ÖLÜMÜNÜN 25. YILINDA JEFF BUCKLEY

29 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Çocukluğunda müzikle aran nasıldı?

Jeff Buckley: Annemin doğru dürüst çalışmayan bir pikabı vardı. Geriye doğru dönerdi. Pink Floyd’un “One Of These Days”inden, annemin sevdiği, benim nefret ettiğim Dan Fogelberg’in şarkılarına kadar bulabildiğim her şeyi çalıp garip bantlar hazırlardım. Şarkı başlamadan önce Nick Cave’in çığlık attığı bir Birthday Party şarkısını bu şekilde tam 23 kere üst üste kaydetmiştim. Anlayacağın, müzik benim için bir saplantıydı.

Her zaman şarkıcı olmak gibi bir isteğin var mıydı?

Önce annemin kucağı, ardından müzik… Tüm hayatım boyunca şarkı söyledim. Klasik eğitim almış bir piyanist ve çelist olan annem bana sürekli şarkı söylerdi. Arabayla okula doğru giderken radyoda Joni Mitchell, Crosby Stills & Nash gibi müzikler dinlerdik. Curt & Spark, Led Zeppelin II, Stevie Wonder, Sly & The Family Stone, Magical Mystery Tour, Hendrix in the West, Barbra Streisand in the Park, Nat King Cole, Judy Garland… Ardından aile toplantılarında şarkı söylemeye başladım. Üveybabam misafirlerin yanında uykuya dalar, annem de bu işe çok bozulurdu. Ben de milletin ilgisini çekmek için bildiğim ne kadar Elton John şarkısı varsa arka arkaya söylerdim. İnsanların önünde şarkı söylemek benim için çok doğaldı. Benim cümlelerim, melodilerim, aynı zamanda, hafızamdaki annemin ağlayışlarından da geliyor sanıyorum. Ağladığını benden gizlemek için, duşun altına girer, saklanırdı. Suyun sesi ve onun hıçkırıkları bana bir sireni hatırlatırdı.

Ölü bir insanın etrafında örülen kült mantıkdışıdır. Bir noktaya kadar nostaljiyi bugüne karşı bir darbe olarak algılıyorum. Aslolan bugündür.

Babanın hayatındaki yeri nedir? Senin için bir başbelası mı?

Babam ben altı aylıkken evi terketmiş. Sekiz yaşımdayken, bir Paskalya tatilinde, toplam dokuz gün gördüm onu. İki ay sonra da öldü. Babamı tanıyan insanların onunla ilgili çok güzel anıları olabilir, ama benim için o hayatımın en karman çorman yönüydü. Sanınm ben ve babam aynı özelliklerle doğmuşuz, aynı iskelet yapısına sahibiz, ama şarkı söylerken ben benim. Dışavurumumuz aynı değil. Ben kendi zamanımı yaşıyorum. Anlatacaklarımı onun gibi anlatmamı bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklar.

1991 senesinde baban anısına verilen bir konserde sahneye çıkmıştın…

İlk başta orada çalmayı istemiyordum. Ama babamın cenazesine çağrılmamıştım ve bu beni hep huzursuz ediyordu. Eğer saygıyla gidip izleseydim bütün bunu kafamdan atabilmiş olacağımı düşündüm. Bohem hayatı yaşamak üzere, gündelik hayatı bırakıp gitme arzusunu anlattığı ve annem ve benden söz ettiği “I Never Asked To Be Your Mountain”ı söyledim. Bu aynı zamanda hem sevdiğim, hem de nefret ettiğim bir şarkıydı.

Eski Tim Buckley hayranla da senin konserlerine geliyor. Onlara pek iyi davranmadığını biliyorum. Paris’teki konserinde, senden babanın şarkılanı çalmanı istediklerinde, aşı dozdan ölme ile ilgili bir pandomim sunmuştun…

Bu insanlar bir ölünün dirilişine tanık olmak isteyen, geçmişlerinde takılıp kalmış tipler. Büyümeyi ve beni ben olarak görmeyi reddediyorlar. Sürekli olarak bir cesede tapınmamı bekliyorlar. Tim Buckley fenomeninin bir parçası olmamama ve bunu kabul etmememe çok bozuluyorlar. O adamla ilgili bildiğim her şeyi yabancılardan öğrendim. Beni büyüten annemdi. Gazeteciler için de ben sadece bir pop piçiyim.

