışan Yunus’u görünce pandemide intihar eden onlarca müzisyeni hatırlamamak mümkün değil. Keza, üniversite mezunlarının yaygın işsizliğini…
İşiniz olsa bile emeğinizin karşılığını alıyor musunuz? Örneğin, ben 21 yıllık bir akademisyenim ve ABD’de birlikte mezun olduğum arkadaşlarım benim maaşımın 30 katını kazanıyor. İnsanlar geleceklerinden ümitli değil, ama iş bulsanız bile düzen size emeğinizin karşılığını vermiyor, zira ülkenin kaynakları farklı şekillerde hak etmeyenlere dağıtılıyor. Akademinin kendi iç sorunları dışında, öğrencilerin geleceğe dair büyük sıkıntıları mevcut. Yapılan araştırmalar büyük bir çoğunluğun dışarıya kapak atmaya çalıştığını gösteriyor. Boğaziçi direnişinin bu kadar güçlü olmasının, özellikle öğrencilerin bu kadar ön planda olmasının en büyük sebeplerinden biri de bu: “Yeter artık” diyorlar. Ve bize göre çok daha cesurlar. Biz buradan atılsak yaşamımızı başka bir şekilde devam ettiririz, ama genç insanların geleceklerine bir saldırı söz konusu. Bu ihlâller ve hak mücadeleleri devam ettiği sürece bu belgeseller de eskimiyor. Hem bir bellek oluşturuyor hem de bugüne dair bir şey söylemeye devam ediyor. Benim Çocuğum da öyle. Bitireli sekiz sene oldu, ama oradaki meseleler daha da kanayan yaralar haline geldi. Benim Çocuğum belgeseli Onur Yürüyüşü ile bitiyor, bugün ise yürüyemez hale geldik. Boğaziçi’ndeki direnişte gökkuşağı bayraklarını gördükleri andan itibaren o düğmeye basmaya karar verdiler. Homofobi ve transfobi üzerinden toplumdan bir tepki gelmesi için uğraştılar. Ancak artık o da işlemiyor.
Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nden emekli olan Prof. Dr. Şemsa Özar da akademisyen nöbetine destek verenler arasındaydı…
Siz de aynı eğitim çarkında yetiştiniz. Nasıl bir çocukluk ve öğrencilik dönemi geçirdiniz?
İki taraftan da göçmen ailelerden geliyorum. Baba tarafım mübadele döneminde İzmir-Selçuk’a yerleşmiş. Babam çiftçi bir ailenin ilk üniversite okuyan mensubu. Anne tarafım 1930’ların başlarında Kırım’dan İstanbul’a göçmüş, dedem Fatih’te berbermiş. Annem de esnaf bir ailenin ilk üniversite okuyan mensubu. Annem-babam İstanbul Üniversitesi’nde tanışıp babam devlet memuru olunca Bursa’ya taşınıyorlar, orta sınıf bir aile kuruyorlar. O dönemde devlet memuru olmanın belli bir statüsü ve geliri var. Beni de özel bir ilkokula gönderip yarış atı olarak yetiştiriyorlar. Robert Kolej’e 1980’de girdiğimde, o sene okula alınan toplam 110 öğrencinin 24’ü Bursa’da aynı ilkokuldan geliyordu. Bu kanallar o zaman da ancak belli ayrıcalıklara sahip insanlara açık kanallardı. Gerçek anlamda sosyalizasyonum 12 Eylül sonrası Robert Kolej’de yatılılık dönemimde gerçekleşti. Derslerden ziyade fotoğraf, folklor, basketbol, öğrenci birliği ve yayın işleri gibi ders dışı meselelerle uğraşıyordum. Memur bir aileden gelen bir çocuk olarak sınıf meselesi de ön plandaydı, düğün ve etkinlik fotoğrafçılığı gibi işlerle kendi paramı kazanmanın yollarını arıyordum. Üniversite sınavına girecektim, ama ne okumak istediğimi bilmiyordum. Son sınıftaki öğrenciler ciddi burslarla ABD’ye gidebiliyordu. Ben de Boston’un biraz batısındaki Hampshire College isimli küçük bir üniversiteden burs kazanıp yurt dışına kaçabildim. Bu arada ÖSS’ye de girmiş, hatta Boğaziçi’nde sosyoloji bölümünü kazanmıştım, ama yurt dışına gidip biraz da farklı bir deneyim yaşayabilmek istiyordum. Annem ve babam iktisat fakültesi mezunuydu, ekonomi Türkiye’de önde gelen bir sorundu ve ben de ilk başta ekonomi okumayı düşündüm. İlk dönemin sonunda hiçbir dersimi bitirmediğimi hatırlıyorum. 