Ölü bir insanın etrafında örülen kült mantıkdışıdır ve bir noktaya kadar nostaljiyi bugüne karşı bir darbe olarak algılıyorum. Aslolan bugündür. Bugün. Bunu yapmayı kabul ederek bi­raz kendimi kurban ettim.

Şarkılarının sözleri kendi hayat hikâyene mi dayanıyor?

Hayır, sanmıyorum. Belki kökenlerinde böyle bir şey yatıyordur, ama o kadar. Bütün bunlardan gündelik dilde bir şiir yaratmaya çalışıyorum. Ben öyle olağanüstü bir şarkı sözü yazarı değilim, ama yazdığım sözlere çok inanıyorum. Tecrübe kazanmak için yazıyorum. Yazarak, yazdıkça olgunlaştığım hissine kapılıyorum. Birçok kişi CD’nin kapakçığında sözleri niçin basmadığımı sordu bana. Bu hiç de ilgimi çekmiyordu. Bugün, çok temel bir kavramı yitirdiğimizi düşünüyorum: Şiir işitilmek ister. Rimbaud, Verlaine, Kerouac, Lorca… Sadece okundukları için çok şey kaybediyorlar. Şiirin ses boyutunu kaybettik.

Şarkıları söylerken bir şekilde kendinden geçiyorsun… Sesler çığlıklara dönüşüyor…

Herkesin ruhu vardır. Hiç kimse gerçekten yalan söyleyemez. İster Bon Jovi ol, ister Serge Gainsbourg, ses kişiliğin taşıyıcısı, aracıdır. Bence trans hali, vücudumla zihnimin mükemmel birliği… Söylediğimle hissettiğim arasında hiç bir mesafe yoktur artık, bu hep beni çeken bir duygudur. Tıpkı seks gibi: Bir an gelir, artık müdahale edemezsin, kendini bırakman gerekir… Bence sadece seks bu dünyayı kurtarabilir. Bütün bileşimler, bütün pozisyonlar olabilir, ama, vardığımız yerde, sanki ölümsüzmüş hissiyle kendimi bıraktığım o an vardır.

Müziğini nasıl tanımlıyorsun?

Kısmen bataklık, kısmen çeşitli yapılar… Bataklık önemlidir. Bir tadı ya da bir nesnenin hissini hatırladığınız bir hatıranız vardır elbette. Bu his o kadar garip ve kavranamazdır ki, tam olarak elle tutulur bir şeye dönüşmez. Sizi çıldırtır. Bu benim müzikal estetik anlayışım… Tam olarak algılanamayan, uçarı bir hatıra. İşin güzel tarafı, şimdi bunu plağa kaydedebiliyor, konserde canlı olarak çalabiliyorum. Tamamen gerçeküstü. En derin hatıranızın kapısında bir gardiyan olduğunu ve belli bazı şeyleri hatırlamamanız gerektiğini düşünün. Bu hatıraya ulaşmanın tek yolu gardiyana rüşvet vermek, onun gücü altına girerek kendi ruhunuzun derinliklerine doğru yüzmek. Yok olabilir ya da korkabilirsiniz, bilemezsiniz. Tıpkı ölmek gibi…

Bir şarkının bittiğini, olduğunu nasıl anlıyorsun?

Hiçbir fikrim yok. Benim peşinde koştuğum, bütün biçimlerinde şarkıyı tasarlayabilmek. Mümkün olduğunca tamamlanmış, en uç noktasına ulaşmış versiyonuna ulaşmak istiyorum. Bu dakikalarca da sürebilir, birkaç saniye de. Bir şarkının süresi onu yorumlayacak olan kişinin ona akıtabileceği enerjiyle de bağlantılı. Gücümün yetmediğini hissettiğim zaman, parçayı okumaya son vermeyi tercih ediyorum. İşte bu nedenle de bazıları benim iyi bir müzisyen olduğumu düşünüyor: Çünkü bir parçanın ihtiyacı olan şeyi hissediyorum. Bu bir zeka biçimi. Yedi saat boyunca sevişebilen biri, on dakika dayanamayandan daha mı zekidir? Hayır, zeki olan adam, “öteki”nin, ötekilerin ihtiyacını hisseden adamdır. Bazı şarkı yazarlarının beni sığ bulduklarını biliyorum. Ama kıta-nakarat-kıta mantığıyla yapılmış o kadar çok şarkı duydum ki, alışıldık şarkı biçimi beni açmıyor. Daha özgür bir formda yazmak istiyorum.

Dylan hâlâ modern rock kariyerinin nasıl olması gerektiğinin kurallarını yazıyor ve ölünceye kadar da yazmaya devam edecek. Yaptıklarına övgüler düzmekten başka bir şey gelmez elimden. Şiiri ağızda yaşayan bir şey haline getirdi o. Beat’leri de o yüzden severim.

Sence bunu yapabilen şarkı yazarları kimler?

Joni Mitchell, Bob Dylan. Dylan hâlâ modern rock kariyerinin nasıl olması gerektiğinin kurallarını yazıyor ve ölünceye kadar da yazmaya devam edecek. Yaptıklarına övgüler düzmekten başka bir şey gelmez elimden. Şiiri ağızda yaşayan bir şey haline getirdi o. Beat’leri de o yüzden severim. Diğer şairler sanat formunu yarattılar, ama onlar bu işi tamamladı. Amerika’nın ilk defa huşu içinde şairleri oldu ve Dylan da bunu müzik alanına aktardı.

Oysa akademisyenler Dylan’ın çok berbat bir sesi olduğunu iddia eder.

Halt etmişler, cahilliklerine vermek lazım. Blonde On Blonde albümünde nefret edilesi bir yabancılık ve güzellik içinde çıkar sesi. Bir tür Billie Holiday’dir o albümde. Sesinin kıskanılacak bir güzelliği vardır. Whistling Pete’den Lord Byron’a, Woody Guthrie’den Verlaine’e kadar herkes vardır içinde.

Hiç Dylan’la karşılaştın mı?

Bir kere. The Supper Club’ta çalmıştı. Ona dokunduktan hemen sonra terapiye ihtiyacım olduğunu düşündüm. Seni tanıyorum, babana benziyorsun” dedi. Sen de kendi babana benziyorsun” dedim, ama duymadı sanırım. Sürekli saç kuyruğumu çekiştiriyordu, benden hoşlandığını anladım. Don’t Look Back’i dinleyerek yıllarımı geçirmiştim, çok heyecanlandım.

Ama Dylan bu özgünlüğünü sürekli konum değiştirerek, dinleyicilerini şaşırtarak kazandı.

Yeni bir yola sapmak eski yolu daha da kutsal bir hale getiriyor. Aynı atı ölünceye kadar kırbaçlamak, sana da, ata da haksızlık.

Kendini kuşağının içinde nereye yerleştiriyorsun?

Kendi kuşağımdan olan birçok insan benim müziğimi sevmiyor. İnsanlar ihtiyaç duydukları şarkılara geliyorlar, ama onların değerlerinin benimkileri de kapsadığından emin değilim. Oysa ben şu anda yapılan birçok müziği seviyorum. Yıllardır gördüğüm en bereketli pop dünyası bu: Nirvana, Beck, Liz Phair… Bence bu bir zafer, çünkü bu insanlar gerçekten müzik yapabiliyor.

Kendini belli bir kuşağa dahil olarak görmüyorsun sanki?

Bilerek ve isteyerek her zaman dışarda kaldım. Çıkar çıkmaz beğendiğim ve etkilendiğim tek isim Patti Smith’tir. Henüz her şey olmaktayken Patti Smith’e takıldım. Onu ilk defa bir gündüz televizyon programında gördüm. Radio Ethiopia yeni çıkmıştı ve Patti Smith ayakkabısız, simsiyah ayaklarıyla öylece oturuyordu. Kokusunu alabilirdiniz neredeyse. Bu turne bakışını tanırım. Vahşi bir kedi gibiydi.

Turne sırasında bir gece sahnede konuşuyordum. Biz turnedeyken insanların arka arkaya öldüğünden bahsediyordum: Cab Calloway, Carmen McRae, Burt Lancaster… Dinleyiciler­ den biri Fred Sonic Smith dedi. Ne, olamaz! dedim. Evine gidip Patti, Fred ve çocukları için bir konser vermek isterdim. Sadece yarım saatliğine “Teşekkür ederim, sizi seviyorum. Müziğimden nefret de etseniz, bu sizin bana verdiklerinizin bir parçası demek isterdim. Ve Fred ölüp gitti.