18-19 yaşındaydım, bir kültür şoku yaşamıştım. Türkiye’de olsa bursunu hemen iptal ederler, ama orada genç bir insanın farklı şeyler deneyerek kendisini bulmaya çalışırken bocalayacağının farkındalardı. Arayışım esnasında bu sefer akademik anlamda da fotoğrafla buluştum, dersler aldım ve hocamın asistanlığını yapmaya başladım. Bir noktada fotoğraf beni kesmedi, siyasi sinemayı keşfettim, oradan da belgesel sinemaya evirilen bir yol açıldı önümde. 1989’dan beri kendimi bir belgesel sinema öğrencisi olarak görüyorum. Gerçek hayatın içinden, gerçek öykülerin peşinden gitmek ve bir şeyler söylemek benim için önemli. Toplumsal değişim ve dönüşüme katkı sunabilecek tartışmalara inanıyorum. Bunu kendi üretimimde de devam ettirmeye çalışıyorum.
İhlâller ve hak mücadeleleri devam ettiği sürece belgeseller eskimiyor. Hem bir bellek oluşturuyor hem de bugüne dair bir şey söylemeye devam ediyor. Benim Çocuğum da öyle. Bitireli sekiz sene oldu, ama oradaki meseleler daha da kanayan yaralar haline geldi. Benim Çocuğum Onur Yürüyüşü ile bitiyor, bugün ise yürüyemez hale geldik.
Aile tarihinizde göçmenlikten bahsettiniz. İlk uzun metraj belgeseliniz Duvarlar-Mauern-Walls Simone Weil’in “Bir yerde kök salmış olmak insan ruhunun belki de en önemli ve en az önemsenen gereksinimidir” sözüyle başlıyor.
Filmlerimi birtakım haksızlıklara tepki olarak da düşünüyorum. 1980’lerdeki ilk filmlerimden birinin adı Boycott Coke. Coca-Cola şirketinin Güney Afrika’daki insan hakları ihlâlleri ve ırkçılığa katkılarına tepki olarak ABD üniversitelerinde boykotlar düzenlenmişti. Kendimi bazı öğrenci gruplarının içinde buldum ve verilen tepkiye nasıl dahil olabileceğimi düşündüm. Exodus adlı filmim de ABD’deki öğrencilik deneyimim ile ilişkili. Benimki seçilmiş bir göç haliydi, ama yine de kendimi sürgünde hissediyordum. Senede bir kere Türkiye’ye gelip bir-iki hafta geçirme olanağım vardı. 1989 yazında Türkiye’ye dönerken uçakta dağıtılan gazetelerde Bulgaristan göçmenleriyle ilgili haberlere denk geldim. Asimilasyon ve hak ihlâlleri sebebiyle hayatları darmadağın olan ve birkaç parça eşyasıyla göç eden insanların öyküleri vardı bu haberlerde. Bir arkadaşımın ödünç bir video kamerası ve ödünç bir arabayla sınıra gittik ve o olaya tanıklık ettik. Filmlerin çıkışı genelde böyle karşılaşmalara dayanıyor. Duvarlar-Mauern-Walls da öyle. Berlin Duvarı yıkıldığında, ABD’de etrafımdaki herkes “Komünizmi yendik!” naraları atıyordu. Almanya deyince benim aklıma gelen ilk şey ise oradaki Türkiyeli misafir işçilerdi. Benim iki öz amcam da zamanında daha iyi bir hayat için Almanya’ya göç etmişlerdi. Bu filme ilham olan şey ise yine bir gazete haberi oldu, Washington Post’taki küçücük bir haberin başlığı çok çarpıcıydı: “Berlin’deki Türkiyeliler Artan Irkçılıktan Endişe Duyuyor”. Holokost’tan o güne dek kırk küsur yıl geçmiş, Almanya ırkçılığı çoktan aşmadı mı? Saf bir yerden sorduğum bu sorunun peşinden gittim. Benim Çocuğum’a gelirsek de bir anda LGBTİ+ hakları için bir film yapmaya karar vermedim. 2010’da Boğaziçi Üniversitesi’nde “Türkiye’de Trans Kimlikler ve Kuir” başlıklı bir konferans yapıldı. Konferans programında çocukları LGBTİ+ olan ailelerin deneyimlerini anlatacağı bir panel çok dikkatimi çekti. ABD yıllarımdan beri bu mücadelenin destekçisiydim. Konferanstaki diğer paneller üç aşağı beş yukarı bildiğim meselelerdi, ancak çocukları LGBTİ+ olan ailelerin deneyimleriyle ilgili o zamana kadar pek bir şey duymamıştım. Orada dinlediğim dört ebeveynin hikâyesi beni derinden etkiledi. Hiç aklımda yokken konferans salonundaki o 90 dakika içinde bu filmi yapmaya karar verdim. Dolayısıyla, filmlerim kendi hayatıma dokunan karşılaşmalardan, deneyimlerden çıkıyor.
3 Saat belgeseline konu olan öğrenciler ile Boğaziçi’ndeki direnişi var eden öğrencileri nasıl kıyaslarsınız? Bu bir bakıma 2004 Türkiye’siyle 2021 Türkiye’sinin kıyası.
Doğru, hatta süreç 1980 ve sonrasını kapsıyor, bir süreklilik mevcut. 1980 sonrasının bir çıktısı olarak YÖK de tam buraya düşüyor. AKP iktidarı tepeden inmedi, o toplumsal ve siyasi dinamikler içinde ortaya çıktı. 3 Saat’in çekimlerine başladığımızda AKP vardı, bu hoyrat ve vahşi iktidar hâlâ devam ediyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini, kadın ve trans cinayetlerini düşündüğümüzde en başta yaşam hakkı ihlâllerini görüyoruz. Emeğinin karşılığını alma hakkının, ifade özgürlüğü ya da eğitim haklarının kısıtlandığını görüyoruz. İktidarın somut şekilde merkezi bir otorite etrafında toplandığına tanık oluyoruz. Askeri darbeyle başlayan ve tek adam rejimiyle devam eden bir sürecin içindeyiz. 3 Saat’i çektiğimiz dönem ile şimdiki dönemin arasında pek bir fark yok. Yine gençlerin eğitim hakkı ellerinden alınıyor. Salgın da üzerine tüy dikti. Birçok öğrencinin internet üzerinden eğitime erişimi bile yok. Üniversite eğitimine gelene kadar ciddi sıkıntılar var, üniversite sınavı da devam ediyor. Üniversite sınavında başarılı olan öğrencilerin yüzde kaçı hak ettikleri kalitede, demokratik ve özgür bir eğitim alabiliyor? Boğaziçi Üniversitesi bunun Türkiye şartlarında en iyi yapılabildiği yerlerden biri. Bizim mücadelemiz bu durumun da ortadan kalkmamasına dair. Herkese olmasa da en azından bir kamu üniversitesi olarak binlerce öğrenciye bu hizmeti verebiliyoruz. Bunun engellenmesine karşıyız. Ek olarak, Barış Akademisyenleri sürecinde olduğu gibi, savunduğumuz değerlerin sadece Boğaziçi’nde değil tüm üniversitelerde savunulması gerektiğini düşünüyoruz. Yaptığımız her şeyin inşa ettiğimiz geleceğe katkı sunduğunu düşünüyorum. Özgür üniversite mücadelesi ocak ayında Boğaziçi’nde başlamadı, kendi mücadelemizi geçmişteki diğer mücadelelerin yeni bir evresi olarak görüyorum. İki dönemdeki öğrencileri kıyaslamaksa zor. Ben sadece ders verdiğim, birlikte çalışabildiğim öğrencilerle tanışabiliyorum. Boğaziçi, Türkiye’de sınav sisteminde başarı göstermiş öğrencileri kabul ediyor ancak. Öğrencilerin seviyesinin 14 yılda kötüleştiğini söyleyemem, hatta tam tersi geçerli. Tüm zorluklara rağmen, internet çağının da etkisiyle, daha donanımlı ve özgür bireyler olarak geliyorlar. Ama bir yandan da çok yorgun olarak geliyorlar. Buraya gelebilmek için içine girdikleri rekabetin yorgunluğu dışında Türkiye’nin, sürekli saldırı ve tehdit altında olmanın getirdiği bir bitkinlik var. Belki eskiden hissedilebilen “parlak bir gelecek bizi bekliyor” duygusu benim öğrencilerimde pek yok tabii.