Müzikle ilgili sevdiğim ve duyduğum ne varsa, hepsini ardımda bırakıp başka bir yere gitmek istiyorum. “Seni seviyorum” ya da “ben ne haltım?” demenin birçok yolu vardır. Ben kendi sözlerimi söylemeye çalışıyorum.

Sin EP’si (Live at Sin-é, 1993) döneminde geniş bir cover repertuarına girişmiştin.The Smiths’ten Dylan’a, Billie Holiday’den Sex Pistols’a, Edith Piaftan Van Morrison’a…

Bu şarkılardan ilham fışkırdığına inanıyorum ve bunlardan nasiplenmek istedim. Punk’ın da, Robert Johnson’ın da hayatımda büyük etkisi var, ama ben arketip bir şarkıcı olmak istiyorum: Bir âşık, bir öykü anlatıcısı ve bu şarkılarda anlatılanlar muhteşem öyküler. Bu insanlarla hiçbir zaman tanışamayacağımı düşündüğüm için onları dinleyerek bir şeyler öğrendim.

Grace albümünde de, kendi şarkılarının yanısıra Britten’ın “Corpus Christie Carol”u ve Cohen’in “Hallelujah”ının cover’la var…

Beni Benjamin Britten’la tanıştıran arkadaşım Roy’du. Roy 15 yaşımdan beri arkadaşım. Bu süre içinde birçok arkadaşımı geride bıraktım, ama onunla hiç ayrılmadık, tanıdığım en bilge insanlardan biri.

Bono’nun Grace albümünü çok beğendiğini ve senin “Hallelujah” yorumunu kendininkinden iyi bulduğunu biliyorum. Sen ne diyorsun?

O kadar iyi bir yorum olduğunu düşünmüyorum. Umarım Leonard dinlemez. Konserlerde daha iyi yorumluyorum. Stüdyoda da tamamen canlı kaydetmiştim şarkıyı, ama konserlerde aniden ortaya atıldığım bölümler var ki, şarkıyı baştan aşağıya değiştiriyor. Albümdeki hali biraz çocukça, konserlerde ise bazen erkek gibi söylüyorum.

Grace seni tatmin etmedi mi?

Hayır, hayır, tatmin etmekten fazlasıyla uzak. Çok daha iyisini yapabileceğimden eminim… Görüyorsun işte, bütün ilk albümlerin böyle bir sorunu vardır, insan yeterince riske girmeye çekiniyor… Benim açımdan, son derece başarılı, örnek bir ilk-albüm, Patti Smith’in Horses’ıdır (1975). Orada John Cale’in prodüksiyonu müthiş. Grace’in sound’u çok akıllı uslu, fazla kibar.

Grace albümünü bir yere oturtmak çok zor. Albümü yaparken neler hissediyordun? Kayıtlar nasıl geçti?

Kaydetmesi en zor şarkı, temposu yüzünden “The Last Goodbye” oldu. Grup olarak şarkıyı bir türlü yakalayamıyorduk. Orta tempo gerçekten çok zordur. Bu tür bir tempoyu sürdürmek için kusursuz olmak gerekir, çünkü şarkıda hiçbir şey tekrarlanmıyordu. “The Last Goodbye”ı sert ve ağdalı “Mojo Pin” ve “Grace” şarkılarının arasına yerleştirdim. Kahvenin damağı temizlemesi gibi… Sıralama önemlidir. Ama herkes kendi evinin DJ’idir. Ben bir akış yaratmaya çalışıyorum, ama insanlar benimkini takmıyorlarsa, kendi akışlarını da yaratabilir.

Robert Plant’in senin en büyük ilham kaynaklarından biri olduğuna dair bir şeyler okumuştum…

Büyüme dönemimde Led Zeppelin favori grubumdu. Led Zeppelin, Cocteau Twins gibi gruplar açıklanamayan şeyi, ruhu taşıdılar bana. Aslolanın müzik olduğunu gösterdiler. Müzikle ilgili sevdiğim ve duyduğum ne varsa, hepsini ardımda bırakıp başka bir yere gitmek istiyorum. “Seni seviyorum” ya da “ben ne haltım?” demenin birçok yolu vardır. Ben kendi sözlerimi söylemeye çalışıyorum.

Nusrat Fateh Ali Khan’ın şarkılarını yorumlamak ister miydin?