Filmlerimi birtakım haksızlıklara tepki olarak da düşünüyorum. İlk filmlerimden birinin adı Boycott Coke. Coca-Cola’nın Güney Afrika’daki insan hakları ihlâlleri ve ırkçılığa katkılarına tepki olarak ABD üniversitelerinde boykotlar düzenlenmişti. Verilen tepkiye nasıl dahil olabileceğimi düşündüm.
Filmlerinizde size soru sorduran şeyin çeşitli karşılaşmalar olduğunu söylediniz. Türkiye’de uygulanan politikalar da bu tür karşılaşmaları engellemek üzerine kurulu. Belgesel sinema bu konuda önemli bir rol üstleniyor. Öte yandan, bazı belgesel sinemacılar hapse girme tehdidiyle karşı karşıya ve büyük bir sansür var.
Tabii ki belgesel sinema çok eskiden beri hem Türkiye’de hem de dünyada türlü türlü sansürlerle karşılaştı. Belgesel sinema resmi söylemin dışında alternatif ve eleştirel bir anlatı ve bakış açısı sunuyor. İktidarlar ise halkın kendi kontrollerinde olmayan öykülerle karşılaşmasını istemiyor. Tarihsel bir örnek, 1950’lerde Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun İstanbul Üniversitesi Film Merkezi bünyesinde yaptığı belgesellerinin, Türklüğe dair söylemlerde sıkıntılar olması nedeniyle, sansürlenmeye çalışılması. Günümüzde Bakur ve Nû Jîn belgesellerinin yönetmenlerinin, hatta gösterimi yapan mekânların işletmecilerinin yargılanmasına şahit olduk. Belgesellerdeki insanların ideolojileri ve yaptıklarıyla hemfikir olmayabilirsiniz, ama bu onların var olmadığı anlamına gelmiyor. Barış sürecine paralel olarak geri çekilen bir silahlı gerilla gücü var. Devletin bunca senedir savaş yürüttüğü insanlar kimler? Seyircinin bunu görmesine devletin hiçbir tahammülü yok. Bazı şeylerin görülmesi, tartışılması ve bilinmesi istenmiyor. Siz bu tabulara ve yasaklı konulara dokunduğunuzda bunu engellemek adına sansüre başvuruluyor. Benim belgesellerim, Gaziantep’te iptal edilen bir gösterim dışında, henüz bir sansüre uğramadı. Başıma bir şey geleceği korkusuyla yola çıkan birisi değilim, böyle bir düşünceyle zamanımı boşa geçirmek istemiyorum. Ama tabii, gönül ister ki insanın yaptığı işler daha fazla seyirciye ulaşsın. Doğrudan bir sansür olmasa da belgesellerimizi seyirciyle buluşturma imkânlarımız kısıtlı. Bu, genel olarak belgesel sinemanın Türkiye’deki sorunlarından biri. Tanıtım ve dağıtım gibi işleri de kendimiz yapmak zorunda kalıyoruz. Hayatımı belgesellerimle değil, akademisyen olarak verdiğim emekle idame ettiriyorum. Yeni başlayan birinin bağımsız belgesel yaparak geçinebilmesi pek mümkün değil.
Nükleer Alaturka projeniz üzerinde de beş senedir çalışıyorsunuz.
Türkiye’de yaşamanın ve birçok şeyi bir arada yapmaya çabalamanın getirdiği zorluklar var. Tam yeni filme odaklanmaya karar verdiğinizde bir arkadaşınızı hapse atıyorlar. Böyle bir durumda kendi işinize bakamıyorsunuz, kendinizi başka bir mücadelenin içinde buluyorsunuz. Bu belgeselin beş senedir bitmemesinin sebebi de bu. Adliyedeyim, nöbetteyim, ders veriyorum, özel hayatım, çocuğum, kitap projelerim var. İster istemez zaman her şeye yetmiyor. Bunu böyle kabul ediyor ve hayatın farklı alanlarını dengeleyerek devam etmeye çalışıyorum. Nükleer Alaturka’nın başlangıcı benim için Çernobil’in patladığı ve bir nükleer felaketin yaşandığı 1986’ya dayanıyor. O zaman bizim dünyadan haberimiz yoktu. Çernobil’in ne demek olduğunu ancak üniversite yıllarımda anladım. Ekoloji konularıyla ilgilenmeye başlamıştım, etrafımdaki hak mücadelelerin içinde çevre mücadelesi de vardı. Vejetaryen olma kararını da o dönemde verdim. O dönemki durumu bugünkü pandemiye benzetiyorum. Ortada bir felaket var, sorumluluk alması gerekenler beceriksiz ve bizi kandırıyorlar. Vaka sayılarıyla ilgili yanlış bilgi veriyorlar. Kendi sorumsuzluklarını kapatmak için yalanlar söylüyorlar. En pespaye örneği, o dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın kameralar önünde “Çayda radyasyon yok” diyerek pişkin pişkin çay içmesidir. İnsanlar tepelerine inen radyoaktif serpintiden hiçbir şekilde korunmadı, tarımsal ürünler etkilendi. Örneğin, Hopa’daki kanser vakaları Türkiye’deki diğer bölgelere oranla fazlaca artış gösterdi. Çernobil ve sonrası toplumsal hafızamızda ciddi bir boşluk. Şimdi de 2015’ten bu yana hayatımıza ciddi anlamda girmiş olan Akkuyu Nükleer Santrali ve önümüzde gelmekte olan bir nükleer felâket var.
2010’da “Türkiye’de Trans Kimlikler ve Kuir” başlıklı bir konferans yapıldı. Orada dinlediğim dört ebeveynin hikâyesi beni derinden etkiledi. Hiç aklımda yokken konferans salonundaki o 90 dakika içinde Benim Çocuğum’u yapmaya karar verdim.
Bu santralin inşa edilmesi sürecini özetleyebilir misiniz?
Aslında Akkuyu projesi 1976’dan bu yana mevcut. Mersin’den 150 kilometre Büyükeceli köyüne yakın bir bölgede bir nükleer santral kurulması isteniyordu ama bu çeşitli nedenlerle yapılamıyordu. Ta ki 2010’da Rusya’yla hükümetlerarası bir anlaşma imzalanana kadar. Sonra 2015’te büyük bütçeli bir reklam kampanyası düzenleyip Akkuyu Nükleer Santrali projesini gözümüze sokmaya başladılar. İstanbul’da yaşayan biri olarak evimden çıkıp işe giderken ilan panolarında, TV’de ve sinema salonlarında Akkuyu Nükleer reklamlarını görür oldum. Mesele hayatımızın içine bu kadar girince daha önce sadece bir fikir olan Nükleer Alaturka’yı artık yapmam gerektiğini düşündüm. Çünkü biz nükleer eşikteyiz. Akkuyu projesi tamamlanıp nükleer enerjiden elektrik üretmeye geçilirse, biz de nükleer atık üreten, tarihimizde ilk defa etrafa radyasyon salan bir ülke olacağız. Bu eşikteyken buraya nasıl geldiğimize, Türkiye’nin nükleer tarihine ve bugününe dair bir belgesel yapmak istedim. Eğer bu noktada Türkiye’nin nükleer tarihine bakarsak bu eşikten nereye gitmek istediğimiz sorusunu da tartışabiliriz. Şu anda bu tartışılmıyor. Nükleer karşıtı hareket çeşitli sebeplerden oldukça zayıf durumda. Birileri bildiğini okuyor, biz de susup oturuyoruz, gelmekte olan felaketi bekliyoruz. Bu meselenin Boğaziçi direnişiyle benzeşen tarafı da bu: Bize dair kararları başkaları veriyor. Nükleer santral termik santrale benzemiyor. Üretilen atıklar dünyaya yüzlerce, binlerce yıl zarar veriyor. Buna hakkımız var mı? Gelecek nesiller bunun hesabını sormaz mı? Korkunç bir facia da olası. Aslında santral faaliyete geçtiği anda bile düşük seviyede ve hiçbir zaman bitmeyen bir felaket başlamış oluyor. Çernobil 1986’dan bugüne devam eden bir felaket. ODTÜ’den İnci Gökmen, şu anda Doğu Karadeniz’de toprağın altından örnek aldığımızda nükleer serpintiyi hâlâ tespit edebileceğimizi söylüyor. Türkiye’de hâlâ ışımakta olan alanlar var ve oralara yaklaşan herkes belli bir radyasyona maruz kalıyor. Çernobil faciası sonrası yayılan izotoplardan bir tanesini vücutlarımız kalsiyum gibi algılıyor. Yani belki kemiklerimizde ve dişlerimizde ışımaya devam eden izotoplar var Çernobil’in mirası…
Marmara’nın ölümü anlamına gelen müsilaj sorununa bakınca ne görüyorsunuz?