Nusrat benim Elvis’im. Benim çalış tarzımda onun çok büyük bir etkisi var. Ama onu aynen tekrarlamak ona hakaret etmek olurdu. Amerikan müzik mirasını onun kendi halkının anısına yaptığı derinlikte kullanabilmeyi başararak ona yaklaşmaya çalışmak isterim.

Jeff Buckley ve Nusrat Fateh Ali Khan

Columbia ile anlaştıktan sonra sana bir grup kurman ve bir albüm hazırlaman için hayli zaman verildi…

Büyük bir şey istediğimi biliyordum. Ama nasıl bir sound istediğime karar vermemiştim, çünkü bu geleceği planlamak olurdu. Mümkün değil. Üstelik insani de değil. Sadece belli imkânları bir araya getirebilirsiniz. Müzik ya da herhangi bir sanat dalı söz konusu olduğunda, yaratım sürecinin sonunda ortaya çıkan ürün önceden planladığınızdan daha fantastiktir. Kırmızı istiyorum dersin. Ama yapmakta olduğun şey siyaha eğilimlidir, çünkü içinde çok fazla kırmızı vardır. Sanat böyle işliyor.

Seni kabul etmeye hazır birçok bağımsız plak şirketi varken, büyüklerin en büyüğü Columbia ile anlaştın. Niye?

Bağımsız bir plak şirketiyle bu iş yürümezdi. O kadar da alternatif değilim. Sanırım ben farklı bir lezzet üzerinde çalışıyorum. Tamamen bana ait olan bir şey yapıyorum. Her bir dokumdan ortaya çıkan bir şey yapıyorum ve karşıma bu fırsat çıktığında, onu kabul edip yapabileceğimin en iyisini yapmaya karar verdim, çünkü kimsenin grubumda çalacak insanları seçmesine izin vermem.

Beraber çalışması zor bir insan mısın?

Hayır, sanmıyorum. Mükemmelliyetçi bir insan değilim. Çok uzun bir süreden beri, müziğin mükemmel olamayacağı fikrini kabul ettim. Mozart biliyordu ve mükemmel olabiliyordu. Ama ben hiçbir zaman Mozart olmayacağım. Genç ölen insanlar beni ilgilendirmiyor…

Çok uzun bir süreden beri, müziğin mükemmel olamayacağı fikrini kabul ettim. Mozart biliyordu ve mükemmel olabiliyordu. Ama ben hiçbir zaman Mozart olmayacağım. Genç ölen insanlar beni ilgilendirmiyor…

Grubunu nasıl oluşturdun?

Gruptaki insanları solo konserlerim sırasında buldum. Michael Tighe üç yıldır arkadaşımdı ve bütün solo konserlerimi izlemişti. Mick Grondahl gelip benimle çalışmak istediğini söyleyen ilk adamdı. Çok doğrudan ve samimiydi. Bir gece, sabahın ikisinde toplandık. İyi bir basçı bulmak çok zor: güçlü, melodik ve yalın… Ama onun bası tam istediğim gibi çiğ ve görkemliydi. Genellikle genç herifler bir araya geldiğinde sadece rock çalmak isterler. Yavaş tempolu bir şarkı sıkılmaları için yeterlidir. Ama yavaş bir tempoyla kıvılcım yaratabilmekten daha güzeli olamaz. Sonra baterist Matty’yi buldum. Bir tavsiye üzerine bulduk onu. Bir gece, kafalarımız kıyakken çalmaya başladık ve “Dream Brother”ın müziği o gece çıktı ortaya. “Dream Brother” adını taşıyan bir şiirim vardı zaten, yakın bir dostumla ilgiliydi.

Jeff Buckley, Matt Johnson, Michael Tighe, Mick Grøndahl

Solodan gruba geçmek zor oldu mu?

Bir grupla yaratmak ve çalmak solo, çalışmaktan çok farklı. O ânın dinamiklerine yönelik tüm anlık duygular ve dikkat dört katı artıyor. Sekiz yaşında olmakla yirmi yaşında olmak arasındaki fark gibi. Sekiz yaşınızdaki haliniz hâlâ içinizdedir, ama üstüne yirmi yıl daha eklenmiştir. Solo çalışmamamın nedeni kusursuz bir grubu bulabilmekti. Bütün favori isimlerim grup müziği yapar. Bob Dylan, Robert Johnson ya da Thelonius Monk’u dinlemeyi severim, ama aynı anda çalan birçok enstrümanla gidebileceğiniz farklı alanlar vardır. İnsan ruhunda olup bitenlerin sese dönüştüğü trans benzeri bir seviyeye ulaşabilirsiniz. Korkmuş, küçük çocuk ya da romantik âşık aynı anda mümkün olabilir. Müzikle insanlara iletebileceğiniz müthiş duygular var. Ben bu konuda kuşkucu da olsam, insanlar bana karşı çok iyi davranıyorlar. Biz sadece ruhlardan ibaretiz, ama asıl gerilim bunun farkında olmamamızdan kaynaklanıyor. Müzik ise bunu dokunulabilir hale getiriyor.