Müsilaj çevreye verdiğimiz zararın sonunda görünür olduğu bir durum. Nükleer Alaturka’yı da düşününce aklıma tıpkı müsilajda olduğu gibi görünmeyen bir kirliliğin görünür olması geliyor. Aynen radyoaktivitede olduğu gibi. Özellikle 1950’lerde başlayıp 1980’lere kadar atmosferde patlatılan nükleer silahlar sebebiyle atmosferik ya da rutin radyasyon dediğimiz, yani her zaman etrafımızda olan radyasyon miktarının arttığını biliyoruz. Yani hepimiz radyoaktif bireyleriz, ama görmüyoruz. Bir gün kanser olduğumuzda neden kanser olduğumuzu merak ediyoruz. Çernobil sonrası acaba bir şeylere mi maruz kaldım? Videonun arşiv oluşturma özelliği var. Nükleer Alaturka’da da ilk defa bir belgeselci olarak bu kadar fazla arşiv malzemesiyle hemhal oluyorum ve görünmeyen tarihimizin bir yönünü görünür kılmak için çaba gösteriyorum.
Boğaziçi direnişi YÖK’ün tarihini ve KHK’lerle tesis edilmeye çalışılan düzeni, müsilaj ekolojik yıkımı, Sedat Peker videoları siyasetin kirliliğini görünür kılıyor. Hepsi bir tür kusmuk, cerahatin ortaya saçılması…
Kusmuk ya da cerahat çok doğru bir benzetme. Hem pislik anlamında hem de dışavurum anlamında doğru. Bütün bu mücadeleler kapsamında aslında bütün bu kusmukların temelindeki şeylere karşı duruyoruz. Ama olay sadece mide bulantısı değil ki, bir de ortada fiziksel bir kusmuk var. Tıpkı müsilajda olduğu gibi, onu temizlemek zorundasınız. Boğaziçi’nde de öyle, verilen hasarlar ortaya saçıldı. Orayı temizlemek, yapılan tahribatı ortadan kaldırmak, iyileştirmek ve tamir etmek de şimdi bize düşüyor. Tekrar Nükleer Alaturka’ya bağlayacağım. “Yapmayın, istemiyoruz” diyoruz. Akkuyu’da düğmeye basarlarsa ilk defa nükleer atık üreten bir ülke haline geleceğiz. 1978’in sonunda Zwentendorf kasabasında Avusturya’nın ilk nükleer santrali kuruluyor. Her şey hazır, yakıtı da içine koyuyorlar. Tam düğmeye basılacakken millet ayağa kalkıyor. Devasa bir masraf yapılmış, kamu kaynakları kullanılmış, ama bir halk oylamasıyla “İstemiyoruz” diyenler kazanıyor. O tarihten itibaren de Avusturya parlamentosu hiçbir zaman nükleerden elektrik üretilmeyeceğine dair bir yasa çıkartıyor. Dünyanın en güvenli nükleer santrali Avusturya’da, çünkü çalışmıyor. Akkuyu için de çok geç değil. Bir seçimde bunlar gider, başkaları gelir ve insanlar kendilerini daha özgürce ifade edebilir. Türkiye nüfusunun büyük bir yüzdesi nükleer santral istemiyor. Tüm tehlikeleri ve etik sorunları dışında ekonomik anlamda, rüzgârdan ve güneşten elektrik üretiminin maliyetinin bu kadar düştüğü bir dönemde neden nükleer santralle, piyasanın dört katı pahalı elektrik üretesiniz ki?