Kafelerde çalıştığın ilk zamanlarda müşterilerin sorun olduğunu söylüyordun…

Bu insanların benim için değil de sohbet etmek, kafa dinlemek için geldiklerini anlamamıştım. Birdenbire, bir zavallı şeytan ortaya çıkıyor ve bir köşede şarkı söylemeye başlıyordu… Sonra, giderek, müziğimi mümkün olan her yolu deneyerek onlara kabul ettirmeye çalışmanın gereksiz olduğunu anladım, mühim olan onların ilgisinin yavaş yavaş bana yönelmesiydi. Ve bunun için de şarkıcı kılığından çıkıp vaiz kılığına büründüm. Benim için, çalmak, artık şarkı söylemek değil, konuşmak anlamına geliyor. Müziğimi tamamen bambaşka bir şekilde tasarladım. Artık müziğim bir sanat değil, daha çok bir spor. Tıpkı jiu-jitsu gibi… Kendi enerjimi çoğaltmak için seyircinin enerjisini kullanmaya başladım. Kendimi ifade etmek için seyircinin varlığını kullanıyordum… Gündelik dertlerini unutmak için bir-iki kadeh bir şeyler içmeye gelen tanımadığım insanlar karşısında beni şarkı söylemeye yönelten Edith Piaf oldu. Onları etkilemek, onlara dokunmak için bütün kalbimle söylüyorum. O, sokak sayesinde işitilen, bu olağanüstü sesten, bu inanılmaz titreşimden büyük keyif alıyordu. Onu anlıyorum. Psikolojik açıdan hiçbir şeyin, hiçliğin ortasında olmayı, umutsuzluk okyanusunda kaybolmayı, bunun ne demek olduğunu biliyorum.

Kendini müzik endüstrisi içinde nasıl konumlandıyorsun?

Aynı anda iki işi yapmamayı öğrendim. Kendi başına yapabileceğin işi yapmalısın. Müzik dünyası, müzik endüstrisinden çok daha büyük ve hayat verici. Bana huzur veren tek şey, gerçek müzik dünyası.

Roll, sayı 9, Temmuz 1997
Kaynakça: Mojo, Best, L’Événement du Jeudi, Libération

JEFF BUCKLEY’NİN TEK ALBÜMÜ GRACE

Meddücezir

Jeff Buckley’nin 1994’te yayınladığı “Grace”, kısa ömründe gördüğü tek long-play olarak kaldı. Albümün 10. yılı şerefine, 2004 Roll’undan bir ipucu arayışını, bir anlamaya çalışma çalışmasını aktarıyoruz. “Daha nice onyıllara” demiştik “Grace” için, öyle de oluyor…

Haksızlık. Jeff Buckley’nin öyküsüde –mesela bir Jimi Hendrix’te, Jim Morrison’da, Kurt Cobain’de olmadığı kadar– çok sayıda ölüm sözcüğü geçiyor. Fazlasıyla ölümle kuşatılmış, ölümle terbiye edilmiş bir hayat bu. Genç yaşta yitip gitmiş bir şarkı-yazarının, Tim Buckley’nin oğlu. Baba, oğluyla ömründe yalnızca bir-iki kez görüşüyor. Jeff, Tim’in hayatında bir varlık olarak değil, yalnızca bir şarkısının bir yerinde bir imge olarak yer alıyor. Tim öldüğünde Jeff dokuz yaşında. Babası, onun hayatında, kendi tabiriyle, “bir yokluk olarak var”. Ama kendini bildi bileli bütün hatıraları müzikten ibaret olan bu çocuk, babasının şarkılarını bir imtihana çalışır gibi hafızasına kazıyor zamanla. Onu bir rock starlığa götüren trenin hareket düdüğü, babasını anma amacıyla düzenlenen bir konserde çalıyor. 1991’de New York, Brooklyn’deki küçük bir kültür merkezi olan St. Ann kilisesinde (bir sene öncesinde Lou Reed ve John Cale’in, Andy Warhol için Songs For Drella’yı kaydettikleri yer) Tim Buckley gecesinde, sahnede çaldığı bir şarkıyla –Tim’in Jeff’ten bahsettiği “I Never Asked To Be Your Mountain” la– rock mitolojisine açıyor gözlerini Jeff Buckley. Sonrasında bar programları, ilk canlı kayıtlar, Grace albümü, şöhret, uzun turneler, ikinci albüm hazırlıkları ve 1997’nin 29 Mayıs’ında Mississippi nehrinin sularında hayata son veda…