Ortada fiziksel bir kusmuk var. Tıpkı müsilajda olduğu gibi, temizlemek zorundasınız. Boğaziçi’nde de öyle, verilen hasarlar ortaya saçıldı. Orayı temizlemek, yapılan tahribatı ortadan kaldırmak, iyileştirmek ve tamir etmek de şimdi bize düşüyor.
Bu belgeseli nasıl bir görsel dille hazırlıyorsunuz?
Bu film öncekilerden çok farklı. Bence her film kendi dilini oluşturuyor, bu da şimdiye kadar yapmaya çalıştığım en zor film. Öncelikle kocaman bir tarihe bakmaya ve bir sürü öyküyü bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yapısını Eduardo Galeano’nun Aynalar kitabındaki gibi damıtılmış, küçük hikayeler silsilesi şeklinde hayal ediyorum. Galeano birkaç cümlede acayip hisler oluşturabiliyor. Bir meseleyi veya öyküyü çok kısa sürede damıtarak anlatıyor. Nükleer Alaturka’yı düşünürken bana çok ilham verdi. İçinden çıkamadığım, çözemediğim meseleyi çözebilmek için bir kapı açtı. Karakterlerin mümkün olduğu kadar az yer aldığı ve tarihe dayalı bir iş olduğu için arşiv malzemesinin bol olduğu bir film hayal ediyorum. Tam çekimlere başladık ve araya salgın girdi. Araştırma, geliştirme ve çekime hazırlık sürecindeyiz, nasıl bir anlatı kuracağımız üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. Nükleer mesele evrensel ve uluslararası bir mesele, ama biz bunu yerelden anlatmaya çalışıyoruz. Şimdiye kadar nükleerin tarihi Türkiye yerelinden yazılmadı, yok. Alaturka kelimesinin çift anlamını kullanmaya çalışıyoruz. Mozart’ın ‘alla turca’sında olduğu gibi, olumlu bir çağrışımı olan Türk usulü manası var. Bir yandan da alaturkalık üzerinden giden bir anlamı da kullanıyoruz, örneğin Cahit Aral’ın çay içmesi oldukça alaturka ve garip bir şey. Alaturkanın absürtlüğü içeren bir kelime olduğunu düşünüyorum, o yüzden “Nükleer Alaturka”. Filmin içinde nükleerle ilgili üç şiiri ile Nâzım Hikmet de var: Kız Çocuğu ve Stronsium 90 ve Japon Balıkçısı. ABD’nin yaptığı dev bir nükleer bomba denemesi sonucunda bir Japon balıkçı teknesinin nükleer serpintiye maruz kalmasını anlatan bir şiir. Hem Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hem de bu şiirlerin müzik haline gelmiş versiyonlarının filmde yer almasını hayal ediyoruz. Japon balıkçı teknesi şu anda Tokyo’da bir müzede, seyirciyi o balıkçı teknesiyle karşılaştırmak istiyoruz. Aynı zamanda Nâzım Hikmet’i de oraya taşımak sinemanın imkânları dahilinde olabilecek bir durum.
Boğaziçi direnişine dair kaydetmekten, arşivden ve bellekten bahsettiniz, ama siz uzun metraj belgeselcisiniz. Bir belgeseli tarihsel kayıt olmaktan çıkaran ne?
Belgeseli çok geniş tanımlamayı tercih ediyorum. Belgesel içinde yaşadığımız tarihsel dünyadan görsel, işitsel kayıtları alıp bunlardan bir anlatı oluşturmaktır. İki senede ürettiğim Benim Çocuğum da belgeseldir, akademisyen nöbetlerinde çektiğim kısa videolar da benim açımdan belgesel. Onların da bir anlatısı var. Belgesel anlatıların çok farklı şekillerde olabileceğini düşünüyor ve bunlar arasında temelde bir fark görmüyorum. Benim Çocuğum bir romansa, nöbetlerde çektiklerim belki de haiku’lar. Belki kendini tekrar eden, belki hepsini yan yana koyduğunda başka bir anlatı oluşturan bir şey. Ama tabii ki çok farklı pratikler, çünkü birinin üzerinde beş senedir çalışıyorum. Kim bilir ne zaman seyirciyle buluşacak? Öbürü ise 12:15’te çekip 12:45’te sosyal medyada paylaştığım, gün sonuna kadar da binlerce kişinin izlediği başka bir anlatı.