Bu öyküye artık ölümün cenderesinden değil, kalımın penceresinden bakmak lâzım. Tam on senedir can taşıyan, kalbi çarpan o albüme, “Grace”e geri dönmek lâzım.

Yalan olmamasına rağmen aldatıcı bir sinopsis bu. Aldatıcı, çünkü merhamet talep ediyor, oysa çok daha fazlasını (hayır, başka türlüsünü) hak ediyor… Bu öyküye artık ölümün cenderesinden değil, kalımın penceresinden bakmak lâzım. Tam on senedir can taşıyan, kalbi çarpan o albüme, Grace’e geri dönmek lâzım. Dahası lâzım: Altıncı şarkının, Cohen yorumu “Hallelujah”nın hemen başındaki o bir saniyelik derin nefeste saklı uzviyette kaybolup gitmek mesela…

10 şarkı, 50 dakika… Üç cover: Bir Cohen şarkısı, bir Benjamin Britten aryası, “Lilac Wine” adlı bir standart… Diğerlerinde tüm sözler Jeff Buckley’e ait. Üçünü kendi bestelemiş, ikisini grup elemanlarıyla, diğer ikisini (“Mojo Pin” ve “Grace”) Gary Lucas’la birlikte müziğe dökmüş. (Gary Lucas’ı ve grubunda çalan Michael Tighe’ı, o her şeyin başlangıç noktası St. Ann gecesinden tanıyor.) Neticede bir rock albümü. EIektrogitarların, basın, davulun, orgun dile geldiği, harmonium, tabla ve doğulu yaylıların da ses verdiği zengin bir albüm. Peki bu albüm her dinleyişte, insanda “ben şimdi dünyanın en güzel albümünü dinliyorum” hissini nasıl uyandırıyor? Öncelikle, büyük bir şarkıcının, müziğin akışkanlığı içinde göçebe bir sesin albümü Grace. Jeff’in sesinde insanın iliklerine işleyen bir “massive attack”, yürek dağlayan bir “primal scream” var. Bu sesin doğası bu, bize doğaüstü gelse de. John Berger, “hava, kuşların yolculuklara çıktıkları değil, yaşadıkları yerdir” diye yazıyor Düğüne romanında. Öyle.

Çok savruk, derbeder, durkalklı, medcezirli, akan, akan, akan, taşan bir albüm. Şarkılarda, bir şarkıdan beklenmeyecek şeyler oluyor. Bir şehrin sokaklarında, parklarında, denizlerinde, dehlizlerinde dolaşmak, gündüzlerine, gecelerine karışmak gibi… Formüller kâr etmiyor; kendi tiyatro sahnesini, kendi sinema perdesini yanında taşıyan bir müzik. Ve kendi Led Zeppelin’ini.

Grace’in güzelliği, biraz da Jeff Buckley’nin Led Zeppelin’i bir heavy rock canavarı gibi değil, zamandan ve coğrafyadan azade bir ses okyanusu olarak doğru okuyabilmiş olmasından geliyor.

Grace, yayınlandığı yıl olan 1994’ü temsil etmiyor, dün bugün yarın ve daimalarda korkusuzca, şehvetle geziniyor.

Jeff Buckley Dylan’ı, Cohen’i, Van Morrison’ı, Patti Smith’i, Edith Piaf’ı, Nusrat Fateh Ali Khan’ı çok seviyor. Jimmy Page, Elvis Costello, Bono, Chrissie Hynde Grace’i çok seviyor.

Grace, fani dünyanın ebedi rock müziği.

Derya Bengi

Roll, sayı 91, Kasım 2004

^